Gezici hastanenin koğuşunda öğleden sonra birinin beni görmeye geleceğini bildirdiler. Sıcak bir gündü, içerde sinekler uçuşuyordu vızır vızır. Emireri bir sopanın ucuna bağladığı kâğıtlarla tavandaki sinekleri kovmaya çalışıyordu. Sonunda bu işten sıkılan emireri, uyuyunca sinekler de tavandan aşağı indiler. Ben de üfleyerek onları kaçırdım. Sonra uykuya daldım.
Hava çok sıcaktı. Uyandığımda bacaklarımın kaşındığını duydum. Emirerini uyandırdım; sargıların üzerine maden suyu döktü. Yatak böylece biraz serinlemiş oldu.
Uyumayanlar koğuşta karşıdan karşıya çene çalıyorlardı. Öğleden sonraları pek sessiz olurdu nedense. Sabahları sırayla üç. hastabakıcıyla bir doktor hastalara bakmaya çıkardı; yaralar sarılırken yataklar yapılabilsin diye hastayı pansuman odasına götürürlerdi.
Bu yer değiştirme hiç de hoş olmazdı. Yatakların içinde yatılırken de düzeltilebileceğini sonradan öğrendim.
Yatağa su dökülünce enikonu serinlemiştim. O sırada doktorlardan biri Rinaldi'yi getirdi. Yatağa eğilip, yanaklarımdan öptü. Ellerinde eldiven vardı.
“Nasılsın evlat?” diye sordu. “Bak sana ne getirdim.”
Bir şişe konyak getirmişti. Emireri bir sandalye buldu; Rinaldi oturdu.
“Sana iyi haberlerim var: Medaglia d'argento'yu (Gümüş madalya) alacaksın ama belki de bronz madalya verirler.”
“O niye?”
“Ağır yaralandın diye. Bir kahramanlık yaptığını kanıtlayabilirsen gümüş madalya alabilirmişsin. Nasıl oldu bu iş? Ne gibi bir kahramanlık yaptın?” “Kahramanlık filan yapmadım. Yaralandığımda peynir yiyorduk.”
“Hadi hadi! Mutlaka bir kahramanlık yapmışsındır. İyi düşün?”
“Yapmadım.”
“Hiç kimseyi sırtında taşımadın mı? Gordini birkaç kişiyi sırtında taşıdığını söylüyor. Ama bakım merkezindeki doktor binbaşı bunu kabul etmiyor. Ayrıca madalya alabilmen için binbaşının da imzasını alman gerek.”
“Kimseyi sırtımda taşımadım. Zaten yerimden kımıldayacak durumda değilim.”
“Önemi yok,” dedi Rinaldi.
Eldivenlerini çıkardı.
“Sana gümüş madalya verdireceğiz galiba. Öteki yaralılardan önce sana bakmalarını istemediğin doğru mu?”
“Pek ayak diremedim.”
“Olsun. Şimdi yaralısın ya ona bak! Harekât da başarılı geçti.”
“Irmağı geçtiler mi?”
“Elbette! Bin kadar tutsak almışlar. Bildiriyi okumadın mı?”
“Hayır.”
“Ben sana getireyim de oku. Çok başarılı bir saldırı.”
“İşler nasıl?”
“Çok iyi. Keyfimiz yerinde. Seninle gurur duyuyoruz. Nasıl oldu, anlatsana? Mutlaka gümüş madalya verirler sana, anlatsana... “
Sustu ve düşündü:
“Belki de İngilizler madalya verirler. Tanıdığım bir İngiliz var. Gidip onunla konuşacağım. Bakarsın o bir şeyler yapabilir. Çok mu acı çekiyorsun? Bir içki yuvarla. Asker, bir şişe açacağı getir. Ah, görmeliydin, tam üç metre ince barsak çıkardım The Lancet Dergisi için bir yazı serisi olur. Çevirisini de sen yaparsın. Zavallı evlat, nasıl hissediyorsun kendini? Nerede kaldı şu kahrolası şişe açacağı? Çok yürekli ve sessizsin. Sana baktıkça acı çektiğimi bile unutuyorum.”
Eldivenlerini yatağın ucuna vurdu.
“Buyrun Signor Tenente,” dedi, emireri.
“Şişeyi aç, bir de bardak getir, iç şunu. Kafatasında bir şey yok ya? Raporuna baktım. Kırık mırık yokmuş. Merkezdeki doktor binbaşı kasabın teki. Bu işi ben üzerime alsaydım, hiç canın acımazdı. Nasıl yapılacağını öğreniyorum. Gün geçtikçe daha iyi öğreniyorum. Bu kadar çok konuştuğum için bağışla beni, evlat. Seni böyle ağır yaralı gördükçe içim sızlıyor. İç şu konyağı. On beş lirete aldım. Beş yıldızlı. Yani iyi olsa gerek... Buradan çıkınca gidip şu İngilizi göreyim de sana bir madalya versinler.”
“Kolay kolay madalya vermezler adama.”
“Çok alçak gönüllüsün. İrtibat subayını gönderirim: o İngilizi yola getirmesini bilir.”
“Miss Barkley'i gördün mü?”
“Merak etme, hemen onu buraya getiririm.”
“Yoo... istemez,” dedim. “Gorizia'dan söz et bana. Kızlar nasıl?”
“Kızmız kalmadı. İki haftadır aynı terane. Artık gitmiyorum. Utanç verici bir şey. Kız değil onlar, eski silah arkadaşları... “
“Hiç gitmiyor musun?”
“Arasıra yeni bir şey var mı diye bakmaya gidiyorum. Hepsi seni soruyor. Öyle uzun süre kaldılar ki, arkadaş olup çıktık.”
“Kızlar belki de cepheye gitmek istiyorlardır.”
“İstemez olurlar mı! Elde bir sürü kız var. Bu işi çekip çeviremiyorlar. Arkada sığınaklarda gizlenenler için tutuyorlar onları.”
“Zavallı Rinaldi,” dedim. “Yapayalnız kaldık savaşta. Yeni kız da yok.”
Rinaldi kendine bir bardak daha konyak doldurdu.
“Evlat, konyağın sana zararı dokunacağını sanmam. Biraz daha iç.”
Konyağı içtim, boğazımdan kayarken sıcaklığını duyuyordum. Bir bardak daha doldurdu Rinaldi. Yatışmıştı artık. Bardağı kaldırarak:
“Kahramanlık yaralarının şerefine,” dedi. “Gümüş madalyanın şerefine. Bu sıcakta yatarken kendini kötü hissediyor musun?”
“Arasıra.”
“Senin böyle yorgan döşek yatabileceğini düşümde görseydim inanmazdım. Ben olsam çıldırırdım.”
“Sen zaten çılgınsın.”
“Ne kadar isterdim aramızda olmanı. Geceleyin gelip serüvenlerini anlatacak adam yok. Gırgır geçeceğimiz kimse yok. Borç para isteyeceğimiz kimse yok. Kankardeşi, oda arkadaşı yok. Niye yaralandın sanki?”
“Papazla gırgır geçersin.”
“Papazla mı? Papazla gırgır geçtiğimi gören var mı? Papazı severim, iyi insandır. O da gelecek seni görmeye.”
“Ben de severim onu.”
“Bilmez miyim? Kimi zaman ikiniz için şey diyorum... “
“Ağzını topla!”
“Brigata Ancona (Ancona Tugayı)'nın birinci alayındakiler için de o biçim diyorlar.”
“Defol git, şuradan.”
Ayağa kalkıp eldivenlerini giydi.
“Senin damarına basmaya bayılıyorum evlat. Hem papaz sevgilin hem de ingiliz kızın var. Biraz bana benziyorsun.”
“Yok canım!”
“Sen de İtalyan sayılırsın. İçin bomboş. Dışın ateş ve duman kaplı. Senin Amerikan olduğun palavra. Biz ikimiz kardeşiz; birbirimizi de çok seviyoruz.” “Ben gidince uslu dur,” dedim.
“Miss Barkley'i yollarım. Yalnız kalsanız daha iyi olur. O zaman daha canayakın oluyorsun.”
“Defolsana sen!”
“İngiliz tanrıçanı hemen yollayacağım. Böyle kadınlara olsa olsa tapılır.”
“Cahil ve aptalsın.”
“Neyim neyim?” “Cahilsin, salaksın.”
Bu söze bozulduğunu görünce devam ettim:
“Elifi görse mertek sanan su katılmamış salağın tekisin!”
“Öyle mi? O sizin tanrıçalarınız hakkında bir şey söyleyeyim mi? Bir kızla bir kadın arasındaki tek fark: kızla yatmak daha zordur. Benim bildiğim budur.” Eldiveniyle yatağa vurarak:
“Sonra,” dedi. “Kızın bu işten hoşlanıp hoşlanmayacağını da bilemezsin.” “Kızmacanım.”
“Niye kızayım? Senin iyiliğin için konuşuyorum. Kızla yatmak zahmetine girişmeni istemiyorum.”
“Demek tek fark bu?”
“Evet ama senin gibi binlerce budala bilmezler bunu.”
“iyi ki söyledin, bilmiyordum bak.”
“Biz kavga etmeyiz, evlat. Seni de severim. Yalnız bir aptallık edeyim deme sakın.”
“Etmem. Senin gibi akıllı davranacağım.”
“Kızma, evlat. Hadi gülümse. Bir de içki iç... Benim gitmem gerek.”
“İyi arkadaşsın.”
“Hele şükür iyi arkadaş olabildiğimi anladın. Savaş arkadaşlarıyız biz. Haydi öp beni de gideyim.”
“Pekyılışıksın.”
“Yoo, biraz fazla sevecenim, hepsi bu.”
Soluğunu duydum.
“Hoşçakal, yine görüşürüz.”
Soluğu uzaklaştı.
“İstemiyorsan öpmeyeyim seni. İngiliz kızını yollarım. Hoşçakal evlat. Konyak yatağın altında, geçmiş olsun.”
Gitti.