Peygamber (s.a.a), Hicret’in 7. yılında Hayber Yahudilerinin silâhsızlandırılmasına karar verdi. Peygamber’in amacı iki şeydi:
1- Hayber, İslâm hükûmetinin aleyhine çalışan bir fitne ve casusluk yuvasına dönmüştü. Bu kalenin Yahudileri defalarca İslâm düşmanlarıyla işbirliği yapmışlardı. Özellikle Hendek Savaşı’nda Ahzap ordusunun takviyesinde önemli rol oynamışlardı.
2- Uzun yıllar birbiriyle savaşmış olan zamanın iki büyük gücü, İran ve Rum İmparatorlukları karşısında İslâm’ın üçüncü bir güç olarak zuhur etmesi, onlar için tahammül edilecek bir şey değildi. Bu yüzden Hayber Yahudilerinin, Kisra veya Kayser’e uşaklık yaparak, İslâm’ı yok etmek için komplo hazırlamaları mümkündü. En azından müşrikleri İslâm’ın aleyhine savaşmaya teşvik ettikleri gibi, bu iki imparatorluğu da bu yeni dinin gücünü kırmak için kışkırtabilirlerdi.
Bu durum, Resulullah’ın 1600 kişilik bir orduyla Hayber’e doğru hareket etmesine sebep oldu. İslâm ordusunun mücahitleri tarafından kaleler, ard arda ama zor ve yavaş bir şekilde fethedildi. Ancak “Gamus Kalesi” direniyordu. En büyük kale bu idi ve en güçlü savaşçılar orada bulunuyordu. İslâm mücahitleri burayı fethetmeye güç yetiremiyorlardı. Resulullah’ın şiddetli baş ağrısına tutulması, şahsen savaş sahnesinde yer almasını ve ordunun komutanlığını ele almasını engellemişti. Bu yüzden sancağı her gün Müslümanlardan birine veriyor, kalenin fethi görevini ona bırakıyordu. Ancak onların hepsi netice alamadan geri dönüyorlardı. Bir gün sancağı Ebu Bekir’e, ertesi gün Ömer’e verdi. İkisi de zafere ulaşamadan İslâm ordusunun karargâhına geri döndüler.
Bu duruma tahammül etmek Resulullah’a zor geliyordu. Sonunda şöyle buyurdu:
“Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki, Allah bu kaleyi onun eliyle açacaktır. O, Allah ve Resulünü sever, Allah ve Resulü de onu severler.”[19]
Resulullah’ın ashabı, o geceyi Peygamber’in bayrağı yarın kime vereceğini düşünmekle geçirdiler. Güneş doğduktan sonra İslâm ordusunun askerleri Resulullah’ın çadırının etrafını aldılar. Her biri, Peygamber’in bayrağı kendisine vermesini arzuluyordu. O sırada Peygamber şöyle buyurdu:
- Ali nerededir?
Cevap verdiler:
- Gözü ağrıyor; istirahat hâlindedir.
Resulullah buyurdu:
<>- Ali’yi getirin.
Ali (a.s) geldi. Resulullah onun gözünün iyileşmesi için dua etti ve bu dua sayesinde gözü iyileşti. Sonra bayrağı onun eline verdi.
Ali (a.s) şöyle dedi:
- Ya Resulullah! Onlarla İslâm’ı kabul edene kadar savaşacağım.
Resulullah buyurdu:
- Onlara doğru hareket et. Kaleye ulaştığın zaman önce onları İslâm’a davet et. Allah karşısındaki vazifelerini onlara hatırlat. Allah’a andolsun ki, eğer Allah senin elinle bir kişiyi hidayet ederse, senin için kızıl tüylü develere[20] sahip olmandan daha iyidir.[21]
Hz. Ali (a.s), bu görevi başarıyla yerine getirdi ve bu güçlü kaleyi eşsiz bir şecaatle fethetti.
Hicaz’ın müşrik kabileleri arasında putperestlik ve şirke son vermeyi amaçlayan hareketin başlamasından yirmi yıl geçiyordu. Bu müddet içerisinde onların yaklaşık tümü İslâm’ın putlar ve putperestler hakkındaki mantığından haberdar olmuşlardı. Puta tapmanın, atalarını körü körüne taklit etmekten başka bir mantığı olmadığını anlamışlardı artık. Bu batıl mabutların, başkaları için hiçbir şey yapamaya güçleri olmadığı gibi, kendilerinden bir zararı uzaklaştırmaya veya kendilerine bir fayda ulaştırmaya da güçleri yoktu. Dolayısıyla böyle mabutlar, asla övgüye ve ibadete lâyık değillerdir.
Uyanık bir vicdan ve açık bir kalple Resul-i Ekrem (s.a.a)’in sözlerini dinleyenlerin yaşamlarında derin bir değişiklik meydana geliyordu. Puta tapmaktan tevhide ve bir tek ilâha tapmaya yöneliyorlardı. Özellikle Mekke’nin fethinden sonra İslâm tebliğcileri özgür bir ortamda bu dinin beyanı ve tebliğine koyuldular. Neticede şehirlerde ve köylerde halkın çoğu putları kırdılar. Tevhid nidası Hicaz’ın birçok yerinden yükselmeye başladı. Fakat yine de bazı cahil ve mutaassıp kimseler, hurafe ve hayallerle dolu, onlarca ahlakî ve içtimaî bozuklukları beraberinde getiren kötü âdetlerinden vazgeçmiyorlardı. Artık tüm ahlakî ve içtimaî fesatların kaynağı olan ve insanın onuruyla bağdaşmayan putperestliğin kökünün kurutulmasının zamanı gelmişti.
Böyle bir zamanda Beraat (Tevbe) Suresi nazil oldu. Resulullah (s.a.a), binlerce insanın çeşitli şehirlerden gelerek Mekke’de büyük bir içtima oluşturdukları hac merasiminde, yüksek bir sesle Allah ve Resulü’nün müşriklerden beri olduğunu, dört aya kadar durumlarını açığa kavuşturmaları gerektiğini Hicaz müşriklerine bildirmekle görevlendirildi. Eğer tevhid dinine girerlerse, diğer Müslümanların safına geçecekler, İslâm’ın maddî ve manevî imkânlarından <>faydalanacaklar; fakat eğer inatçılıklarına devam ederlerse, dört aydan sonra savaşa hazır olmaları gerekecek ve yakalandıkları yerde öldürüleceklerdi.
Beraat Suresinin ayetleri Resulullah’ın hac merasimine katılmamaya karar verdiği bir zamanda indi. Bir yıl önce Mekke fethedildiği zaman Allah’ın evini ziyaret etmişti. Sonraları “Haccetü’l-Veda” diye adlandırılan haccı da o yıl değil, bir sonraki yıl yerine getirecekti. Bu sebepten dolayı yerine birini göndermesi gerekiyordu. Bu amaçla önce Ebu Bekir’i huzuruna çağırdı. Beraat Suresinin ilk ayetlerini ona öğreterek, kurban bayramında bu ayetleri hacda toplanan kalabalığa okuması için kırk kişiyle birlikte Mekke’ye gönderdi.
Ebu Bekir Mekke’nin yolunu tuttuktan sonra vahiy nazil oldu. Peygamber’e, bu mesajı (henüz kimseye açıklanmamış olan Beraat Suresinin ilk ayetlerini) ancak kendisinin veya kendisinden olan birisinin ulaştırması, bu ikisinden başkasının bu görevi yerine getirmeye yetkisinin olmadığı emri verilmişti.
Acaba vahyin bildirdiği “Peygamber’den olan bu şahıs” kimdi?
Fazla geçmeden Resulullah (s.a.a), Ali (a.s)’ı huzuruna çağırdı. Mekke’ye doğru hareket etmesini, Ebu Bekir’den ayetleri almasını ve ona, vahy-i ilâhînin, bu görevi ya kendisinin ya da kendisinden olan birisinin yerine getirmesini Peygamber’e emrettiğini, bu yüzden bu işi kendisine devretmesi gerektiğini söylemesini emretti. Ali (a.s), Cabir ve ashaptan bir grup ile Mekke’ye doğru hareket etti. Ali (a.s), Resulullah (s.a.a)’ın özel devesine binmişti. Bir süre sonra öndeki gruba yetişerek Resulullah (s.a.a)’ın emrini Ebu Bekir’e iletti.
O da ayetleri Ali (a.s)’a teslim etti.
Emirü’l-Mü’minin Mekke’ye girdi. Zilhicce ayının 10. günü Cemere-i Akabe’nin üstüne çıktı. Yüksek bir sesle Tevbe Suresinin ilk ayetlerini okudu ve Resulullah’ın dört maddelik ihtarnamesini herkesin duyacağı bir şekilde açıkladı.[22]
Kur’an ayetleri ve Resulullah’ın ihtarnamesinin müşrikler üzerinde çok büyük etkisi oldu. Dört ay geçmeden grup grup İslâm’a girdiler. Hicret’in 10. yılı bitmeden artık Hicaz’da şirkin kökü kazılmış oldu.
Ebu Bekir, azlinden sonra rahatsız bir şekilde Medine’ye dönünce Resulullah (s.a.a)’in huzuruna çıkarak şöyle dedi:
“Beni bu iş için lâyık görmüştün, ama fazla geçmeden beni bu görevden azlettin. Acaba bu konuda Allah’tan bir emir mi geldi?”
<>Resulullah şöyle cevap verdi:
“Allah’ın elçisi geldi ve; “Sen veya senden olan birisi dışında kimsenin bu görevi yerine getirme yetkisi yoktur.” dedi.”[23]
Dostları ilə paylaş: |