36. EL-ALÎ, EL-ALİYY, EL-A'LÂ
Îzzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, 929 pek yüksek olan.930
Alî, "ulüv ve ala" mastarından gelip, yücelik, şeref ve kudret sahibi manasına gelmektedir.
Celal ve kemal sahibi yüce Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Yüceliğinin üstünde hiçbir güç yoktur. O'nun yüceliği kendisiyle bir başkası arasında da ortak değildir. Fakat o mutlak yüce, izzet, seref ve hükümrandır.
İyas b. Seleme'nin babasından naklettiğine göre babası şöyle demiştir:
"Resulullah'tan "sübhane'a'la'l-vehhab" ile başlamayan hiçbir dua işitmedim."
Allah'ın isim ve sıfatlarından bahseden kitaplarla anlatıldığına göre, Resulullah (s.a.v.) İsra gecesi göğün en yüksek yerinde bir tesbih işitmişti. Bu tesbih:
"Subhanel aliyyul a'la, subhanehu ve tealâ."
El-Alî, ismi Kur'ân-ı Kerim'deki ayetlerde 8 defa rikredilmiştir. Bunlar:
el-Bakara: 2/255, el-Hac: 22/62, Lokman: 31/30, Sebe: 34/23, Gâfir: 40/12, Şûra: 42/4, 55, Nisa:4/24'tür.
"Ala" ismi tesbihatta pek çok kullanılmakta olup namazda secde anında "Sübhane rabbiye'a'lâ" diye söylenir. 931
Allah Teâlâ söyle buyurur:
"Artık hüküm, yücelerin yücesi Allah'ındır."932
"Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O'na zor gelmez. O, yücedir, büyüktür." 933
"Yüce Rabbinin adını tesbih et." 934
"O görüleni de görülmeyeni de bilir, çok büyüktür, yücedir"935
Bu ifadeler, yücelik ve ululuğun bütün anlamlarının her yönden Allah Teâlâ için sabit olduğuna delâlet eder. O, zâtı yönüyle uludur. Çünkü O, bütün mahlukatın üstündedir. Arşa istiva etmiştir. Kadri yücedir. O'nun sıfatları ve azameti yücedir. Hiçbir yaratığın sıfatı O'nunkine denk olamaz. Yaratıkların hiçbirisi O'nun sıfatlarından bir sıfatın ifade ettiği anlamların bir kısmını bile kapsayamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Onların ilmi bunu kapsayamaz.”936
Bununla anlaşılmaktadır ki Allah Teâlâ bütün sıfatlarında hiçbir şeye benzememektedir. Galibiyetin en üstün olanı O'na aittir. O, birdir ve gücüne karşı konulamaz. Sonsuz güç ve kudretiyle, azamet ve yüceliğiyle bütün yaratıklarına egemendir. Onların mukadderatları O'nun elindedir. O, neyi dilerse o olur. Hiçbir şey buna mani olamaz. O'nun istemediği şey de asla olmaz. Bütün mahlukat, O'nun istemediği bir şeyi gerçekleştirmek için bir araya gelseler buna güçleri yetmez. O'nun iradesinin hükmettiği bir şeyi engellemek için biraraya gelseler onu da engelleyemezler. Bunun sebebi, O'nun iktidarının mükemmelliği, iradesinin geçerliliği ve bütün mahlukatın her yönden O'na son derece muhtaç oluşudur. 937
Allahu teâlâ bütün kâinatın üstündedir. Fakat bu yükseklik cisimlerin yüksekliği gibi, yukardakilerine daha yakın, aşağıdakilerine daha uzak ma'nâsına değildir. Allahu teâlâ kâinatın her noktasında her zerreye aynı nisbette yakındır ve bu nisbet hiç değişmez. Her insana şah damarından daha yakındır. Allahu teâlâ'nın zâta, cisimlerin zâtına benzemediği gibi, yakınlığı, uzaklığı da cisimlerin birbirine olan yakınlığına, uzaklığına benzemez. 938
Yüksekliğin Gerçek Manâsı Şudur:
1- Allah'tan daha üstün bir varlık düşünülmesi imkânsızdır.
2- Bir benzeri veya ortağı veya yardımcısı veya mabeyincisi olmaktan münezzehtir.
3- Şânına yaraşmıyan her şeyden uzaktır.
4- Kudretde, bilgide, hükümde, irâdede ve diğer bütün kemâl sıfatlarında üstündür. Şu halde "El-Aliy", her şey kendinin dûnunda, emrinde ve hükmü altında olan Zât-ı Eceli ü A'lâ demektir.
Kâbe-i Muazzama'ya Allah'ın evi deniliyor. Bunun ma'nâsı nedir? Kâbe-i Muazzama'ya ve mabetlere Allah'ın evidir demek, buraları Allah'ın ikametgâhıdır demek değildir. Bu izafet tebcil ve teşrif içindir.
İzah edelim: Şahıslara mahsus olan meskenler vardır ve her mesken sahibine nisbet olunur da, filancanın evi, filancanın dükkânı denir. Neden? Çünkü bir mesken veya dükkân kime âit bulunuyorsa menfaati de yalnız.ona aittir. Fakat Kâ'beye ve camilere Allah'ın evi denir. Bundan maksat Allah'a bir mesken isnâd etmek değildir. Belki Kâ'benin veya mabedin hiçbir şahsa ihtisası olmayıp, âmmenin menfaati için yapılmış olduğunu ve bundan dolayı ehemmiyetinin büyüklüğünü anlatmak içindir. Nitekim âmme hakkına da "Allah hakkı" denir. Çünkü bu hakkın faydası umûma şâmildir. Bir ferde, bir şahsa mahsus değildir.
Allah hakkını yerine getiren, bütün insanların menfaatına riâyet etmiş olur. Onu ihmâl eden de, insanları zararlandırmış olur. Bir kimse bir meskene tecâvüz ederse, yalnız o mesken sahibini mutazarrır eder. Halbuki bir câmi'ye tecâvüz eden, bir ferde değil, cemâate tecâvüz etmiş olur. 939
Kula Gereken Şey:
Allahu teâlâ'nın şânına yaraşmıyan i'tikatlardan fikrini kurtarmak ve Allah'ın mahlûkuna, haksızlık etmekten sakınmaktır. Bir çok câhiller Allahu teâlâ'yı insan suretinde bir cisim ve bir ruhtan müteşekkil ve insan gibi infiale mâruz sanıyorlar. Dünya hükümdarları gibi, kâinatın en yüksek yerinde kendine mahsus bir sarayda bulunduğunu ve oradan bir takım vekiller vâsıtasıyle kâinatı idare ettiğini... İ'tikâd ediyorlar.
Bütün bunlar ve benzerleri, ulûhiyet şânına yaraşmıyan eksikliklerdir. Allahu teâlâ, hiçbir vekile mahtaç olmadığı gibi, zamandan, mekândan münezzehtir. Zamanlar O'nu sınırlayamaz, mekânlar O'nu kaplıyamaz. Zaman ve mekân O'nu nasıl ihata edebilir ki, zamanı da, mekânı da yaratan O'dur. Onlar yokken Allah vardı. 940
37. EL-KEBÎR
Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu, 941 pek büyük.942
'Ey azametinden dolayı akılların ulaşamadığı ulu zat."
Kebir, “kebere” kökünden gelmektedir ve büyük anlamındadır. Genellikle, el-Alî ve el-Mütealî isimleriyle bitişik kullanılmıştır.
Sübhanu'l-Kebîr, medhedenlerin methinin üstünde yücedir. Allah'ın büyüklüğünü hislerin müşahede etmesi, aklın idrak etmesi mümkün değildir. Hiçbir şeyle onu anlamak mümkün değildir.
