Birincisi: Ahadiyyet zâtı ve taayyünsüzlük mertebesidir. Bu mertebede Hakk'ın hiçbir sıfat ve isim ile vasıflanması ve isimlenmesi mümkün değildir. Çünkü bütün bağıntılardan ve izâfetlerden ganîdir. Ve bu bağıntıların ve izâfetlerin hepsi ahadiyyet zâtında mahv ve helâk olmuştur. Ve "mutlak vücûd'' ta'bîri salt bu mertebeye işâret için konulmuş bir terimdir.
İkinci mertebe: Sıfatlar ve isimler mertebesidir ki, Hakk’ın mutlak vücûdu, zâti işleri olan sıfatları ve isimleri dolayısıyla, ilmen taayyün edici ve tecellî edici olur. Ve ilim hazretinde peydâ olan bu isimlere âit sûretlere "a'yân-ı sâbite" derler ki, bunlar, imkân dâhilinde olanların ilâhi ilimde sâbit olan hakîkatleridir. Ve a'yân-ı sâbite hâriçte mevcûd olmadıklarından yapılmış, yânî sonradan meydana gelmiş değildirler. Çünkü yapılmışlık hâriçte mevcûd olmakla olur. Ve ahadiyyet denizinde helâk olmak sûretiyle birlikte olan isimler, bu mertebede bir dîğerinden ayrılmış olurlar.
Üçüncüsü: Ruhlar mertebesidir ki, Hakk’ın mutlak vücûdu, a'yân-ı sâbite dolayısıyla bu mertebede soyut akıllar ve nefisler olarak zâhir olur.
Dördüncüsü: Mutlak misâldir ki, bu mertebede, aynı şekilde Hakk’ın mutlak vücûdu, a'yân-ı sâbite dolayısıyla, şehâdet mertebesinde açığa çıkacak olan mevcûtların misâli sûretleriyle taayyün edici ve tecellî edici olur. Ve bu sûretler, aynada gözüken hayâl gibi latîf olup, parçalanma ve bölünmeyi kabûl edici değildir.
Beşincisi: His ve şehâdet hazretidir ki, bu mertebede de yine, Hakk’ın mutlak vücûdu, aynı şekilde a'yân-ı sâbite dolayısıyla kesîf sûretlerde zâhir olur. Ve bu sûretler parçalanma ve bölünmeyi kabûl edicidir. İşte bu mertebelerin tamamı, bir sonsuz vücûdun tenezzülleri ve tecellîleridir.
Bu bahsedilen mertebelerin netîcesi, insan-ı kâmil olup, bütün mertebeleri toplamıştır. Bundan dolayı insan-ı kâmil mertebesi Hakk'ın mutlak vücûdunun altıncı tenezzül ve tecellî mertebesi olmuş olur.
Şimdi a'yân-ı sâbite ilâhi ilimde ne sûretle sâbit olurlarsa o sûretle Hakk'ın bilineni olurlar. Bundan dolayı ilim, ma'lûma yânî bilinene tâbi' olmuş olur. Fakat bundan bâzı zâtların zannettiği gibi Hakk'ın ilminin gayrıdan istifâde edilmiş olduğu ma’nâsı çıkarılmasın. Çünkü a'yân-ı sâbite isimlerin sûretleridir; ve isimler ise zâti işlerden ibâret olup, Hakk'ın zâtının aynıdır. Bundan dolayı gayr nerededir ki, Hak'ın ilmi ondan istifâde etmiş olsun. Örneğin, insan "hattât" olmalıdır ki, kendisinin hattât olduğuna ilmi ulaşsın. Şu halde kendi indinde hattatlığı bilindikten sonra, bir kimse kendi hakkında, "Ben hattâtım" diye hükmeder ve onun hattatlığı hakkındaki ilmi ,"ma'lûm yânî bilinen" olan hattatlığına tâbi' olmuş olur.
Şimdi a'yân-ı sâbiteden her birisinin bir zâtî gereği vardır ki, ona "isti'dâd" ve "kābiliyyet" denilir. Hz.Hak Sübhânehû ve Teâlâ'nın hâricî vücûdda zuhûru, ancak her bir "ayn"ın sûretinde o "ayn"ın ne fazla ve ne de noksân olarak isti'dâdına uygun olarak gerçekleşir.
Bundan dolayı mü'minin ayn-ı sâbitesinin isti'dâdı îmânı, ve kâfir ve âsînin ayn-ı sâbitesi de küfür ve isyânı taleb etmiştir ve onların her birisi aynî vücûdda taleb etmiş oldukları sıfat üzere "Kün yânî Ol!" emriyle zâhir olmuşlardır. cenâb-ı Hâfız’dan beyit:
Tercüme: "Her ne varsa bizim endâmsız olan uygunsuz boy posumuzdandır; yoksa Sen'in vücûd nûrunla teşrîfin, kimsenin boyuna bosuna uymayacak sûrette kısa ve kifâyetsiz değildir."
Şimdi isbât etti ki, muhakkak ilim ma'lûma yânî bilinene tâbi'dir. Bundan dolayı "ayn"ının sâbitliğinde ve yokluğu hâlinde mü'min olan kimse, vücûda gelmesi hâlinde de o sûretle açığa çıkar. Ve muhakkak Allah Teâlâ, onun böyle olduğunu ondan bildi. İşte bunun için “ve hüve a’lemu bil muhtedîn” yânî "Allah Teâlâ hidâyette olanları en iyi bilendir" (Kasas, 28/56) buyurdu. Ne zamanki Hak Teâlâ böyle dedi,“Mâ yubeddelul kavlu ledeyye” (Kâf, 50/29) yânî "Benim indimde söz, yânî hüküm değiştirilmez" dahî buyurur. Çünkü benim sözüm, hálk ettiğim şey üzerinde ilmimin miktarı üzeredir; "Ve ben kullarımâ mübâlağa ile zulmedici değilim" (Kâf, 50/29) Yânî, Ben onları şakî kılan küfrü üzerlerine takdîr etmedim ki, daha sonra onların yapmaya tâkatları olmayan şeyi onlardan taleb edeyim. Belki biz onlara ancak ilmimiz dolayısıyla muâmele ettik; ve biz onları ancak nefislerinden ve üzerinde bulundukları şeyden, bize verdikleri şeyle bildik. Bundan dolayı eğer zulüm varsa; zâlim olanlar onlardır. Bunun için Hak Teâlâ “ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn” (Bakara, 2/57) yânî "Ancak onlar kendi nefislerine zulmettiler" buyurdu. Böyle olunca Allah Teâlâ onlara zulmetmedi (16).
Yânî yukarıda bahsedilen kerîm sözü ile Hak Teâlâ Hazretleri isbât buyurdu ki, ilim ma'lûma yânî bilinene tâbi'dir. Bundan dolayı ilâhi ilimde her bir ilâhi ismin sûreti nasıl resmolunursa, o sûret üzere Hakk'ın bilineni olur. Ve Hakk'ın irâdesi de, o ilim üzerine bağlanır. Şu halde bir kimsenin ayn-ı sâbitesi, yokluk hâlinde Hâdî isminin sûreti üzere resmolunmuş ise, hâricî vücûda gelişi hâlinde de hidâyet sûretiyle ve mü'min olarak zâhir olur. Ve Allah Teâlâ o kimsenin hidâyete isti'dâdını ve mü'min olarak zâhir olacağını ezelde onun ilmi sûretinden bildi. İşte bundan dolayı Hak “ve hüve a’lemu bil muhtedîn” yânî "Allah Teâlâ hidâyette olanları en iyi bilendir" (Kasas, 28/56) buyurdu; ve aynı şekilde “Mâ yubeddelul kavlu ledeyye” (Kâf, 50/29) yânî "Benim indimde söz, yânî hüküm değiştirilmez" dedi.
Ve Hz. Şeyh (r.a.) Hakk'ın sözünü tefsîr ederek buyururlar ki: Çünkü bir mahlûk benim ilmimde ne sûret üzere sâbit oldu ise, ben onu o sûret üzere bilirim; ve o mahlûk hakkındaki ilmimin miktârı, onun ilmi sûretinin miktârı kadardır. Ve ben kullarıma karşı zulmedici değilim ki, onların üzerine isti'dâd lisânlarıyla istedikleri şeyin dışında bir şey ile hükmedeyim. Çünkü "zulüm" sözlükte "bir şeyi kendi yerinin dışında bir yere koymaktır".
