El-MÎZÂn fî tefsîR-İl kur'ÂN cilt: 5 Nisa Suresinin Devamı ve Maide Suresi


El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5



Yüklə 7,94 Mb.
səhifə37/48
tarix04.01.2019
ölçüsü7,94 Mb.
#90079
1   ...   33   34   35   36   37   38   39   40   ...   48

512 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

nın ecrini beklemesinin yeterli olduğuna inanırlar! Kuşkusuz bu, bir



cehalet örneğidir. Çünkü böyle bir davranış, günaha yardımcı olmanın

ta kendisidir. Bu konuda yardım edenle yardım edilen ortak

sorumluluğa sahiptir. Sadece zalim olan, her iki günahı yüklenmez.

Bu yorumun dayanaksızlığı şuradan gelir: Maktulün, "Ben isterim



ki sen, benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip ateş

ehlinden olasın!" sözü, daha önce açıkladığımız tarzda bir takdirî

anlama dayanmaktadır.

 

Bu iki problemin çözümü amacına yönelik bazı çürük açıklamalar



yapılmıştır ki, bunları burada zikretmeye değmez.

 

"Ben isterim ki sen, benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip



ateş ehlinden olasın!" Yani bazılarının açıkladıkları gibi, "Benim

ve kendi günahınla dönesin." Ragıp el-Isfahanî el-Müfredat adlı

eserinde diyor ki: "el-Bevâ kelimesi, etimolojik olarak, bir şeyi oluşturan

parçaların yer bakımından eşit oluşunu ifade eder. 'en-

Nebve' ise, bunun tam aksini, yani bir yerin parçalarının uyumsuzluğunu,

girintili, çıkıntılı oluşunu ifade eder. Bir yer, konaklayan

kimse açısından uyumsuz, girintili çıkıntılı değilse ona, 'Mekanun

bevâun' (düz yer) derler. 'Bevve'tu lehu mekanen' yani, yeri düzelttim.

Parçaları uyumlu hâle geldi."

 

Ardından şöyle diyor: "Ben isterim ki sen, benim günahımı da,



kendi günahını da yüklenip..." Yani, bu hâl üzere olasın. '"Enkertu

batileha ve bu'tu bi-hakkiha' denir (yani batılını inkâr ettim ve

hakkını üstlendim)." Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.

Şu hâlde kelimeyi "dönmek" şeklinde açıklamak, kelimenin asıl

anlamı değil de anlamının gereği ile yapılan bir açıklamadır.

Şu hâlde, "benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip."

ifadesinden maksat, haksız yere öldürülen kişinin günahının, katilin

günahlarına eklenmesi, böylece katilin iki günahı da üstlenmesidir.

Buna göre maktul, üzerinde hiçbir günah yükü olmadan Allah'ın

huzuruna çıkar. "Benim günahımı da, kendi günahını da



yüklenip." ifadesinden anlaşılan budur. Bunu destekleyen rivayet-

 

Mâide Sûresi 27-32 .................................................. 513

 

ler olduğu gibi, aklî değerlendirme de bunu destekler niteliktedir.



Kitabımızın ikinci cildinde amellerin hükümleri hakkında açıklamada

bulunurken, bu hususa da bir parça değinme imkânını bulduk.

Ancak bu yorumla ilgili olarak şöyle bir problem çıkıyor

karşımıza: Bunun anlamı bir insanın başkası tarafından işlenen bir

günahtan sorumlu tutulmasıdır. Akıl da bunun aksine

hükmetmektedir. Nitekim yüce Allah, "Hiçbir günahkâr,



başkasının günah yükünü yüklenmez." [Necm, 38] buyurmuştur.

Bu problemi şu şekilde aşmak mümkündür: Burada teorik akla

ilişkin bir hüküm söz konusu değildir ki, böyle bir şey olmaz, diye

kestirip atılsın. Bilâkis pratik akla ilişkin bir hüküm duruyor karşımızda.

Pratik akılsa, değişip değişmeme hususunda insan topluluklarının

çı-karlarına uyar. Dolayısıyla toplum, bir insan tarafından

işlenen bir eylemi, bir başkası tarafından işlenmiş gibi değerlendirip

onun sorumluluk hanesine yazabilir. Ya da birinden sâdır olan

fiili, ondan sâdır olmamış gibi algılayabilir. Söz gelimi, bir kimse

bir adam öldürse, toplumun da öldürülen kimseden alacağı olsa,

katil bunları topluma ödemek zorundadır. Çünkü toplumun zayi

olan haklarını katilden alması caizdir. Veya örneğin bir kimse topluma

baş kaldırsa, bozgunculuk yapsa, kamu güvenliğini tehlikeye

düşürse, toplum bu asi insanın bütün iyiliklerini hiç olmamış gibi

değerlendirebilir. Vs.

 

İşte bu gibi durumlarda toplum, mazlum insan tarafından işlenen



bütün kötülükleri zalimin günah yükleri olarak görür. Zalim insan,

mazlumun günah yükünü, kendi nefsinin günahı olarak yüklenir,

başkasının değil. Çünkü zalim insan, başkasına uyguladığı

zulüm ve kötülük aracılığıyla bu günahları kendi mülkiyetine geçirmiştir.

Bir insanın başkasının mülkiyetinde olan bir malın bedelini

ödeyerek satın alması gibi. Yeni sahibin söz konusu şey üzerindeki

tasarrufları, ilk sahibinin bir süre o şeye sahip olması için,

engellenemez. Çünkü bu başkasına intikal etmiştir.

Aynı şekilde, "Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yük-

 

514 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

yüklenmez." [Necm, 38] sözü de, sırf zaman olarak günahı işleyen

kimse başkasıdır diye, katil kimsenin sorumlu tutulmasına engel

oluşturmaz. Aynı zamanda, yeni bir nedenden dolayı günah yükünün

bir başkasına intikal etmesinin caiz oluşu da, "Hiçbir



günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez." sözünün de yararsız

ve işlevsiz hâle gelmesini ifade etmez. Aynı şekilde, bir mülkün

satış veya başka bir muamele sonucu el değiştirmesini caiz

görmek de, "Bir Müslüman'ın malı, gönül hoşnutluğuyla vermesi

dışında bir başkasına helâl olmaz." hadisinin işlevsiz olması anlamına

gelmez.


 

Bazı müfessirler demişlerdir ki: "Benim günahımı da, kendi



günahını da" ifadesinden maksat, "beni öldürmen durumunda, işlediğin

öldürme günahı ve bundan önce işlediğin günah"tır. Bu görüş

İbn-i Mesud, İbn-i Abbas ve başkalarından aktarılmıştır. Bazılarına

göre de maksat şudur: Beni öldürmenin günahı ile, kurbanının

kabul edilmemesine neden olan günahı... Bu görüş de Cubbaî'den

ve Zeccac'dan nakledilmiştir. Yine diğer bazılarına göre de maksat,

beni öldürmenin günahı ile bütün insanları öldürmüş gibi olmanın

günahıdır.

 

Ayetin lafzı itibariyle, bu çıkarsamaların hiçbirine ilişkin bir kanıt



elde etmemiz mümkün değildir. Aklî değerlendirme yoluyla da

buna ilişkin bir sonuca varılmaz.

 

Kaldı ki, iki günahın karşılıklı zikredilmesi, her ikisinin katile



yüklenmesi ve birinin maktulün günahı, diğerinin de katilin günahı

olarak isimlendirilmesi, bu çerçevede açıklığa kavuşmuyor.

 

"Nefsi, kardeşini öldürme hususunda yavaş yavaş ona boyun eğdi;



(nihayet) onu öldürdü ve böylece ziyana uğrayanlardan oldu." Ragıp elIsfahanî "el-Müfredat" adlı eserinde şöyle der: "et-Tav'u" kelimesi,

boyun eğmek, bağlanmak demektir. Bunun karşıtı "el-kurhu" istememek,

eğilim göstermemektir. "Taat" da "tav'u" gibidir; fakat

daha çok, emredilenlere uyma, çizilen çerçevelerde hareket etme

anlamında kullanılır. Dolayısıyla, "Nefsi... ona boyun egdi." ifadesi,

nefsi onun için gerekçeler hazırladı, nefsi ona isteyerek ram oldu,

 

Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 515

 

bağlandı gibi bir anlam taşımaktadır. "Tavvaat" kelimesi, "etâet"



fiilinden daha güzel anlamı ifade edicidir. Araplar, "Tavvaat lehu

nef-suhu" (nefsi onu itti) ifadesini, "Teebbet an keza nefsuhu"

(nefsi falan şeyi kabul etmekten kaçındı.) ifadesinin karşılığı olarak

kullanırlar." Müfredat'tan aktarılan özet alıntı burada sona erdi.

Aslında "tavvaat" kelimesi, boyun eğmek ve öneride bulunmak

an-lamını kapsıyor, demek istemiyor. Onun demek istediği,

"et-tatvi'" kalıbının tedricîliğe delâlet etmesidir. Itaatin bir kez oluşa

delâlet etmesi gibi. Nitekim if'al ve tef'il kalıpları genel olarak,

bu anlamı ifade ederler. Buna göre, ayette geçen "et-tatvi" kelimesi,

vesveseler ve fısıldamalar sonucu nefsi tedricî olarak istenen fiili

işlemeye yöneltmek anlamına gelir. Böylece nefis, sürekli empozeler

sonucu isteğe bağlı olarak boyun eğip, eksiksiz bir itaat

gerçekleştirmiş olur. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz:

Nefsi ona boyun eğdi, emrine uydu. Kardeşini öldürme hususunda

tedricî olarak isteğini kabul etti. Bu bakımdan, "kardeşini öldürme"

ifadesi, emredilen şeyin, emrin yerine konulmasına bir örnek

oluşturmaktadır. Nitekim "falan şeye yönelik emre uydu" yerine,

"falan şeye uydu." ifadesi kullanılmaktadır.

 

Bazıları, "tavvaat" kelimesi "süsledi, çekici kıldı." anlamına gelir;



dolayısıyla, "kardeşini öldürme" ifadesi, cümle içinde "mef'ulu

bih" konumundadır, demişlerdir. Diğer bazılarına göre de, sözcük

"tâvaat" anlamındadır. Yani kardeşini öldürme hususunda nefsi

ona itaat etti. Dolayısıyla, "öldürme" kelimesinin orijinali [katle],

cer harfinin hazfedilmesi dolayısıyla mansuptur. Ayetin anlamı

buna göre açıktır.

 

Bazıları, "ziyana ugrayanlardan oldu." ifadesinin orijinalinde



geçen "esbahe" fiilinden hareketle, onun kardeşini geceleyin öldürdüğünü

söylemişlerdir. Ancak söylendiği gibi "esbaha" sabahladı,

"emsa" akşamladının karşıtı olarak etimolojik yapısı itibariyle

böyle bir anlam ifade ediyor olsa da Arap geleneğinde bu sözcük,

etimolojik aslı göz ardı edilerek "sare=oldu" anlamında kullanılır.

 

516 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Kur'ân'da buna ilişkin birçok örnek gösterebiliriz: "O'nun nimetiyle



kardeşler oldunuz." (Âl-i Imrân, 103), "Içlerinde gizlediklerine pişman

oldular." (Mâide, 52) Dolayısıyla bu ayet bağlamında, sözcüğün

asıl anlamının kastedildiğini kanıtlamanın imkânı yoktur.

 

"Derken Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermesi için yeri eşeleyen bir karga gönderdi." Ayetin orijinalinde geçen "yebhesu" fiilinin mastarı olan "el-bahsu" sözcüğü, toprakta bir şeyi aramak anlamına gelir. Daha sonra her türlü araştırma için kullanılır olmuştur.



Mecma-ul Beyan tefsirinde böyle geçer. Yine ayetin orijinalinde geçen "yuvârî" fiilinin mastarı olan "el-muvarat" kelimesi, örtmek demektir. Kendini örtünme anlamında kullanılan "Tevârîi" ise, buradan gelir. "el-Vera" da bu kabildendir;

bir şeyin ötesi, arkası anlamında kullanılır. "es-Sev'etu", insanın

tiksindiği çirkin, ayıp şey anlamına gelir. "el-Veyl", helâk demektir.

"Ya veyleta", helâk anında söylenen bir ünlemdir. "el-Acz=acizlik,

çaresizlik" yapabilirliğin karşıtıdır.

 

Ayetin akışı, katilin bir süre, yaptığı işin şaşkınlığıyla bocaladığını,



başkasının bunu öğrenmesinden çekindiğini, maktulün cesedinin

başkaları tarafından görünmemesi için nasıl bir tedbir alacağını

bilemediğini gösteriyor. Nihayet yüce Allah, bir karga gönderir

de, ona nasıl davranacağını gösterir. Şayet karganın gönderiliş ve

yeri eşeleyişiyle onun kardeşini öldürüşü eşzamanlı olsalardı,

"Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini

gömmekten aciz miyim (ben)?" sözünün bir anlamı kalmazdı.

Yine ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, karga yeri eşeledikten

sonra oraya bir şey saklamış. Çünkü ayetin zahiri, karganın

ona bir şeyin nasıl saklanacağını göstermek istediğini vurgulamaya

yönelikti, nasıl yeri eşeleyeceğini göstermeye değil. Sırf eşelemek

de ona bir şeyi nasıl gizleyeceğini anlatmak bakımından yetersizdi.

Çünkü katil, henüz ilkel bir düşünce düzeyindeydi. Zihni

henüz araştırma yapma kapasitesine erişmemişti. Böyle bir insan,

kendiliğinden aralarında kaçınılmaz bir bağıntı bulunmayan yeri

eşeleme olayından, yere bir şey saklama eylemine zihinsel olarak

 

Mâide Sûresi 27-32 .................................................... 517

 

adapte olabilir mi? Dolayısıyla, karganın yeri eşeledikten sonra oraya



bir şey gömdüğünü görünce, gömme eylemine intikal edebilmiştir.

Kuşlar arasında karganın özelliği, avladığı hayvanların ve topladığı

tahıl tanelerinin bir kısmını toprağa gömerek depolamasıdır.

Gerçi onun gibi toprağı eşeleyen başka kuşlar da vardır; ancak onlar

tahıl tanesi ve solucan gibi şeyler aramak için eşelerler, bir şeyler

saklamak için değil.

 

Yukarıda "liyuriyehu= göstermesi için" fiilindeki zamiri "karga"



ya döndürmüş olmamız, ayetin anlamının gerektirdiği bir durumdur.

Çün-kü zamiri döndürebileceğimiz en yakın isim odur. Bununla

beraber bazıları, zamirin yüce Allah'a dönük olduğunu söylemişlerdir.

Bunun bir sakıncası olmamakla beraber, uzak bir ihtimal

olduğu da görülmektedir. Her iki durumda da anlam doğru

olur.


 

"Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da... aciz miyim

(ben)?" sözü de, karganın bir şeyi gizlemek için baş vurduğu yöntemin

aslında ne kadar basit olduğunu gördüğü için söylemiştir.

Çünkü, karganın yaptığı gibi yeri eşeledikten sonra, bir şeyi gizleyebileceğini

gör-müştür. Bunu eşeleme ile gizleme arasındaki bağıntının

açıklığı dolayısıyla algılamıştır. Bundan dolayı, daha önce

böyle bir şeyi akıl edememenin üzüntüsünü duymuş, kardeşinin

cesedini gömmek için bir yöntem düşünmeyi ihmal etmiş olmaktan

dolayı pişman olmuştur. Nihayet, karga sayesinde bir şeyi

gömmenin en yakın yönteminin yeri eşelemek olduğunu anlamıştır.

Bu pişmanlığı şu sözlerinden algılıyoruz: "Yazıklar olsun bana!



Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz

miyim (ben)?"

 

Burada olumsuzlayıcı soru (istifham-i inkârî) yöntemiyle, kendisiyle



nefsi arasında geçen bir konuşma hikaye ediliyor. ifadenin

açılımı, olumsuzlayıcı bir soru şeklinde ve şöyledir: "Sen şu karga

kadar olamadın ki kardeşinin cesedini gizleyesin?" Cevap da şu

şekilde belirginleşiyor: "Hayır." Sonra bir daha olumsuzlayıcı tarzda

 

518 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

bir soru yöneltiliyor: "Şu hâlde niçin bunu düşünemedin? Bu kadar



açık bir yönteme başvurmayı akıl edemedin? Sebepsiz yere bu süre

zarfında kendini mutsuz kıldın?" İşte bu soruya verilecek bir cevap

yoktur. Bu aynı zamanda bir pişmanlığın ifadesidir. Pişmanlık,

insana özgü ruhsal bir etkilenmedir. Içsel bir acı duymadır. Bir

menfaatin elden kaçmasına veya bir zararın görülmesine yol açacak

şekilde birtakım sebeplere sarılmayı ihmal ettiğini gözlemlemesi

sonucu insana arız olan duygusal bir durumdur. Dilersen şöyle

de diyebilirsin: Pişmanlık, bazı imkânlar-dan yararlanmayı ihmal

ettiğini hatırlayan insanın etkilenmesidir.

 

İnsanın içine düştüğü bu psikolojik durum, insanların bilmesini



istemediği zulümleri yaptığında yakalandığı durumdur. Cüzleri arasında

sağlam bir bağlantı bulunan bir düzen doğrultusunda hareket

eden toplumun kabul edemeyeceği işlerdir. Dolayısıyla,

meydana geldikleri sırada insanlardan gizlenseler dahi, toplumun

olumsuzladığı etkilerinin çok geçmeden gün yüzüne çıkmaları kaçınılmazdır.

Zulmeden suçlu insan, yaptığı zulmün, işlediği suçun,

toplumsal düzen tarafından benimsenmesini, içselleştirilmesini ister;

ama bunun doğal-sosyal düzen tarafından benimsenmesi

mümkün değildir.

 

Bu, zehirli bir yiyeceği veya içeceği yiyip ya da içip, hiçbir şey



olmadan sindirim sistemince sindirilmesini isteyen bir adamın

davranışına benzer ki, sindirim sisteminin söz konusu zehirli yiyecek

veya içeceği sindirmesi mümkün değildir. Zehirli yiyecek veya

içeceğin mideye gönderilmesi mümkün olsa da bunun belirtilerinin

ortaya çıkmasının şaşmaz bir süresi, aşılmaz bir bekleme anı

vardır. Unutma ki Rabbin gözetleme yerindedir.

 

Bu sırada insan, plânlamasının eksikliklerini görür, gözetleyip



denetleyebilme imkânına sahip olduğu hâlde gereken önlemi almamış

olduğunu fark eder ve pişman olur. Geri dönüp birini onarsa,

bir gediği kapatsa, bir başkası bozulacak, bir başka delik açılacaktır.

Allah onu ta-nıkların huzurunda utanç verici bir duruma düşürünceye

kadar bu böyle devam eder. Bu açıklamadan şu sonuca

 

Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 519

 

varıyoruz: "ve böylece pişman olanlardan oldu." ifadesi, kardeşinin



cesedini gömmemekten dolayı duyduğu pişmanlığa yönelik bir

işarettir. Onun aslında kardeşini öldürmekten pişman olduğu da

söylenebilir ki, uzak bir ihtimal değildir.

 

ALGILAMA VE DÜŞÜNME ÜZERİNE



 

Âdem'in iki oğlunun yaşam öyküsünün bu kesiti, yani; "Derken



Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl gömecegini göstermesi için

yeri eşeleyen bir karga gönderdi. 'Yazıklar olsun bana! Şu karga

kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim ben?'

dedi ve böylece pişman olanlardan oldu." ayeti, türü arasında bir

benzeri bulunmayan tek bir ayettir. Bu ayette, duyu organlarının

algılarından yararlanan insanın durumu somutlaştırılıyor. İnsanın,

algılama yoluyla eşyanın niteliklerini, özelliklerini kavradığı anlatılıyor.

Ardından insanın bu algılarını, hayata ilişkin amaçlarını gerçekleştirmeye

yönelik düşüncenin malzemeleri hâline getirdiği dile

getiriliyor. Ki bu, bilimsel araştırmaların vardığı şu sonucu haklı

çıkarıyor: İnsanın sahip olduğu bilgiler algılara ve sezgilere dayanır.

Ve bu, anma ve fıtrî bilgi te-orisini savunanların tezlerine aykırı

bir söylemi ifade eder.

 

Bunu biraz daha açacak olursak: İnsanı, sahip olduğu bilgi



formları yani tasarım ve yargı nitelikli, tikel veya tümel olanı, çeşitli

nitelikler arz eden bilgileri ve kavrayışlarıyla birlikte gözlemlediğimiz

zaman, insanların en cahilinin, anlama ve düşünme kapasitesi

bakımından en zayıf bile olsa, birçok formlara ve büyük bir

yekûn tutan bilgilere sahip olduğunu görürüz. Öyle ki bunları neredeyse

saymak mümkün olmayacaktır. Daha doğrusu, âlemlerin

Rabbinden başka kimse bunların sayısını bilemez.

Çokluğuna ve istatistiklerin kapasitesini aşmasına rağmen, insanın

dünya hayatı boyunca sürekli arttıkları, geliştikleri de gözlemlenen

bir olgudur. Süreci geriye doğru işletmek mümkün olsa,

yavaş yavaş azalıp sonunda sıfıra dayandığını görürüz. İnsan, bilgi

namına hiçbir şeye sahip olmayan bir varlık olarak belirginleşir.

 

520 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İnsana bilmedigini ögretti."



(Alak, 5)

 

Bu ayette verilmek istenen mesaj; Allah, insana bilmediğini öğretir,



bildikleri hususunda ise insanın Allah'ın eğitimine ihtiyacı yoktur,

değildir. Çünkü şurası göz ardı edilemez bir gerçektir ki, hangisi

olursa olsun, insanın sahip olduğu bilgi, varoluşunu olgunlaştırma

ve hayatı çerçevesinde yararlanma sürecinde ona yol göstericilik

yapma işlevini görür. Doğal uyarılmalar ve etkilenmeler sonucu

cansız varlık türlerinin vardıkları hedefe, canlı varlıklar -bu arada insan

oğlu- da bilgi aydınlığıyla ulaşır. Bu demektir ki bilgi, hidayetin

nesnel karşılıklarından biridir.

 

Yüce Allah, birçok ayette hidayet olgusunu mutlak olarak



kendisine nispet etmiştir: "Her şeye yaratılışını verip sonra onu

dogru yola iletendir." (Tâhâ, 50), "O ki her şeyi yarattı, düzenledi.

Ve O ki her şeyin miktarını, biçimini belirleyip hedefini gösterdi."

(A'lâ, 2-3) Algılama ve düşünme yoluyla yol göstermenin bir türüne

işaret edilen bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: "Yahut karanın

ve denizin karanlıkları içinde size yol gösteren kim?" (Neml, 63)

Önceki bölümlerde, "hidayet"in anlamına ilişkin bazı açıklamalara

yer vermiştik. Kısacası her bilgi hidayet ve her hidayet de Allah'tan

olduğuna göre, insan sahip olduğu tüm bilgileri, Allah'ın

eğitmesiyle öğrenmiştir.

 

"Allah sizi, hiçbir şey bilmediginiz durumda annelerinizin karın-



larından çıkardı; size işitme, gözler ve gönüller verdi ki şükredesiniz."

(Nahl, 78) ayeti, bu açıdan, "İnsana bilmedigini ögretti."

(Alak, 5) ayetine yakın bir anlam içermektedir.

İnsan davranışları ve bunlarla ilgili Kur'ân ayetleri üzerinde eş

zamanlı olarak durup düşündüğümüz zaman, insanın sahip olduğu

teorik bilgilerin, yani eşyanın özelliklerine ilişkin bilgilerin ve bunların

birer yansıması olarak beliren aklî marifetlerin başlangıcı olarak

sezgi ve algıdan kaynaklandıklarını görürüz. Allah, insana eşyanın

özelliklerini bu yolla öğretiyor. "Derken Allah, ona kardeşinin

cesedini nasıl gömecegini göstermesi için... bir karga gön-

 

Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 521

 

derdi." ayeti bunu açıklıyor.

 

Şu hâlde, cesedin nasıl gömüleceğini göstermek için karganın



gönderilişinin Allah'a nispeti, gömmenin nasıl olacağının bilinmesinin

de O'na nispet edilmesi anlamına gelir. Gerçi karga, kendisini

gönderenin Allah olduğunun bilincinde değildi. Aynı şekilde Hz.

Âdem'in (a.s) oğlu da, düşünme ve öğrenme yeteneğini yönlendiren

bir yönlendiricinin farkında değildi. Karganın nedenselliğinin

ve yeri eşelemesinin onun öğrenmesiyle ilintisi, yüzeysel bir bakış

açısına göre, insana dünya ve ahiret işleriyle ilgili yöntemleri öğreten

diğer tesadüfî yöntemler gibi, tesadüfî bir nedensellikti.

Ancak insanı yaratan ve hayattaki hedeflerini gerçekleştirmek

için ilmî olgunlaşmaya yönelten yüce Allah'tır. Yüce Allah, evrene

öyle bir düzen egemen kılmıştır ki bu düzen, bilgi aracılığıyla olgunlaşmayı

gerektirici niteliktedir. İnsan evrenin parçalarıyla kurduğu

ilişkiler ve etkileşimler sonucu bilgi edinme imkânını bulmaktadır.

Dolayısıyla insan, hayattaki hedeflerini gerçekleştirmesine

yardımcı olacak bilgiyi, eğitimi evrenden alır. Kargayı ve başka

şeyleri göndererek insanın bir şeyler öğrenmesini sağlayan Allah'tır.

O hâlde O, insanın öğreticisidir.

 

Bu anlama yakın ifadeler içeren benzer ayetlerin sayısı çoktur:



"Allah'ın size ögrettiginden ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin..."

(Mâide, 4) Bu ayette yüce Allah, insanların bildiklerini ve avcı

hayvanlara öğrettiklerini, Allah'ın kendilerine öğrettiği şeyler olarak

nitelendiriyor. Oysa, o bilgileri ya başka insanlardan öğrenmişler

ya da bizzat kendileri düşünerek icat etmişlerdir. "Allah'tan

korkun, Allah size ögretiyor." (Bakara, 282) Oysa onlar elçiden öğreniyorlardı.

"Yazıcı Allah'ın kendisine ögrettigi gibi yazmaktan

kaçınmasın." (Bakara, 282) Oysa bir katip, bildiklerini diğer bir katipten

öğrenir. Fakat bütün bun-lar, yaratılış düzeninde ve evrensel

plânlama çerçevesinde öngörülen olgulardır. Dolayısıyla bunlar

aracılığıyla elde edilen ve insanın olgunlaşmasına katkıda bulunan

bilgiyi, bu sebepler aracılığıyla Allah öğretir. Tıpkı bir öğretmenin

öğrencilerine söz ve empozeyle, bir katibin söz ve kalemle bildikle-

 


Yüklə 7,94 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   33   34   35   36   37   38   39   40   ...   48




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin