Fâİdeli BİLGİler



Yüklə 2,64 Mb.
səhifə18/44
tarix31.10.2017
ölçüsü2,64 Mb.
#23587
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   44

-226-

venilecek birşey lâzımdır.

27 - (Müslimânlar, rızkın ezelde ayrıldığına inanır. Kerîm olan Allahın onu geçindireceğini düşünür. Yolun neresinde kırılıp dağılacağı bilinmeyen eski bir araba gibi, herhangi bir tesâdüfün ona göstereceği ma’îşet yolunda sürüklenir. Kazancını çalışarak artırabileceğini düşünmez. Fazla çalışmağa lüzûm görmez. Tenbel, mütevekkil oturmasında dînin te’sîri böyledir.

İrâde sâhibi hür bir insan, nefsinin bir kuvveti olduğuna, nefsinin yapmağa kâdir olduğuna inanır. Bu i’timâd-ı nefs, insana hayât için mücâdele kuvveti verir. Mücâdele etdikçe, maksadına mâni’ olan zorluklar çoğaldıkça, sarsılan gururunun artan ateşi ile dahâ fazla çarpışmak arzû ve kuvvetini kendinde duyar. Çünki, sonunda kazanacağından emîndir. İşte bu emniyyet, bu îmân karşısında hiçbir şey dayanamaz. Yaşamak istiyorsak, kendimizde i’timâd-ı nefs hâsıl edelim) diyor.

Cevâb: Birinci cihan harbinde böyle ateşli i’timâd-ı nefs derslerini pek fazla aldık. Başımızı ne büyük belâlara çarpdığımızı gördük. Nefse güvenmek böyle deli gibi saldırmalara da sebeb oluyor. Birinci cihan harbinde nefse güvenmek yerine, Allaha tevekkül hâkim olsa idi, o hareketlerden, ma’kûl ve meşrû olan ince noktalardan hiçbiri ihmâl edilmezdi. Çünki, Allaha tevekkül etmek için, ahkâm-ı ilâhiyyeye uymak lâzımdır. Bu da, bütün ince noktalara ehemmiyyet verdirir. İslâmiyyet, hem çalışmağı, hem de tevekkülü birlikde emr etmekdedir. Tenbel oturup da, tevekkül ediyoruz diyenler, bu iki vazîfeden birini yapmıyan kusûrlu ve dînin beğenmediği kimselerdir. Çünki, islâmiyyetin iki emrinden birincisini yapıyor, ikincisini yapmıyorlar. Bunları kötüleyen reformcular da, birinci vazîfeyi bırakıp, ikincisini istemekle, kötüledikleri kimseler gibi ayblı, kusûrlu oluyorlar. Hattâ bunların hatâsı, çalışmayanların hatâsından dahâ büyük oluyor. Çünki, biz insanlar, elimizden geldiği kadar çalışdıkdan sonra, Allaha tevekkül ederek, işimizin karşılığını Allahdan beklemek ihtiyâcında bulunduğumuz gibi, çalışırken reformcuların bildirdiği nefs kuvvetini alırken bile nefsimize o kuvveti veren Allahı unutmayarak asl tükenmez ve yenilmez kuvvetin Allahı unutmamakda olduğunu düşünerek, ondan yardım beklemek üzere ikinci bir tevekküle muhtâcız. (Allah size yardım ederse, kimse size gâlib gelemez. Size yardım etmezse, kimse yardım edemez. O hâlde, mü’minler Allaha tevekkül etsinler!) ve (Sevgili Peygamberim! Onlara de ki, Allahü teâlâ dilemedikce, kendime hiçbir fâide ve zarar getirmeğe kâdir değilim) meâlindeki âyet-i kerîmeler ve dahâ nice benzerleri

-227-

var iken, tevekkülü kaldırarak i’timâd-i nefs diye birşey aramak, dîne yardım etdiklerini söyliyen reformculara yakışır mı? Bunlar, biz tevekkülün yanlış anlaşılmasına karşı, bunu istiyoruz da, diyemezler. Çünki, i’timâd-i nefs, ya’nî kendine güvenmek, tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan birşeydir. Bundan başka, egoistliğe, kendini beğenmeğe yol açar. İ’timâd-i nefs, mantık ilmine de uygun değildir. Çünki, güvenilecek birşey bulamamak demekdir. Bir güvenen bir de güvenilen olmak üzere ayrı ayrı iki şey düşünülmedikçe, güvenmek sözünün ma’nâsı kalmaz. Mantık ilminde (Devr-i bâtıl) ya’nî bozuk devr anlatılırken, (Bir şeyin kendine muhtâc olması lâzım gelir) denilmekdedir. Edebiyyâtda i’timâd-i nefs üzerinde çok durulur. Fekat, başka insanların yardımına güvenmek gibi bir düşünceye karşı olarak kıymetlendirilir. Bunu aşarak, Allahü teâlâya güvenmeği sarsdığı zemân, kötü ve zararlı olur. İ’timâd-ı nefsin, bu çıplak ma’nâsı ile akl ve mantık karşısındaki ma’nâsızlıkdan başka bir değeri olmadığı gibi, insanda bulunmayan büyük bir kuvveti elde etmeğe de yaramaz. Çünki, herkesin nefsi vardır. Herkesin nefsine i’timâdı insanların birbirinden farklı, üstün olmasına sebeb olmaz. Başkasının yumruğunu yimeyen, kendi yumruğunu batman taşı sanır, atasözü meşhûrdur. Birbiri ile çarpışacak kuvvetler için, sebeblere elden geldiği kadar yapışdıkdan sonra, i’timâd-i nefs yerine Allaha tevekkül ederek, Onun yardımını aramak ise, öyle değildir. İki taraf da Allaha tevekkül edince, eşid olurlar ise de, haklı olduğunu bilen taraf, karşısındakinin tevekkülden istifâde edemiyeceğine inanır. İ’timâd-i nefs olunca, böyle inanmasına bir sebeb yokdur. Bir kimse, Allah bana yardım eder, çünki, ben haklıyım derse, yakışır. Fekat, nefsim bana yardım eder, çünki ben haklıyım diyemez. Çünki, haksız olan egoistin nefsi, dahâ çok istemekde, dahâ azgın saldırmakdadır. Tevekkülün, kendini haksız bilen tarafın işine yarar bir kuvvet olamaması da bir kusûr değildir. İ’timâd-i nefs gibi, kötü maksadlarla kullanmağa elverişli olmadığını gösterir.

Tevekkülde, başkasının yardımına güvenmeyip, yalnız Allaha sığınarak çalışmak inancı bulunduğundan, i’timâd-i nefsden beklenilen kuvvetden katkat fazla kuvvet hâsıl olmakdadır. Dinde reformcuların tevekkülü kötülemeleri, bunu anlayamadıkları için olsa gerekdir. Çünki, tevekkül eden kimse, Allaha güvenip de, kendisi boş oturacak değildir. İ’timâd-i nefs sâhibi de, kendine güvenerek boş oturmayacağı gibi, ikisi de çalışacak, başkasına güvenmeyecekdir. Şu kadar var ki, kendine güvenen adam, kimsesizdir. Tevekkül eden müslimânın, kendi çalışmasından başka, Allahı vardır. Bu tükenmez kaynakdan kuvvet almakdadır. Tevekkül eden müs-

-228-

limân, hem bütün kuvveti ile çalışmakdadır; hem de, kazancını kendinden bilmek gibi hodbinliğe, egoistliğe düşmemekdedir.

İ’timâd-i nefs, kimsenin yardımına güvenmiyerek, fazla kuvvetle çalışmak olduğuna göre, tevekkül etmek de, böyle çok çalışmağı, akla ve mantığa uygun şekle sokuyor ve bir tevâzu’la süslüyor. İ’timâd-i nefsden beklenileni, dahâ edebli ve dahâ kıymetli olarak te’mîn ediyor. Hülâsa, tevekkül, çalışmayıp, boş oturup, herşeyin kendi ayağına gelmesini beklemek değildir. Tevekkül, çalışıp, başarıya kavuşmak için, Allahü teâlâdan yardım istemekdir.

28 - (Yüksek hakîkatların birçok hurâfeler içinde yok olmasına, müslimânların kanâ’atkârlığı, tevekkülü ve teslîmiyyeti sebeb olmuşdu. Kanâ’atin tükenmez bir hazîne olduğunu bildiren hadîs öyle anlaşılmış ki, çalışmak lâzım olduğuna bile inanılmıyor) diyor.



Cevâb: Müslimânları, kanâ’at etdikleri için tenbel oldular diye lekelemek, çok haksız bir iftirâdır. Kanâ’at, çalışmayıp tesâdüfen önüne çıkanı kullanmak, başka birşey aramamak demek değildir. Kanâ’at, bileğin emeği, alın teri karşılığı kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek demekdir. Başkasının dahâ çok kazandığını görünce, onu kıskanmamak, onun gibi çok çalışmak demekdir. Kanâ’at demek, ihtiyâcından fazla kalan kazancını bir yere yığmayıp, islâmiyyetin emr etdiği hayrlı yerlere vermek, fakîrlere, kimsesizlere, hastalara, cihâd edenlere yardım etmek demekdir. Kanâ’at, böylece iyi ahlâkın kaynağı olduğu gibi, insana mahrûmiyyetler içinde kaldığı zemân se’âdet te’mîn eden sarsılmaz bir kal’a gibidir. Şâir diyor ki:

Ey zemân! İnsanlara hücûm ederken, beni de herkes gibi sanarak üzerime gelme! Bileğimi bükemezsin! Karşında beni yalnız sanma! Arkamda kanâ’at gibi yenilmez bir ordu vardır.

29 - (İslâmiyyetde mezhebler türedi. Îmânda bile ikiye ayrıldılar. Eshâb-ı kirâmın izinde gidenlere ehl-i sünnet denildi. Bu yoldan ayrılanlara, ehl-i bid’at denildi. Ehl-i bid’at de, yedi kısma ayrıldı. Şimdiki müslimânlar, bu bid’at fırkalarından cebriyye yolunu tutmuşlardır. Ehl-i sünnet olduğunu söyleyenler, insanın elinden birşey gelmez. Herşeyi Allah yaratır. Takdîr ne yolda ise, insan da onu yapar diyorlar. Bunlara göre insan, her bakımdan âcizdir) diyor.

Cevâb: Reformcu, (Ehl-i sünnet) mezhebi ile Cebriyye fırkasını birbirine karışdırıyor. Evet insan, kudret-i ilâhiyye karşısında

-229-

her bakımdan âcizdir. Fekat, müslimânlar kendilerini âciz, başkalarını kuvvetli bilseydi, o zemân reformcunun birşey söylemeye hakkı olurdu.

30 - (Çocukların zihnindeki anlama ve inceleme hâssasını ve bunları sormasını Osmânlı âilesinde kahhâr ve câhil cevâblarla körletmeyen, öldürmeyen yok gibidir. İnsanların sonsuz bir acz içinde olduğuna, herşeyin Allah tarafından yapıldığına, mezârların Allah ile kulları arasında bir vâsıta, bir şefâ’atçı olduğuna, devlet reîsinin hâkim-i mutlak bulunduğuna inanan ve cinler, periler, vampirler ile dolu rü’yâlar içinde boğulan kara câhiller, çocuklarının (niçin?)lerine her zemân: Allah yapıyor. Allah böyle takdîr etmiş, çok sorma, sus, günâhdır, küfrdür cevâbını verirler. Din âlimleri de, millete ibâdetlerin ahlâkî, ictimâ’î fâidelerini anlatmazlar. Yâhud anlatamazlar. Ana-babanın çocuk üzerindeki ezici davranışları, âlimlerin islâmiyyeti böyle yanlış anlamalarından ve anlatmalarından olmuşdur. Din, ahlâk, âdetler ve nâmûs üzerinde çocuğun düşünmesi, sorması yasakdır. Böylece çocuklarda tevekkül ve teslîmiyyet, irâdenin çökmesi, kararsızlık ve bunların netîcesinde, seciyyesizlik ve şahsiyyetsizlik hâsıl olmakdadır. Bunların hepsi ise, mağlûb olmak için ve kötü huyların yerleşmesi için elverişli sebeblerdir) diyor.

Cevâb: Dinde reformcunun yazdığı fenâlıkların hepsi dönüp dolaşıp dîne ve dînin dahâ ziyâde kazâ ve kader bilgisine ve din bilgilerinde süâl sorulamıyacağına yükletilmekdedir.

Mezârların Allahü teâlâ ile insanlar arasında bir vâsıta olması fikrini ileri sürerek, islâmiyyeti ve din âlimlerini suçlamak hiç doğru değildir. İslâm âlimlerinin hepsi, bu fikri red etmekdedir. Ehl-i sünnet âlimleri, müslimânları Allahdan başka kimseye tapınmakdan söz birliği ile men’ etmişlerdir. Allahü teâlâ ile kulları arasında ölülerin hattâ dirilerin vâsıta olması, müslimânlıkda değil, hıristiyanlıkda vardır. Papasların para karşılığında her günâhı afv edeceklerine inanıyorlar. [İslâmiyyetde hiçbir âlim, hiçbir velî, hiçbir Peygamber kimsenin günâhını afv edemez. Her müslimân günâhlarının afv edilmesi için, Allahü teâlâya kendisi düâ eder, yalvarır. Allahü teâlâ, sevdiği kullarının düâlarını kabûl edeceğini bildirdi. Bunun için, müslimânlar, Allahü teâlânın sevdiği kullarının dirilerine ve ölülerine yalvararak kendileri için düâ etmelerini isterler.] Bunu müslimânlara yükleyip seciyyesizlik diyorlar da, hıristiyanlarda bulunduğu hâlde, Avrupalılara neden seciyyesiz demiyorlar? Son zemânlarda ilerici âilelerde alafranga yetişdirilen çocuklarda, o beğenilmeyen din terbiyesi olmadığı hâlde seciyye-



-230-

sizlikleri, ahlâksızlıkları gazete sütunlarını doldurmakdadır. Çocukları hoş tutmak ve sıkıntıya düşürmemek, onları tenbelliğe alışdırmak yolundaki âdetlerimizin zararını da islâmiyyete yüklemek çok insâfsızlıkdır. Çünki, islâmiyyetde baba, âkıl ve bâliğ olan çocuğunu beslemeğe mecbûr değildir. Onun çalışıp kazanması lâzımdır. Bunun için, her baba, çocuğuna ilm, edeb öğretdiği gibi, san’at öğretmeğe de mecbûrdur.

İnsanların yapdığı işlerde, irâdelerinin te’sîrini bildirmek bakımından, başlıca üç yol vardır: (Mu’tezile) fırkası, (Cebriyye) fırkası, (Ehl-i Sünnet) fırkası.

Mu’tezile mezhebine göre, Allahü teâlâ insanlara kudret ve irâde vermişdir. İnsanlar bütün işlerini kendileri yaratır. (Kul, fi’linin hâlıkıdır) derler. Kolun titremesi, kalbin atması kendiliğinden oluyor. Fekat kolu kaldırmağı, ayağın yürümesini insan yaratıyor dediler. İnsan, istekli işlerini kendi yaratmasaydı, Allahü teâlânın iyiliklere mükâfât, kötülüklere azâb yapması adâletsizlik olurdu, dediler. Böyle inanışlarına vesîka olarak, (Allahü teâlâ insanlara zulm etmez. İnsanlar kendilerine zulm ediyorlar) ve (Yapdıklarının cezâsıdır) meâlindeki âyet-i kerîmeleri öne sürüyorlar.

Cebriyye fırkasında olanlar ise diyor ki, (Bütün olacak şeyleri kalem ezelde yazdı ve sonradan değişdirilmemesi için mürekkebi de kurudu. Herşey ezelde takdîr olunmuşdur. Allahü teâlânın ilminde olanlar ve ezelde takdîr etdiği herşey, öylece hâsıl olacakdır. Bunu kimse değişdiremez dediler. Ra’d sûresi onsekizinci âyetinde, (Allah herşeyin hâlıkıdır) buyuruldu. İnsanı yaratan, insana kudret ve irâde veren ve insanın bütün işlerini yaratan odur) dediler.

Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî “rahmetullahi aleyh” (Mektûbât)ının ikinci cildi seksenüçüncü mektûbunda buyuruyor ki: Cebriyye fırkasından olanlar, insanda irâde ve ihtiyâr, ya’nî seçmek ve dilemek yokdur dediler. İnsan her işini yapmakda mecbûrdur. İnsan, rüzgârla sallanan ağaca benzer. İnsan bir işi yapdı demek doğru değildir. Her işini Hak teâlâ yapar dediler. Bu sözleri küfrdür. Böyle inanan, kâfir olur. Bunlara göre, insanın iyi işlerine sevâb verilir. Kötü işlerine azâb yapılmaz. Kâfirler ve günâh işleyenler ma’zûrdur. Suçlu sayılmazlar ve cezâ görmezler. Çünki bu kötülükleri, onlar yapmıyor, Allah yapıyor. İnsanlara zorla yapdırıyor diyorlar. Bu sözleri de küfrdür. Sâffât sûresinin yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Onlar inanışlarından ve yapdıklarından sorulacaklardır) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde, Cebriyye fırkasında olanlara, yetmiş Peygamberin la’net etdiği bildirilmişdir. Bu



-231-

sözlerin yanlış olduğunu aklı olan herkes kolayca anlar. Elin titremesi ile, eli istekle kaldırmak başka olduğu meydândadır. Elin titremesi, insanın dilemesi ile değildir. Eli yukarı kaldırmak ise, insanın istemesi ve dilemesi iledir. Cebriyye fırkasının yanlış yolda olduğu, âyet-i kerîmelerden açıkça anlaşılmakdadır. Ahkâf sûresinin ondördüncü âyetinde meâlen, (Yapmış oldukları iyiliklerin karşılığını görürler) buyuruldu. Kehf sûresinin yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, (İstiyen inanır, istiyen inanmaz. Biz, zâlimler [ya’nî inanmayanlar] için ateş hâzırladık) buyuruldu. Nahl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ onlara zulm etmedi. Onlar [küfr ederek ve günâh işliyerek] kendilerine zulm etdiler) buyuruldu. İnsanlarda ihtiyâr etmek, seçmek kuvveti bulunmasaydı, Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmede, (Onlar, kendilerine zulm eyledi) demezdi. Çok kimseler Cebriyye fırkasına uyarak, insanlar dilediğini yapamaz, diyor. Günâh işlemeğe mecbûr olduklarını, zorla günâh işlediklerini söylüyorlar. Kendilerini özrlü, suçsuz gösteriyorlar. Hâlbuki, Allahü teâlâ, emrleri ve yasakları yapabilecek kadar insanlara ihtiyâr ve kuvvet vermişdir. Kalbin atması ile insanın yürümesi elbette başka başka hareketdir. Kalbin atması insanın elinde değildir. Fekat insan, isterse yürür, istemezse yürümez. Allahü teâlâ, kerîm olduğu, merhameti çok olduğu için, güçleri yetişmeyen şeyleri insanlara emr etmemişdir. Yapabilecekleri şeyleri istemişdir. Bekara sûresinin son âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ kullarına, yapabilecekleri şeyleri emr etmişdir) buyuruldu. Cebriyye fırkasına çok şaşılır ki, kendilerini dinlemiyenlere, kendilerine sıkıntı verenlere güceniyorlar, onlara karşı koyuyorlar. Çocuklarını terbiye etmek, yetişdirmek için dövüyorlar. Yabancı erkekleri kendi kadınlarına, kızlarına yaklaşdırmıyorlar. Böyle yapanların canını yakıyorlar. Bunlar ma’zûrdur, mecbûrdurlar diyerek göz yummuyorlar. Fekat, âhiret işlerine gelince, bizim elimizde birşey yokdur, herşeyi Allah yapıyor diyerek, islâmiyyetin yasak etdiği kötülükleri sıkılmadan yapıyorlar. Emrleri, ibâdetleri yapmakdan kaçıyorlar.

İnsanlarda dilemek, istemek yokdur derken, her diledikleri kötülüğü yapıyorlar. Tûr sûresinin yedinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın azâb yapacağı gün elbette gelecekdir. Onu kimse önleyemez) buyuruldu. Bir deliyi kendi evlerinde görseler veyâ bir günâh işlediğini görseler, aklı yokdur, ihtiyârı yokdur diyerek ses çıkarmazlar. Fekat aklı başında olan kimseler suç işleyince, cezâsını verirler. Demek ki buna, ihtiyârı olduğu için, isteyerek yapdığı için, cezâ veriyorlar. Cebriyye fırkası, insanlarda ihtiyâr yokdur dediği için ve Mu’tezile fırkası ise kazâ ve kadere inanmadıkları

-232-

için, doğru yoldan sapdılar. Bid’at ehli oldular. Dalâlete düşdüler. İkisinin arasında kalan doğru yolu bulmak, (Ehl-i sünnet) âlimlerine nasîb oldu. İşitdiğimize göre, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh”, imâm-ı Ca’fer Sâdık “radıyallahü anh”dan sordu ki, Ey Resûlullahın torunu! Allahü teâlâ, işleri kulların arzûlarına bırakmış mıdır? Cevâbında buyurdu ki, Allahü teâlâ, Rab olmak, yaratıcı olmak sıfatını kullarına bırakmaz. İmâm-ı a’zam yine sordu: İşleri kullarına zorla mı yapdırır? Cevâbında zorla yapdırmaz. Kulların arzûlarına da bırakmaz. İkisi arasıdır dedi. En’âm sûresi yüzkırksekizinci âyetinde meâlen, (Müşrikler diyeceklerdir ki, eğer Allahü teâlâ dilese idi, biz ve babalarımız müşrik olmazdık, kendiliğimizden birşeyi harâm etmezdik) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, kâfirler ve müşrikler, Allah bizim küfr ve şirk yapmamızı dilemiş diyorlar. Allahü teâlâ, onların bu sözlerini, behânelerini kabûl etmeyecekdir. Böyle sözleri, câhil ve ahmak olduklarını göstermekdedir.



Süâl: Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiğine göre, hayr ve şer, herşey Allahü teâlânın takdîri ve dilemesi iledir. Buna göre, kâfirlerin küfrü de, Hak teâlânın dilemesi ile olmuyor mu? Bunların özrleri, haklı değil mi? Bu sözleri niçin kabûl edilmiyor?

Cevâb: Kâfirler, bu kötü hâle zorla düşmüş olduklarını, ma’zûr olduklarını söylemiyorlar. Bunlar, küfrü ve günâhları suç bilmiyorlar. Bunların kötülüğünü kabûl etmiyorlar. Allahü teâlâ, dilediği herşeyi sever, beğenir, eğer sevmeseydi dilemezdi, diyorlar. Bizim şirkimizi, küfrümüzü ve yapdıklarımızı kendisi dilemekde ve yapdırmakdadır. Onun için hepsini beğenir, sever. Bunları yapanlara azâb etmez diyorlar. Yukarıdaki âyet-i kerîmenin sonunda meâlen, (Bu kâfirler sana inanmadıkları gibi, dahâ önce gelmiş olanlar da, Peygamberlerine inanmadılar. Bunun için azâbımızı tatdılar. Onlara söyle ki, yanınızda kitâb ve sened gibi sağlam bilginiz varsa, onu bize gösteriniz. Fekat siz, uyduruyor, yalan söylüyorsunuz) buyuruldu. Hak teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde ve bütün Peygamberlerinin kitâblarında küfrün çirkin olduğunu ve hiç beğenmediğini bildiriyor. Kâfirlerin mel’ûn olduğunu ve rahmetine kavuşamayacaklarını ve sonsuz azâb çekeceklerini haber veriyor. Bu sözlerinin câhillik olduğunu bildiriyor. Çünki, bir şeyi yapmak istemek, o şeyi sevmek olduğunu göstermeyebilir. Küfrü ve günâhları elbette Allahü teâlâ dilemekdedir. Çünki, Onun dilemediği bir şeyi kimse yapamaz. Bunları dilemekde ise de, râzı değildir, beğenmez. Böyle olduğunu, Kur’ân-ı kerîm açıkça bildirmekde-

-233-

dir. Kâfirlerin bu sözleri, Cebriyye fırkasının inanışına uygundur. İhtiyârları, ya’nî seçip yapma hakları olmadığını söylemişlerdir. Allahü teâlâ da, bu sözlerini reddetmiş, yüzlerine çarpmışdır. Çünki, böyle inanmanın yanlış olduğu yukarıda bildirildi.

Kâfirlerin bu sözleri, belki de alay etmek içindir. İnançlarını bildirmek için değildir. Çünki kendi işlerini kötü bilmiyorlar. İyi birşey yapdıklarına inanıyorlar. Bu işleri, Hak teâlâ beğeniyor, seviyor diyorlar.

Süâl: İnsanların her işi, Hak teâlânın dilemesi ile olmakdadır. Hayr ve şer ezelde takdîr edilmiş, yazılmışdır. Böyle olunca, insanın ihtiyârı, seçme hakkı kalır mı? Herkesin, ezelde takdîr edilmiş olan iyi ve kötü şeyleri yapması lâzım gelmez mi?

Cevâb: Ezeldeki, ya’nî sonsuz öncelerdeki takdîr, (Filân kimse, kendi isteği ile filân işi yapacakdır) şeklindedir. Görülüyor ki, ezeldeki takdîr, insanda ihtiyâr, ya’nî seçmek hakkı bulunmadığını değil, ihtiyârın bulunduğunu göstermekdedir. Ezeldeki takdîr, insanlarda ihtiyâr bulunmadığını gösterseydi, Hak teâlânın da, her gün yaratdıklarında, yapdıklarında ihtiyârsız olması, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünki, Allahü teâlâ da, herşeyi, ezeldeki takdîre uygun olarak yaratmakdadır. Allahü teâlâ muhtârdır. Diler, seçer, dilediğini ve seçdiğini yaratır. Seksenüçüncü mektûbun tercemesi burada temâm oldu.

Ehl-i sünnet mezhebi, mu’tezile ile cebriyye arasındadır. Ehl-i sünnete göre, insan kendi işlerinin hâlıkı olmadığı gibi, bu işleri yapmağa mecbûr da değildir. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sözlerini biraz açıklıyalım: Dîn-i islâmda ve semâvî olan bütün dinlerde herşey, her iş Allahü teâlânın takdîri ile, irâdesi ile hâsıl oluyor. Fekat, insan bir işin ezelde nasıl takdîr edildiğini bilmediği için, Allahü teâlânın emrine uyarak çalışması lâzımdır. Kazâ ve kader, insanın çalışmasına mâni’ değildir. İnsanlar, kazâ ve kaderi, bir işi yapmadan önce değil, yapdıkdan sonra düşünmelidir. Hadîd sûresinin yirmiikinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Dünyâda olacak herşey, dünyâ yaratılmadan evvel ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdîr edilmişdir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayâtda kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuşduğunuz kazançlardan, Allahın gönderdiği ni’metlerden mağrûr olmayasınız. Allahü teâlâ kibrlileri, egoistleri sevmez) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, kazâ ve kadere îmân eden bir kimse, hiçbir zemân ye’se, ümmidsizliğe düşmez ve şımarmaz. Kazâ ve kadere inanmak, insanın çalışmasına mâni’ olmaz. Çalışmasını kamçılar. (Çalışınız! Herkes, kendisi için takdîr edil-



-234-

miş olan şeylere sürüklenir) Hadîs-i şerîfi de, insanın çalışmasının; kazâ ve kaderin nasıl olduğunu göstereceğini, çalışmak ile kazâ ve kader arasında sıkı bir bağlılık bulunduğunu bildirmekdedir. Bir adamın iyilik için çalışması, bu adam için ezelde iyilik takdîr edilmiş olduğunu göstermekdedir. Çünki herkes, kendisi için ezelde takdîr edilmiş olan işleri yapmağa sürüklenir.

Kazâ ve kadere inanmak ve bütün hayrları ve şerleri cenâb-ı Hakdan bilmek, müslimânlar için nasıl bir vazîfe ise, hayrlı işleri yapmak ve şer olan, fenâ olan işlerden kaçınmak için çalışmak da, vazîfedir. Allahü teâlânın, bir şeyin nasıl olacağını, olmadan evvel bilmesi ve o bilgisine göre takdîr ve irâde buyurması, insanlara cebr etmek olmaz. Çünki, kulların irâde ve ihtiyârlarını nasıl kullanacağını da ezelde biliyordu. Bu bilmesi ve takdîr etmesi, kulların arzûlarına, irâdelerine zıd değildir. Cenâb-ı Hakkın ezelde bilmesi, işlerin olmasına veyâ olmamasına bir te’sîr yapmıyor. (İlm, ma’lûma tâbi’dir) sözü de, ilmin işlere te’sîr etmeyeceğini anlatmak için söylenmişdir.

Bir insan, iyi veyâ kötü bir iş yapar. Allahü teâlâ, ezelde ya’nî çok önceden, o işin yapılacağını bilmiş ve bildiğine göre takdîr eylemişdir. Allahü teâlânın takdîri yerini bulacakdır ve bu takdîre sebeb olan ilmi de yanlış çıkmayacakdır. Görülüyor ki, insan bu işi yapmakda mecbûr olmuş değildir. Allahü teâlâ, bu kimsenin o işi kendi irâdesi ile, arzûsu ile yapacağını ezelde bilmişdir. Kulun ihtiyârı, ya’nî irâdesi, ezeldeki kazâ ve kaderin sebebi olmakdadır. Bundan anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ, o işin yapılacağını ezelde bildiği ve öylece takdîr etdiği için, insan o işi yapmağı irâde edecek değildir. İnsanın irâdesini, o işi yapmağa kullandığı için, ya’nî o işi yapmak isteyeceğini Allahü teâlâ ezelde bildiği için takdîr eylemişdir.

İnsanın bir işi yapmasına ilk sebeb, onun kendi irâde ve ihtiyârıdır. Kulun kendi arzûsu ile yapdığı bir işi, Allahü teâlâ ezelde takdîr etmiş ise de, o insanın irâdesi ve ihtiyârı da, ezelî ve belki takdîrden önce ilm-i ilâhîdedir. Böyle olduğu için, ezeldeki takdîr, kulun irâde ve ihtiyârına yardım etmiş olur. Kul kendi kendine birşey yapamıyacağı, herşeyi Allahü teâlânın yaratması lâzım geleceği için, kulun bir işe olan irâdesini Cenâb-ı Hak, kendi takdîri ile yapdırmakdadır. İşte Ehl-i sünnet, burada mu’tezileden ve onların yolunda olan şî’îlerden ayrılmakdadır. Onlar (Cenâb-ı Hak, insanları yaratır ve kendilerine kudret ve irâde verir, ötesine karışmaz) diyorlar. Ehl-i sünnet ise, (Cenâb-ı Hak, sizin ve vücûde getirdiğiniz işlerinizin hâlıkıdır) meâlindeki âyet-i kerîmeye uygun



-235-

olarak, kulların her hareketi, her işi, Cenâb-ı Hakkın halk ve îcâd etmesi ile ve kuvvet vermesi ile, yapdırması ile hâsıl oluyor, diyor. Cenâb-ı Hakkın yaratması, insan irâde ve ihtiyârını kullandıkdan sonra oluyor. İşin irâde-i cüz’iyye ve kesb denilen bu kısmı insana âid olup, bunu Allahü teâlâ halk ve îcâd etmez. Çünki bu, bir varlık değildir. Halk ve îcâd, hâricde var olan şeylerde olur.

İlm-i ilâhînin, kulların ilmine benzemeyip, hep doğru çıkması lâzımdır. İlm-i ilâhînin hep doğru çıkması, Cebriyyeyi ve reformcuları şaşırtmış, ilm-i ilâhînin, kulların işlerine hâkim ve müessir olduğunu sanmışlardır. İlm-i ilâhînin hiç şaşmaması, ilmlikden çıkarak cebre dönmesine sebeb olmaz. Talebesinin imtihânında kazanamıyacağını önceden bilen mu’allimin bu bilgisi, imtihânını veremiyen talebesi için, bir cebr ve zulm olamaz. Allahü teâlâ, ileride olacak herşeyi ezelde biliyor. Herşeyin bu bilgiye uygun olarak olması, insanın irâde ve ihtiyârının yok olduğunu göstermez. Çünki, Allahü teâlâ kendi yaratacaklarını da, ezelde biliyordu. Elbette bu bilgisine uygun yaratacakdır. Bu bilgisine elbette uygun yaratması, onun irâde ve ihtiyârının yok olduğunu göstermiyeceği gibi, insanların irâde ve ihtiyârını inkâr etmek de doğru olmaz.

İnsan birşey yapacağı zemân, önce bunu ihtiyâr eder, seçer, irâde eder, ister. Sonra yapar. Bundan dolayı, kullar, iş yapmakda mecbûr değildir. İster yapar. İstemezse yapmaz.

İnsanın bir işi yapmak istemesi için, önce bu işi görerek, işiterek, düşünerek hâtırlaması, kalbine gelmesi lâzımdır. İnsan, kalbine gelen birşeyi ister veyâ istemez. Meselâ, ben bir şeyi fâideli bulurum, yapmak isterim. Siz de lüzûmsuz görür, yapmak istemezsiniz. İşlerinde hür olduğunu söylediğiniz insanların iş yapmağı önceden kalbine getiren, fâideli, lüzûmlu olup olmadığını bildiren kimdir? Bendeki düşünce, sizde niçin hâsıl olmaz? Hâsıl oldu ise, size niçin lüzûmlu görülmez? İşte bu çeşidli sebebler, insanın elinde değildir. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimlerinden birkaçı (İnsanlar irâdeli işlerinde hür iseler de, irâde ve ihtiyârlarında hür değil, mecbûrdur) demişlerdir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, (İstediğimi yaparım) diyen bir adama, (istediğini isteyebilir misin?) demişdir. Kur’ân-ı kerîmde Dehr sûresindeki âyet-i kerîmeye, Ebül-Hasen-i Eş’arî hazretleri, (Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini istersiniz!) ma’nâsını vermişdir. Kazâ ve kader bilgisi üzerinde (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının, ikinci kısm, dördüncü ve 47, 48, 49 ve 50. ci maddelerinde geniş bilgi vardır. Lütfen oradan okuyunuz!

Kasas sûresinin altmışsekizinci âyetinde meâlen, (Rabbin, kendi istediğini yaratır. Yalnız O ihtiyâr eder, seçer. Onların irâde ve



Yüklə 2,64 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   44




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin