Garibü'l-Kur'an:
Kuranı Kerim'de geçen anlaşılması zor kelimeleri inceleyen ilim dalının adı. Garibü'l-Kur'an, Kur'an ilimlerinden birisidir.
Gasb:
Sözlükte," Başkalarına ait bir şeyi cebir ve zulüm yoluyla zorla almak" anlamına gelir. İslâm hukukunda ise, "Bir kimsenin maddi değeri olan bir malını, izni olmadan haksız yere almak veya işgal etmek"tir.
Malı alana gâsib, alman mala da mağsub denir.
Gasbedilen mal, olduğu gibi duruyorsa gasb edildiği yerde sahibine geri verilmesi lazımdır. Gasb edilen mal, harcanmış ise gasbeden tarafından bedelinin ödenmesi gerekir. Malın zayi ve yok olmasına gasbeden şahsın kastı olsun olmasın, hüküm değişmez. Gasbedilen mal; kıymeti verilebilecek cinstense kıymetini, misli verilebilecekse mislini vermesi gerekir. Mesela gasbedilen hayvan telef olmuşsa kıymetini, gasbedilen buğday zayi olmuşsa mislini öder.
Gasbeden, gasbettiği malı ismi değişecek tarzda değiştirmişse o malın kıymetini öder, malda gasbedenin olur. Gasbedilen malda üreme veya çoğalma olmuşsa bu fazlalık da malın sahibine aittir. Gasbeden bunlan kullanmış veya harcamışsa bedelini ödemesi gerekir.
Gaybdan Haber Verme: 88
Gasl-ı Meyyit:
Sözlükte gasl; "yıkamak"; meyyit ise; "ölü" demektir. Şu halde gasl-i meyyit; "ölüyü yıkamak" manasına gelir.
Ölüleri yıkamak, dirilere farz-i kifayedir. Bir müslüman ölünce yıkanması için teneşire veya teneşire benzeyen uygun bir yere sırtüstü yatırılır.
Elbiseleri çıkarılıp avret yerleri örtülür. Ele bir bez sarılır. Önce avret mahalli yıkanır. Sonra şu şekilde abdest aldırılır. Abdeste yüzünden başlanır. Mazmaza ve istinşak yaptırılmaz. Parmağa sanlı bir bezle dudaklannın içi, dişleri ve burun delikleri ıslatılır. Kolları yıkanır, başına meshedilir. Ayakları da yıkanır. Abdest işi tamamlandıktan sonra üzerine sıcak tatlı su dökülür. Saçı ve sakalı sabunla yıkanır. Başı ve bedeni temizlenir. Sonra sol yanma çevrilir. Sağ tarafı yıkanır. Sağ yanına çevrilip sol tarafı yıkanır. Dökülen sular, sırtının teneşirle temas eden kısmına kadar ulaştırılır. Bu kez, ölüyü yıkayan kimse, ölünün belinden yukarı kısmını kendisine yaslar ve karnına yavaşça dokunur. Ölünün vücudundan herhangi birşey çıkarsa onu da yıkar. Fakat yeniden abdest veya güsül abdesti aldırmaz. Üç defa yıkamak sünnettir.
Dağılacak derecede şişmiş, dokununca dağılacak durumda olan ölüye abdest aldırmadan, üzerine su dökmek yeterlidir. Cenazenin yıkandığı yer örtülü yer olmalıdır. Yıkayıcı ve yardımcılarından başka kimse orada bulunmamalıdır. Yayılması uygun olmayan bir durumla karşılaşsalar bile bunu teşhir etmezler.
Cenaze yıkarken erkek ölüyü erkek yıkayıcı, kadın ölüyü de kadın yıkayıcı yıkar.
Hanefi mezhebine göre erkek hanımı yıkayamaz. Ancak diğer üç mezhebe göre yıkar.
Gaşiye Suresi:
Zariyat suresinden sonra nazil olan bu sure adını ilk ayetten almıştır, Örtü, zar, perde gibi anlamlara gelmektedir. Resulullah Cuma namazından sonra, Cuma süresiyle birlikte, kıyametin dehşetini anlatan bu sureyi okumuştur. Kur'an-ı Kerim'in 88. suresi olan Gaşiye suresinde inanan inanlarla inkarcıların nitelikleri ve ahiret hayatında vaadedilen şeylere kavuşacakları, inananların cennete, cennet nimetlerine, ebedi saadete ulaşacakları; inkarcıların ise cehenneme ateşe, azaba düşecekleri haber verilmiştir. Mekke'de nazil olan ilk surelerden olduğu rivayet edilen Gaşiye suresi 26 ayettir.
Gavs:
Sözlükte bu kelimeye mastar olarak anlam vermişlerdir ki, "yardım etmek" demektir. İsim olarak da "yardım" mânasına gelir. Bu kelime Kur'an-ı Kerim'in birçok âyetlerinde geçmektedir. (Meselâ, İstigâse: yardım istemek, igâse; yardım etmek, kurtarmak gibi...) AZAM ise; en büyük, daha büyük manalarına gelir. Böylece tamlaması, "en büyük yardım" demektir. Bazah da bu terkib; "en büyük yardım eden", "en büyük yardımcı" anlamında kullanılır.
Tasavvuf dilinde büyük velilere, "Gavs" denir. Gavs, kutup manasına da kullanılmaktadır. "Gavs-ı Azam" veya "Kutb Azam", en büyük veli demektir.
Önemli işleri, halledilmesi güç olan problemleri olanlar, Gavs-ı Azam'a müracat ederler. Onun teberrüken aracı olmasını ister, ondan dua talep ederler. Sıkıntısı olanlar, kendisine müracaat ettikleri ve kendisinden dua ve yardım bekledikleri için ona "Gavs" denilmiştir.
Gayb:
Sözlükte, "gizli olan, belirsiz, görünmeyen, duyu organları ile bilinemeyen şey" gibi anlamlara gelir.
İslâmî anlamda ise, "Duyu organlarıyla anlaşılamayan ve aklın bedahetiyle bilinemeyen şey"dir. İki kısma ayrılır:
1-Allah'dan başka hiç bir kimsenin bilmesi mümkün olmayan gayb. En'am sûresinin 59. âyeti bu kısmı bildirmektedir.
"Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Ondan başka hiçbir kişi onları bilemez.
2- Akli veya nakli delillerle bilinebilen gaybdır.
Allah'ın varlığı, sıfatlan, ebedi âlem ve ahvali gibi.
Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Allah sizi gayb vakıf kılacak değildir. Fakat Allah, Peygamberlerinden dilediğini seçer(onu gaybe vakıf kılar.) O halde Allah'a ve O'nun Peygamberlerine inanın; eğer inanır ve günahlardan korunursanız sizin için büyük mükafat vardır." 89
"Gaybı bilen Allah'tır. Kimseyi gaybına muttali etmez. Ancak razı olduğu Peygambere gösterir. Çünkü Allah, Peygamberinin önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar (onlara verilen bilgilen şeytanların kopmasına yahut onlara yanıltıcı şeyler karıştırmasına engel olur”.90
Gayb İlmi:
İnsanın müşahade ve bilgi sınırları dışında kalan gerçekler âlemine ait bilgiler" diye tarif edilen gayb ilmi, insanın şahsi bilgileri ölçüsünde derecelidir.
Bir Peygamberin gayb bilgisi ile sıradan bir insanın gayb bilgisi elbette bir değildir.
En yüksek bilgi ve idrak seviyesinden en aşağı avami bilgilere kadar olan gayblara: "hükmi venâfı gayb" adı verilir. Bir de: "hakiki ve mutlak gayb" vardır ki; bu, Allah'a aid ve EL-BATIN sıfatının sınırı olmayan tecelliler âlemidir. Bu gayba hiç kimse muttali olamaz.
Ancak Meleklerden, Peygamberlerden dilediği kullanna ve lüzumu kadar gaybi kıymetlerini açar. Evliyaullah'ın (Allah'ın veli kullarının) bilgileri de bu gayb ilmine dayanır. Şu fark ile:
Peygamberlerin gaybi bilgileri vehbi ve şaşmaz. Evliyaullahın gaybi hakikatleri ise yakınlaşma ve nefsi temizlik dereceleriyle mütenasip-kesbidir.
Fenni keşifler, ilmi buluşlar, şairane bedialar da zeka, tahsil, mesai, kabiliyet ve duyuş derecelerine göre maddi kesb ve kazanma kanununa dayanır.
Demekki: İlâhi ilimler, Peygamberlere özel bir terbiye ve imtiyazlı bir gelişme neticesi zaruri bir ihsan şeklinde açıldığı gibi Veliler'e de mânevi kazançlardan olan nefsini ilâhi ahlak ile terbiye, ibadet, Kur'an ve Hadis ilimlerinden istifade, rüya inkişafları gibi vasıtalarla Hak'ka yakınlık derecelerine göre lütfolunur.
Velilerin gaybe dair varidat-ı kalbiyelerine "keşif de denir. Fakat mânevi esaslar dahilinde olan keşif ile maddi kazanmalar ve çalışmalar neticesi olan kesifi birbirinden ayırdetmek gerekir.
Bunu ayirdedemeyen bazı zavallılar, Evliyaullah'ın kerametleri yle ehl-i fennin icad ve ibdalarını birbirine karıştırmakta ve hatta bazıları daha da ileri giderek mucizelerle fenni ibdaların bir farkı olmadığım iddia etmektedirler. Bunlara:
"İlmi cehalet ve fikri sapıklık" demek münasip olur.
Mucize ile kerameti ve ehli fennin icad ve ibdalarını birbirinden ayırdedemeyen, aralarındaki mukayese edilemeyecek kadar büyük farkları göremeyen insanlar elbette cahillerdir. İslâm'dan nasib alamamış, kalbini Kur’an nuruyla aydınlatamamış zavallı kimselerdir.
Mucize, yalnız Peygam beri ere mahsus harikulade hallerdir. Peygamberliklerini isbat etmek için Allah tarafından verilen özel bir lütuftur. Peygamberlerin dışında hiçbir insan mucize gösteremez. O şeref yalnız Peygamberlere hastır.
Keramet ise Evliyaullah'da (Allah'ın veli kullarında) zuhureder. Keramet de Allah'ın bir lütfudur. Velilere münhasırdır.
Bir de istidraç adı verilen bir durum yardır ki, o da kâfirlerde meydana gelir. İstidraç küfürdür. Kâfirin küfrünü artırır ve insanı küfre sürükler.
Şuurlu bir Müslüman, Mucize, Keramet ve istidraç arasındaki muazzam farkı idrak eder. Ona göre hareket etmesini bilir.
Bir takım cahiller de gaybi hakikatleri; kahinlerden, bilici ve buluculardan, yıldızname bakıcılarından, falcılardan, kuş niyetlerinden, cincinlerden, ruh ıcılarından, medyumlardan, tıllardan, sihirbazlardan öğrenmeye nakta ve çeşitli yolsuzluklara, sapıklıklara düşmektedirler
Gaybi bilgilere vakıf olabilmek için günlerce, aylarca hatta yıllarca büyücü -dizleri önünde diz çöküp kalkma- ve onlardan ders almaya çalışan falcılık ve kehanet öğrenen, ruhları çağırmaya çalışan, akıl almaz hareket yapan, günlerce aç ve susuz kalan ancak bu şekilde gaybi ilimlere vakıf olabileceğini zanneden zavallılar az değildir günümüzde...
Eskiden yani Resulullah (a.s)'m Peygamberliğinden önce bazı kimselerden haber verir, semavi sırlarla alakalı olduklarım söylerlerdi. Bazı sözleri doğru çıkardı. Araplar bunlara: in veya arraf' derlerdi. Yani gaib-haber verici ve kayıpları bulucu, illeri bilici adamlar demekti. Bazı fesatçı ve anormal kimselerin şeytani faaliyetlere müsait oluşu onları cinlere, hayallere, evhamlara sevketmiş ihinliği, falcılığı, büyücülüğü mesdinmelerine neden olmuştur.
Kur'an-ı Kerim, bu ko'nuda bize uyarıcı veciz bilgiler vermektedir.
Meleklerin sahası olan semalar; cihan isine ait İlâhi sırlarla doludur. İlahi emirlerin alınıp Meleki vazifelerin konuşmaları ihtiva eden bir mele-i yüce ve kudsi meclis)den bahseden kitabımız; dünyaya ait haberleri ve vazifeleri konuşan meleklerden cinlerin havadis topladıklarını Cin sûresinde beyan buyurmaktadır:
“Doğrusu biz(cinler topluluğu, meleklerin sözlerini dinlemek için) semayı yokladık da onu (meleklerden ibaret) çok kuvvetli bekçiler ve şihaplarla (akan yakıcı yıldızlarla) doldurulmuş bulduk." "Halbuki biz (Peygamberlerin gönderilmesinden önce) haber dinlemek İçin göğün bazı (bekçilerinden boş) yerlerine otururduk; fakat şimdi, kim dinleyecek olursa kendisini gözetleyen bir şihap (yakıcı bir yıldız) buluyor.”91
Saffat sûresinde de:
"Gerçekten biz, en aşağıda olan gökyüzünü yıldızlardan ibaret bir süsle donattık. (Hem o göğü) itaatten çıkan her şeytandan koruduk, O şeytanlar, melekler topluluğunun kelamını dinleyemezler; her taraftan kovulup atılırlar. Uzaklaştırılırlar, Onlara (ahirette) devamlı bir azab var. Ancak (o şeytanlar içinden meleklerin sözünü) bir çalıp kapan olur. Onu da yakan parlak bir yıldız takip eder” 92
Hicr sûresinde ise:
"Gerçekten biz, gökte burçlar yarattık ve göğü bakan kimseler için yıldızlarla süsledik. Ve göğü taşlanan (Allah'ın rahmetinden kovulan) her şeytandan koruduk. Ancak, kulak hırsızlığı eden şeytan vardır ki onu, apaçık bir yıldız takip eder (ve üzerine düşerek onu yakar)". 93
Bütün bu mübarek âyetler, bize semaların bizce meçhul idaresinden ve yerle gök arasındaki münasebetlerden derin ve insanca bir üslup ile hakikat ve ifşa pencereleri açmaktadır.
Maddi gözler için görünmez varlıklar olan cinlerin müfsidleri, semavi sırlara vakıf olabilmek emeliyle semanın muayyen noktalarına kadar yükselirler ve oradaki meleklerin ilâhi idareye ait sır teatilerinden haberler almak isterler. Ve bunu fırsat buldukça yapmaya çalışırlardı.
Lâkin Peygamber'imiz (s.a.s) Efendimiz'in peygamberliği ve irşadıyla yeni bir mânevi hayata girecek olan dünyayı müfsid cinlerin faaliyetlerinden muhafaza için sema, şihablarla özel bir muhafaza altına alınmıştır.
Eskisi gibi rahatça haberler alamıyorlar ve kapmaca kulak hırsızlığı ile bir haber alınacak olursa; arkalarından şihablar, ateşin mermiler halinde süzüldüğü bu mânevi emniyet, Bi'set-i Muhammediye şerefine kurulmuştu.
O zaman, bir takım müfsid ve kâhin adım alan insanlar fesaddaki iştirakleri dolayısıyla cin ve şeytanlardan bazı haberler alırlar; bunların içinde bulunan doğru bir habere yüzlerce yalan eklemek suretiyle müfsidlik icra ederlerdi.
Nitekim bir Hadis-i Şerifte:
Hz. Aişe (R.anha) validemiz Resulullah (s.a.s) in kahinlerden şöyle sual açtığını hikaye eder:
“Ya Resulullah! Kahinler bize bir takım şeyler söylüyorlar. Onları doğru buluyoruz...”
Resulullah(s.a.s):
“O, Hak bir kelimedir. Yani doğru bir sözdür ki; onu cinni ezberler ve dostunun kulağına atar; o doğruya da yüz yalan ilave eder" buyurdu.
Cin ve insanların fesat ihtilatlan neticesi zuhur eden kahinlik; yüzde bir doğru ile piyasaya çıkmış bir butları mesleğidir. İnsan ve cin şeytanları daima dostlanna fesad kelimelerini telkin ederler ki, hakikat erbabıyla mücadelenin ardı arası kesilmesin.
İşte bu kâhinler ve benzeri hurafeciler; türlü şeytanlar ve yaldızlı sözlerle parlak ve cazip yalanlarla kalpleri kendilerine meylettirmeye, fasada sürüklemeye çalıştıkları için bir Ayet-i Kerimede:
"Böylece biz her Peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. O şeytanlar, aldatmak için birbirleriyle lafın yaldızlısını telkin ederler. Eğer Rabbim dileseydi bunu yapamazlardı. O halde onları uydurmakta oldukları yalanlarıyla baş başa bırak.”94
Âyet-i Kerime'de açıkça belirtiliyor ki; insan ve cin şeytanlarının maksatları imâna ginnemiş kalpleri kendilerine meylettirmek için bir fesat faaliyetinden ibarettir.
Lâkin Kur'anla aydınlanan gerçek mü'minler, müfsitlerin parlak sözlerine, kâhin ve falcıların hilelerine aldanmaz ve kendilerini kaptırmazlar.
Dostları ilə paylaş: |