-236-
ihtiyârları yokdur) ve Enfâl sûresi yirmidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Muhakkak biliniz ki, Allahü teâlâ, insan ile kalbi arasına girer) ve Kasas sûresinin ellialtıncı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Sen sevdiğini doğru yola getiremezsin. Allahü teâlâ dilediğini doğru yola götürür) ve En’âm sûresinin yüzonbirinci âyetinde meâlen, (Biz onlara gökden melekleri indirsek ve karşılarında ölüleri konuşdursak ve her istediklerini onlara versek, biz dilemedikçe yine îmân etmezler) ve bu sûrenin yüzyirmibeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ kime hidâyet etmek isterse, onun göğsünü islâmiyyet için genişletir. Dalâletde bırakmak istediğinin göğsünü de, o derece dar ve sıkı bulundurur ki, oraya hakîkatin girebilmesi, sâhibinin göke çıkması gibi mümkin değildir) ve Hûd sûresinin otuzdördüncü âyetinde meâlen, (Ben size nasîhat etmek istesem bile, Cenâb-ı Hak dalâletde kalmanızı dilemiş ise, size fâidesi olmaz) buyuruldu. Kazâ ve kadere inanmayan mu’tezile fırkası ile bunların izinde gidenler, bu âyet-i kerîmeler karşısında şaşırıp kalmakdadırlar.
Hadîs-i şerîfde, Mûsâ aleyhisselâm ile Âdem aleyhisselâmın kazâ ve kader üzerindeki konuşmaları uzun bildirilmişdir. Bu Hadîs-i şerîf, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının, ikinci kısm, ellinci maddesinde geniş yazılıdır.
İnsan irâdesinin de, cebre doğru sürüklendiğini gösteren bu vesîkalar yanında, insanı işlerinde sorumlu tutacak bir hürriyyete mâlik olduğu da meydândadır. Dünyânın her yerindeki mahkemeler, hattâ her insanın vicdânı, bir can yakanın, bir zâlimin afv edilmesini istemez. Cebriyye mezhebinde olan koyu bir müteassıb bile, kendisine haksız saldıran bir adama kızmakda, hattâ ona karşılık yapmakda kendini haklı bulur. Şâirin biri diyor ki: (Kazâ ve kaderin işkencelerine bile râzı olduğunu söyleyen cebriyye fırkasındaki birinin ensesine bir tokat vur! Ne yapıyorsun diyecek olursa, kazâ ve kader böyle imiş de! Bakalım sana hak verir mi?)
Dünyâdaki bütün adâlet kanûnları ve ahlâk prensibleri, Kur’ân-ı kerîmden alınmışdır. Meselâ Zilzâl sûresinin yedinci ve sekizinci âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Zerre kadar iyilik yapan, onun mükâfâtına, zerre kadar kötülük yapan da, onun karşılığına kavuşur) buyuruldu. Bu da, adâlet-i ilâhiyyesini tasdîk etmekde ve kuvvetlendirmekdedir.
En’âm sûresinin yüzkırksekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahü teâlâya başkalarını ortak edenler, Allah istese idi, biz müşrik olmazdık dedikleri zemân, onlara, hüccet-i bâliğa Allahındır. Allahü teâlâ istese idi, hepinize hidâyet ederdi, diye cevâb
-237-
ver!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, müşriklerin (Allah istese idi, biz müşrik olmazdık) sözlerini red etmiyor. Onların bu sözlerindeki bozukluk, yanlışlık, (Allah dilediği için suçlu olduklarını) bildiklerinde değildir. Bu sözü Peygamberleri susdurmak için ve kendilerini suçlu olmakdan kurtarmak için söylemelerindedir. Çünki, Allah istese idi müşrik olmazdık sözleri doğrudur. Nitekim, bu âyet-i kerîmede, meâlen (Allahü teâlâ istese idi, hepinizi doğru yola götürürdü) buyuruldu. En’âm sûresindeki yüzyedinci âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ istese idi, onlar müşrik olmazlardı) buyuruldu. Müşriklerin bu sözleri doğru ise de, bu sözü Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” susdurmak için söylemeleri çirkin olmakda ve azarlanmakdadırlar. Çünki Allahü teâlânın, emr etdiği şeylerin hepsini irâde etmiş olması lâzım olmadığı gibi, yasak etdiği şeylerin hepsini irâde etmemiş olması da lâzım gelmez. Ya’nî Allahü teâlâ, dünyâda olacak herşeyi ezelde irâde etmişdir. Bunların içinde, kendinin yasak etdiği, râzı olmadığı şeyler de vardır. İrâde etmek, ya’nî istemek başkadır, râzı olmak, beğenmek başkadır. Bu ikisini birbiri ile karışdırmamalıdır. Görülüyor ki, Allahü teâlâ, bir işin yapılmasını irâde etdiği hâlde, insanların o işi yapmasını yasak etmiş olabilir.
(Beled) sûresinin sekizinci âyeti ve (Veşşemsi) sûresinin sekizinci âyeti de, Allahü teâlânın insanlara maddî ve ma’nevî kuvvet verdiğini ve iyi ve fenâ yolları ayırdığını ve mes’ûliyyetin insana âid olacağını açıkça anlatmakdadır.
Görülüyor ki, insan bir bakımdan fâil-i muhtârdır. Her işinden dünyâda da, âhiretde de mes’ûldür. Fekat, insanın ihtiyârını ve irâdesini kendi hâline bırakmıyan bir irâde-i külliyye vardır. İnsan, kendisinin kâdir veyâ âciz olduğuna karar verememekdedir. Bu soruyu çözmek çok güçdür. Dünyâda eşi bulunmaz bir bilmecedir dense yeridir.
Yukarıda geçen, (Siz yalnız Allahü teâlânın dilediğini arzû edersiniz) meâlindeki âyet-i kerîmeye, Ebû Mensûr Mâtürîdî hazretleri şöyle ma’nâ vermekdedir: (Allahü teâlânın irâdesi, sizin irâdenizle berâberdir. Siz irâde edince, Allahü teâlânın irâdesini hâzır bulursunuz). Eş’arî mezhebine göre, âyet-i kerîme, Allahü teâlânın irâdesini bizim irâdemizle birleşdirmiyor. Bizim irâdemizi Allahü teâlânın irâdesine bağlıyor. İnsanlardan, iyi şeyleri irâde etmeleri isteniyor. Böyle irâdelerinin, irâde-i ilâhiyyeden kuvvet alabileceğini söyliyor. Kulun her işi gibi, irâdesi de, cenâb-ı Hakkın izn vermesine muhtâcdır, diyor. Bir âyet-i kerîmenin meâl-i şerîfinin (Onlar için irâde ve ihtiyâr yokdur) olduğunu yukarıda
-238-
bildirmişdik. Kureyş kâfirleri, (Şu Kur’ân, Mekkenin veyâ Medînenin ileri gelenlerinden birine indirilseydi) diyorlardı. Bu âyet-i kerîme, insanlarda, kimin Peygamber olacağını seçmek irâdesinin bulunmadığını bildirmekdedir. (Allahü teâlâ, insan ile kalbi arasına girer) meâlindeki âyet-i kerîme de, Beydâvî tefsîrinde bildirildiği gibi, Allahü teâlânın, kalblerdeki en gizli şeyleri gördüğünü, bildiğini anlatmak için gönderilmişdir.
Âdem aleyhisselâm ile Mûsâ aleyhisselâmın konuşmalarını ve Âdem aleyhisselâmın kazandığını bildiren Hadîs-i şerîfe gelince: Ehl-i sünnet âlimlerine göre “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Âdem aleyhisselâmın beğenilmeyen işinde, kesb, kazâ ve kader ve tevbe bir araya toplandı. Tevbe ile kesb birleşince, iki zıd elektrik yükü gibi, birbirlerini yok etdiler. Ortada yalnız kader kaldı. Kazâ ve kader için de, kimseye birşey denilemiyeceğini bildiriyorlar. Âdem aleyhisselâmın yapdığı işin kendine olan tarafı tevbe ile düzeldikden sonra, evlâdına olan tarafı, ya’nî insanların yeryüzünde yaşamalarına sebeb olması, insanlar için bir kader-i ilâhîdir.
Yukarıda geçen âyet-i kerîmelerde işlerin yalnız Allahın irâdesi ile olacağının bildirilmesi de, kaderin kazâ hâlini aldığı hâller içindir. İnsanlar, kendi irâdeleri ile kaderdeki işleri yapmağa başlar. Allahü teâlâ da bunları irâde etdikden sonra, iş kazâ hâlini alır. Ya’nî meydâna gelir. İşte kaderdeki işler, kazâ hâline gelince, insanların irâdesi artık bunu değişdiremez. Se’âdet veyâ felâket geri dönemez. (Yasîn) sûresinin, (Onların önlerine ve arkalarına sed çekdik. Gözlerini perdeledik. Artık görmezler) meâlindeki âyet-i kerîmesi ile Bekara sûresinin baş tarafındaki (Allahü teâlâ onların kalblerini mührledi. Kulaklarını ve gözlerini perdeledi) meâlindeki âyet-i kerîme, bu hâli haber vermekdedir. Bu âyet-i kerîmeler, ayrıca gösteriyor ki, kendilerini herhangi bir sûretle, Allahü teâlâya sevdirenler himâye edilir ve dahâ çok hidâyete kavuşdurulur. Gadab-ı ilâhîye sebeb olanlar da, kötü işlerinde terk edilirler. Pek nâzik ve ince işler, bu sevgiye veyâ gadaba sebeb olabilir. Bunun için, insanın Allahına karşı çok uyanık olması lâzımdır. Kaderde bulunan işler, kazâ hâline gelmeden önce, insan dış etkilerin baskıları altında kalsa bile, irâde ve ihtiyârı elindedir.
İnsanlar irâde sâhibidir. Düşüncelerinde ve hareketlerinde hürdür. Fekat, düşünceleri ve işleri, bir sebebe bağlıdır. Bu sebebler insanı hür olmakdan çıkarmaz. Çünki, bu sebebler olmadan da, irâde sâhibidirler ve sebebsiz olarak da irâde eder ve yaparlar. Sebebler varken, insan istemezse, iş çok zemân olmaz. Sebeblerin
-239-
bulunması, işin yapılmasını îcâb etdirseydi, Allahü teâlânın da irâde ve ihtiyârı bozulurdu. İnsan bir işi yapıp yapmamağı irâde etmeden önce, zihninde düşünür, tartışır. Hangi taraf ağır gelirse, onu irâde eder. Bir satıcı ençok para veren müşteriye satar. Bu müşteri, malı satıcıdan cebren alamaz. Satıcı çok para veren adama satmağa mecbûr gibidir. Biri çıkıp da, az para verene satamazsın diyerek kızdırırsa başka düşünceler ve yeni tartışmalarla, buna satmağa da mecbûr olabilir.
Allahü teâlâ, gönderdiği dinler ile, insanlara iyi ve kötü işleri ve bunlara karşılık olan ni’metlerini ve azâblarını bildirerek, kulların irâdelerine sebebler hâzırlamakla berâber insanların zihnlerinde, onları iyi ve kötü yollara sevk edebilen ve birbiri ile tartışmakda, çekişmekde bulunan sebebler, düşünceler de yaratmışdır. Allahü teâlânın bildirdiği ve zihnde yaratdığı sebeblerin çatışmasından, iyilik tarafı ağır basarsa, insan iyi tarafı irâde eder. Meselâ bir me’mûr, iyi çalışmasını îcâb etdiren kanûn ve nizâmları bilirken, kanûna uymazsa, meselâ rüşvet alırsa, vicdânında kanûnun yasağına karşı ağır basan bir sebeb, bu yolsuzluğu yapmağa onu zorlamışdır. Yapılmayacak bir işi, dayanamamış, yapmışdır. Para teklîf edilmesi ve Allahü teâlânın zihnde yaratdığı para sevgisi, rüşvet almak irâde ve ihtiyârına mecbûr etmiş ise de, kanûn bunu iyi karşılamaz.
Hükûmet kanûnları gibi, din ve ahlâk kanûnlarını koyarak, onlara uymağı sıkı emr eden Allahü teâlânın, öte yandan hep kötülük isteyen nefs-i emmâreyi insanlarda yaratması, hükûmetin me’mûru tecribe için el altından rüşvet göndermesine, me’mûrun da, yaman bir imtihân geçirmekde olduğunu anlayarak dikkatli ve uyanık olması îcâb etmesine benzer.
Aklları yoran, fikrleri yıpratan bu ince bilgileri, din âlimleri, müslimânların başına belâ etmemişdir. Âlimler incelemişler ve binlerle kitâb yazmışlardır. Dinde reformcuların, çocukların sormalarına, incelemelerine hak verip de, din âlimlerinin incelemelerini ve yazmalarını kötülemelerine şaşılır.
Tabî’iyyecilerden bir kısmı ve komünistler, herşeyi tabî’at yapıyor dedikleri hâlde, bu gizli kuvveti anlıyamıyorlar. Herşeyin gizli bir kuvvet altında yapıldığına inanmak, müslimânlar için, niçin bir suç olsun?
Kazâ ve kader bilgisinde, şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, başka bir yol tutmuşdur. Bağdâd Müftîsi Şihâbüddîn Mahmûd Âlûsî de, bu yolda yürümüşdür. Bunlara göre, hayr ve şerri
-240-
irâde etmek, insanın bir özelliğidir. Bu özellikleri, Allahü teâlâ yaratmaz. Meselâ: Allahü teâlâ, elmayı elma yapmadı, yalnız onu yaratdı derler. Son söz olarak deriz ki, Ehl-i sünnet âlimlerine göre, (İnsan birşeyi irâde edince, Allahü teâlâ da irâde ederse, o şeyi yaratır. İnsanın her işi, bu iki irâde ile hâsıl olmakdadır. Birinci irâdeye göre, insan mes’ûldür. Fekat işler ikinci irâde ile meydâna gelmekdedir.)
Dinde reformcuların dediği gibi, islâm âlimlerinin kazâ ve kader üzerinde çok kitâb yazmaları, vehmler, hayâller ve hurâfelerle uğraşmak değildir. İlm üzerine dayanan incelemelerdir. Cinlerin, perilerin, vampirlerin hayâllerini karışdırmışlar demeleri de, islâm âlimlerine karşı büyük bir iftirâ ve saygısızlıkdır. Kadınlarda, câhillerde, çocuklarda çok bulunan bu hayâllerin ve efsânelerin geldiği yer, islâm âlimlerinin kitâbları değil, Avrupadan, Amerikadan gelen hayâllerle, cinâyetlerle doldurulmuş olan romanlar ve filmler ve yehûdî ve hıristiyanların bozuk inançları olsa gerekdir.
Evet, cin vardır. Buna inanmak lâzımdır. Fekat, vehmleri, hayâlleri cin sanmak yanlışdır.
Müslimânların kazâ ve kadere inanmasını, çalışmağa, ilerlemeğe mâni’ gibi göstermeğe kimsenin hakkı yokdur. Bu iftirâlar, komünistlerden ve masonlardan sızıp gelmekdedir. Kazâ ve kadere îmân, çalışmakda gevşeklik göstermeği veyâ egoist olmağı önler. İnsanların anlayışları, bilgileri ve güçleri dışında kalan hâdiseleri, tesâdüfün şu’ûrsuz irâdesine bırakmakdan ise insan kendi irâdesinin çarkını, atomdan güneşe kadar herşeyi kaplayan düzgün bir makinanın hareketlerine bağlarsa, ya’nî tedbîrini takdîre uydurmağa çalışırsa, işlerinin dahâ başarılı olacağı meydândadır. Cebriyye mezhebinde olanları susdurmak için onlara deriz ki: Tehlükeli bir yerde düşmanın hücûm edeceği haber alınsa, siz de buna inansanız, (takdîr ne ise, onu yaparlar. Başka birşey yapamazlar. Allahın takdîr etdiğine çâre bulunmaz) diyerek, râhat oturur musunuz? Yoksa karşı koymağa veyâ tehlükesiz bir yere gitmeğe hâzırlanır mısınız? Böylece, insanlarda tehlükeden kurtulmak ve ihtiyâclarını elde etmek için, çalışmak hissinin, yaratılışda bulunduğu, Cebriyye tarafından da bildirilir. İnsanın ufak tefek işlerde kadere inanıp da, böyle tehlükeli veyâ muhtâc olduğu zemânlarda inanmaz olması da düşünülemez.
Müslimânların geri kalmasını, cehâletde, gafletde ve tenbellikde aramalıdır. Cehâletin nerden ve nasıl geldiğini de dahâ önceki
-241-
sahîfelerde bildirmişdik. Kazâ ve kader gibi yüksek bilgileri, kabâhatin içine karışdırarak, müslimânların îmânlarını bozmağa çalışmamalıdır.
31 - (Avrupa kıt’ası küçük ve çok kalabalık ve toprağı fakîr olduğundan Avrupalılar yaşayabilmek için, tabi’atla çarpışmağa, fen ve san’atda ilerlemeğe mecbûr oldu. Muhtâç olan Avrupalıların birbiri ile döğüşmesi de, buna sebeb oldu. Afrikada sıcak havalar insanları gevşetdi. Ekvator ormanlarındaki bol ve çeşidli meyvalar tenbelliğe sebeb oldu. Asyada, Afrikanın kızgın çölleri ve Avrupanın buzlu dağları olmadığı için, Asyalılar râhat yaşadılar. Hayâtı kazanmak için kolay çalışdılar. Asya kıt’ası medeniyyetin beşiği oldu. Demek ki, şarklı bir millet de çalışabilir, yükselebilir. Osmânlıların geri kalmasını, şarklı olmasında, iklimde aramamalıdır. Dinde, kazâ ve kader anlayışında aramalıdır) diyor.
Cevâb: Osmânlıların kazâ ve kaderi yanlış anladıklarını, insanların kendilerine kıymet vermeyip, hâdiselere teslîm olduklarını bir an için kabûl etsek bile, çöküntüyü meydâna getiren sebebler başkadır. Bunu kısaca açıklıyalım:
Müslimânların hâdiselere teslîm olmasını hoş görmeyen ilericiler, gözlerini açar açmaz, milletin bu hâlinden istifâde ederek, onları aldatmağa, mevkı’ ve menfe’at kapışmağa koyuldular. Onlar memleketin yükselmesi için çalışsalardı, itâ’ate ve teslîmiyyete alışmış diyerek kötüledikleri bu millet, onlara da teslîm olur, yükselmekde güçlük çekilmezdi. Görülüyor ki, kabâhat milletde değil, milleti doğru yola sürüklemiyen, koltuk sâhibi ilericilerdedir.
Milletin uyanması elbette lâzımdır. Fekat, koca millet, hep birden uyanamaz ya. Önce uyananlar, iyi yolda çalışmadılar. Yalnız kendilerini düşündüler. Kötülüklere âlet oldular. Geri kalanlar uyanmadan, biz kendi keyfimize, kendi kazancımıza bakalım dediler. Bizden sonra ne olursa olsun, yeter ki, post elden gitmesin diyerek sandalyelerini, koltuklarını sağlamlaşdırmak için, milletin gözünün kapalı kalmasına çalışdılar. Milletin uyanmasına, yükselmesine mâni’ bir iken iki oldu. Halk, gaflet uykusundan uyanmağa mı, yoksa açıkgözlerin uyutmasından kurtulmağa mı çalışacağını şaşırdı. Osmânlıların “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” çökmesine, eskiden kalma uyuyanlar değil, yeni türeyen yobazlar, dinde reformcular sebeb oldu.
-242-
32 - (Dinde reform yapmalıyız. Önce îmândan başlamalıyız. Îmân, yalnız kalb ile inanıp, dil ile söylemek olmaz. Din, iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini ayırıyor. İyilik îmânın şartı, fenâlık îmânsızlığın sebebi olmalıdır. Farzların çeşidli şartları olduğu gibi, îmânın da adâlet, istikâmet, hubb-ı vatan, şeref, nâmûs gibi şartları olmalıdır. Âmentünün altı şartı islâmiyyet olamaz. Mükemmel bir sosyal din olan islâmiyyet, bu yüzden sefâlete sebeb oluyor. Îmânın, mü’mine bir kıymet verecek sûretde düzeltilmesi lâzımdır) diyor.
Cevâb: Îmân yalnız inanmak mıdır? Yoksa, reformcunun yukarıda söylediği gibi, îmânın güzel işlerle birlikde olması şart mıdır? İslâm âlimleri, asrlarca önce bunu incelemişler, bu yüzden fırkalara ayrılmışlardır. Ehl-i sünnet âlimlerine göre “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” îmân, yalnız kalb ile inanmakdır. Dil ile söyleyemezse, afv olur. Mu’tezile ve hele hâricî denilen fırkalar, amelsiz îmân olmaz. Büyük günâh işleyen îmândan çıkar, dediler. Fekat, bu fırkaların ayrılması, hep Kur’ân-ı kerîmden ve Hadîs-i şerîflerden anladıkları bilgilere dayanmakdadır. Dinde reformcular ise, din bilgilerinden hiç haberleri olmadan, kendi noksan aklları ve bozuk düşünceleri ile, îmânı değişdirmeğe kalkışıyorlar. Çok haklı görünen ve pek gizli tehlüke taşıyan bir fikri, gençlere aşılamağa çalışıyorlar. Allahü teâlânın dînine hem inanan, hem de uyan bir müslimân ile, yalnız inanıp da, islâmiyyete uymayan müslimânı karşılaşdırıyor gibi görünerek, islâmiyyete uymağı korumakdan ziyâde, i’tikâdı kıymetden düşürmeğe, açıkcası, müslimânların îmânlarını bozmağa çalışıyorlar. Nitekim koca reformcu moskof Kazanlı Mûsâ Beykiyef de, (Rahmet-i ilâhiyye burhanları) adındaki kitâbında, (Dünyâda ilerlemiş olan kâfirlerin yanında geri kalan müslimânlara mü’min denilmiyeceği ve her din, her i’tikâd hak olduğu için, bir müşrikin, bir kâfirin kötü bilinemiyeceği) yazılıdır. Böyle yazıların, müslimânlara mahsûs olan îmânı kıymetden düşürmek için hâzırlandığı meydândadır. Mûsâ Beykiyef, dünyâdaki müslimânlara, dinde reform fikrini aşılamağa çalışmakdadır.
İslâm memleketlerindeki dinde reformcular kurnaz davranarak, müslimân görünüyorlar. Dîni kuvvetlendirmek, yükseltmek istediklerini söyliyorlar. Sözlerine, yazılarına dikkat edilince, dînin insan tarafından yapıldığını, islâmiyyeti Muhammed aleyhisselâmın ortaya çıkardığını, Allah tarafından gönderilmiş bir din olmadığını kabûl etdikleri görülmekdedir.
-243-
Dinde reformcuların yukarıdaki, (iyi işleri îmâna katmalı) sözü, islâm âlimleri arasında eskiden beri tartışılan bir bilgiyi meydâna çıkarmak olmayıp, iyi iş yapmağı îmândan üstün tutmak, dahâ doğrusu dînin temeli olan îmânı ve ibâdetleri atarak, yalnız iyi işleri, güzel bildikleri ahlâkı, son asrın terbiye metodları ile karışdırarak, buna islâmiyyet ismini vermek demekdir. Bu da, dîne yalnız dünyâ için inanmakdır.
Dinde reformcular, yalnız ahlâkı ve dünyâ düzenini düşünüyorlar. Kitâbımızın başında açıkladığımız gibi, (dînin aslı, esâsı yok ise de, ahlâkı düzelten fâideli bir kuvvet olduğu için, yalancıkdan inanmak ve milleti de, aslı varmış gibi inandırmak iyi olur) diyorlar. Amelin, îmânın şartı olmasını istiyorlar. Fekat, bu arzûlarına akl ile ve nakl ile hiçbir delîl, hiçbir sened gösteremiyorlar. Yalnız, (amelsiz îmân neye yarar? Kelâm âlimleri, ameli îmâna katmamakla, mükemmel bir sosyal din olan islâmiyyeti, nazarî, teorik bir din hâline düşürmüşler) gibi ilm ile ve akl ile ilgisi olmayan, yalnız hissi okşayan ve câhillerin anlamasına uygun olan şeyler söylüyorlar. İslâm âlimlerine düşmanlıkları ateşinin, akl gözleri üzerine yığdığı dumanlar arasında, bu sözleri sayıklıyorlar. Kelâm âlimlerinin kitâblarından haberleri olmadığı için, müslimân adını taşıyanlarda gördükleri ahlâk bozukluğuna çâre olarak islâmiyyete saldırıyorlar. Bunların ne kadar haksız ve ne derece ahlâksız olduklarını gün ışığına çıkarmak için, islâm âlimlerinin ve tercîhan Ehl-i sünnet (kelâm ilmi) mütehassıslarının sözlerini kısaca bildirmeyi uygun görüyoruz:
Ehl-i sünnet mezhebine göre, büyük günâh işliyenin îmânı gitmez. Ya’nî kâfir olmaz. Günâh işleyen müslimâna (fâsık) denir. İ’tikâdı, ya’ni îmânı sağlam olan fâsıklar, âhıretde Cehennem azâbını yâ görür veyâ görmez. Görür ise, sonra mağfirete kavuşarak, Cehennemden çıkar. Müslimânlığın temeli, Allahü teâlânın birliğine ve Allahın Peygamberi olan Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği belli olan ahkâmın, ya’nî emrlerin ve yasakların hepsini Allah tarafından getirmiş olduğuna inanmakdır. Ya’nî emrleri yapmak ve yasak edilenleri yapmamak îmânın şartı değil ise de, yapmak ve yapmamak lâzım olduğuna inanmak îmânın şartıdır. Böyle îmânı olmayan, ya’nî müslimân olmayan kimseye (kâfir) denir. Kâfirler, ne kadar iyi iş ve insanlara fâideli buluşlar yapsa da, âhıretde azâbdan kurtulamaz. İbâdetler ve bütün iyi işler kıymetli ise de, bunları yapmak, îmânın yanında ikinci derecede kalır. Îmân temeldir. İyi işleri yapmak, fürû’âtdır, ya’nî ikinci dere-
-244-
cededir. Îmânın ve îmân ile birlikde olan işlerin dünyâda da, âhıretde de, fâideleri vardır. İnsanı se’âdete ulaşdırırlar. Îmânsız olan iyi işler insanı dünyâda se’âdete kavuşdurabilir. Âhıretde fâidesi olamaz. Dinde reformcular, âhırete inanmadıkları için olacak ki, yalnız iyi işleri yapmağı düşünüyorlar. Yalnız dünyâ huzûrunu, se’âdetini düşündükleri için, ameli, ya’nî iyi işleri yapmağı i’tikâdın üstünde görüyorlar.
İttihadcılar zemânında çıkarılan (Kavm-ı Cedîd) adındaki kitâbda, îmânı ve ameli olan hakîkî müslimânlara (Kavm-ı Atîk) ya’nî eski kafalılar, gericiler diyor. Bunlarla alay ederek, îmânı olan bir adam, ne kadar fenâlık yapsa, kıyâmetde kurtulur. Îmânı olmayan kimse, dünyânın her iyiliğini yapsa, fâidesini görmez derler diyor. Nûr sûresi otuzdokuzuncu âyetinde meâlen, (Kâfirlerin dünyâda yapdıkları iyi işleri, [insanlara fâideli keşfleri], çölün ilerisinde görünen serâba benzer. Susuz kalan adam onu uzakdan su sanır. Fekat, yanına varınca, umduğunu bulamaz. Kâfirler de, kıyâmet günü, dünyâda yapdıkları iyilikleri serâb gibi yapan, ya’nî yok eden Allahı bulur ve hesâbını Ona verir) ve İbrâhîm sûresi onsekizinci âyetinde meâlen, (Allaha îmân etmeyenlerin yapdıkları fâideli işler, fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu küller gibidir. Âhiretde o işlerin hiçbir fâidesini bulamazlar) ve Furkan sûresi yirmiüçüncü âyetinde meâlen, (Kıyâmet günü onların iyi işlerini, bizim için yapmadıklarından kimler için yapdılar ise, onlara doğru saçılan ince toz hâline getiririz) ve Kehf sûresi yüzüçüncü ve sonraki âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Emekleri en ziyâde boşa gidenleri haber verelim mi? Onlar dünyâda güzel iş yapdıklarını sanır. Hâlbuki boşuna uğraşan kimselerdir. Onlar, Rablerinin âyetlerine ve kıyâmetde Onun huzûruna çıkacaklarına inanmadılar. Biz de onların iyiliklerini yok ederiz. İyilikleri ile kötülüklerini ölçmeyiz) buyurulmakdadır. Bu âyet-i kerîmeler, Ehl-i sünnet i’tikâdının doğru olduğunu göstermekdedir.
Kâfirlerin dünyâda yapdıkları iyiliklerin yok olacağını bildiren âyet-i kerîmeler, bu iyiliklerin onlara sevâb ve fâide vermeyeceğini gösteriyor ise de, ba’zı âlimlerimize göre, Bekara sûresindeki seksenaltıncı ve Âl-i İmrân sûresindeki (Onların azâbı hafîfletilmeyecekdir) meâlinde olan seksensekizinci âyet-i kerîme gösterilince, zemân bakımından hafîfletilmeyecek, sonsuz azâb göreceklerdir demişlerdir. Bu âlimler, Enbiyâ sûresinde, kırkyedinci âyet-i kerîme olan, (Kıyâmet günü adâlet ölçüsünü ortaya koyarız. Kim-
-245-
seye bir zulm yapılmaz. Hardal dânesi kadar iyilik eden karşılığına kavuşur) meâlindeki ve (Zerre mikdârı iyilik yapan onun karşılığını bulur) meâlindeki âyet-i kerîmelere dayanmakdadırlar. Bundan başka, çok cömerd olan Hâtem-i Tâînin ve Peygamberimizin dünyâya geldiğini müjdeleyen câriyesi Süveybeyi sevincinden âzâd eden Ebû Lehebin azâblarının hafîfleyeceğini bildiren Hadîs-i şerîfler vardır. Fahr-i âlemi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çok seven Ebû Tâlibin azâbının hafîfleyeceğini bildiren Hadîs-i şerîf ise, pek meşhûrdur. Dâr-ül-islâmda bulunan kâfirlerin, islâmiyyetin muâmelât kısmına uymaları lâzımdır. İslâmiyyete uymak da, sevâb kazandırır ve azâbı azaltır. Kâfirlere âhiretde sevâb ve mükâfât olmayacağı için, azâblarının azalacağı düşünülür. Bundan başka îmâna gelen bir kimse, îmâna gelmeden önce yapdığı iyiliklerin karşılığına kavuşur. Buhârîde ve Müslim-i şerîfde bildirildiğine göre, Hâkim bin Hazâm, îmâna gelince, evvelce yapmış olduğu iyilikleri sormuşdu. Buna karşılık olan Hadîs-i şerîfde, (Evvelce yapmış olduğun hayrlı ve fâideli işlerin makbûl olmak üzere müslimân oldun) buyurulmuşdur. Îmâna gelen kimsenin evvelce yapdığı bütün günâhları afv olur. Çünki, bir müslimân, Allah korusun, îmândan çıkar, mürted olursa, yapmış olduğu bütün iyilikleri yok olacağı gibi, yeni îmâna gelen bir kimsenin evvelki günâhları afv olur.
[Bir kâfir îmâna gelince, bütün günâhları afv olup, tertemiz olacağı için, ona saygı ve sevgi göstererek, gönlünü kazanarak düâsını almağa çalışmalıdır.]
Âyet-i kerîmeler ve Hadîs-i şerîfler îmânın kalbde olduğunu, ya’nî îmânın kalb ile tasdîk demek olduğunu göstermekdedir.
Dostları ilə paylaş: |