Ve Hz. Şeyh “Mâ yubeddelul kavlu ledeyye” (Kâf, 50/29) yânî "Benim indimde söz, yânî hüküm değiştirilmez" âyet-i kerîmesini de Hakk’ın lisânı ile tefsîr ederek buyururlar ki: Ben onları şakî kılan küfrü takdîr etmedim ki, daha sonra onların yerine getirilmesine güç getiremedikleri şeyi onlardan taleb edeyim? Yânî ben zulmedici değilim ki, şaki oluşlarını gerektiren küfrü, ezelde onların üzerine takdîr edeyim de, sonra da onların kapasitelerinin dışında olan îmânı taleb edeyim ve onlar îman edemeyince, bundân dolayı onları azarlayayım. Belki bizim onlar ile olan muâmelemiz, ancak ilmimiz dolayısıyladır ve biz onları ancak nefislerinden bize verdikleri şey üzerine bildik. Ve bize verdikleri şey, onların zâti isti'dâd ile yokluk hâlinde üzerinde sâbit oldukları şeydendir. Eğer onlar kendi nefislerinden bize verdikleri şeyde zulüm olmuş ise, zâlim olan kendileridir. Her kim ne istemiş ise Hak onu ihsân etmiştir. Hak, ihsânından dolayı mes'ûl değildir. Mes'ûl olan, Hak'tan taleb edenlerdir.“Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hum yus’elûn” yâni “O (Allah), yaptığı şeylerden mes’ûl değildir. Ve onlar, (yaptıklarından) mes’ûldür” (Enbiyâ, 21/23). Ve işte zâlim onlar oldukları için Hak Teâlâ "Ancak onlar nefislerine zulmettiler" (Bakara, 2/57) buyurdu. Şu halde mâdemki Hak, zorla onları kâfir olarak takdîr edip, küfürlerinden dolayı azarlanan tutmamıştır, bundan dolayı onlara zulmetmemiştir.
Ve böylece biz, onlara ancak dememizi, zâtımızın verdiği şeyi dedik; ve zâtımız şöyle demekten ve böyle dememekten üzerinde bulunduğu şeyle bizim bilinenimizdir. Şimdi biz ancak diyeceğimizi bildiğimiz şeyi dedik. Biz dedik, söz bizdendir; ve onlardan olan bu söylenilenleri işitme ile onlar için uyma ve uymanın olmayışı vardır (17).
Yânî cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) hazretleri âyet-i kerîmenin Hak lisânı ile tefsîrine devam ederek buyururlar ki: Bizim zâtımız, onlara ne demekliğimizi verdi ise, biz onlara o şeyi dedik. Çünkü a'yân-ı sâbite ilâhi isimlerin sûretle-ridir; ve isimler, isimlendirilen zâtın aynıdır. Bundan dolayı a'yân-ı sâbite ahadiyye zâtının aynı olur. Ve ahadiyye zâtı, aslında taayyünsüz ve renksiz olduğu halde, tenezzül ederek kendi isimlerinin sûretlerinde taayyün edici ve tecellî edici olur.
Ve bizim zâtımız, şöyle demekten ve şöyle dememekten ne şey üzerine ise, o şeyle bizim bilinenimizdir. Bundan dolayı bizim zâtımız ne şeyle emretmeyi veyâ emretmemeyi gerektirdiyse, biz onunla emrettik. Biz ancak dememiz gerektiğini bildiğimiz şeyi dedik. Yânî ne yön ile emretmek lâzım idiyse, o yön bizim ilmimizde sâbit idi. İşte biz ancak o emri ettik ve lâyık olan şey ne ise onu dedik. Biz dedik, "söz" bizimdir; ve onlar tarafından olan "işitme"' ile “uyma” ve uymanın olmayışı onlarındır.
Bilinsin ki vücûd, birdir. O vücûd, öyle bir mutlaktır ki, hiçbir sınır ile sınırlanmış ve hiçbir kayıt ile kayıtlanmış değildir. Fakat zâti bağıntıları mevcûd olduğundan, zâtında mevcût olan ve isimlerinden ibâret bulunan bu bağıntıların kemâlleri ile açığa çıkmaları için, bağıntıların çokluğundan berî olan ahadiyyet mertebesinden, vâhidiyyet mertebesine ve isimlere âit mertebeye tenezzül buyurmuştur. Ve bu isimlere âit mertebede Hakk'ın vücûdunun iki "el"i vardır ki, biriyle verir, diğeriyle alır. Bundan dolayı bu mertebede Hak, Mütekellim ismiyle söyler ve Mürîd ismiyle irâde eder. Bunlar fâil olan eldir ve kabûl edici eli dolayısıyla da söylediğini işitir ve irâde ettiği şeye uyar. Ve şeyin ilâhi ilim mertebesinde yokluğu hâlinde sâbit olan zâtı, mûcidinin zâtına karşılıktır. Ve mûcidi o şeyin kendi vücûdunu îcâd edişte ne gibi bir şeyle emretmiş ise, o emre uyarak o şeyin kabûlü, mûcidinin "Kün yânî Ol!" sözüne karşılık gelir. Ve ilâhi ilimde ve Bâtın isminde sâbit olan şeyin kuvvetinde zuhûr vardır. Onun var olması için emir çıktığı zaman o şey, ancak kendi nefsini kendi îcâd eder. Ancak Hak ile ve Hak'ta îcâd eder. Ve Hak tarafından o şeyin var olması için çıkan emir, onun Hakk’ın indinde bilinen isti'dâdına göre olur. Bundan dolayı Hak tarafından "söz" ve şey tarafından da "işitip" o emre "uymak" husûsu sâbit olur. Ve bir şeyin isti'dâdına Hakk'ın ilmi, kendi zâtına olan ilmidir. Çünkü ilâhi ilimde sâbit olan şey, ilâhi bir ismin sûretidir ve o ilâhi isim ise zâtın işi ve bağıntısıdır. Ve Hak kendi işlerini ve zâtının gereklerini bilir. Şu halde, ilim ile ma'lûm yânî bilinen bir vücûdun bağıntılarından ibâret olmakla bir şey' olur. Bir dîğerinden ayrı görünüşleri î'tibârî bir husûstur.
Şiir:
Şimdi hepsi bizden ve onlardandır; ve alma dahi, bizden ve onlardandır (18).
Hz. Şeyh (r.a.) Hak lisânı ile buyururlar ki: Ahad olan zâtımızın gereği olan işler ve isimler îtibârıyla, bu açığa çıkanların hepsi bizdendir. Ve fakat o işlerimiz ve isimlerimiz olmasa, ahad olan zâtımızın eserler ile zâhir olması mümkün olmayacağından, bu îtibâr ile bütün açığa çıkanlar onlardandır. Ve isimler bizim zâti işlerimiz olması dolayısıyla hakîkatlerini bizden almışlardır. Ve onların hakîkatleri ne sûretle bilineniniz olduysa, ilmimiz o bilinenlere tâbî olduğundan, bizim ilmimiz, işte bu bilinenlerden alınmıştır.
Bu yüksek beyitteki: “Bizdendir ve onlardandır” ta'bîrleri, ahadiyyet mertebesi ile vâhidiyyet mertebesine göre kullanılmıştır. Bu da göreceli ve îtibârî bir şeydir. Yoksa hakîkatte vücûd ve isimler hep Hakk'ındır. Ve ilim ve ma'lûm yânî bilinen tek bir şeydir. Ve bu gösterinin bütün hepsi Hakk'ın kendi bağıntılarıyla olan hüner-bazlığından başka bir şey değildir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de buyrulur:
“İnnemel hayâtud dunyâ laibun ve lehv” (Muhammed, 47/36) yânî "Dünyâ hayâtı ancak oyun ve eğlencedir."
Ve dünyâ hayâtının oyun ve eğlence olması, bizim vehmi olan varlığımıza göredir; yoksa Hakk'a göre oyun ve eğlence değildir. Onun zâhiri eğlence, fakat bâtını ciddinin ciddisidir. Çünkü isimlere âit kemâlâtın açığa çıkması ancak görünme yerleri ile olur. Bundan dolayı görünme yerlerinin kemâlâtı, Hakk'ın kemâlâtıdır. Mesnevî:
Tercüme: "Bu "ben" ve "biz" îtibârlarını, kendin ile hizmet oyununu oynamak için yaptın."
Sonuç olarak emrin küllîsi Hak'tan ve bizdendir; ve almanın da hepsi aynı şekilde Hak'tan ve bizdendir.
Eğer onlar, bizden değil iseler, şu halde şüphesiz biz onlardanız (19).
Yânî eğer a'yân-ı sâbite, vücûdda bizden değil iseler ve bizim sûretlerimiz üzerine ve bizim cismimizle olmazlarsa, şüphesiz biz onlardanız ve onların hakîkatlerindeniz ve onların dolayısıylayız; çünkü a'yân-ı sâbiteye "Hakk’ın isimleri" denilir.
Bilinsin ki, "bizden" ve "onlardan" ta'bîrlerinde İkilik ma’nâsı vardır. Oysa hakîkî vücûd ancak birdir. Bundan dolayı bu ta'bîrler nedir?
Yukarıda îzâh edildiği üzere bu ta'bîrler, bir olan vücûdun bağıntıları olan isimlerden meydana gelmiştir; ve bağıntıların vücûdu, ancak o bağıntıların sâhibinin vücûduyla kâimdir ve ona tâbi'dir. Bundan dolayı, onların vücûdu izâfîdir. Ve izâfi olan vücûdun şânı hakîkatte yokluktur.
Şimdi Hakk'ın bilineni olan a'yân-ı sâbiteden bâzılarının görünme yerleri olan ve şehâdet âleminde bulunan nebîler ve evliyâ gibi vücûdi aynlar, vücûdda ikiliğin lâzım gelmemesi için, kendilerinin Hakk’ın vücûdu ile mevcûd olduklarını iddiâ etmezlerse, varsın onlar öyle desinler.
Şüphe yoktur ki Hak onlardandır: yânî Hakk'ın mutlak vücûdu onların sûretleriyle taayyün etmiş ve kayıtlanmış ve açığa çıkış kemâliyle onlardan açığa çıkmıştır. Çünkü Hak, ahadiyyet mertebesinde mutlaklık üzeredir; bir sûret ile taayyün etmedikçe ve kayıtlanmadıkça açığa çıkmaz. Ma’nâ, görünmek için sûret ister. Mesnevî:
Tercüme: "Sûret, sûretsizden vücûda gelir; nitekim duman bir ateşten çıkmaktadır. Sonsuz olan yollar ve san’atlar, hep fikirlerin sûret gölgesidir. Mutlak fâil hazretleri hiç şüphesiz sûretsizdir, O'nun elinde sûret âlet gibidir. O sûretsiz, zaman zaman, yokluk sıkıntısından salt keremiyle sûretleri açığa çıkarır. Ondan her bir sûretin, kemâl ve cemâl ve kudretten feyz elde etmesi için bu sûretleri açığa çıkarır."
Ey velî bu Lût kelimesindeki melkiyye hikmetini tahkîk et! Çünkü ma'rifetin özleridir (20).
Çünkü bu yüksek fassda Hz. Şeyh (r.a.), insanın izâfi yokluktan mahlûk olduğunu ve risâlet makâmı, hakk olan dîni ortaya getirmek için tasarrufu gerektirdiği halde, ümmetine şefkatinden dolayı, tasarrufa kalkışmadığını ve bu şehâdet âleminde açığa çıkan her bir mevcûdun, ilâhî ilimdeki a'yân-ı sâbitelerinin sûretleri üzere bulunduğunu bilen ârif velîde himmetle tasarruf bulunmadığını beyân buyurmuştur. Bunlar ise ilâhi öğrenimin özüdür. Bundan dolayı sen bu ma'rifetleri, hakîkatı ile ve Muhammedî zevk üzere bil!
Şiir: Şimdi sana sır açılmış oldu ve iş dahi açıkça belli oldu (21).
Yânî bu "melkiyye hikmetin"de sana rububiyyet sırrı ve kader sırrı âşikâr oldu ve vücûd işi hakîkati üzere açıkça belli oldu. Çünkü sen vücûd işi için fâil ve kabûl edici lâzım olduğunu ve hakîkatte alan ve verenin Hak olunduğunu anladın.
Ve hakîkatte "tek" denilen bir olan zât, "çift"te mevcût oldu (22) .
Yânî "tek" vasfı ile vasıflanan bir olan hakîkî vücûd, âlem aynlarından ibâret olan "çift"te mevcût oldu. Çünkü âlem aynları, ikinci aşamada olmuştur. Ve aynlar bu mevcût oluş ile hâsıl oldu. Çünkü,birin tekrârı ile çift oluşur; ve onun üzerine bir tane daha ilâve olunursa, üç olur ki teklik oluşur.
Bilinsin ki, Hakk’ın mutlak vücûdu sonsuz bir vücûddur ki, latîf oluşunun kemâlinden dolayı akıllar tarafından idrâk edilmekten perdelenmiştir. Bu mutlaklık mertebesinde hiçbir sıfat ve isim ile vasıflandırılmaz. Fakat bu mertebeden sıfatlar ve isimler mertebesine tenezzül edince "Allah" ismi ile isimlenir. Bundan dolayı "Allah" zât ile ahadî, sıfat ile vâhidîdir; ve sıfatlar isimlerin menşeidir .
Şimdi Hak, zât mertebesinden, ilim mertebesine tenezzül buyurduğunda, ilâhî ilimde isimlerin sûretleri peydâ olur ve isimler çok ve muhtelif olduğundan, peydâ olan ilmî sûretler de çok ve muhtelif olur. İşte Hakk’ın bir olan vücûdu, biri diğerinden daha kesîf olmak üzere bu his ve şehâdet âlemine kadar tenezzül etmiş ve her bir mertebede, "ayn-ı sâbite" denilen her bir ismin ilâhî ilimdeki sûreti, o âlemin kesîf oluşu oranında bir taayyün elbisesine bürünmüştür. Bundan dolayı, "hálk" dediğimiz âlem Hakk'ın latîf vücûdunun kesîf olarak açığa çıkmasından ve ondaki sûretlerde, isimlerine âit sûretlerine göre, yine kendisinin taayyününden ve kayıtlanmasından ibârettir.
Bu ön bilgi anlaşıldıktan sonra yukarıdaki mübârek beytin ma’nâsı aydınlanır. Şöyle ki: Hakk’ın bir olan vücûdu ferd ve vitr yânî tek iken, isimleri dolayısıyla, hálk edilmişler âlemine tenezzül ile taayyün ettiğinde ve kayıtlandığında çift oluşu içinde barındırıcı olur; çünkü hálk edilmişlerin vücûdu da mâdemki bir vücûddan ibârettir, şu halde birin yanına bir tane daha bir ilâve edilmiş, demek olur. Ve birin yanına bir tane daha bir ilâve olunca, iki olur ki, buna da "çift" denilir. Fakat bu öyle bir çifttir ki, Hakk'ın bir olan vücûdunun içinde barınmakla peydâ olmuştur; ve bu içinde barınış diğer bir vücûda dâhil olma şeklinde değildir. Belki onun sonradan olan sıfatlarından ibâret bir izâfi vücûda sâri oluşudur.
Örnek: Buhâr buhâr oluşu hâlinde vitr, yânî tek olduğu halde, bir mertebe yoğunlaşınca bulut olur; ve bir mertebe daha yoğunlaştığı zaman su ve yine yoğunlaşınca buz olur. Bu mertebelerin hepsi buhara göre sonradan olmadır ve buhar onlara göre kadîmdir. Ve bulutun, suyun ve buzun vücûdlarında, vitr yânî tek olan buhar mevcûttur. Fakat buharın onların içinde mevcût oluşu dâhil olma şeklinde değildir; belki onların vücûdu buhardan başka bir şey değildir. Bunlar ancak buhârın sonradan olma sıfatlarıdır. Bununla berâber bu mertebelerde onlara buhar denilmez; çünkü sıfat îtibârıyla buhârın gayrıdır ve latîf buharın tenezzülüyle onun karşılığında, yine onun vücûdundan bir vücûd peydâ oldu ki, o da bulutun vücûdudur. Bundan dolayı bire bir ilâve olunmuş oldu. Ve bu sûretle çiftlik ve çift oluş hâsıl oldu ve vitr yâni tek olan buhar onda mevcût oldu.
Bitişi: 17 Aralık 1916, Pazar gecesi, Ezâni sâat 05:00
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
-14-
BU FASS ÜZEYR KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN “KADERİYYE HİKMETİ” BEYÂNINDADIR
Bu fassta Üzeyr kelimesine mahsûs olan "kaderiyye hikmeti" mevzûbahis olur. Çünkü cenâb-ı Üzeyr'in hakîkatinin gereği bu olup kader sırrı bilgisinin tarafına rağbet etmiştir. Hz. Üzeyr, kudretin takdîr edilene bağlantısı esaslarından hayrette kalarak ve Hırbe kasabasının eski hâli üzere iâdesine ihtimâl vermemiş ve:
(Bakara, 2/259)
“kâle ennâ yuhyî hâzihillâhu ba’de mevtihâ”
"Bu harâbâtı bu halden sonra Allah Teâlâ nasıl ihyâ eder?"
demişti. Hak Teâlâ onun bu gözünde büyütme ve oluşunu imkânsız görüşü sebebiyle iâde sûretlerinin ve kudret hükümlerinin envâ'ını gösterdi. Ya'nî onu yüz yıl ölü halde ve daha sonra canlı kıldı. Bundan dolayı bu hikmet, Üzeyr (a.s.)a yakın kılınarak kazâ ve kader hükümleri bu hikmette verildi.
Ve "melk" ve şiddet, Hakk'ın ve ilâhi isimlerin olup, kader sırrına vâkıf oluş Hakk'a mahsûs bulunduğundan, bu "kaderiyye hikmeti", "melkiyye hikmeti"ni ta'kîp etti. Ve bunda, fânî-fillah olup şiddetli rükûn olan Hakk'a sığınan kimsenin, Hakkâni vücûd ile mevcûd olduktan sonra kader sırrına ve kaderiyye hikmetine vâkıf olacağına işâret vardır. Nitekim Üzeyr (a.s.) ölü hale geçtikten ve tekrar dirildikten sonra, kader sırrına vâkıf oldu.
Bil ki, "kazâ" Allâh’ın eşyâda hükmüdür: Ve Allâh'ın eşyâda hükmü, Allâh’ın eşyâya ve eşyâda olan ilminin miktârı üzeredir. Ve Allâh'ın eşyâda olan ilmi de, bilinmiş olan nefislerinde ne hâl üzere sâbit idiyseler, o bilinmiş olanların Hakk'a verdikleri şeyin miktârı üzeredir (1).
Ya'nî Hak ahad olan zâtında mevcût olan bütün ilâhi sıfatlarının ve isimlerinin potansiyelden fiile çıkmasını murâd ettiğinde, rahmânî nefesi ile, o isimlerin görünme yerlerinin sûretleri ilâhi ilimde peydâ olup ve her birerleri ilmen belirip birbirinden ayrıldılar. Ve ilâhi isimlerden her birinin isti'dâdı ve özelliği ne ise, o sûretlerin her biri de tâbi' olduğu ismin isti'dâd ve özelliğini taşıyıcı oldu. Ve o eşyâ,saâdet ve şakâvetten ve îman ve küfürden ve talih ve talihsizlikten ve kemâl ve noksândan ve diğer haller ve gereçlerinden ilâhi ilimde ne sûret üzerine belirdiler ve Hak onları ne sûret üzerine bildi ise, onlar hakkında o yön ile hükmetti. Demek ki Hakk'ın bilinmiş olan eşyâ üzerindeki hükmü, o eşyâ zâtlarına âit isti'dâdlarıyla Hakk'a ne vermiş iseler, o verdikleri ilmin miktârı üzeredir. İşte "kazâ" budur; ve bu hükümde vakitlendirme yoktur. Çünkü bu hüküm, Hakk'ın zâtının aynı olan ilâhi ilimde nefisleriyle bilinmiş olan eşyâ üzerinedir. O mertebede ise zaman ve mekân yoktur.
Ve "kader", eşyânın "ayn"ında ve nefsinde sâbit olduğu şey üzerine, hükmün eksiği ve fazlası olmaksızın vakitlendirilmesidir (2).
Ya'nî "kader", ilâhi ilimde eşyânın "ayn"ı gereğince verdiği hükmü ve halleri, belirli vakitlerde ve takdîr edilen zamânda icrâ edip açığa çıkarmaktır. Bundan dolayı kader, bilinmiş olan ayn’lardan her birisinin hükümlerini ve hallerini belirli sebep ile belirli vakitte ta'yîn eder ve o hükümler ve haller o vakitten aslâ ileri, geri gitmez. Bu şekilde kader, kazânın ayrıntılanmışı olur. Ve "kazâ", ezelî olan ilâhî zâtî ilimde bilinmiş olan eşyâ üzerine ne şey hükmetmiş ise, "kader" o şeyi fazlası ve noksanı olmayarak zamânları yönüyle takdîr eder.
Şimdi ilâhi kazâ eşyâ üzerine ancak eşyâ ile hükmetti (3).
Ya’nî eşyâ ilâhi ilimde sâbitlikleri hâlinde kendi nefislerinde, "ayn"larının hallerinden ne şey üzere sâbit olmuşlarsa, ilâhi kazâ da o eşyâ üzerine onların aynlarının verdiği haller ve hükümler ile hükmeder. Bundan dolayı Hak Teâlâ hiçbir fert üzerine, hariçten bir şey ile hükmetmez. Ancak o fertlerin her birisi, zâtî isti'dâdı dolayısıyla Hakk'a bir hüküm verir. Ve Hakk'ın üzerine o hüküm ile kendi üzerine hükmetmesini, Hakk'ın üzerine hükmeder
Örnek: Mi'mâr, bir binâyı inşâ ettiği sırada, döşeme ve kaplama tahtalarını, o tahtaların isti'dâdına göre seçer. Döşeme tahtası, hâl lisânı ile mi’mâra: "Benim binânın kaplamasında kullanılmaya hakkım yoktur; sen beni, döşeme için kullan!" der. İşte bu tahtanın mi'mâr üzerine, kendi isti'dâdı dolayısıyla, bir hükmüdür. Mi'mâr da tahtanın kendi üzerine olan bu hükmünü kabûl ile, onun döşemede kullanılmasına hükmeder. Mi'mâr bu hükmü hariçten almadı, belki tahtanın zâtından almış oldu.
Ve bu kader sırrının ayn’ıdır. Buna vâkıf oluş, müşâhede edici olduğu halde, kalbi olan ve ilkâ edileni işitebilen kimseye mahsûstur (4).
Ya'nî "kazâ"nın eşyâ üzerine, yine eşyâ ile hükmetmesi esâsı, var edilmişler üzerine hâkim olan kader sırrının ayn’ıdır ve bu kader sırrına vâkıf olmak, ancak görünme yerlerinde Hakk'ın nûrlarını müşâhede edici olduğu halde, hissî ve aklî görünme yerlerinde Hak ile dönen kalbe sâhip bulunan ve îman nûru ile işiten kimseye mahsûstur. Bu vasıfları taşımayan kader sırrına vâkıf olamaz.
Şimdi hüccet-i bâliğa ya’nî apaçık delîl Allah için sâbittir. (5)
Karşılık gününde bu apaçık delîlin sâbitliğinin şekli, aşağıdaki soru ve ve cevâptan anlaşılır.
Cenâb-ı Zü'l-Celâl hazretleri: Ey kâfir ve âsî ve câhil kullarım! Ameliniz dolayısıyla sizin hakkınızda tertîp ettiğim cezâyı çekiniz!
Azâp ehli: Yâ Rab! Küfrü, isyânı ve cehli,ezelde sen bizim üzerimize takdîr ettin. Senin takdîrin ile bizden çıkmış olan amellerden dolayı şimdi bizi azâplandırman ve tâkatımızın dışında olan şeyi bizden talep etmen hakkımızda zulüm olmaz mı?
Cenâb-ı İzzet: Benim kazâ ve takdîrim ilmime tâbi'dir ve ilmim de, bilinmiş olan isti'dâdınıza tâbi'dir. Bundan dolayı siz ezelde bana dediniz ki: "Bize mahsûs olan isti'dâdımız budur; biz senden bu isti'dâdımıza göre hüküm isteriz." Ben de öylece hükmettim ve zâtınızda potansiyel olarak mevcût olan şey üzerine vücûd feyzi verip o şeyi îcâd ettim ve açığa çıkardım. Bundan dolayı sizden çıkmış olan küfür ve isyân ve cehil, ancak sizin zâtınızda potansiyel olarak mevcût olan şeydir. Ben yalnız vücûd feyzi verip onları îcâd ettim ve açığa çıkardım. Şimdi ben size zulmetmedim. Siz ancak kendi nefsinize zulmettiniz. Ve sizin talebinizin dışında size birşey vermedim.
Dostları ilə paylaş: |