İhtiyar Bosc da bir süre sonra ayağını sürüyüp içeri girdi. Sırtında çift yakalı bir redingot, başında da Kral Dago-bert'in sırma şeritli miğferi vardı. Bir aralık, miğferini piyanonun üstüne bıraktıktan sonra, hiç konuşmadan ayağını sü-
EMILE ZOLA
131
rüyerek gezindi; ayyaşlığı yüzünden elleri titriyordu. Uzun beyaz sakak o morarmış sarhoş suratına saygı değer bir görünüş vermişti. Sonra sessizlik içinde, dolu ile karışık bir sağnak avluya açılan camları döverken, yüzünü buruşturarak :
- Ne pis hava! diye homurdandı.
Simonne ve Prulliere yerlerinden kımıldamamışlardı.
Duvardaki bir kaç tablo, bu arada aktör Vernet'nin bir portresi havagazı lâmbalarının sıcaklığından sararmıştı. Kısa bir sütunun üstüne oturtulan, Varietes tiyatrosunun eski ünlü aktörlerinden Rotier'nin büstü boş gözlerle bakıyordu. Birden bir bağırma duyuldu. Fontan'dı bu. İkinci perdedeki sarı şık elbisesiyle içeri girdi, ellerinde sarı eldivenler vardı.
- Hey baksanıza! diye bağırdı; bilmiyor musunuz; benim isim günüm bugün.
Kocaman burnunun, o bir karış komik ağzının çekiciliğine tutulmuş gibi, gülümseyerek yanına gelen Simonne:
- Demek senin adın Achille, öyle mi?
- Ta kendisi!... Bayan Bron'a ikinci perdeden sonra yukarıya şampanya göndertmesini söyleyeceğim.
Uzaktan bir çıngırak sesi duyuldu. Uzayan ses zayıfladı, sonra yeniden başladı. Çıngırağın sesi büsbütün sustuktan sonra birinin merdivenlerden inip çıkarak: «İkinci perde için sahneye!» «İkinci perde için sahneye!» diye bağırdığı duyuldu. Ufak tefek soluk yüzlü bir adam fuayenin kapılarının önünden geçerken yine, sesinin bütün kuvvetiyle: «İ-kinci perde için sahneye!» diye bağırıyordu.
- Kıyak! Şampanya ha! Nasılsın? Bunu, o bağırmayı hiç duymazlıktan gelen Prulliere söylemişti.
Üzeri yeşil kadife kaplı küçük bir sedire oturup başını duvara dayayan ihtiyar Bose:
- Senin yerinde olsam kahve söylerdim; dedi.
Ama Simonne, Bayan Bron'un bir kaç para kazanç sağlamasına engel olmamalı, diyordu. Hararetlenmişti, elle-
132
NANA
rini çırparak yiyecek gibi Fontan'a bakıyordu. Fontan'ın keçi çenesine benzeyen yüzü, burnu, ağzı durmadan kımıldıyordu. Simonne :
- Ah! Eşi yoktur bu Fontan'ın! diyordu.
Fuayeden kulislere giden koridorlara bakan kapı ardına kadar açıktı. Görünmeyen bir havagazı feneriyle aydınlanan san bir duvarın önünden birbiri ardınca geçip giden sahne kıyafetli erkeklerin, tüllere bürünmüş çıplak kadınların Boule-Noire meyhanesinin, bütün o maskeli soytarılarının silueti akıp geçiyordu. Sonra koridorun dip tarafından sahneye inenlerin beş basamaklı tahta merdivenlerdeki ayak sesleri duyuluyordu. Büyük Clarisse koşarak geçerken, Simonne çağırdı. Ama kadın biraz sonra geleceğini söyledi. Hemen de geldi. Sırtındaki ince tunik ve İris'in eşarpının içinde tirtir titriyordu.
- Hay Allah! dedi, burası da sıcak değil: kürkümü locamda bırakmıştım!
Sonra şömineye bacaklarını uzatırken, pembe kareli mayosu görünüyordu.
- Prens geldi; dedi. Ötekiler merakla :
- Ya! diye bağrıştılar.
- Evet. Ben de bunun için koşmuştum. Görmek istemiştim de. Sağ taraftaki ön locada oturuyor perşembe günkü gibi. Bir haftada üç keredir geliyor. Bu Nana'nın da ne şansı varmış!.. Ama bahse girerim bir daha gelmeyeceğine.
Simonne bir şey söylemek için ağzını açtı.-Ama sözleri yeni bir bağırma ile duyulmaz oldu; bu ses fuayenin hemen yanından geliyordu. Habercinin keskin sesi koridorlarda çınladı:
«Tokmak vurdu!»
- Bu iş güzel başlamış görünüyor, diye, söze yeniden başladı, Simonne. Biliyorsunuz ki Nana'nın evine gitmek is-
EMILE ZOLA
133
temiyor, kendi evine götürüyormuş. Bu da ona daha ucuza mal oluyor her halde.
Prulliere, locaların sevgilisi güzel adam olarak aynaya bir göz attıktan sonra şeytanca:
- Amma yaptın ha, bir kere şehre gittikten sonra1! dedi.
Katları ve koridorları koşarak dolaşan çığırtkan hâlâ: «Tokmak vurdu! Tokmak vurdu!» diye bağırıp duruyordu.
Şimdi Fontan, kendisini aralarına alan iki kadına Prensle Nana'nın ilk buluşmalarını anlatıyor, bazı ayrıntılara girerken sesini alçaltarak gülüyordu. İhtiyar Bose hiç ilgi göstermemiş, yerinden kımıldamamıştı. Bu çeşit dalgalar ilgilendirmiyordu artık onu. Bir sıranın üstünde tortop olup keyifli keyifli oturan san bir kediyi okşayıp duruyordu; sonra hayvanı beyni sulanmış bir kralın kalenderliği ile kucağına aldı. Kedi sırtını kabarttı; hayvan ihtiyarın keçi sakalını uzun uzun kokladıktan sonra, kola kokusundan hoşlanmamış olacak ki yine sıranın üstüne giderek tortop olup uyumağa koyuldu. Bosc, şimdi ciddi ve dalgın yine olduğu yerde oturuyordu.
Sanki hikâyesini bitirmiş gibi Fontane'a:
- Senin yerinde olsam kahveli şampanya ısmarlardım; bu daha iyi olur; dedi.
Bu sırada çığırtkanın yine avaz avaz bağırdığı duyuldu: «Oyun başladı! Oyun başladı!»
Hızlı hızlı yürüyen kimselerin ayak sesleri duyuldu. Birden açılan koridor kapısından içeri bir müzik dalgası, uzaktan uzağa gelen mırıltılar doldu. Kapı tekrar kapandı.
Şimdi artistlerin fuayesi yemden derin bir sessizliğe gömüldü. Seyircilerin alkışları buradan yüz fersah ötede çınlı-yormuş gibi, ancak duyuluyordu. Simonne'la Clarisse hâlâ Nana'dan söz ediyorlardı. Bu kadın hiç telâş etmiyordu! Dün de sırasını geçirerek sahneye girmişti. Ama hemen sustular. İri bir kız kafasını içeriye uzatmıştı; sonra yanlış
134
NANA
yere geldiğini anlayarak, koridorun dip tarafına doğru sıvıştı. Bu Satin'di. Başındaki şapkası ve tülüyle misafirliğe giden kibar bir kadın tavırları takınıyordu. Bir yıldır bu kadına Varietes'nin kahvesinde rastlayan Prulliere, güzel bir paçoz! diye mırıldandı. Sonra Simonne, eski okul arkadaşı Satin'i, tiyatroya alması için Bordenave'ın başının etini yediğini anlattı.
Fontan o sırada içeri giren Mignon ile Fauchery'nin elini sıkarak:
- O, merhaba; dedi. İki kadın Mignon'u öperken Bosc parmaklarını uzattı.
Fauchery :
- Bu akşam salon dolu galiba? dedi. Prulliere :
- Oh! Mükemmel; dedi. Şu seyircilerin, nasıl bu uydurma oyunu yuttuklarına şaşıyorum doğrusu!
Mignon :
- Hey çocuklar, sizin sıranız geldi her halde; dedi.
Evet sıraları gelmek üzereydi: dördüncü sahnedeydiler. Yalnız Bosc, eski bir sahne kurdu olduğu için kendi rolünün geldiğini hissederek ayağa kalktı. Tam bu sırada çığırtkan:
- Bay Bosc, Bn. Simonne! diye seslendi.
Simonne hemen yerinden fırlayarak omuzuna kürklü bir ceket atıp dışarı çıktı. Bosc, telâşsızca gidip tacını aldı, tepesine eliyle indirerek kafasına geçirdi; ayaklarının üstünde güçlükle durabiliyormuş gibi bir hali vardı, rahatsız edilişine içerlemiş bir adam gibi homurdanarak gitti.
Fontane, Fauchery'ye :
- Son yazınız çok hoştu. Yalnız aktörlerin kendini beğenmiş insanlar olduğunu yazmışsınız bu neden?
Mignon, gazetecinin zayıf omuzlarına iri ellerini koyarak :
EMİLE ZOLA
135
- Sahi, neden böyle dedin, yavrum? diye sordu.
Prulliere'ie Clarisse kahkahayla gülerek çekilip gittiler. Bir süredir, kulislerde oynanmakta olan bir komedi tiyatroyu eğlendirmekteydi, karısının kaprisine içerleyen, ailelerine yararı su götüren bir reklâmdan başka bir şey kazandırmayan gazeteciyi gördükçe çileden çıkan Mignon, orî-dan gürültülü dostluk gösterileriyle öç almayı tasarlamıştı. Her akşam, adama sahnede rastlayınca, sanki aşırı dostluk heyecanına kapılmış gibi, adamın omuzuna, sırtına vurup duruyordu. Bu dev gibi adamın yanında pek sıska kalan Fauchery, sırtına inen bu tokatları, Rose'un kocasıyla bozuşmamak için, zoraki bir gülümseme ile karşılıyordu.
Mignon şakayı daha da ileri götürerek:
- Demek, Fontan'a hakaret edersin aslanım ha! Al öyleyse! Bir, iki hop!
Böyle diyerek Fauchery'ye öyle bir yumruk indirdi ki, genç adam sapsarı kesildi, bir an soluk alamaz oldu. Bu sırada Clarisse fuayenin eşiğinde duran Rose Mignon'u göz ucuyla ötekilere gösterdi. Rose bu sahneyi görmüştü. Kocasını görmemiş gibi yaparak, gazeteciye doğru yürüdü, topuklarının üstünde kalkıp çıplak kollarını, o Bebe elbisesinde çıkartıp uzatarak, çocukça bir sokulganlıkla alnını uzattı.
Fauchery :
- Merhaba, bebe, diyerek, ahbapça kadını öptü.
Böylece uğradığı saldırının acısını çıkartmış oluyordu. Mignon bunun hiç farkında değilmiş gibi görünüyordu. Fakat gazeteciye şöyle bir göz atarak gülmeye başlamıştı. Hiç şüphe yok Rose'un meydan okuyuşunu Fauchery'ye pahalıya mal etmeğe karar vermişti.
Koridordaki kapitone kapı açılıp kapandı. Bu sırada bir alkış kasırgası oldu fuayeye. Simonne rolünü bitirmiş, dönüyordu.
- Oh! Görseniz Rose baba öyle bir oyun çıkardı ki! Prens gülmekten kırılıyordu; o da ötekilerle birlikte, sanki
136
NANA
parayla tutulmuş şakşakçıymışcasına alkışladı... Baksanıza kuzum, şu prensin yanındaki, uzun boylu adamı tanıyor musunuz? Güzel bir adam, çok kibar görünüşlü, pek şahane favorileri var.
- Kont Muffat; diye Fauchery cevap verdi. Geçen akşam prensin, imparatoriçenin dairesinde, kendisini bu akşam için yemeğe davet ettiğini duymuştum... Sonra da onu ayartıp buraya getirmiş.
Rose, Mignon'a dönerek:
- A, biz bu Kont Muffat'nın kaynatasını tanıyoruz değil mi Auguste? dedi. Hani şarkı söylemek için evine gittiğim Marki de Chouard?.. O da tiyatrodaydı. Locanın dibinde otururken gördüm. İhtiyar bir...
Başındaki koca sorgucu düzelten Prulliere :
- Haydi Rose, gidelim! dedi.
Kadın, sözünü tamamlamadan koşarak arkasından "gitti. Bu sırada, tiyatronun kapıcısı Bron, kucağında büyük bir buketle kapının önünden geçiyordu. Simonne şaka olsun diye, bunu kendine mi getirdiğini sordu; fakat kapıcı kadın cevap vermeden çenesiyle Nana'nın koridorun dibindeki locasını gösterdi. Ah bu Nana! Çiçeğe boğuyorlardı bu kadını. Sonra, Bayan Bron geri dönerken Clarisse'e bir mektup verdi, kadın, küfretmemek için zor tuttu kendini. Yine şu traşçı la Faloise'dandi bu mektup! Bu adam bir türlü peşini bırakmıyordu. Herifin, kapıcının odasında kendisini beklediğini öğrenince :
- Söyleyin ona perde kapandıktan sonra geleceğimi... Şamarı suratına indirmek için! diye bağırdı.
Fontan telaşla :
- Bayan Brone, dinleyin, Bayan Bron, perde arasında altı şişe şampanya getirin buraya; dedi.
Bu sırada çığırtkan soluk soluğa haykırıyordu:
- Herkes sahneye!... Siz de B. Fontan... Çabuk! Çabuk!
Fontan şaşkına dönmüştü :
EMİLE ZOLA
137
- Peki, peki Barillot baba gidiyoruz... diye cevap verdi. Sonra Bayan Bron'un peşinden koşarak :
- Anlaşıldı değil mi? Fuayeye altı şişe şampanya, perde arasında... Doğum günüm... Ben ısmarlıyorum...
Simonne'la Clarisse eteklerini hışırdatarak gittiler. Koridorun kapısı tekrar kapandığı zaman hepsi gözden kayboldu. Fuayeye çöken sessizlik arasında yine doluyla karışık bir yağmurun pencereleri dövmeğe başladığı duyuldu. Otuz yıldır, tiyatroda hademelik eden soluk benizli ihtiyar Barol-lot, Mignon'un yanına sokularak ahbapça tabakasını uzattı. Bu tütün ikramı sırasında durmadan merdivenleri çıkıp inmekten, koridorları arşınlamaktan sızlayan ayaklarını azıcık dinlendirmiş oluyordu. Kendi deyimiyle Bayan Nana hâlâ sahneye gitmemişti; ama bu kadın aklına eseni yapar, para cezalarına filân boş verirdi; sahneye çıkmayı canı istemezse, çıkmazdı da. Adam, şaşkın şaşkın durup:
- A; hazırlanmış bak işte... Prensin geldiğini biliyor her halde; diye mırıldandı.
Gerçekten de, Nana satıcı kadın kıyafetiyle koridorda göründü. Kolları ve yüzü bembeyazdı; gözlerinin altında iki pembe leke vardı. Fuayeye girmedi; sadece Mignon'la Fa-uchery'ye başıyla selâm verdi.
- Günaydın nasılsınız?
Yalnız Mignon, Nana'nın uzattığı elini sıkmıştı. Nana şahane bir eda ile sahneye doğru yürürken, kendisini giydiren kadın gölgesi gibi arkasından gelerek, eteğinin kırışıklıklarını düzeltiyordu. Sonra, bu kafileyi, o kadının ardından gelen Satin tamamlamaktaydı; Satin, kendine çeki düzen vermeğe çalışıyordu ama can sıkıntısından patladığı da belli oluyordu.
- Peki Steiner ne oldu? diye sordu. Mignon birden :
Barillot :
- Bay Steiner Loiret'ye gitmiş; sanırım bir çiftlik alacakmış oradan.
138
NANA
- Ha, evet, biliyorum. Nana için.
Mignon ciddileşivermişti. Bu Steiner vaktiyle Rose'a da bir konak satın alacağını vaadetmişti. Eh, ne yapalım, orayı bozmamak lâzımdı yine de. Elbet bir fırsat geçerdi bir gün ele. Mignon düşüncelere daldı, ama hep o yüksekten bakan halini bırakmamıştı. Şömine ile konsol arasında fuayeyi arşınlamaya başlamıştı. Kendisiyle Fauchery'den başka kimse yoktu. Gazeteci, yorgundu, bir'koltuğa gömülüp bacaklarını uzatmıştı; gözleri yarı kapalı dinleniyordu; öteki dolaşırken arada bir göz atıyordu ona. Şimdi yalnız oldukları için Mignon adamı tartaklamayı gerekli bulmuyordu. Neye yarardı ki bu, kimse bu sahneyi görüp eğlenmediğine göre? Huysuz koca numaralarıyla kendini eğlendirmeğe de pek heves duymuyordu. Fauchery, böylece bir dakika için olsun Mignon'un saldırısından kurtulduğu için memnun, ayaklarını ateşe uzatıp, gözlerini barometre ile saat arasında gezdirerek uyuşuk uyuşuk oturuyordu. Mignon, yürüyüşü sırasında bir aralık Poiter'nin büstünün karşısına dikilip bakmaya başladı; ama gördüğü yoktu bir şeyi. Sonra pencerenin önüne gitti; gözleri koridorun karanlığına daldı. Yağmur dinmişti, ortalığa derin bir sessizlik çökmüştü, odanın havası ocakta yanan kok kömürünün ve havagazı lambalarının sıcaklığı ile büsbütün ağırlaşmıştı. Kulislerde çıt çıkmıyordu. Merdivenlerden ve koridorlardan da hiçbir gürültü duyulmuyordu. Bu, perde sonlarında, bütün oyuncuların sahnede toplandıkları sırada, salonda kıyamet koparken, fuayenin ıssız bir hale geldiği seyrek hallerden biriydi.
Bu sırada Bordanave'ın boğuk sesi duyuldu:
- Ah domuzlar!
Tek başına gelirken, sahnede budalalıkları yüzünden az kalsın yere serilecek olan iki kadın figürana söylenip duruyordu. Mignon'la Fauchery'yi görünce, bir şey söylemek üzere yanına çağırdı: Prens, perde arasında, Nana'yı locasında kutlamak istiyormuş. Mignon'la Fauchery'yi sahneye doğru götürürken, rejisöre rastlayarak :
EMİLE ZOLA
139
- Şu Fernande ve Maria olacak kaltaklara para cezasını yapıştırın! diye Bordenave öfkeyle söylendi.
Sonra yatıştı; asil bir aile babası pozuna bürünerek, mendiliyle alnım sildi ve :
- Sayın Prens hazretlerini karşılayacağım; dedi. •
Perde, dinmek bilmeyen bir alkış tufanı arasında yavaş yavaş iniyordu. Hemen ardından, ışıkların pek fazla aydınlatamadığı sahnede bir gidip gelme başladı, aktörlerle figüranlar localarına kapağı atmak için koşarlarken teknisyenler çabuk çabuk dekorları kaldırıyorlardı. Bu sırada Si-monne'la Clarisse dip tarafta kalmışlardı; yavaşça konuşuyorlardı. Sahnede, iki replik arasında bir iş becermişlerdi. Her şeyi inceden inceye düşünmüş olan Clarisse, hem Gaga'ya bağlanmak isteyen hem de kendisinden bir türlü ayrılmayan la Faloise'ın yüzünü görmemeye karar verdi. Simon-ne da gidip genç adama, bir kadına bu şekilde balta olmanın saçmalığını anlatacaktı.
Bunun üzerine, Simonne omuzlarına kürkünü atarak, Operakomik tipi çamaşırcı kadın kıyafetiyle basamakları kir pas içinde, rutubetli duvarlar arasındaki döner merdivenden kapıcı odasına doğru yürüdü. Artistler merdiveni ile idare merdiveni arasındaki bu oda, iki tarafındaki cam bölmeleri ve içinde yanan iki havagazı lambasıyla kocaman bir feneri andırıyordu. Bir rafta mektuplar, gazeteler yığılmıştı. Masanın üstünde çiçek buketleri, unutulmuş kirli tabaklar, bir de kapıcı kadının iliklerini tamir ettiği eski bir bluz duruyordu. Şimdi bu bakımsız küçük odada karma karışık şeyler arasında, iyi giyinmiş, elleri eldivenli kibar tavırlı dört kişi eski hasır iskemlelerde oturuyorlardı. Sabırlı ve uysal bir tavırla bekleyen bu adamlar, Bayan Bron'un her içeriye girişinde hızla başlarını çeviriyorlardı. Kadından bir cevap bekledikleri belliydi. Nitekim kapıcı kadın, bunlar arasındaki bir gence bir mektup getirmişti. Genç adam telâşla zarfı yırttı, gidip antredeki gaz lambasının altında okumaya koyuldu. Burada kaç defadır okunmuş olan şu alışılmış cümleyi okuyarak benzi sarardı: «Bu akşam mümkün
140
NANA
değil azizim, başkasına sözüm var.» La Faloise masa ile soba arasındaki bir iskemlede oturuyordu; oyun boyunca orda oturmaya kararh görünüyordu. Tasalı bir hah vardı. Bir sürü kedi yavrusu sürtündüğü için uzun bacaklarını geriye çekmişti. Bunların anası olan dişi kedi de arkasında oturup sarı gözlerini üstüne dikmişti.
Kapıcı kadın :
- A, siz misiniz Bayan Simonne, ne istiyorsunuz bakalım? dedi.
Simonne la Faloise'ı dışarı çıkartmasını rica ediyordu. Fakat Bayan Bron onun bu isteğini hemen yerine getirmedi. Merdiven altında büyük dolap gibi bir yerde bir büfe işletiyordu. Figüranlar, perde aralarında gelip bir şeyler içerlerdi burada. İşte bu sırada Boule-Noire soytarısı kıyafetinde bir kaç kişi susuzluktan ölecekmiş gibi hücum ettiklerinden, kadın ne yapacağını şaşırmış gibiydi biraz. Dolabın içinde bir havagazı lambası yanıyordu. Masanın üstünde boş şişeler göze çarpıyordu. Bu kömürlük gibi yerin kapısı açilınca sert bir alkol kokusu vuruyordu dışarıya; buna, kapıcı odasının arkasındaki yemek artığı kokusuyla masanın üstüne bırakılan buketlerden yayılan koku da karışıyordu. Kapıcı kadın müşterilerini savdıktan sonra :
- E, söyleyin bakayım, şu esmer delikanlıyı mı istiyorsunuz? diye sordu.
- Yok canım, saçmalamayın, o değil, şu sobanın yanındaki sıskayı. Kediniz pantolonunu kokluyor.
Yukarıda, sahnenin üst tarafında, Bordenave, bir türlü dekorları kaldırmamış olan teknisyenlere çatıyordu. Bunu, mahsus yapıyorlardı ona göre, prensin kafasına bir tahta filân düşsün diye.
Ekip başı:
- Dayanın, dayanın! diye bağırıyordu.
Nihayet dip taraftaki tual kaldırıldı; şimdi sahne boşalmıştı. Gözünü Fauchery'den ayırmayan Mignon, bu fırsatı
EMİLE ZOLA
141
kaçırmayarak yeniden gazeteciye sataşmaya başladı, kaba elleriyle omuzlarından yakalayarak :
- Aman dikkat edin! Şu direğin altında kalacaktınız az kalsın! diye bağırdı.
Sonra adamı tuttuğu gibi sürükleyerek, çuval silker ,gi-bi sarstı ve yere bırakıverdi. Fauchery sapsarı kesilmişti; dudakları titriyordu, isyan edecek oldu, ama bu sırada Mignon, sözde dostça tokatlar indiriyordu omuzunu çökertecek gibi, bir yandan da:
- Sizin sağlığınızla nasıl ilgiliyim bakın ben... Oh! başınıza bir felâket gelse çok üzülürüm! diyordu.
Bu sırada bir fısıltı duyuldu: «Prens geliyor!» Prens geliyor!» Bütün gözler salonun küçük kapısına çevrildi. Önce Bordenave'ın kambur sırtından başka bir şey görülmemişti. Adam o kıpkırmızı, kalın boynunu aşırı derecede saygılı hareketlerle eğip kaldırıyordu. Sonra prens göründü. Uzun boylu, güçlü kuvvetli, sarı sakallı, pembe yanaklı bir adaın-dı bu. Çok iyi dikilmiş redingotunun içindeki geniş omuzla-rıyla, sağlam bir hovarda olduğu anlaşılıyordu. Arkasından da Kont Muffat ile Marki de Chouard yürümekteydi. Tiyatronun bu köşesi loş olduğu için gelenler alaca karanlık içinde pek iyi seçilemiyordu. Kraliçenin oğluyla, ileride tahta oturacak olan bu prensle konuşurken Bordenave titrek bir ayı oynatıcısı sesiyle:
- Prens hazretleri lütfen böyle gelirler mi?.. Prens hazretleri lütfen şuradan geçerler mi... Prens hazretleri dikkat buyursunlar...
Prens hiç telâş etmeden yürüyor, teknisyenlerin çalışmasıyla ilgilenerek, zaman zaman durup, bakıyordu. Bu sırada ışık tertibatı sökülüyordu, demir halkalarla tavana asılı havagazı feneri sahneyi aydınlatmaktaydı. O zamana kadar bir tiyatro kulisine adım atmamış olan Muffat'nın halinde nefretle karışık bir korku vardı. Sahnenin üst kısmından sökülen başka bir ışık tertibatına gözlerini dikmişti. Bunların ucundaki havagazı beklerinden karmakarışık parmaklık
142
__________________________________________________________________NANA
ve halat yığınına, seyyar köprülerin üstüne, kurutulmak için gerilmiş geniş bir yatak çarşafını andıran dip tualine yıldız parıltılarıyla ışıklar serpiliyordu.
Teknisyenlerin şefi:
- Dayanın! diye bağırdı.
Prensin kendisi Muffat'yı uyardı; bu sırada bir tual indiriliyordu. Şimdi üçüncü perdedeki, Etna mağarası dekoru hazırlanmaktaydı. İşçiler, döşemedeki oyuklara direkleri geçiriyor, kimi de duvara dayalı büyük çerçeveleri getirip kalın halatlarla direklere bağlıyordu. Vulcain'in, demir ocağının göz kamaştırıcı ışığını meydana getirmek üzere, ucuna kırmızı camlar takılmış bekleri tutuşturan bir fenerci bir yandan da bir payandayı dayıyordu. Ortalık karmakarışıktı, gidip gelmeler sırasında herkes birbirine çarpıyordu; en küçük hareket bile hesaplanmıştı. Bu telâş içinde, buyandan da suflör, bacaklarının uyuşukluğunu gidermek için ağır ağır yürüyordu.
Bordenave hep yerlere kadar eğilerek :
- Prens hazretleri beni ihya buyurdular... Tiyatromuz büyük değil... Elimizden ne gelirse onu yapabiliyoruz. Lütfen bu tarafa teşrif ederler mi efendimiz... diyordu.
Kont Muffat, localara giden koridora doğrulmuştu bile. Sahnenin oldukça dik meyli onu şaşırtmıştı; sonra pek de sağlam olmadığı hissedilen bu döşemenin üstünde yürürken ürkeklik duyuyordu. Yerlerdeki oyuklardan aşağıda yanan havagazı görülüyordu. Bir yeraltı hayatı vardı burada. Derin karardıklar arasından insan sesleri, bir mahzen havası geliyordu. Kont yukarı doğru çıkarken, bir olay yolundan alıkoydu. Üçüncü perdedeki kıyafetleriyle, ufak tefek iki kadın, perdenin salona bakan deliği önünde konuşuyorlardı. Bunlardan biri kalçalarını gererek daha iyi görebilmek için deliği parmaklarıyla açmıştı.
Birden :
- Gördüm, onu... Of, amma da surat ha! dedi.
EMİLE ZOLA
143
Bordenave bozulmuştu. Kadının kıçına tekmeyi yerleştirmemek için kendini zor tuttu. Ama prens gülümsüyordu. Bu sözden pek hoşlanmış görünüyordu; kadını şöyle alıcı gözüyle süzdü. Ufak tefek kadının umurunda olmamıştı prens hazretleri, kıkır kıkır gülüyordu. Bordenave prensi oradan ayırmayı başardı. Ter içinde kalan Kont Moffat şapkasını çıkartmıştı; onu en çok rahatsız eden bu ağır, son derecede sıcak, boğucu havaydı. Bu havaya ayrıca havaga-zının, dekorlardaki kolanın, karanlık köşelerdeki pisliklerin ve figüran kadınların iç çamaşırlarının hiç de hoş olmayan kokusu karışmaktaydı. Koridordaki hava da daha da boğucuydu. Burada ekşi tuvalet suyu, sabun, soluk kokuları genzini yakıyordu insanın. Kont geçerken başını yukarıya kaldırdı, merdiven sahanlığına baktı; birden ensesini ısıtan kuvvetli bir ışık dalgasıyla gözü kamaştı. Yukarıdan küvet gürültüleri, gülüşmeler, bağırmalar, durmadan açılıp kapanan kapıların patırdısı arasından kadın kokuları, aktrislerin saçlarından yayılan ve pudra kokularına karışan kokular duyuluyordu. Şimdi kont, bu aralıktan içeri dolan bu ateşli, bilinmeyen dünyanın havasından kaçmak ister gibi, ürpererek adımlarını sıklaştırdı.
Marki de Chouard :
- Pek ilginç yermiş bu tiyatro... diyordu. Bunu söylerken çevresini bulmuş bir adamın keyfini duymaktaydı.
Bordenave artık Nana'nın locasına gelmişti. Kapının tokmağını rahatça çevirdi, sonra kenara çekilerek :
- Prens hazretleri içeri girmek lütfunda bulunurlar mı? dedi...
Birden hayret etmiş gibi bağıran bir kadının haykırışı duyuldu; Nana göründü. Beline kadar çırçıplaktı; hemen bir perdenin arkasına kaçtı; o sırada kendisini giydiren kadın, vücudunu siliyordu, elindeki havluyla kalakalnııştı.
Perdenin arkasına gizlenen Nana :
- Oh! Çok saçma bir şey böyle içeri girmek; diye bağırdı. Girmeyin, görüyorsunuz ki girilmez.
144
NANA
Bordenave genç kadının bu kaçışından hoşlanmamıştı:
- Durun yerinizde, saklanmayın cicim; bir şey olmaz; Prens hazretleri geldiler. Çocukluk etmeyin.
Hâlâ, ilk anın sarsıntısından kurtulmamakla birlikte gülen, görünmemekte direten Nana'ya :
- Bu sayın baylar bir kadın vücudunun nasıl olduğunu bilirler, sizi de yemezler her halde, dedi.
Prens ince bir buluşla :
- Belli olmaz; dedi.
Herkes, ona yaranmak için aşırı bir tarzda gülmeye başladı. Bordenave bu sözün nefis bir Parisli nüktesi olduğunu söylüyordu. Nana hiç cevap vermedi; perde kımıldandı; dışarı çıkmaya karar vermiş olmalıydı. Kont Muffat şimdi, gözleri parlayarak, yanaklarına ateş basmış bir halde genç kadının locasını gözden geçirmeye başladı. Çok basık tavanlı, dört köşe küçücük bir odaydı burası. Duvarlar açık kahve renkli kumaşla kaplıydı. Aynı kumaştan bakır bir üçgenle asılı perde, dip tarafta küçük bir tuvalet yeri meydana getirmişti. Tiyatronun avlusuna bakan iki geniş pencere vardı. En çok üç metre uzaklıktaki rutubetli, sıvaları dökülmüş karardık duvara bu pencerelerden dökülen ışık, gecenin karanlığında sarı kareler çizmişti. Üzeri beyaz mermer döşeli geniş bir tuvalet masasının karşısında büyük bir endam aynası vardı. Tuvalet masasının üstü, bir sürü ufaklı büyüklü şişeler, kristal kutular, pudralıklarla doluydu. Kont aynanın karşısına geçti; yüzünün kıpkırmızı olduğunu gördü, alnında ter damlaları birikmişti; önüne baktı, gelip tuvalet masasının önüne dikildi; masanın üstündeki içi sabunlu suyla dolu küvete fildişinden çeşitli âletlere, ıslak süngerlere baktı bir süre. Nana'mn, Haussmann bulvarındaki evine ilk gidişindeki, baş dönmesini duyuyordu şimdi yine. Ayaklarının altında locanın altında halısının yumuşadığını hisseder gibi oluyordu; Aynanın ve tuvalet masasının yanlarında yanan havagazı lâmbalarının sıcaklığı şakaklarını zonklatıyordu kontun. Bir aralık tavanın basıklığı yüzünden büsbü-
Dostları ilə paylaş: |