İbn-i Abbas (r.a.)'dan rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.v.) her türlü acılardan ve humma gibi hastalıklardan kurtulmak için ashaba şöyle dua öğretmişti:
"Zat ve sıfatları anlaşılamayacak kadar ulu Allah'ın ismiyle, fışkıran kanın her türlü şerrinden ve cehennemin sıcağının şerrinden yüce Allah'a sığınırız."
El-Kebîr ismi, Kur'ân-ı azimde beş defa geçmektedir:
1. "O görüleni de görülmeyeni de bilir; çok büyüktür, yücedir." 943
2. "Böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O'nun dışındaki taptıkları ise batılın ta kendisidir. Gerçek şu ki Allah, evet O, uludur, büyüktür." 944
3. "Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir; Ondan başka taptıkları ise hiç şüphesiz bâtıldır. Gerçekten Allah çok yüce, çok uludur." 945
4. "Rabbiniz ne buyurdu? derler. Onlar da: Hak olanı buyurdu, derler. O, yücedir, büyüktür."946
5. "Artık hüküm, yücelerin yücesi Allah'ındır." 947
Rabb Sübhânehu ve Teâlâ yücelik, büyüklük, azamet ve ululuk sıfatlarıyla nitelenmiştir. O, herşeyden büyüktür, herşeyden yücedir ve herşeyden uludur.
Dostlarının kalbinde O'nun çok saygın ve yüce bir mevkii vardır. Onlar gönüllerini Allah'a saygı ve O'nu yüceltme duygusu ile doldurmuşlardır. O'na boyun eğmişler ve O'nun büyüklüğü karşısında hep tevazu göstermişlerdir. 948
Bu ismin, Kur'an'daki bütün kullanımlarında yücelik bildiren "el-Aliyy" ve "el-Müteâl" isimlerine bitişik olarak geçtiği görülür:
"Bu, Allah'ın hak olmasından ve O'ndan başka taptıkları şeylerin bâtıl olmasındandır. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür." 949
"O, görüleni de görülmeyini de bilir, çok büyüktür, yücedir." 950
Göklerde ve yerde eşsiz tek büyük O'dur. Kâinatın büyüklüğü, elbette ki Yaradan'ın büyüklüğüne delâlet eder. Bulutsuz berrak bir gecede, başını gökyüzüne kaldıran ve orada sayısız yıldızların ışıldadıklarını gören aklı başında, iz'ânı yerinde bir insanın bu büyüklüğe hayran olmaması mümkün müdür? O parlayan yıldızların herbiri, bizim güneş gibi güneştir ve herbiri başlıbaşına bir âlemin merkezidir. 951
Göklerin Esrarını Çözmeye Çalışan İlimler:
Bu ilimler diyor ki, güneş bir âlemdir. Göklerin derinlikleri içinde böyle nice güneşler ve herbirinin etrafında nice yavrular ve torunlar vardır. Fakat bu güneşlerin sayısı, bugün kat'î olarak tesbît edilememiştir ve o kadar çalışmalara rağmen tesbîtine de imkân yoktur; çünkü ihâtâ dâiresi genişledikçe, ufuklar nâmütenâhîliğe doğru açılıp gidiyor. Bugün bu ilimlerin elindeki netice şudur: Namütenahi feza içinde, namütenahi güneşler vardır.
Halbuki mahlûkat, namütenahi olamaz, mahlûkat hakkında kullandığımız namütenahi sözü, bizim bilgimize ve ihatamıza göredir; yoksa Allah'ın ilminde sayısı, zaman ve mekân yönünden sınırlı apaçık bellidir. "Namütenahi feza içinde, namütenahi güneşler vardır." sözü, hakîki bir nâmütenahilik mefhûmunu değil, kâinatın bizim idrâk ve ihata çerçevemize sığmıyacak kadar büyüklüğünü ifâde içindir. Farzedelim, fikir kadar serî bir vâsıtamız olsun, bu nakil vâsıtası, bir hattı müstakim üstünde, bizi semânın ölçülmesi imkânsız olan derinlikleri içine sürüklesin, yâni saniyede bir milyon güneşin önünden geçirsin; bu şekilde, yâni saniyede bir milyon güneş tâdât etmek şartiyle, ömrümüz olsa da milyarlarca asır gitsek, yaratılmış âlemlerin yine pek azmi saymış oluruz ve daha milyarlarca asır mesafeler alsak ve sonra etrafımıza bir göz atsak, yine içinde güneşlerin kaynaştığı muazzam bir gökyüzü göreceğiz ki, bu güneşler aczimizle alay eder gibi, bize uzaklardan göz kırpmağa devam edip duracaklardır.
İşte akılları durduran, insan havsalasına sığmayan bu varlık, O'nun tek bir iradesiyle meydana gelmiştir ve O, isterse tek bir irâde ile daha başka âlemler de yaratır, yine kudretinden bir zerre eksilmez. Bir zerreyi yaratmakla, bu ölçüsüz, sayısız âlemleri yaratmanın O'na göre asla bir farkı yoktur. Velhâsıl her şeyin varlığı veya yokluğu, Allahu teâlâ'nın bir irâdesine bağlıdır. Ol! deyince oluverir. Olma! derse bir anda her şey yokluğa dönüverir. Bu, ne kudrettir, ne büyüklüktür! 952
Bu İsm-i Şerif Hükmünce Kula Yaraşan Şey:
Yalnız Allah'tan korkmak, yalnız Allah'ı sevmek, yalnız Allah'a kul olmaktır. Korku iki türlüdür; biri, haksız yere ev-bark söndüren zorbaların zulmünden korkmaktır. Bu korku, gönüllerde o zorbalara karşı nefret ve istikrah uyandırır. Öteki de en yüksek kuvvet ve kudret sahibi olduğu halde, suçlar bağışlıyan, hacetler bitiren, af ve ihsanı bol, keremkâr bîr zâtı sevmek neticesi olan korkudur. Bu korku gönüllerde, o zâta karşı derin bir saygı husule getirir. Allahu teâlâ'ya karşı olan korku işte budur. Buna daha ziyâde "haşyet" denir. Bu haşyeti duyan gönüller, Allah'ın emir ve fermanını her şeyin, her hatır ve nüfuzun üstünde tutarlar. Hatırını saydığımız veya nüfuzundan korktuğumuz kimselere hoş görünmek gayreti, Allah'ın emir ve fermanının ihmâl veya inkâra sebep olmamalıdır. İnsanoğlu için en büyük musibet, Allah'ın gadabına uğramaktır. En büyük kazanç da, kişinin kendini Allah'a sevdirmesidir. İnsanların sevgisini kazanmak veya onların gözünden düşmek, ehemmiyetli bir şey değildir. Çünkü Allahu teâlâ'nın ezelî takdirine karşı, bunların hiçbir te'sîri olamaz. Bir kimse Allah yanında makbul ise, bütün insanlar ondan yüz çevirseler, ona hiçbir zarar gelmez. Bunun aksine olarak, Allah yanında makbul olmayan bir kimseye bütün insanların hürmet ve ta'zîmi ne fayda te'mîn eder?
Hâlık'ı unutup da, mahlûkun gözüne girmeye çalışanlar, efendisini bırakıp da, kendini kapı yoldaşlarına beğendirmeğe çalışan ahmak hizmetçilere benzer. Hem de çalışıp çabalıyarak kendini mahlûka sevdirenler, Hâlık'ın ezelî hükmünü değiştiremiyeceklerinden, beyhude yorulmuş olurlar. Velhâsıl nazarlar, ancak Allah'ın razı olacağı yere dikilmelidir. Gönüller yalnız O'nun rızâsı ile ferahlanmalı, ancak O'nun gazabı ile kederlenmelidir. Bir kimseden halkın yüz çevirmesi, o kimsenin Hâlık'a ilticasını mucip olduğundan, ondan kederlenmek şöyle dursun, daha sevinmek lâzımdır. Şu muhakkak ki, halkın teveccühüne aldanmak bir nevî sarhoşluktur. 953
Dostları ilə paylaş: |