Emirül-Mü'minin: 7 Emr-i Bi'l-Ma'ruf Ve'n-Neh-Yi Ani'l Münker: 7



Yüklə 1,14 Mb.
səhifə5/40
tarix12.01.2019
ölçüsü1,14 Mb.
#95669
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40

Fakih:

Fıkıh alimi, fıkıh ilmini iyi bilen kimse. Dini bilgiler konusunda derin birikim, anlayış ve kavrayışa sahip, bir konunun leh ve aleyhindeki dinihükümleri ilgili kaynaklardan deliller getirerek ortaya koyabilecek derece­de islam hukuku bilen kişi. Kur'an ayetleriyle hadislerden hüküm çıkarma işini iyi bilmeyenişiye fakiri denmez. Bu an­larımda fakih aynı zamanda müçtehid demektir. Peygamber Efendimiz:



"Al­lah bir kimsenin hayrını dilerse onu dinde fakih (Din ilimlerinde derin bir anlayış ve kavrayış sahibi) kılar." bu­yurmaktadır.

Fakir:

Sözlükte, "biçare, yoksul ve muhtaç" demektir. Terim olarak, "evki­rası, giyecek, yiyecek, içecek, ilaç ve yakacak gjbi zaruri ihtiyaçlarını karşı­ladıktan sonra bir yıl içindeki kazan­cıyla 96 gr. altın alabilecek kadar geliri olmayan kimse" dir.

Yüce dinimiz İslâm, bu tarife uyan in­sanları fakir kabul eder ve onlardan vergi alınmaz. İslâmi idarede, fakirlerin zaruri ihtiyaçlannı karşılamada zorluk çekmeleri halinde kendilerine yardım edilir. Özellikle tedavi, öğrenim ve meşru bir sebepten dolayı seyahat gibi konularda devletin yardım eli fakirlere uzanır.

Yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:

(Sadaka olarak) ne vereceklerini sana soruyorlar. (Onlara) deki: Mal­dan vereceğiniz şey, anaya-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlaradır. İyilik olarak yaptığınız şeyleri Allah, şüphesiz en iyi bilendir.42

Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği emreder. Allah ise, size günahtan bağışlama ve bolluk vadediyor. Allah ihsanı geniş olan ve her şeyi hakkıyla bilendir.”43



"(Sadaka) Allah yolunda (kendile­rini) hapsetmiş, kazanç için yeryü­zünde dolaşamayan, iffetleri dolayı­sıyla (isteyemedikleri için) cahilin kendilerini zengin sandığı, senin de simalarından tanıdığın, yüzsüzlük edip insanlardan istemeyen fakir içindir. Sadaka olarak verdiğiniz her şeyi Allah hakkıyla bilendir.”44

"Allah'a ibadet edin ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmayın. Anaya, baba­ya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, ya­nındaki arkadaşa, yolda kalmışa ve elinizin altındaki (köle, câriye, hiz­metçi, işçi vb.lere iyilik edin. Şüphe yoktur ki Allah, kendini beğenen ve kibirlenen kimseleri sevmez.”45

"Sadakalar, Allah'tan bir farz ol­mak üzere, sadece fakirlere, düşkün­lere, sadaka toplayan memurlara, kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenenlere, kölelerin kurtarılmasına, borç­lulara, Allah yoluna ve yolda kalmış­lara aittir. Allah, herşeyi hakkıyla bi­lendir; hikmet sahibidir.”46

Akrabaya, düşküne ve yolda kal­mışa hakkını ver; fakat saçıp savur­ma" 47



Falcılık:

Sözlükte, "Gelecekten haber verme işi" demektir. Henüz mey­dana gelmemiş bir olayda bilgi sahibi olmak için başvurulan ve meşru olma­yan çeşitli yollardır. Bu tür yolların hepsi dinimizde yasaklanmıştır.

Falcılık, günümüzde çok konuşulan ve hemen pek çok insanın merak ettiği konu hâline gelmiştir.

Evet bu mesleği şiar edinmiş olanlar, çok önemli ve hassas konularda ileri geri birtakım sözler söylemek, istikbale ait haberler vennek suretiyle dikkatleri üzerlerine çekmiş ve halen de aynı şekilde faaliyetlerini sürdürmektedir­ler.

Şu bir gerçektir ki; huzursuzlukların büyük bir bölümü falcılığı kendilerine meslek edinmiş, İslâm'dan nasipsiz in­sanların küfür ve şirk kokan ifadelerin­den kaynaklanmaktadır. Yıkılan yuva­ların çoğu da bu yüzdendir.

Falcılığı kendilerine meslek edinen ki mselerin sayılan dahadüne kadar par­makla gösterilecek kadar az iken, bugün hemen her köşe başında sereserpile oturmuş bakla, el ve ayak falına bakan falcılara rastlamaktayız.

Bugün eşiyle kavga eden, geçimsiz, evhamlı bazı kadınlar, ya büyücülerin, ya da falcıların yollarını tutmakta, onla­ra para karşılığında muska yazdırmakta veyafal baktı rmaktadirlar.

Birkaç metre ilerisini göremeyen, bir gün önce ne yediğini bilemeyen, yaptığı işlerle Allah'a şirk koştuğunun farkında bile olamayan, batıl, hurafe ve küfrün yayılmasına sebep olan, birçok insanın haktan, hidayetten, doğru yoldan ayrı­larak dalalete sürüklenmelerine neden olan cahil, sapık ve nasipsiz kişilerden; bir takım küfür malzemeleriyle ileriye dönük bilgiler, gelecek hakkında ha­berler almaya çalışmak inançsızlık, Allah'a ve O'nun Peygamberlerine, se­mavi kitaplara inanmak, sırt çevirmek, isyan etmek değil de nedir?

Üzüntüyle belirtmek gerekir ki; bugün, büyü ve nazar gibi falcılık keha­net de dünyayı saran korkunç bir tehlike haline gelmiştir.

Bizleri mükemmel bir surette yaratan ve sayısız nimetler ihsan eden Yüce Rabbimiz, Rahmet ve hidayet kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuru­yor:

Size şunlar haram edilmiştir: Ölü, kan, domuz eti, Allah'dan başkası adına boğazlanan -(henüz canı üs­tünde iken yetişip) kesdikleriniz müstesna olmak üzere- boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan yuvarlanmış, (başka bir hayvan tarafından) boy­nuzlanmış, canavar tarafından par­çalanmış olup da ölenler, dikili taşlar üzerinde (onlar adına) boğazlanan (hayvanlar), fal oklarıyla kısmet (ve hüküm) aramanız... İşte bunlar, yol­dan çıkıştır. Bugün kafirler, dininiz(i söndürebilmek)den ümidlerini kes­tiler. Artık onlardan korkmayın, (yalnız) benden korkun. Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzeriniz­deki nimetimi tamamladım ve size-din olarak İslâm'ı (seçtim, ondan) hoşnud oldum" 48

Bir diğer âyet-i kerimede ise Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

Ey imân edenler, içki, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden bi­rer murdardır. Onun için bunlar) dan kaçının ki muradınıza eresiniz."

Şeytan, içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kîn düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz (hepiniz) vazgeçtiniz değil mi?"

Allah'a ve Resulüne itaat edin, sa­kının. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, Peygamberimizin üstüne düşen yal­nız apaçık tebliğden ibarettir." 49

Ebu Ubeyd'in kızı Safıyye (r.a)dan rivayete göre Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz:

"Her kim, bir arrafe (çalman veya kaybolan bir şeyin yerini haber veren kimseye) gelip ondan bir şey sorar da onu tasdik ederse; o kimsenin kırk gün namazı kabul olmaz." buyurdu. (Bu hadisi Ebu Davud, sahih isnadı ile rivayet etmiştir.)50

Peygamberimiz (s.a.s) Efendimizin risalet görevine başlamalarından günü­müze kadar istikbale ait (yani suya bakarak, her çeşit fal malzemeleriyle bir insanın başına ileride neler geleceği, ne zaman öleceği, kim ile evlenip kaç çocuğu olacağı şeklinde) verilen bilgi­lerin hemen hepsi tahmin ve yalandan ibarettir.

Bir Hadis-i Şeriflerinde Resul-i Ek­rem (s.a.s) şöyle buyuruyor:

"Kuşun ötmesinden, uçmasından, teşeüm etmek, ufak taşlar (nohut ve baklalar)la fal açmak, kum üzerine hatlar çizmek, bunlardan istikbale aid hükümler çıkarmak sihir ve ke­hanet nevindendir." (Bu Hadis-i Şerifi de yine Ebu Davud, sahih isnadı ile rivayet etmiştir.) 51

İbn-i Abbas (r.a)dan rivayete göre Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:



"Her kim, yıldızlar (ilmin)den bir bilgi edinirse, sihirden bir parça ikti­bas etmiş olur. (Bu konuda bilgisi arttıkça günahı da ziyadeleşir." (Hey'et ilmirasathane çalışmaları bu hükmün dışındadır.)

Numan bin Beşir (r.a)den rivayete göre alemlere Rahmet olarak gönder­ilen sevgili Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Allah'ü Teâlâ'nın çizdiği hududa ria­yet etmeyen kimse, gemideki şu kavme benzer ki, bunlar, gemideki yerlerini kur'a ile paylaştılar. Bir kısmı geminin üst katına diğer kısmı da alt katma yerleştiler. Kur'a neticesi aşağıya yerleşenler, su almak için çıktı klan vakit üst kattakilerin yanından geçerlerdi. Bu­nun üzerine "hissemize düşen yerden bir delik açsak da yukarıdakileri ra­hatsız etmesek dediler.”

Şimdi üst kattakiler, bunları, istedik­lerini yapmakta serbest bırakırlarsa hepsi helak olurlar. Eğer onları bu tehlikeli işten men ederlerse, kendileri de kurtulur ve onları da kurtarmış olurlar.52

İbn-i Mesud (r.a)dan rivayet edil­diğine göre Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

Allah tarafından benden önce gönderilen her peygamberin kendisi­ne sâdık ashabı ve havarileri vardı. Bunlar onun sünnetine yapışırlar, emirlerine îktid ederlerdi. Sonra bunların yerlerine öyleleri halef oldu ki, yapmadıkları İşlerle öğünürler, emredilmedikleri işleri yaparlardı.”

Bir kimse, bunların mezkur işleri yapmasına eliyle engel olursa, o kimse mü'mindir. Bir kimse dili ile (konuşması, sözleri, ikazlarıyla) bun­lara karşı durursa, o da mü'mindir. Bir kimse, bunlara karşı kalbiyle mü­cadele ederse, o da mü'mindir. Bu kadarını yapmayanda (yani eliyle ve diliyle en«el olmayıp kalben de nefret etmeyen bir insanda) artık hardal ta­nesi kadar bile imân yoktur.53

Toplumun düzenini bozan, huzurunu kaçıran felaketler; içki, kumar ve fal oklarıdır. Bu felaketlerin üçü birbiri ar­dınca zikredilmiş ve şeytanın işlerinden birernecis olduğu beyan edilmiştir.

Burada hemen şu hususu kesin olarak belirtmek gerekirki, içki derken içkinin yalnız bir çeşidi akla gelmesin.

Kumar denilince, yalnız bir türü hatı­ra gelmesin.

Fal okları derken de diğerlerinde ol­duğu gibi yalnız yazılı olan, fal bakılan oklar akla gelmesin. İçkinin her çeşidi, hangi isim altında imal edilirse edilsin, sarhoşluk veren herşeyin içki tülünden olduğu ve büyük günahlardan kabul edildiği unutulmamalıdır. Kumar da böyle. Kazanma ve kaybetme amacını güden, arada iddia ve para olan hemen bütün oyunlar kumardır. İskambil, tavla vs. gibi ayının yapmadan kumar âletle­rinin hepsini birdeniçine almak gerekir.

Falcılıkda bunlar gibidir. İnsanları al­datan, zihinlerini bulandıran, şirk ve küfre götüren el, ayak, yüz, yüzük, kah­ve ve bakla falları, yıldız falları gibi daha hatırlayamadığımız bütün çeşitle­riyle falcılık şeytanın murdar işlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Gerçekten de şeytanın pis işlerinden olduğu mey­dana gelen hadiseler gostennektedir.

İçki ve kumar yüzünden nice aile yu­valarının yıkıldığı, nice huzursuzluk­ların hatta yaralanma ve öldürme hadi­selerinin mey dana geldiği herkesin ma­lumudur.

Fal yüzünden de bazı kırgınlık ve dargınlıkların karı-koca çekişmeleri­nin, aile, komşu, arkadaş kavgalarının hatta cinayetlerin, intiharların meydana geldiği İnkar edilmez bir gerçektir.

İslâm Dini; insanı hayata küstüren, insanın huzurunu kaçıran, KADER inancını sarsan, ve bu sebeble insanı küfre sürükleyen bu ve buna benzer batıl inanışları, hurafeleri, büyü ve ke­haneti, her türlü sapıklıkları şiddetle reddetmiştir. Onlarla meşgul olmayı, fal bakmayı ve baktırmayı, büyücülük­le uğraşmayı ve büyü yaptırmayı ve ka­hine inanmayı büyük günahlardan saymış, haram kılmıştır.

Cahiliyye devri Arapları önemli bir işe başlarken üç ok veya üç zar ile kısmet çekerlerdi. Bunlardan birinin üzerinde (yap.), diğerlerinde (yapma.) diye yazılı idi. Üçüncüsünde ise hiç bir şey yazılı değildi.

Bunlar, böylece torbaya konur ve bir tane çekilirdi. (Yap.) yazılı olan ok çıkarsa o işe başlanır, (yapma.) yazılı olan okçıkarsa o işten vazgeçilirdi. Boş olanı çıkarsayenidentorbayakoyup ye­niden çekilir.

Ezlam'ın üç, yedi ve on tane olmak üzere üç çeşit olduğu birçok tefsirlerde belirtilmiştir.

Bakara Sûresinde (Meysir ve Ezlam) maddelerinde bundan bahsedilir.

Fal ve falcılık bütün çeşitleriyle ha­ramdır. İster Fal kitaplarının fihristine parmak bastırmak suretiyle olsun, ister zar atmak veya çekmek suretiyle, ister ismin baş veya son harfi esas tutulmak suretiyle olsun hiçbirine cevaz yoktur. Gaibden haber vermek de böyledir.

Buhari ve Müslim'in yaptığı rivayette Hz. Peygamber (s.a.s), Ka'beye gir­diklerinde, Ka'benin duvarına Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in portlerinin nakşedildiğini ve ellerinde fal okları veya zar­ların tasvir edildiğini görünce:

Allahü Teala bunu yapanları kahretsin. Onlarda bilirler ki, İbrahim ile İsmail bu oklarla hiçbir zaman kısmet aramamışlardır" buyurdular.

İbni Merdveh'in yaptığı rivayette ise Hz. Peygamber (s.a.s) buna işaret bu­yurdular ki:

"Kehanet gösteren veyahut zar ve ok ile kısnıet arayan veya uğursuz sayıp seferden geri dönen kimse dere­celere giremez, (yüksek mertebelere nail olamaz.)"

İbnİ Kesir'in beyanına göre:

Ezlam, hem kumarda hem de kısmet aramada kullanılırdı. Hangisinde kul­lanılırsa kullanılsın haramdır.

Fal ve falcılık, bütün çeşitleriyle ha­ramdır. 54


Fala İnanmak Küfürdür:

Fal ve kehanete inanmak, falcı ve ka­hinlerin söylediklerini doğru olarak kabul etmek, istikbale ait verdikleri haberlerin gerçekten meydana geleceğine itikat ederek tasdik etmek imân esas­larını inkar sayılacağından küfürdür.

Birkaç adım ilerisini dahi göremeyen, oturduğu odanın dışında ne olup bitti­ğini bilemeyen, İslâmdan nasibini ala­mayan bir insan, nasıl olur da gelecek­ten haber verebilir?

Bir insanın başına ileride neler gele­ceğini vahiy ve ilhama dayanmadan nasıl bilebilir?.. Yıldızlardan hüküm çıkarıp insanların hayatını nasıl yönlen­direbilir? Bütün bunlar mümkün mü­dür? Hayır!

İslâm'ın yasaklamış olduğu, kesin olarak haram kıldığı işleri yapmak, ya­saklanmış işlerin yapılmasını teşvik etmek, haram kılman şeylerin yapılması­na sebeb olmak, İslâm'ın imân esas­larının temeline mânevi bombalar koy­mak demektir. İmân esaslarını hedef almak aniamına gelir bu hareketler...

İslâm düşmanları, her geçen gün bir çığ gibi büyüyen ve bütün dünyaya yayılan, küfür paslanyla kararan kalp­leri aydınlatan, çan sesleriyle tıkanan kulakları hidayete açan, küfür karan­lıkları içinde yolunu şaşıranlara hak yolu gösterip iman aydınlığına kavuş­turan İslâmiyet karşısında şaşkına döndükleri için bütün mesailerini bu yolahasretmişlerdir.

Batıl ve hurafe fikirler ortaya atmak, İslâm dininin kesin olarak haram kılmış olduğu işleri meşru göstermek veya öyle tanıtmak suretiyle Müslümanlar arasında fitnelerin çoğalmasını sağla­mak, böylece İslâmi inanç ve yaşayıştan uzaklaştırmak isterler.

Zaman zaman televizyon ekranlarına getirilen bazı film ve tiyatro oyunların­da da bu konulara yer verildiği dikkat­lerden kaçmamaktadır. Yine bu mak­sadı temin için bazı gazetelerde günlük fallar yayınlamaktadır.

Günümüzde aydın geçinen bazı kim­selerin gazetelere baktıkları zaman ilk okudukları yazının fal olduğunu görmek gerçekten şaşırtıcı ve üzücüdür. Bir insan, kalkar da falcıların sözlerine kapılıp iyi haber çıkarsa sevinir, kötü haber çıkarsabütün gün hayatını zehireder mi hiç? Hatta bazı cahillerin yap­tıkları gibi kötü haber karşısında intiha­ra teşebbüs eder mi? Bu, cehalettir, inançsizlık veya inanç zayıflığıdır. Şey­tanın, insan şeytanlarının vesveselerin­den başka bir şey değildir.

Allah'a inancı tam olan birinsan böyle şeylere aldırış etmez. Kadere inanan bir mü'min, böyle batıl ve hurafe sözlere, küfürkokan ifadelere itibar etmez.



Fani:

Yok olucu, ölümlü, geçici, de­vamlı olmayan, sonu gelen ve yok olan, sonlu demektir. İslam inancına göre gökte ve yerde bulunan Allah'ın yarattığı herşey fanidir, yalnız Allah baki­dir, kalıcıdır. Dünya hayatı dageçicidir, fanidir; yalnız ahiret hayatı sonsuzdur. Yüce Allah şöyle buyuruyor:



"O'ndan (Allah'tan) başka herşey yok olacaktır. Hüküm sadece O'nundur. O'na döndü­rüleceksiniz.55 "Yeryüzünde bulunan her şey fanidir. Baki olan sadece 'azamet' ve 'ikram' sa­hibi Rabbindir56 57Fani terimi tasavvufta Allah'tan başka herşeyin sevgisinden kurtulmak anlamında kullanılmıştır

Fark:

Ayrılık, ayrılma, dağılma, ben­zememe özelliği; kavrama, sezme an­lamlarına gelen bu kelime tasavvufta birlikle çokluğu ayırdetme, madde ale­minin ilahi alemden bir görüntü, bir yansıma olduğunu sezme yaratılanı ya­ratanda görme manalarında kullanılır vecem terimiyle birlikte geçer. Allah'ın yarattığı her şeyi ondan ayn, fakat ona bağlı olarak görmek fark, yaratılmışiarı yok, Allah'ı var görmek, her şeyi Allah'la var görmek ise cem olarak tarif edilir. Dolayısıyla cem makamından sonraki makama fark makamı veya cemül-Cem denilir. 58



Farz:

Allahü Teâla'nın yapılmasını kesin olarak emrettiği ibadetlerdir. Her yönden kesin bir delile dayanmaktadır. "Namaz kılınız, oruç tutunuz, zekat ve­riniz." gibi emirler her yönden kesinlik arzetm ektedir. Farz iki kısma ayrılır:



a) Farz-ı Ayn: Her müslüman mü­kellefin kesinlikle yerine getirmesi ge­reken ibadetlerdir. Bu ibadetleri bir kısım müslüman yerin e getirir de bir kısmı yerine getirmezse, bu ibadeti ye­rine getirmeyenlerin üzerinden sakıt olmaz. Onlar sorumluluktan kurtula­mazlar. Her müslümanin fiilen yerine getirmeleri gerekenibadetlerdir ki bunlar: Beş vakit namaz kılmak, ramazan orucunu tutmak gibi. Farzın ifasında büyük sevap, terkinde ceza vardır. Far­zı inkaredenkafirolur.

b) Farz-ı Kîfaye: Bir topluluktan bir kısmının yerine getirmesiyle diğerleri­nin sorumluluktan kurtulduğu ibadettir. Cenaze namazı gibi, hiç kimsenin yerine getirmemesi halinde ise, ceza vardır. Diğer bir deyişle, musalla taşın­da bulunan müslüman bir cenaze için bir kısım müslümanın cenaze namazı kılmasıyla diğer müslümanlar sorumlu olmazlar. Cenaze namazına iştirak ede­meyenler günaha duçar olmazlar.

Fâsık:

Günahkâr insan" demektir. "Büyük günah işleyen veya küçük gü­nahlarda ısrar eden, Allah'ın emirlerine karşı gelen, fısk ve fücur sahibi" anlamına gelir.



Hz. Fatıma:

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'in soyunu devam etti­ren en küçük kızı. Peygamberimizin Zeyneb, Rukiye ve Ümmü Gülsüm'den sonra doğan kızı olan Fatıma, Hz. Muhammed'e peygamberliğin gelmesin­den beş yıl sonra ve hicretten sekiz yıl önce Mekke'de dünyaya gelmiştir (615). Onun doğumu konusunda Resulullah Efendimiz şöyle buyurmaktadır:



"İşte şimdi vahiy meleği bana geldi ve doğan çocuğu kutladı. Allah ona Fatıma ismini verdi."

Bu ifadeler, doğan çocu­ğun kız olması halinde büyü btr utanç duyan, hatta onları diri diri toprağa gömen cahiliye dönemi arap toplumu için büyük bir anlam taşıyor, Peygam­ber kızı Fatima'nın doğumu böylece kadınların kurtuluş müjdesi haline geli­yordu

Annesi Hz. Hatice'yi küçük yaşta yiti­ren Fatıma, aradığı yakınlığı Peygam­ber Efendimiz'de buldu. Babasına bu düşkünlüğü o dereceye varmıştı ki, adeta Resulullah'a bir anne şefkatiyle yak­laşıyordu. Bu yüzden ona verilen lakap­larından biri de babasının annesi anla­mında "Ümmü Ebiha" olmuştur. Pey­gamber Efendimizle kızı Fatıma ara­sındaki bu sıcak sevginin sebeplerin­den birisi de, Resulullah'ın diğer ço­cuklarının erken yaşlarda vefat etmiş olmalarıdır. Böylece Hz. Peygamber diğer çocuklarının acısını, sevgi ve öz­lemini bütünüyle Fatıma'ya yöneltmiştir. Böylece o, hem 'babasının kızı', hem de 'babasının annesi' sıfatlarını hak edecek bir yakınlığa ve olgunluğa ulaş­mıştır. İslam tarihi açısından ise Resu­lullah'ın soyunun kendisi aracılığıyla devam etmesi onu çok önemli kılmak­tadır. Müfessirler, Kevser süresindeki "Biz sana kevseri verdik" ifadesiyle, Hz. Peygamber'in soyunun kesik oldu­ğunu iddia eden müşriklere karşı yüce Allah'ın Hz. Fatıma'ya işaret ettiğini be­lirtmektedirler.

Medine'ye hicretten sonra aralarında Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer gibi ileri ge­lenlerin de bulunduğu pek çok sahabi Hz. Fatıma İle evlenmek için Peygam­ber Efendimiz'e başvurmuşlarsa da bu istekleri nazikçe geri çevrilmiştir. Daha sonra Hz. Ali ona talib oldu. Kızının da görüşünü alan Peygamber Efendimiz, vahiyle bildirilen izinden sonra, Hz. Ali ile kızı Fatıma'nın evlenmelerine karar verdi. Bu evlilikten Hz. Hasan, Hüseyin ve Zeyneb dünyaya geldi. Hz. Fatıma Hz. Ali ile birliktemutlu ve sade bir hayat yaşadı. Babası Hz. Muham­med'in vefatından sonra yüzünün hiç gülmediği rivayet edilen Fatıma, kısa bir süre sonra babasına kavuşur. 59Ölümünden az önce kendisini zi­yarete gelenlerden temizlenmek için izin istediğinde herkesi şaşırtır. Çünkü o zaten temizdir ve kadınlariçin normal olan birtakım özel haller onda yoktur ve bu yüzden ona “Betül” lakabı verilmiş­tir. Fakat o vefat edeceğini hissettiği için güzel bir yolculuğa hazırlanır gibi, temizlenir, kokulanır, temiz elbiselerini giyer ve şu vasiyette bulunur: "Ben şimdi öleceğim... Kimse beni yıkama­sın, kefenlemesin. Ben hazırlığımı ken­dim yaptım. Yalnız babam Resulullah gibi beni de kabrime gece defnedin." Cenazesi Hz. Ali tarafından kıldırıl-mıştır. Kabri konusunda değişik riva­yetler bulunmasına rağmen genel kabul gören rivayet, Cennetü'l-Baki'de oldu­ğu konusundadır.



Fatır Suresi:

Kur'an'ın 35. suresi olan bu surenin ilk ayetinde, Cenab-ı Hakk'ın göklerin ve yerin Fatın, yani gökleri ve yeri yokluk karanlığını yırtıp varlık alanına getirme suretiyle yarat­tığı konu edildiğinden bu sureye FATIR"ismi verilmiştir.

Bu sure-i celile Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur ve 45 ayettir.

Bu surede Allah'ın kudretine dair bir­çok deliler vardır. İnsanlara lütfedilen nimetler zikredilmiştir. Geçmiş ümmetlerden misaller verilmiştir. Kötü­lüklerden sakınma, şeytana uymama hususları beyan edilmiştir. Mü'minleri tefekküre davet vardirbu surede.

İşte bu ayetlerden sadece bir kaçı (19,20,21 ve 22 ayetler):

"Körle gören, karanlıklarla nur, göl­ge ile sıcak bir olmaz," "(Hülasa) di­rilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz ki Allah kimi dilerse ona (hakîkatları) duyurur. (Habibim) Sen kabirlerde olanlara da (sesini) işittirecek değil­sin ya!"

Fâtîhâ Sûresi:

Kur'an-ıKerim'de ilk sûredir. Mekke'de nazil olmuştur. 7 âyettir. Bu sûre'de Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Hamd, âlemlerin Rabbî, Rahman, Rahim, din günü­nün (ceza ve mükafat gününün) sahi­bi Allah'a mahsustur. (Allahım!) Yalnız sana ibadet eder ve yalnız sen­den yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet. Nimetine erdirdiğin kimselerin yoluna... Gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil." (Amîn)

Bu sûre-i celile, günde beş vakit kıl­dığımız namaz ile cuma, bayram ve na­file namazlarının her rek'atında okuduğumuz, yedi âyetten ibaret, Mekke'de nazil olan birsûredir.

Fatiha sûresi ile ilgili bir kudsi hadiste Allahü Tealâ şöyle buyuruyor:

Fatiha'yı kendimle kulum arasında ikiye böldüm: Yansı benim, yarısı da kulumundur. Kulumun istediği hakkı­dır; kendisine verilecektir."

Peygamberimiz (s.a.s) aynı hadisin devamında şöyle diyor:

“Bir kul "-elhamdüli'1lahi Rabbi'l-Âlemin" dediği zaman,” AllahüTealâ:

Kulum bana hamdetti,” der.

“Kul: er rahmani'r-rahîm" dediğin­de, AllahüTeala:

Kulum, beni umumi ve hususi mâ­nada olan merhametle andı; Beni övdü,” der.

“Kul: "-Maliki yevmi'd-din" dediği za­man AllahüTeala:

Kulum beni tanıdı, Bana saygı gösterdi,” der.

“Kul: "-İyyake na'büdü ve iyyâke nestaîn" deyince, Allahü Teala:

Bu, Benimle kulum arasındadır. (Yani ibadet etmek kulumdan, yardım ise bendendir). Kulumun istediği verilecektir,” der.

“Kul: İhdinâ's-sırata'l müştekim. Sıratallezine en'amte aleyhim ğayril-mağdûbi aleyhim vele'd-dâllîn. (Bizi doğru yola ilet. Nimetine erdirdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanla­rın ve sapiklarınkîne değil)" dediği za­man, AllahüTeala:

Bu dilek kula aittir. Ona istediği veri­lecektir,” buyurur"

Bu sûrenin, âyet ve hadislerde geçen pek çok isimleri vardır. Bunlardan:

Fatiha, Fatihatü'l-Kitab, Hamd, Ümmü'1-Kitab, Esas, Kenz, Vâfıye, Kâfiye, Ümmü'l-Kur'an, Sûre-i Duâ, Salat, Sûre-i Şükür, Sûre-i Şifa, Seb'ül-Mesani" Fatiha sû-resin de verilen isimlerden bazılarıdır.

Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz, bu hususta şöyle buyurmuşlardır:

Kim, Ümmü'l-Kur'an (olan Fati­ha sûresini) ve kul hüvallahü ehad'i (ihlas sûresini) okursa, sanki o kişi, Kur'an'ın üçte birini okumuş(casına büyük sevaba nail) olur." 60

Enes İbn-i Malik (r.a) den rivayet edildiğine göre Allah'ın Resulü (s.a.s) kendisine şöyle buyurmuştur:

Ya Enes! Yatağına uzandığın (uyumak için yatağına girip de sağ yanı­nın üzerine yattığın) ve Fatihatü'l-Kitab (Fatiha sûresi) ile Kul hüval­lahü ehad (ihlas sûresini) okuduğun zaman, ölümün dışında kalan her (zararlı) şeyden emin olursun."

Ebu Said İbn-i Mualla (r.a)den riva­yet edildiğine göre şöyle demiştir:

"Ben birgün mescitte namaz kılarken, Allah'ın Resulü beni çağırmıştı. Ben de (namazda olduğum için o anda) icabet edememiştim. (Namazdan sonra huzu­runa gelerek:)

Ya Resulüllah, namaz kılıyordum. (Bunun için hemen cevap veremedim) dedim.

Bunun üzerine Allah'ın Resulü:

Allah (Kur'an-ı Kerim'de): "Ey mü’minler, Allah'ın elçisi sizi .kendinize hayat verecek şeylere çağırdığı zaman Allah'a ve Resulüne icabet ediniz.61 buyurmadı mı?” diye sordu. (Bu âyeti hatırlattıktan) sonra Allah'ın Rasulü bana:

Ey Said! Sen bu mescidden çıkma­dan önce sana muhakkak bir sure öğre­teceğim ki, o, Kur'an'daki sûrelerin (sevab bakımından) en büyüğüdür." bu­yurdu.

Daha sonra elimi tuttu. Mescidden çıkmak istediği zaman ben:

“Ya Rasulullah, "sana bir sûre öğre­teceğim ki o, Kur'an'daki sûrelerin en büyüğüdür" demedin mi? diye (bana söylemeyi haber verdiği o sûrenin han­gisi olduğunu bildirmesini) hatırlattım.”

Allah'ın Rasulü(s.a.s):

O sûre: "El-Hamdü lillahi Rabbi'l-Âlemîn"dir ki, (her namazda) tekrarla­nan yedi âyet ve (bana ihsan olunan) Kur'an'dır." buyurdu. 62

Kur'an'ın tamamı şifa olduğu gibi Fatiha sûresi yalnızda bir şifa hazinesidir.

İşte Fatiha sûresinin şifa olduğunun delili:

Ebu Said el Hudri (r.a)den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

"Bir gün, Resulullah'ın ashabından (30 kişilik) bir seriyye görevlendiril­dikleri bir sefere çıkmıştı. Bunlar Arap kabilelerinden birkabileye uğradılar ve misafir edilmelerini istediler. Fakat ka­bile halkı bunları misafir etmekten imti­na ettiler. Bu sırada kabile başkanlarını (bir akrep) sokup zehirlemişti. Bütün kabile halkı seferber olup her çareye başvurdukları halde iyileşmedi. Bun­ların bazıları:

“Şurada konaklayan kafile halkına gitseniz, belki onların arasında buna bir çare bilen vardır,” demişti.

Bunun üzerine kabile halkından biri gelerek:

“Ey cemaat! Reisimizi bir akrep sok­tu. Tedavi için koştuk, her çareye baş­vurduk olmadı. İçinizden buna bir çare bilen varmıdır?” diye sordu.

Seriyyeden biriki Ebu Said el Hudridir.

“Evet, ben varım. Vallahi ben dua ederim. Fakat sizden bizi misafir etmenizi istedik ve yemin ederim ki misafir et­mediniz. Artık şimdi ben de size bir ücret tayin etmedikçe dua etmem,” dedi. Birkaç koyunla sulh oldular. Ebu Said el Hudri (r.a) kabile reisinin yanına gitti. FATİHA sûresini sonuna kadar okudu. Reis, hemen ayak bağlarından çözülüp kurtulan bir hayvana döndü. İleri geri yürümeye başladı. Artık üzerinde hiçbir hastalık eseri kalmamıştı.

Ebu Said el Hudri (devamla) şöyle demiştir: Kabile halkı mukavele edilen ücreti (birkaç koyunu) teslim ettiler. Ashab-ı Seriyyeden bazıları:

“Bu koyunları taksim ediniz,” dediler. Fakat dua eden:

“Hayır! Rasulullah'a varıp da bu olup bitenleri kendilerine arzedinceye kadar bu koyunları taksim etmeyiniz. Baka­lım, Allah'ın Resulü bize ne emir buyu­rur?” dedi. Sefere çıkanlar Resulullah'ın huzuruna geldiler. Başlarından geçen bu hikayeyi olduğu gibi anlattılar. Rasulullah (s.a.s), Ebu Said el Hudri (r.a)ye hitaben:

Fatiha'nın bu kadar müessir bir dua olduğunu kim öğretti sana dernek sure­tiyle taltif etti. Sonra seriyye halkına dönerek (onları da taltif için):

İyi hareket etmişsiniz. Şimdi onları taksim ediniz. Sizinle beraber bana da bir hisse ayırınız,” buyuyarak tebessüm ettiler.” 63

Fatiha, Kur'an'ın ana temelidir. O, yedi ikili âyet (çift kanatlı yedi giriş kapısı)dır. O, Kur'an-ı Azim­dir."64 Kim bir namaz kılarda onda Ümmü'I-Kur'an-ı yani Fatiha'yı) oku­mazsa, o namaz noksandır, o namaz noksandır, o namaz noksandır."

İbn-i Abbas (r.a) diyor ki: Cebrail (a.s)'in Peygamber Efendimizin ya­nında bulunduğu bir sırada Peygamberimiz (s.a.s) gökten kapı sesi gibi bir ses duyduda başını kaldırıp:

Bu göğün bir kapısıdır ki bugün açıldı; bundan önce açılmamıştır,” dedi.

Bir melek o kapıdan indi. Peygambe­rimiz.

Bu bir melektir ki yeryüzün de indi, bunda önce o hiç inmemiştir,” diye ilave etti.

İnen melek selam verdi ve:

“Getirdiğim iki nur ile sizi müjdeli­yorum. Bu iki nur, sizden önce hiçbir peygambere verilmemiştir. Bunlar:



1- Fatihatü'l-Kitap

2- Bakara sûresinin son âyetleri'dir.

Ondan (diğer bir rivayette bu ikisin­den) okuyacağın her harf karşılığında sana (sevap ve bir nur) verilecektir, dedi"65

Fatiha sûresinin yansından sonra ge­len âyetleri özlü bir duadır. Bu duayı günde kırk rekat olarak kılmış olduğumuz namazlarda tekrar etmiş oluyoruz. Günde beş vakit namaz kılan bir mü'min, bu sûreyi okumakla hem dala­lete düşmemesi, doğru yoldan sapma­ması için dua ediyor, hem de Allah'ın kendisine lütfettiği sayısız nimetlere karşı Cenab-ı Hakka hamdediyor, şük­rediyor. Ayrıca Allah'a olan inancını yenilemiş ve kuvvetlendirmiş oluyor.

Fecr:

Tan vakti, güneşin doğuşundan az önceki alacakaranlık, güneşin doğuş zamanının yaklaştığı aydınlık. Fecir kavramı İslam kültüründe, ibadetlerin belirli zamanlarda yapılmasıyla ilgili olarak kullanılmaktadır. Bilindiği gibi namaz, oruç ve hac gibi ibadetler belir­lenen vakitler içinde yerine getirilirler. Bu vakitlerise güneşe veya aya göre be­lirlenir. Namaz vakitleri, güneşin, oruç vakti ayın durumuna göre tesbit edilir.

İşte fecr kelimesi ile, hem sabah na­mazı vaktinin başladığı hem de orucun başlama vaktinin geldiği zaman anlatıl­mak istenmiştir. Ayet ve hadislerde fecr, sabah namazı vaktinin başladığı, oruçla ilgili yasakların başladığı, gecenin bitip gündüzün girdiği vakit olarak zikredilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de:

"... Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra da geceye kadar oruca devam edin?" buyurulmaktadir.

Fecr Sûresi:

Tan yerinin ağarma­sına yeminle başladığı için bu ismi alan ve Kur'an'ın 89. sûresi olan Fecr sûresi, Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. 30 âyettir.

Cenab-ı Hak'kın Fecr'e yeminle baş­ladığı bu sûre-i celilede on geceyeişaret edilmektedir. Bu on gece hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan bir tanesi de İbn-i Abbas (r.a)dan gelen ri­vayettir ki Zilhicce'nin ilk on günü olduğu belirtilmiştir. Bir hadis-i şerif­lerinde Peygamberimiz (s.a.s):

"İyi amel (ve hareketlerde) bulunulan şu on gün (Zilhiccenin ilk on günü) ka­dar (amel ve hareketi) Allah'a sevgili hiçbir gün yoktur." buyurmuştur.

Bu sûrede ayrıca azgınlık yapan geç­miş ümmetlerin akıbetleri de haber ve­rilmiştir ki ders veibret alınsın.

Fecr sûresi, Leyi sûresinden sonra nazil olmuştur.

Felah:

Kurtuluş, başarıya ulaşmak gibi anlamlara gelmektedir. Müslü­manları günde beş vakit namaza çağı­ran ezanda da 'Hayya alel felah' şeklin­deki bir ifade içinde geçen bu kavram, insanların kurtuluşa yönelmelerini istemektedir. Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayetinde iflah şeklinde ve değişik tü­revleriyle geçen bu kavram yüce Allah tarafından, Allah'a iftira edenlerin, kafirlerin, zalimlerin, suçluların kurtuluşa eremeyecekleri, buna karşılık, mümin­lerin, namazlarını kılanların, takva sahi­bi olanların, nefislerini temizleyenle­rin, Allah yolunda savaşanlann felaha kavuşacaklannı ifade etmek için kul­lanılmıştır. Müfessirler, felah kelimesi­nin aynı zamanda basan ve kurtuluşa giden yolu açmak, yarmak anlamlan olduğunu belirtiyorlar.



Felâk Sûresi:

Kur'an-ı Kerim'de 113. sûredir. Medine'de nazil olmuştur ve 5 âyettir. Mahlukatın şerrinden, ka­ranlığın çöküp bastığı zaman gecenin karanlığından istifade edilerek yapılan kötülüklerin veya karanlıkta faaliyette bulunan zararlı yaratıkların şerrinden, düğümlere üfüren (kötü nefes sahibi kişi)lerin şerrinden, hased edenin, haset ettiği zaman ki o korkunç halinin şerrinden Allah'a sığınmak gerektiğini Peygamberimiz (s.a.s) Efendimize ve O'nun mübarek şahsında ümmetine haber veren bir sûre-i cehledir ki Medine'de nâzil olmuştur ve 5 âyettir.

Bu sûrenin okunmasının mü'mine kazand fracağı mükafat ile ilgili çok sayıda hadis-i şerif vardır.

Bu sûrede Yüce rabbimiz şöyle buyu­ruyor:



1- De ki: Sığınınm ben, karanlığı ya­rıp sabahı ortaya çıkaran Rabbe:

2- Yarattığı şeylerin şerrinden,

3- Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,

4- Düğümlere üfleyip tükürenbüyücü kadınlann şerrinden,

5- Ve hased ettiği zaman hasedcinin şerrinden.

Felek:

Kelime anlamı, gök cisimle­rinin üzerinde hareket ettikleri yörün­ge, yıldızların ve diğer gök cisimlerinin uzay boşluğu, gök demektir. Kur'an-ı Kerim'de iki yerde geçmekte olan felek kelimesi, yüce Allah tarafından yö­rünge anlamında kullanılmıştır: "

O ge­ceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratandır. Onların herbiri bir yörüngede yüzmek­tedir.” 66

Ayrıca felek kavramı halk arasında insanların haya­tını etkileyen bir güç, talih.



Fena:

Sözlükte; "yokluk, yok olma, geçip gitme" gibi anlamlara gelir. Ta­savvufta ise, "kendi varlığından geçme" demektir. Baka'nm zıddıdır. Tasavvufı anlamdaki fenanın bazı derece­leri vardır. Bunlar;



1- Fenâfılihvan; "kardeşlerinden bi­rinde fâni olma."

2- Fenafişşeyh:"Bütün maneviyatını, feyzini şeyhinden alma halidir."

3- Fenafirresûl: Bütün varlığım Resûlullah'm şahsında yok etmektir.

4- Fenâfıllah: Allah'ın zât ve sıfat­larında fani olmaktır. Derviş bu maksa­da erebilmek için kendisini bağlayan, ilerlemesine mâni olan bütün engelleri ve bağları koparır.

Fer':

Ana gövdeden aynlan kollardan her biri, dal, budak, ikinci derecede olan, ikinci dereceden ayrıntı. İslam hukukunda kız ve erkek çocuklar ile onla­rın kız ve erkek çocukları ve bu şekilde süregiden torunlar için kullanılır. Ayrıca fıkıhta usul teriminin zıddı ola­rak, sık sık usul ve füru' şeklinde kul­lanılır. Usul, temel ana, asıl olan; füru ise ikinci derecede önemli olan demek­tir.



Feraiz:

Miras ilmi, belirli miras pay­larını anlatan İslam hukuku terimi. 67



Ferd:

Tek, bir, birey, eşi olmayan an­lamlarına gelen bu kelime tasavvufta yüksek bir mertebe olan, birkutba bağlı olmayan ve alemi gerçekten veya ma­nevi olarak yönettiklerine inanılan gayb erenleri, veli kişiler hakkında kullamlır. Hadis ilminde ise, hadis aktaranlar (raviler), zincirinin ikinci halkada, yani ta­biinden birinde sonuçlandığı hadiseler için kullanılan bir terimdir.



Fersah:

Üç mil uzunluğundaki bir mesafa ölçüsü. Hesaplamada uygula­nan farklı yöntemlere göre, 4444,5555,6232 metreye denktir. Ortalama olarak beş km. bir mesafe kabul edilen fersah ölçüsünün önemi, bize rivayet edilen sünnet veya bazı ashabın uygulama­larında kullanılmış olmasından gel­mektedir. Mesela Enes bin Malik'ten nakledilen şu rivayet:

"Resulullah (a.s) üç mil ya da üç fersah mesafeye gitmek için yolaçıktıgı zaman, namazı iki rekat kılardı.”

Fesat:

Bozukluk, karışıklık, geçer­sizlik, yolsuzluk, bozgunculuk anlam­larına gelir. Kur'an-ı Kerim'in elliye yakın ayetinde fesat kelimesi geçer. Bunlarda İsrailoğullarının bozguncu­lukları sebebiyle helak edildikleri ve azaba çarptırıldıkları, fesat çıkarmanın münafıklık işareti olduğu, gibi konular anlatılmıştır. Fıkıhta ise bir iş veya ibadetin gerekli şartlar yerine getirilmeden yapılmasına fesat kelimesinin kökün­den gelen fasid denilir. Yani o iş veya ibadetin bozuk, geçeriz olduğu belirti­lir.



Fetanet:

Anlayış sahibi olma" de­mektir. Peygamberlerde bulunması vacipolan sıfatlardan bir tanesidir. Pey­gamberler, anlayış sahibi insanlardır. Bunun zıddı ise, "ahmaklık"tır. Ahmak insanın anlayış, kavrayışı, herhangi bir sözü ezberlemesi çok zayıftır. Yok de­necek kadar azdır. Fetanet sıfatıyla taban tabanazıttır olan Fetih sûresi Cuma sûresinden son­ra nazil olmuştur. İçinde fethin müjdesi verildiği için bu ismi almıştır. Hicret-i Seniyyenin 6. yılında Hudeybiye dönü­şü sırasında Medine yakınlarında nazil olduğu için bu sûreye Medenî sûre adı verilmiştir. Fethsûresi, 29 âyettir.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz(s.a.s)'in Hz. Ömer (r.a) a:

Bu gece bana bir sûre indirildi ki, o bana dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır," buyurarak okumaya başladığı mübarek bir sûredir. Yakın ve kesin bir zaferin, fethin müjdelendiği, kafir ve münafıkların cezalandırılaca­ğının ihtar edildiği, Allah Resulüne biat edenlerin övüldüğü, Mekke Fethinin mutlaka gerçekleşeceğinin haber verildiği bir sûre-i cehledir.

Son âyet-i kerimede ise Ashab-ı Ki­ram hakkında çok güzel bir benzetme yapılmış ve vasıflan beyan edilmiştir. Ayrıca "Liyağfire lekallahti mâ tekad deme min zenbike vema teahhara âyetinin müstakil olarak okunmasının faziletinede işaret edilmiştir.

İşte Ashab-ı Kiram hakkında benzet­me yapan Fetih sûresinin 29. ayet-i keri­mesi:



"Muhammed Allah'ın elçisidir, Onun yanında bulunanlar kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onların, rükû ve secde ederek Allah'ın lütuf ve rızasını ara­dıklarını görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. On­ların Tevratta'ki vasıfları ve İncil'­deki vasıfları vardı: Bir ekin gibidir­ler ki, filizini çıkardı, onu güçlen­dirdi, kalınlaştı, derken gövdesinin üstüne dikildi, ekincilerin hoşuna gider, onlara karşı kafirleri de öfkelendirir (bir duruma geldi). Al­lah onlardan İnanıp iyi işler yapanla­ra mağrifet ve büyük mükâfat vaad etmiştir."

Bu benzetme, Allah Resulü'nün ve ar­kadaşlarının ilk ve son durumlarını an­latmaktadır. İlk defa yere atılan bir tane gibi filizlenmeye başlayan müslümanlar, gittikçe güçlenerek koca bir ordu olmuşlar, İslâm tohumunu ekenler bu duruma son derece sevinirlerken, onla­rın bu güçlü durumunu gören kâfirler öfkeden çatlar duruma gelmişlerdi.



Fetret:

Aynı cinsten iki olay ara­sındaki kesinti devresi, iki peygamber arasında geçen zaman, peygambersiz geçen devir. Peygamber Efendimize gelen vahyin bir süre kesilmesi ile ilgili olarak de fetret denilmiştir. İslam tari­hinde Hz. İsa ile Hz. Muhammed Efendimizin gönderilişine kadar geçen zaman ve Peygamber Efendimize ilk vahyin kırk yaşında iken gelip peygam­berliğinin bildirilmesinden sonra, Müddesir suresinin ilk ayetlerinin gelişine kadar geçen yaklaşık üç yıllık vahiy kesintisi süresi fetret olarak isim­lendirilmiştir.



Fetva:

İslam fıkhına göre, hukiki veya dini bir meselenin hükmünün açıklanması, böyle bir sorunun çözümlenmesiyle ilgili açıklama, cevap. Hu­kuki veya dini bir soruya, şeriate göre cevap veren kişiye müfti, verilen cevaba ise fetva denir. Müftiler, İslam toplu­mu ve devletinin danışma organı gibi­dirler. Verdikleri fetvalarla aynı za­manda yargı organlarının yardımcı­lığını yaparlar. Fetva kelimesiyle aynı kökten gelen ve ifta teşkilatı adıyla müesseseleşen fetva makamı, Hz. Peygamber'den beri İslam adliye teşkilatı içinde önemli bir yer tutmuştur. İslam'a göre fetva verme yetkisi konusunda kadın-erkek, köle-hür ayırımı yoktur. Gerekli ilmi nitelikleri taşıyan kişiler bu konuda yetkilidir. Nitekim mümin­lerin annesi Hz. Aişe, hem bir hadis bil­gini, hem de gerektiğinde fetva veren (müftiye) bir kişiydi. Peygamber Efen­dimiz, zamanında 140 kişiye fetva verme yetkisi tanımıştır. Osmanlı dev­letinde ise bu işi Şeyhülislam maka­mında bulunan kişi yapardı.



Fey:

Düşmandan savaşsız olarak alı­nan mallar. Zekat ve ganimet dışında kalan mallar. Düşmandan savaş yoluy­la ele geçirilen mallara gaminet, savaş yapmadan alınan her çeşit mala ise fe'y denir. Fey de bir çeşit ganimet olmakla birlikte, ondan daha geniş bir anlama sa­hiptir.



Feyz-i İlahi:

Kelime olarak suyun taşıp akması, gürlük, ilerleme, çoğal­ma, verimlilik ve bolluk anlamlarına gelen feyz kelimesiyle oluşturulan bu terkip hem tasavvufta, hem de İslam fel­sefesinde önemli bir kavram olarak kullanılmıştır.

Tasavvufta iki anlamda kullanılan feyz, feyz-i ilahi kavramı öncelikle, ila­hi gerçeklerin Levh-i Mahfuz'dan insan kalbine indirilmesi, insan kalbine so­kulması manasına gelir. Bu, sufllerin fi­lozof ve kelamcılardan farklı olarak öne sürdükleri özel bir bilme yöntemi, ba­tini tecrübe esasının da temelidir. Onla­ra göre iki çeşit bilgi edinme yöntemi vardır. Birincisi akla dayalı deney ve gözlem yoluyla edinilen bilgi, ikincisi de kalbe dayalı ve ilahı sırlan aracısız elde etmeye yarayan keşf yoluyla edini­len bilgilidir. Sufllere göre insan nefsini arındırıp, kalbini temizlemekle bir takım gerçeklere ulaşabilecek nitelik kazanır. İşte bu nitelik, ilahi gerçek­lerin, Levh^ı Mahfuzdan taşarak insan kalbine ulaşmasını (feyzi) sağlar. Sufilerin feyz kavramına yükledikleri ikinci anlam ise, evrenin yaratılışı ile ilgilidir. Bu teoriye göre evren, yüce Allah'ın 'gizli bir hazine' iken bilinmeyi istemesi ve irade ethiesi sonucu varolmuştur.

İslam felsefesinde de feyiz kavramı, zaman zaman evrenin yaratılışı ile ilgili teorilerde kullanılmıştır. Bununla bir­likte İslam filozofları feyz veya feyz-i ilahi terimi yerine daha çok "sudur" kavramını kullanmışlardır.



Fıkıh:

Sözlükte, "İyice anlamak, bil­mek, birşeyin künhüne vakıf olmak" demektir.

Terim olarak, "Kişinin amel yönün­den yaranna veya zararına olan şer-i hükümleri iyice bilmesi" demektir. Diğer birifadeyle, "İbadetlere, cezalara ve muamelelere ait şer'i hükümleri, mu­fassal delilleriyle bilmek"tir. Aslında buiki tarif arasında mühim bir fark yok­tur. Çünkü her iki tarifte de, fıkhın; amellere ait şer'i hükümleri, mufassal delilleriyle bildiren bir ilim olduğunu ifade etmektedir.

İslâm fıkhı, bir takım devirlerden geçmiştir. Bunlar:



1- Resulullah'ın devri: Bu devirde, fıkhın asıl kaynakları ortaya çıkmıştır ki; bunlar Kur'an ve Sünnettir.

2- Sahabe devri: Bu devir; Ahkamla ilgili ayet ve hadislerin Sahabe tarafın­dan tefsir ve izah devridir.

3- Fıkıh meselelerinin yazılmaya başlaması ve büyük muctehidlerin orta­ya çıktıkları devirdir. Bu devir İslâm fıkhı için gelişme ve olgunlaşma devri­dir.

4- Taklid devri: Bu devir, fıkıh ilmin­de duraklama devri sayılır.

Muctehidlerin içtihatlara başlaması sonucu çok sayıda mezhep doğdu an­cak, Ehl-i Sünnet esasları içerisinde kalan ve varlıklarını devam ettirmekte olan dört Fıkıh mezhebi vardır. Bunlar:



1- Hanefi.

2- Şafii.

3- Hanbeli.

4- Mali­ki mezhepleridir.

İslâm Âleminde, Ehl-i Sünnete men­sup bütün müslümanlar, fıkıh mes'elelerinde bu dört büyük mezhepten birisine mensupturlar. Ehl-i Sünnet dışında kalan mezhepler ve o mezheplere ait meydana getirilmiş fıkıh ilmi de mev­cuttur.

Yukarda saydığımız dört büyük fıkhı mezheplerin imamları bize kadar ula­şan ölmez eserler meydana getirmişler­dir. Ebu Hânife'nin içtihadlannı ikinci büyük talebesi olan İmam-ı Mühammed derleyip toparlamış ve kitap haline getirmiştir. Daha sonra büyük fıkıh alimleri, Ebu Hanife'nin içtihatlarını bölümlere ve kısımlara ayırmak sure­tiyle fıkıh metinleri meydana getir­mişlerdir. Bunlar içerisinde ençok iti­bar edilen ve kaynak olarak kabul edilen metinler şunlardır: El-Bidâye, Muhtasar-ul Kudârî, El-Muhit, En-Ni-hâye, El-Vikaye, El-Kenz, El-Multeka'dır.

Bu metinler üzerine çeşitli şerhler yapılmıştır. Müctehid olan müslüman-lar, fıkıh mes'elelerini fıkıh kitapların­dan veya fıkıh ulemâsından öğrenirler. Müctehidler ise kendi içtihadlanna göre amel ederler. Ahkâm ayetlerinden ve hadislerinden fıkhî hükümler çıkar­mak bir içtihadmes'elesidir. Bu sebeble müctehid olmayanların Kur1 an ve Sün­netten fıkhı hükümler çıkarmaya kalk­maları büyük bir cür'et olduğu gibi Islâmî ilimler itibariyle de hiç bir kıy­met ifâde etmez. Esasa taallûk etmeyen fıkıh meselelerinde müctehidler, farklı içtihadlar, çeşitli görüşler ileri sürmüş­lerdir. Böyle ihtilaflı olan mes'elelerde çoğunluğun benimsediği ve fıkıh kitap­larında "sahih kavil" diye belirtilen hü­kümle amel edilmesi icâbeder.



Fıkh-ı Ekber:

Dört hak mezhepten biri olan Hanefilik mezhebinin imamı Ebu Hanife'nin ünlü eseri. Aliyyü'l-Kari tarafından, İmam-ı Azam'ın diğer eserlerindeki düşüncelerinden de ya­rarlanılarak bir şerhi yapılan bu kısa ve özlü eser bugün bildiğimiz anlamdaki fıkıh (ameli konulardaki şer'i bilgiler), kelam ilmi ve akaid (inanç esaslan) konularını içermektedir. 68


Fırak-ı Dâlle:

Arapçada, "FIR­KA" kelimesinin çoğuludur. FIRKA "bir grup insan" demektir. Dalle ise; lügatta doğru yoldan ayrılmış, hak yo­lundan sapmış" manalarına gelir.

Terim olarak; "doğru yoldan ayrıl­mış, hak yolundan sapmış gruplar, top­luluklar" demektir.

İstilahda FIRAK-I DALLE; "Kur'an ve Sünnetin gösterdiği yoldan aynlan, ilâhi nassları kendi sapık fikirlerine göre manalandırıp tefsir eden gruplar ve mezhepler"dir.

İslâm'da zuhur eden bütün mezhepler evvela iki kısma ayrılır: 1- Ehl-i Sün­net. 2- Ehl-i Dalalet. Bunlardan birinci­sine Fırka-i Naciye, ikincisine ise Fırka-i Dâlle denir.

Ehl-i Sünnet ile Firak-ı Daalle, Kur'-an'ın tefsir ve te'virinde, Sünnetin tesbitinde ve bazı temel meselelerde birbir­lerinden ayrılmışlardır.

Ebu Hureyre (r.a)den rivayet edil­diğine göre, Resûlullah (s.a.s) şöyle buyurdu:

Yahudiler yetmişbir gruba, Hıristi­yanlar yetmiş iki gruba bölünmüşler. Benim ümmetin ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır." 69

Bu hadisde haber verilen gruplar ve fırkalar, asılda ve temelde birbirinden ayrılan fırkalardır.

Esasen temele taalluk etmeyen mes'e-lelerde ihtilâf ve görüş farklılıklarını önlemeye kalkmak, insan yaratılışına aykırı olduğu gibitaasup veya nemelâ-zımcılığa götürür. Fakat Kur'an ve Sün­netin asılları üzerinde ihtilâfa düşmeye, bu iki ana kaynağa uymayan yanlış fi­kirler etrafında toplanmaya müsaade edilmemiştir. Resülullah (s.a.s)bu hu­susu şu hadisleriyle âde buyurmuş­lardır:

"Benim ümmetim, dalalet üzerinde toplanıp ittifak etmez."

Ehl-i Sünnetin dışında kabul edilen dal alet fırkalarının başında şunlar gelir:



1- Hariciyye

2- Mutezile

3- Cebriyye

4- Murcie

5- Muşebbihe

6- Şia

Kur'an-ı Kerim 'de En'am Sûresi'nin 159. âyetinin Fırak-ı Dalle hakkında olduğunu, Resûlullah'ın ifâde buyurduğu izah edilir.70 Âyet-i Kerime'nin meali şöyledir:



"Dinlerini par­ça parça edenler, ayrı ayrı fırkalar olanlar yok mu? sen hiç bir şekilde onlardan değilsin."

Yukarıda saymış olduğumuz altı fır­ka, kendi aralarında çeşitli gruplara bölünmüşlerdir. Bunların bir kısmı si­yasi sebeblerle doğmuş, sonrada kendi­lerine has inanç ve fıkıh esasları meyda­na getirmişlerdir. Şiâ ve Hariciye bunlardandır. İslâm içerisinde türeyen bu çeşitli fırkaların doğmasını gerektiren çeşitli sebepler vardır.



Fırka-ı Naciye:

Naciye" kelime­si sözlükte, "Kurtulan, kurtuluşa eren" demektir. Fırka-i Naciye ise : "Kurtu­lan, kurtuluşa eren grup ve topluluk" manasına gelmektedir.

Fırka-i Naciye, "Fırak-ı Dalle"nin zıddıdır. Terim olarak, "Resulllah'ın yolunda, izinde olan, bozuk mezheple­re uymayan ve böylece ebedi kurtuluşa eren topluluk ve cemaat" demektir. Fırka-ı Naciye'nin takib ettiği yola Ehli Sünnet ve Cemaat mezhebi denir. Resulullah (s.a.s) veda haccında irad ettiği hutbesinin bir bölümünde şöyle buyurmuştur:

Kendisine sarıldığınız müddetçe ebediyyen yanlış yola sapmıyacağınız çok açık iki şey bırakıyorum. O da; Allah'ın Kitabı Kur'an ve Pey­gamberinin Sünnetidir.” 71

Şehristani El-Milel Ve'n Nihal adlı meşhur kitabında 73 fırka hakkındaki hadisi rivayetinde şunları zikrediyor:

Bu 73 fırkadan doğru yolda olan sadece Naciyedir. Diğerleri helak ola­caklardır.”

“Naciye kimlerdir?” denildi.

Resulullah(s.a.s)

Onlar, Sünnet ve Cemaat ehlidir,” bu­yurdu.

“Sünnet ve Cemaat nedir?” denildi. Resulullah (s.a.s):

Bugün benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu yoldur,” buyurdu.

Fısk:

Sözlükte, "tohumun kabuğun­dan çıkması" demektir.

Terim olarak, "Büyük günahları işle­mek veya küçük günahlarda devam etmek suretiyle Allah'a itaat etmekten çıkmak" demektir. Fısk'ın üç mertebesi vardır:

1- Günahı çirkin kabul etmekle bera­ber, zaman zaman o günahı işlemek.

2- Devamlı olarak günah işlemek.

3- Günahın çirkinliğini inkar ederek işlemektir.

Bu üçüncü mertebe, küfür mertebesidir. Yani günahın çirkinliğini ve kötülü­ğünü kabul etmeyerek haram olduğuna inanmayarak işleyen kimse dinden çık­mış olur.

Fışkı işleyen kimseye, "fâsık" denir. Fışkın üçüncü mertebesinde olmayan fasık, günahkardır ve mü'mindir. Ehl-i Sünnet mezheblerine göre mü'min unvanı kendisinden alınmaz.

Bazı âlimler, fışkı itikadi ve ameli ol­mak üzere iki kısma ayırmışlardır. Kitab yani Kur'an ve Sünnete uymayan inanç, itİkadda olan bir fıskdır. İtikadda olan fısk, fasıkın küfrünü gerektiriyorsa arkasında namaz kılınmaz. Sadece amelde fasık olan kimsenin ardında kerahatle birlikte namaz kılmak caizdir.



Fıtır Sadakası (Fitre):

Rama­zan ayında fakirlere verilen bir sada­kadır. Bu sadakanın bayramdan önce verilmesi iyidir. Bayram günü ve daha sonra da verilebilir. Borcu ve aslî ihtiyaçlarından başka en az nisap mik­tarı malı veya onun değerinde parası olan müslümanın fıtır sadakası vermesi vaciptir. Buna kısaca "Fitre" denilir. Fıtır sadakasının vacip olması için, ze­kâtta olduğu gibi malın üzerinden bir yıl geçmesi ve artıcı nitelikte olması şart değildir.

Dini ölçülere göre zengin olan kimse­nin, hem kendisinin hem de erginlik çağına gelmemiş olan çocuklarının fitrelerini vermesi vaciptir.

Fitre Şu Dört Cins Yiyecek Madde­sinden Aşağıdaki Miktarlarda Veri­lir:

Cinsi: Miktarı:

1- Buğday 1460 Gram

2- Arpa 2920 Gram

3- Kuru Üzüm 2920 Gram

4- Hurma 2920 Gram

Bu gıda maddelerinin kendileri veri­lebileceği gibi, para olarak değerleri de verilir. Hangisi fakirin yararına ise onu vermek daha uygundur. Bir fitre yalnız bir fakire verilir, ikiye bölünmez. Bir fakire birden fazla fitre verilebilir. Fitre niyet edilerek verilir. Ancak bunun fitre olduğunu fakire söylemek gerekmez. İçinden niyet etmesi yeterlidir.

Zekât hangi fakirlere verilirse fitre de onlara verilir. Bir özürden dolayı Rama­zanda oruç tutmayanlar da, nisap mik­tarı mal veya paraya sahip iseler fitrele­rini vermekle yükümlüdürler.

Varlıklı müslümanlar fitre vermek suretiyle fakirlere bayram sevincini tat­tırırlar. Böylece, hem borcunu ödemiş, hem de sevap kazanmış olurlar. Fitre vermek, orucun kabul edilmesine, ölü­mün şiddetinden ve kabir azabından kurtulmaya vesile olur.



Fıtrat:

Sözlükte, "yaratılan her var­lığın ilk tarzı ve durumu" demektir. Diğer bir ifadeyle, "İlk yaratılış" dır.

Bu kelime, Kur'an âyetlerinde ve Ha­dislerde kullanılmıştır. Rûm Sûresi'nin 30. âyetinde Fıtrat kelimesi geçmekte­dir.

Bu âyet-i kerimede yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

(Ey Muhammedi) Dosdoğru ola­rak yüzünü dine, Allah'ın insanları ona göre yarattığı fıtratına çevir. Allah'ın yaratışında hiçbir değişme yoktur, işte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmez."

Müfessirle bu konuda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Ancak bu âyette ge­çen fıtrat kelimesinden maksat İSLÂM'dır.

"İlk yaratılış vaziyeti ve durumu mâ­nasına geldiğini söyleyenler olduğu gibi, "doğan bir çocuğun yaratanını tanıyabilecek kabiliyette yaratılması­dır." diyenler olmuştur. Ayrıca "Tevhid" anlamına geldiğini söyleyenler de olmuştur.

Alimler, görüşlerinin doğruluğunui ispat için bir takım deliller gösterirler. Meselâ; Fıtrattan maksadın İslâm oldu­ğunu söyleyenlerdelü olarak şu hadisi ileri sürerler:

Resûlullah (s.a.s) şöyle buyur­muştur:

"Beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıkları tıraş etmek, bıyıkla­rı kısaltmak, tırnakları kesmek, kol­tuk altındaki tüyleri yolmak," Yani bu beş şey fıtratın gereğidir. Dolayısıy­la İslâm'ın adabındandır. Bu hadis-i şerifte fıtrat, İslâm anlamında kulla­nılmıştır.

Fıtrat; doğan çocuğun yaratanını tanı­yabilecek kabiliyette yaratılması anla­mındadır, diyenlerin delillerinden birisi deşumeşhurhadis-i şerifdir:

Doğan her çocuk İslâm fıtratı üze­re doğar. Sonra annesi ve babası onu ya Hıristiyanlaştırır, ya Yahudileştirir veya Putperest yapar."

Fidye:

Sözlükte, "Kişiyi içine düştü­ğü durumdan kurtarmak için verilen mal ve karşılık"tır. Terim olarak, "İbadette meydana gelen bir noksanlığa karşılık olarak verilen mal ve bedel" dir.

Elmalı'lı Hamdi Yazır, fidyeyi şöyle tarif ediyor:

Fidye, birşeyin makamına kaim ol­mak üzere verilen bedel" demektir. Meselâ; oruç tutmayacak kadar hasta olan bir müslüman tutamadığı her güne karşılık bir fidye verir. Bu fidye, oruç makanına kaim bir bedeldir.

İslâm fıkhında fidye, ibadetlerden oruç hakkında ayette sabittir.

Bu: Hastalık ve ihtiyarlık gibi bir mazeret dolayısıyla eda ve kazaya imkan bulunmayan haller için meşru kılınmış­tır. Bunun ölçüsü, bir sadaka-i fitır miktarıdır.

İslâm'da birde harb esirlerini serbest bırakma karşılığında alınan fidye var­dır. Bu da Muhammed sûresinin 4. âyetiyle sabittir. 72

Fiil-i İzdirari:

Fiil, "amel ve iş" demektir. İzdirar ise, "zorlamak ve mecbur bırakmak" manasına gelir. Terim olarak, "mecburiyet karşısında kalındığı için zorla yapılan fiil ve iş" de­mektir.

İslâm fıkhındamükellefbirkimsenin, yani ergenlik çağına ermiş akıllı bir insanın fiilleri iki kısma ayrılır:

1- İhtiyari Fiiller: İcbar ve zor­lama olmadan kişinin hür irade ve nzasıyle yaptığı fiillerdir. Kişi ihtiyari fiillerinden tamamen sorumludur. Ken­di arzu ve iradesiyle adam öldürme, zina etme ve içki içmesi gibi...

2- İzdirari Fiiller: İcbar ve zorlama karşısında kişinin kendi hür irade­si ve rızası olmadan yapmak zorunda kaldığı fiillerdir. Acaba kişi, ızdırari fi­illerinden sorumlu mudur? Bu hususda fıkıh kitaplarında tafsilatıyla anlatılan bilgiler vardır.

Fiilî Sünnet:

Sünnet, (s.a.s)in bizzat yapmış olduğu fiiller"dir. Fiili Sünnet deyince, "Resûlullah'ın söz ve takrirleri dışında kalan sünnetleri kastedilmiş olur." 73



Fil Sûresi:

Fil va'kasından bahset­tiği için bu ismi almıştır. Mekke-i Mükerreme'de nazil olan bir sûredir. Tama­mı 5 âyettir. Bu sûre'de Ka'beyi yıkmak için hare­kete geçen planlar kuran ve isyan eden filler üzerindeki Ebrehe ordusunun başına gelen ilâhi azabı haber veriliyor.

Ayrıca insanları felaketten, inançsız­ları musibetten ve ilâhi azaptan hiçbir kuvvetin kurtaramayacağı da ihtar ediliyor.

Kâfirûn sûresinden sonra nazil olan fil sûresinde yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

(Ey Muhammedi Ka'beyi yıkma­ya gelen) Fil sahiplerine Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Onların düze­nini boşa çıkarmadı mı? Onların üze­rine sert taşlar atan sürülerle kuşlar gönderdi. Sonunda onları, yenilmiş ekin gibi yaptı.”

Firaset:

İşlerin içyüzünü, gerçek mahiyetini anlamaktaki maharet ve ka­biliyet" demektir.

Resûlullah (s.a.s) bir hadis-i şerifle­rinde şöyle buyuruyorlar:

"Mü'minin ferasetinden sakının. Çünkü o, Allah'ın nuriyle bakar,"



Firavun:

Eski zamanlarda Mısır'da hüküm süren Kıbti hükümdarlarına ve­rilen genel ad. Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde Firavun ile ilgili pek çok bilgi veriyor. Onun, Al­lah'a şirk koşarak kendisinin tanrı olduğunu ilanetü'ğini, kavmine zulmet­tiğini, Hz. Musa peygamberin onunla savaştığını uzun uzun anlatmaktadır. Nihayet İsrailoğullarına hitaben:



"Yine bir zaman sizin için denizi yarıp sizi kurtarmıştık. Firavun ve ailesini suda boğmuştuk.”74 buyurulmaktadır.

Fitne:

Fitne, aslında imtihan sınama demektir. Bu kelime altını, gümüşü potada eritmekte, iyiliği ve kötülüğü belli olmak için insana yapılan muame­lede kullanılır. Ayrıca küfür, azgınlık ve sapıklık, günah, aşağılık bir adam, azdırmak, delilik, iç isyan, karışıklık, ayrılık, kavga, bir şeye kalbin meylet­mesi ve sevgi beslemesi, belâ ve azap mânalarına da gelir.

Bunlardan ayrı olarak fitneyi, insan­ları bir fayda olmaksızın izdıraba, ihti­lâle, itilafa, mihnet ve belâya düşürmek şeklinde açıklayanlarda olmuştur.

Uykuda olan fitneyi uyandıran alânet edilmiştir.

Esasında fitne katilden (adam öldür­me) beterdir.

Kalbleri hasta olanlar, fitne çıkarmak için Kur'an-ı kendi akıllarına göre açıklarlar. Halbuki Kur'an'ın gerçek mâna­sını ancak Allah bilir.

Allah kimi fitneye düşürürse, onu ber­taraf etmeye hiç kimsenin gücü yetmez. Onlar o derece kötü kimselerdir ki, Al­lah onların kalplerini temizlememiştir. Dünyada hor ve küçük görülmek on­ların hakkıdır. Ahirette de onlara şid­detli azap vardır.

Allah'ın yolundan ayrılanlar fitne içindedir. Bunlar kör ve sağırdır. Diğer insanlar da bunlar sebebiyle imtihan edilmektedirler.

Şeytan insanoğlu için en büyük fitne­dir. Ona tâbi olanlar cennetten mahrum olurlar.

Bazen bir fitne yüzünden diğer insan­lar da büyük zarar ve ziyanlara uğrarlar. Bundan şiddetle sakınmamız emrolunmuştur.

Mallarımız evlatlarımız bizler için birer imtihandır. Hepimiz her an bu çeşit bir fitne içinde bulunduğumuzu unutmamalıyız.

Dünya üzerinde en büyük gayeleri­mizden biri de imansızlarla mücadele­dir. Fitae kalmayıncaya kadar bu böyledir.

Kâfir olanlar bile birbirlerinin yar­dımcılarıdır. Eğer bizler bunu yapmaz­sak yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesad içinde olduğumuzu hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Zalimler, şer ve fesadı arttırmak için aramıza muhakkak fitne sokmak ister­ler. Onların ne yapmak istediklerini en iyi bilen Allah'tır.

İslâm'dan evvel de bu fitneci ve fesadçılar kâinatın efendisi hakkında bir takım işler çevirmişlerdi. Nihayet Allah'ın yardımı sayesinde onların fenalarına gitmesine rağmen Hak galip gel­di. Fitneciler bozguna uğradı.

Münafıklar görmüyorlar mı ki onlar her yıl ya bir, yaiki kere ççeşitli belalara çarpılıyorlar da yine bozgunculukların­dan vazgeçmiyorlar. Ve onlar bu bela­lardan ibretle almıyorlar.

Müslümanların duaları da şöyle ol­malıdır:

"Biz yalnız Allah'a güvenip da­yandık. Ey Rabbimiz, bizi o zalimler topluluğuna bir fitne konusu yapma...”

Hiç kimse şu hakikati inkâr edemez:

"Her can ölümü tatlıcıdır. Sizi bir im­tihan olarak hayr ile de şer ile de deniyoruz. Nihayet ancak bize döndürülecek­siniz."

Allah'ın emrinden uzaklaşıp giden­ler: kendilerini dünyada bir fitne ve belâ çarpmasından, yahut ahirette onlara pek acıklı bir azab gelip çatmasından çekinsinler.

İnsana bir zarar dokunduğu zaman Allah'a yalvarır. Sonra kendisine Al­lah'tan bir nimet verildiği vakit; "Bunu bana ancak bilgimden dolayı veril­miştir." der. Hiç de öyle değil; bu ger­çekte bir imtihandır. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.

Ahir zamanda meydana gelecek bir takım musubetlerden korunmamız için Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de biz müminleri ikaz ediyor. Bir ayet-i ke­rimde mealen:

Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden, yalnız zulmedenlere çat­maz, (umuma tesir eder.)” 75 buyuruyor.

Kıyametin kopmasına yakın bir za­manda meydana gelecek bu fitneler, gelmiş geçmiş fitnelerin hiçbirine benzemez. Korkunç fitnelerdir bunlar.

Mü'minin kalbindeki imanına etki ede­bilecek büyük fitnelerdir. Bu fitnelerin neler olduğunu kainatın eşsiz insanı Fahr-i Âlem (s.a.s) Efendimiz bize haber veriyor. Ve bu fitnelerden korun­ma yollarını da beyan buyuruyor.

Usame (r.a)den şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz, (Medine) kalelerinden biri üzerine çı­kıp oradan bakmış da (Allah'ın izni ile asırlar sonrasını görerek) şöyle buyur­muştu:



Benim görmekte olduğumu siz de görüyor musunuz? Ben, evlerinizin arasına, yağmur (düşen) mevkilere fitnenin düştüğünü görüyorum.”76

Kıyametin kopmasına yakın bir za­manda fitne öyle bir çoğalacak ki, ta ev­lerin kapısına kadar gelecek. Caddeler, sokaklar, çarşı ve pazarlar, eğlence yer­leri, kahvehaneler hemen her yer fitne ile dolacak. İnsanlarda büyük bir şaş­kınlık ve korku meydana gelecektir. İşte bütün bunları haber veren cihanın eşsiz sultanı sevgili Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz, fitnelerden korunmamız için bizleri uyarıyor.

Bir hadis-i şeriflerinde meâlen:

(Ahir) zaman yaklaşır, ilim eksilir, fitne açığa çıkar, (kalpler) cimrilik ve hırs bırakılır, here (Öldürme, cinayet) çoğalır."

Ashab-ı Kiram:

“Ey Allah'ın Resulü, HERC ne de­mektir?” diye sorunca Resul-i Ekrem:

Öldürme, öldürme (hadiseleri)dir,” buyurdu

Ahir zaman fitneleri, korkunç fitne­lerdir. Bu fitnelerin alametleri, kalplerde hırs ve cimriliğin hakim olması, ilmin azalması, öldürme hadiselerinin, cinayetlerin, anarşinin çoğalmasıdır.

İşte fitneleri bize haber veren bu ala­metlerdir.

Cihan tarihinin en büyük sultanı sev­gili Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde meâlen:

Şu ümmet içinde dört (büyük) fit­ne olacaktır. Âlemin (yok olup) git­mesi sonuncusudur.”77 buyuruyor.

Hadis-i şerifte bahsi geçen dört büyük fitnenin ve sonuncusunun neler oldu­ğunu İmran bin Husayn'ın rivayet ettiği hadis-i şeriften öğreniyoruz:

“İlki, kan dökmenin helal kabul edile­ceği,”

“İkincisi, başkasına ait birmalin helâlmış gibi alınacağı,”

“Üçüncüsü, Zinanın yaygınlaşacağı,”

“Dördüncüsü, Deccal'ın çıkıp âlemi fesada vereceğidir.”

Zira Deccal, Âdemoğlu'nu sapıklaştırıp âlemin intizamını sarsacaktır.

Hemen bütün peygamberlerin üm­metlerine haber verdikleri, ondan ko­runmaları için ikaz buyurdukları en tehlikeli fitne olan deccal çıkacak ve âlemi fesada boğacaktır.

Sevgili Peygamberimiz, bu hususa dikkatimizi çekerek bu büyük fitneyi şöyle haber veriyor:

Önümüzde (ki zamanlarda) muhak­kak karanlık gece kıt'alan gibi fitneler olacaktır. O sırada, kişi, mü'min olarak sabaha girecek, kafir olarak akşama erişecektir. Mü'min olarak akşama ula­şacak da kafir olarak sabaha girecektir. O (fıtne)nin içinde (bulunup da) oturan, ayakta durandan hayırlıdır, yürüyen de konuşandan hayırldır." buyurdu. Ashab-ı Kiram:

“(Ey Allah'ın Resulü o zaman) bize neyi emredersiniz?” dediler. Resul-i Ekrem (s.a.s):

Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.s) Efendi­miz:



"Karanlık gece kıtaları gibi fitne­ler gelip çatmadan (önce hayırlı) iş­lerde acele ediniz. (Zira o sırada) kişi, mü'min olarak sabaha erdiği halde kafir olarak akşama girecek veya mü'min olarak geceye girdiği halde kafir olarak sabaha ulaşacak. Dünya metaından küçük bir şey karşılığında dinini satacak.”

Âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz'in, en büyük fitne olan deccaldan haber veren hadis-i şeriflerinden bazılarının meâlleri şöyledir:



"Eğer o (deccal) ben aranızda iken çıkacak olursa sizin önünüzde ona galib gelirim. Şayet o, ben aranızda yok iken çıkacak olursa kişi kendi nefsinin galibi (olmaya çalışacak)dır. Allah koruyucudur. Sizden kim ona yetişecek olursa sûre-i kehfin evvelin­den (on âyet) okusun. Zira bunlar sizi onun fitnelerinden korur." buyurdu. Biz:

“Onun yerde eğlenmesi beklemesi­ne kadar (bir zaman) sürecektir?” dedik. Rasul-i Ekrem (s.a.s):

Kırk gündür. Bir(inci) gün, sene gibi (uzun gelecek)dir. Bir gün, ay gibi. Bir gün de hafta gibi (uzun olacak)dır. Di­ğer günler sair günleriniz gibidir,” bu­yurdu. Biz:

“Ey Allah'ın Rasulü, sene gibi (uzun) olan günde bize bir gündüz ve gecenin (beş vakit) namazı yeter mi?” dedik. Rasul-i Ekrem (s.a.s):

Hayır, (yetmez). Her vakit için bir namaz (kararlaştırın). Sonra Meryem oğlu tsa (a.s) Dımeşk'in doğu tarafındaki Ak minareye inecek/Lüdd kapı­sından yetişip onu katledecektir.”78

Benim ümmetimden iki adam Meryem oğlu İsa'ya yetişir ve (Hz. İsa tarafından) Deccal'ın öldürülme­sinde hazır olur.79

Deccal gelip Medine'nin (yakın) bir yerine iner. Sonra Medine üç defa zelzele ile sarsılır da ne kadar kafir ve münafık varsa (oradan ayrılıp) ona (varmak üzere) çıkarlar.

Şefkat ve merhamet duygularının şahsında bir volkan gibi fişkırdığı sev­gili Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz şu meallerini arzedeceğim dört hadis-i şerifleriyle de bu fitneden (yani deccalın şerrinden) korunanları haber veriyor:

Said, fitnelerden uzaklaştırılan­dır. Saadeti bulan, fitnelerden uzak tutulandır. Said olan, fitnelerden uzak kılman ve bir belaya uğratılıp da hayıflanmasına sabredendir.”

"Bir takım fitneler olacak. Kişi o sırada mü'min olarak sabaha girdiği halde kafir olarak geceleyecektir. Ancak, Allah'ın ilim ile (manevi bir) hayat verdiği kimseler (bundan) müstesna kalacaktır.80

Fitne(vaktin)de kişinin selameti, evinde oturmaya bağlıdır.81

"İnsanlar üzerine bir zaman gele­cektir, o sırada müslümanın en ha­yırlı malı, koyunlar) olacaktır. On­ların peşinden gider(ek)dağlann ba­şında (toplanmış) yağmur suları bu­lunan yerlerde (hayvanlarını otlatır). Dinini korumak) sebebi ile fitneler­den kaçar.82

Fitre:83




Fuhuş:

Sözlükte, "Çirkin, çok çirkin ve haddi aşmak" manalarına gelir.

İstilanda ise; meşru olmayan yollar­dan meydana getirilen cinsi ilişkiler ve zina manasında kullanılmaktadır. Başka bir ifadeyle FUHUŞ; "kişinin vücu­dunu, aralarında nikah bağı olmaksızın başkalarının cinsi tatminine sunmasıdır. 84

Fukaha-i Seb'a:

Ashab-ı Kiram'dan sonra Medine-i Münevverede'de fetva vermeye başlayan yedi meşhur fakihe verilen isimdir. Bunlar; Saidİbnu'l Müseyyeb, Urve b. Zübeyr İbnu'l Avvam, Kasım b. Muhammed b. Ebi Bekr es-Sıddık, Ebu Bekrb. Abdurrahman b. el-Haris, Ubeydullahb. Utbeb. Mes'ud, Harce b. Zeyd b. Sabit, Süleyman b. Yesar'dir. Hepsi de aynı asırda yaşamış büyük alim ve müctehidlerdir.


Furkan:

Sözlükte, "iki şey arasını kesinlikle ayırmak ve bölmek" manasına gelir. Bu, hem maddi hem de mânevi konular hakkında Meselâ, Bakara sûre­sinin 50. âyetinde "kızıl Denizi ikiye ayırma" manasında kullanılmıştır. Hakkı hak olmayandan, küfrü iman­dan, helali haramdan kesinlikle ayıran her şeye de FURKAN denilir. İşte bu manalardan dolayıdır ki, Furkan keli­mesi, Kur'an-ı Kerim'in isimlerinden birisidir. Kur'an-ı Kerim'de el-Furkan adıyla bir sûre vardır. Bu sûrenin birinci ayetinde geçen FURKAN kelimesin­den maksat, müfessirlerin ittifakiyle Kur'an'dır. Yani yukanda arzettiğimiz manalardan dolayı Kur'an'a Furkan de­nilmiştir. Hz. Ömer’de Hakkı batıldan ayırmada gösterdiği üstün kabiliyet, başarı ve irfanı sebebiyle FARUK un­vanını almıştır.


Furkan Sûresi:

Furkân, iki anla­ma gelmektedir. 1- Hakkı batıldan, gü­zeli çirkinden, iyiyi kötüden, hayn serden, helâli haramdan, sevabı günah­tan ayıran bir kitap. 2- Bölüm bölüm, parça parça, olayları hedef alarak nazil olan kitap. Her iki anlamda Kur'an-ı Kerim'in en belirgin özelliğidir.

Sıra itibariyle 25. sûre olan Furkân su­resi, Mekke-i Mükerreme'de nazil ol­muştur ve 77 âyettir. Ancak, 68, 69, 70. âyetlerin Medine-i Münevere'de nazil olduğu rivayetler arasındadır. Adını ilk ayetlerden almıştır.

İşte Furkân sûresinin adını aldığı ilk âyet-i kerime:



Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu­na (Muhammed Aleyhisselam'a) Furkanı (hakkı batıldan ayırma öl­çüsü olan Kur'an'ı) indiren (Alland­ın hayır ve bereketi pek çoktur!"

Furkan sûresi ile ondan önceki nur süresi arasında bir münasebet vardır. Fukan sûresinin son âyetlerinde Peygamber’e tazim ve itaatin vücubu beyan buyurulmaktadır.

Furkandan asıl maksat Kur'an ise, zeri meydana getirilemeyen edebi mucizedir. Müşrikler benzerlerini rmek için en bilginlerini bir araya rerek defalarca denemişler ama meydana getirmekten aciz kalmışlardır. Bunun için de kalemle mücadeleyi akıp silahla mücadeleye sarılmıştır.

İhlas ve samimiyetle okuyan bir mü’min bütün bunları tefekkür etmekle beraber sevap kazanmış olacaktır.

Bu sûrede, Kur'an'ın belagat ve kudsiyyeri karşısında Müşrikler'in tutum­ları; inkarcılara Allah'ın vahdaniyetini bildiren deliller; ahiret günü hesap vak­tinde mü'minlerin cennete, kâfirlerin cehenneme girecekleri; insanoğlunun bu fani dünya hayatında iken bolluğa eriştiğinde taşkınlık gösterdiği, darlığa ve sıkıntıya düştüğü zaman da şaşırttığı beyan buy uruluyor.

Fücur:

Hiç aldırış etmeden günah­lara dalmak, halktan ayrılmak, doğru yoldan sapmak ve yalan söylemek" ma­nalarına gelir. Bazen zina etmeye ve edepsizlikte bulunmaya da fucûr denil­mektedir. Ayrıca, çirkin ve günah olan şeylerin kendisine de bu isim verilir. Kur'an-ı Kerim'in Şems sûresinin 8. âyetinde fucûr kelimesi "Takvâ"nın zıddı olan günahlara dalmak, şerre düşmek olarak ifade edilmiştir. Fucûr içerisinde olan insana Fâcir denir ki; "günahkar, hak yoldan sapan edepsiz kimse" demektir.



Füru:

Fer"' kelimesinin çoğuludur. Fer'; "Bîr gövdeden ayrılan kollar ve dallar" demektir. Mesela, ağacın furu'u, onun dallandır. Kişinin furuu onun çocuklarıdır. Bir konunun furu,'u o ko­nuyla ilgili tâli bilgilerdir. Fıkıh usu­lünde, özellikle ferasiz bahsinde furu usûlün zıddı olarak kullanılmıştır. Kişi­nin babası, dedesi... usûlü; çocukları, torunları... ise furu'udur.



Fütuhat:

Fetihin çoğuludur. Ülke­lerin İslam askerlerine açılmaları, fetih­ler. Aynı zamanda gönül ferahlığı, iç huzuru anlamlarına da gelen bu terim tasavvufta, manevi dereceleri geçerken kişinin gönlüne gelen feyiz ve bereket­ler, kalpte doğan beklenmedik anlamlar şeklinde kullanılır.



Fütüvvet:

Gençlik" demektir. Kehf sûresinin 13. âyetinde, "Fitye" ke­limesi kullanılmıştır ki "gençler" mana­sınadır ve fetâ kelimesinin çoğuludur. Fetâ; "genç, delikanlı, yiğit" demektir.

Kehf sûresinde anlatılan imanlı genç­lerin kıssası, İslâm'da mânevi değerlere bağlı gençlere verilen önemi ifade etmek bakımından yeterli bir delildir. Çünkü Cenab-ı Hak, imanlı gençleri övüyor. O gençler ki; küfrün hakim olduğu bir toplumda hidayete ermişler­dir. İmânlarını muhafaza etme yolunda kafir milletlerden kaçmışlar, yurtların­dan göçmüşler, aile ve akrabalarından geçmişler, dünyanın her türlü zinetinden sıyrılarak hayatın eğlencelerini feda etmişlerdi. İşte Allah bu gençleri övüyor.


Yüklə 1,14 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin