Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə53/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   49   50   51   52   53   54   55   56   ...   90

Soru: Biraz yukarıda, baka-billah makâmında olan insan-ı kâmilin görünme yeri olduğu ilâhi isimler toplanmışlığının kuvvetiyle tasarruf etmesi ve îcâd ve ortadan kaldırmaya himmeti vardır denilmiş idi. Burada ise, ârifin ma'rifeti yükseldikçe himmetle tasarrufu eksilir, deniliyor. Oysa insan-ı kâmil zamanının eşsizi ve ma'rifette evliyâullahın hepsinden yükseğidir. Bu yüksek ma'rifetle onun tasarrufu nasıl olur?

Cevap: Bakâ-billah makâmında bulunan insan-ı kâmil, bir aynadır ki, Allah’ın zâtı onda bütün isimleriyle zâhir olur. Ve ayna kendisinde görünen sûretlerde, nasıl ki zerre kadar tasarruf sâhibi değil ise, insan-ı kâmilin hâli de böyledir. Kendisinden çıkan fiillerin hepsi Hakk'ındır. Çünkü onda taayyün etmiş vücûdunun sıfatlarından kaynaklanan hazlar adına hiçbir şey kalmamıştır ki, kendine mahsûs bir irâdesi olsun da himmetini bir şeye göndersin. Şu kadar ki, bu saâdet sofrası zât dahî her cisim sâhibi olan kimseler gibi, yeryüzünde yürür, yer, içer ve evlenir. Kendisinden rızâ ve gazab gözükür. Bu hâli görenler, onun da nefsâni sıfatları bizimki gibi uyanıktır, derler; oysa uyumuştur. O bağımsız bir himmet sâhibi değildir. Belki Hakk'ın irâdesi ne ise, himmetini ona gönderir. Rızâsı ve gazabı, Hakk'ın rızâsı ve gazabıdır. Kendi aslâ tasarruf sâhibi değildir. Nitekim, âyet-i kerîmede işaret buyrulur:

Ve tahsebuhum eykâzan ve hum rukûd, ve nukallibuhum zâtel yemîni ve zâteş şimâl” yânî "Sen onları uyanık zannedersin, halbuki onlar uykudadır ve biz onları sağa, sola döndürürüz" (Kehf, 18/18).

Bundan dolayı bu mübârek zâtı görünüşüne bakıp anlamak gâyet zordur. Nitekim Hz. Mısrî buyurur:

Özü yoktur ki özünden biline

Dahi tozmaz ki tozundan biline

Sen onu sanma sözünden biline

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı

Menkıbe: Reşehât'da yazar ki: Timurleng'in torunlarından Mirzâ Bâbür beş yüz bin asker ile Semerkand'ı idâresi altına almaya yönelir. Şah Nakşbend (r.a.)’ın halîfelerinden Ubeydullah Ahrâr (r.a.) orada imiş. Onların himmet ve tasarrufuyla asker perişan olup şehri alamazlar. Mirzâ Bâbür tasavvuf ehli ile sohbetler edermiş. Bir gün eski Semerkand'ın hisârı üzerine yan üstü yatıp "Ârifde himmet olmaz, ârifde himmet olmaz!" diye bağırdıktan sonra demiş ki: "Her ne kadar biz Semerkand'ı alamadık; fakat bizi himmetle harâb eden Hâce hazretlerinin de ârif olmadığını anladık". Hace hazretleri bunu işitince buyurmuşlar ki: "Mirzâ Bâbür bu sözün ma’nâsını bilmezmiş; eğer bilseydi böyle söylemezdi. Çünkü ârif bir fenâ ile müşerref olmuştur ki, kendisinin bütün vasıfları yokluğa gidip kendiliğinde nâm ve nişan kalmamıştır. Ondan her ne çıkarsa, ona mensûb değildir.

Fe lem taktulûhum ve lâkinnallâhe katelehüm, ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ” yânî “Onları siz öldürmediniz ama onları Allah öldürdü. Ve attığın zaman da sen atmadın ama Allah attı.” (Enfâl, 8/17) âyet-i kerîmesi bu ma’nâyı beyân etmektedir.

Eğer böyle olmasaydı, nebîlere (a.s.) bağlamak güç olurdu; çünkü Nûh ve Hûd (a.s.) gibi enbiyâ hazâratı, kavimlerini kahredici kuvvet göndermekle alt üst ettiler."

Ve bu müşâhede makâmında görür ki, muhakkak kendisiyle çekişen kimse, "ayn"ının sâbitliği hâlinde ve yokluk hâlinde üzerinde bulunduğu hakîkatten sapmadı. Böyle olunca ancak yokluk hâlindeki sâbitliğinde onun için olan şey vücûdda açığa çıktı. Bundan dolayı, o hakîkatini aşmadı ve gidişâtını bozmadı. Şimdi buna çekişme isminin verilmesi ancak insanların gözleri üzerinde olan perdenin meydana getirdiği araz bir husûstur. Nitekim, onlar hakkında Hak Teâlâ buyurur: “ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemûn” (A'râf, 7/187) Yânî "Velâkin insanların çoğu bilmediler" ve Ya’lemûne zâhiren minel hayâtid dunyâ, ve hum anil âhıreti hum gâfilûn” (Rûm, 30/7) yânî "Onlar dünyâ hayâtının zâhirini bilirler. Oysa, işlerin sonundan gâfildirler." O da çevrilmiş olmasındandır. Çünkü gâfil onların “kulûbunâ gulf” (Bakara, 2/88) yânî "Bizim kalbimiz kılıflıdır; kılıf içindedir" sözlerindendir. Ve o kılıf dahi işi olduğu üzere idrâk etmekten örten bir perdedir. İşte bu ve onun benzerleri, ârifi âlemde tasarrufdan men'eder (7).

Yânî ârif, ahadiyyeti müşâhede makâmında görür ki, kendisiyle çekişmekte olan kimse, hakîkatinden dışarıya çıkmamıştır. O ilâhi ilimde ayn-ı sâbitesinin sâbitliği hâlinde ve ilim mertebesinde yokluğu hâlinde, onun hakîkatı ne ise, yine o hakîkat üzerinde sâbittir. Bundan dolayı onunla çekişmekte olan kimse, çekişmekle kendi hakîkatı üzerinde sâbit ayak olur. Ve kendisine âit sırât-ı müstakîm üzerinde yürür. Ve ilâhi ilimde yokluk hâlinde sâbitliğin ne demek olduğu Üzeyr Fass'ında örnek ile îzâh olunmuştur, oraya mürâcaat olunsun.

İşte bunun böyle olduğunu bilen ârif, kendisiyle çekişmekte olan şeyin kaldırılması için üzerine himmeti göndermez. Şu halde çekişenden ortaya çıkan şeye "çekişme"' denilmesi, insanların gözlerindeki perdenin peydâ ettiği araz olan bir şeydir; yoksa hakîkatte çekişme yoktur. Çünkü her bir görünme yerinin bir hâs Rabb’i vardır ve o hâs Rabb’i olan ilâhi isim onun rûhu ve idâre edicisidir ve o isim, o görünme yerini alnından tutup kendi sırât-ı müstakîmi üzerinde götürür. O görünme yerinin hâs Rabb’inin tedbîrine muhâlefete gücü yoktur. Ve isimlerin hepsi bir olan vücûdun işleridir ve bu işler de mutlak zâtın gereğidir ve kendi zâtının aynıdır. Ve her bir görünme yerinden ortaya çıkan fiiller, onun idâre edicisi olan ismin kemâlidir.

Ârif bunun böyle olduğunu bildiğinden, hakîkat bakışıyla baktığı zaman, her görünme yerinin fiilini hoş görür ve mücâdele etmeyip kabûl eder. Fakat şeriat bakışıyla baktığı zaman, kâfirlerden çıkan küfre ve fâsıklardan zûhur eden fıska îtirâz eder. Çünkü şeriat ikilik perdesi üzerine kurulmuştur. Ve perde olan mahalde ise çekişem vardır. Nitekim, bu hakîkate vâkıf olmayan kimseler, gözlerine çekilmiş olan tabîat zulmetleri ve imkâni hükümlerin perdeleri sebebiyle bir dîğerleriyle dâimâ çekişme içindedir.

Bunun için Hak Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de perde ehli hakkında buyurur: “Fakat insanların çoğu bilmezler. Onlar dünyâ hayâtının zâhirini bilirler ve âkıbetten gâfildirler" (Rûm, 30/7). "Gâfil" sözü çevrilebilen sözlerdendir. Çünkü "gâfil" perde ehlinin (Bakara, 2/88) yânî "Bizim kalbimiz kılıflı, yânî kılıf içindedir" sözlerinden alınmıştır. Ve "kılıf" sözü çevrilince "gâfil" sözü hâsıl olur. Veyâhut "Gâlif 'in çoğulu olan "gâlifûn" kelimesi çevrildiğinde, "gâfil"in çoğulu olan "gâfilûn" kelimesi hâsıl olur. Ve "gılâf yânî kılıf” bir iş ilâhi ilimde ne şey üzerine sâbit idiyse, o hal üzere o şeyi idrâkten kalbi örten perde ve örtüdür. Ve gaflet ehlinin kalbi kılıf içinde olduğundan ancak dünyâ hayâtını idrâk ederler. Bu perde âhiret oluşumunu müşâhedeye mâni' olur.

İşte gerek bu îzâh olunan ve gerek buna benzeyen sebebler, ârifi âlemde tasarruftan men' eder. Çünkü görür ki, her şey yerli yerindedir. Beğenilmeyecek bir şey yoktur ki ârif onu yerinden kaldırıp başka bir yere koymak için himmet sarf etsin. Amma Hakk'ın murâdı, o şeyin başka türlü cereyânı merkezinde ise o başka. Ve şu halde o şeyin yânî himmetin diğer sûrete gönderilmesi yine kendi ayn-ı sâbitesinin gereği olmuş olur.

Şeyh Ebû Abdullah Muhammed b. Kâid, Şeyh Ebû's-Suûd b. eş-Şiblî'ye: "Niçin tasarruf etmiyorsun?" dedi. Ebû's-Suûd: "Ben Hakk'a bıraktım, benim için dilediği gibi tasarruf etsin diye” dedi. Allah Teâlâ'nın âmir olduğu halde “fettehızhu vekîlâ” yânî “O’nu vekîl edinin” (Müzzemmil 73/9) sözünü murâd eder. Şimdi vekîl tasarruf edendir; ve ayrıca da o, Allah Teâlâ'yı işitti ki:“ve enfikû mimmâ cealekum mustahlefîne fîh” (Hadîd, 57/7) yânî "Sizi halîfe yaptığı şeyden infâk ediniz!" der. Bundan dolayı Ebû's-Suûd ve ârifler, gerçekte ellerinde olan husûsun kendilerinin olmadığını ve o şeyde halîfe olduklarını bildiler. Daha sonra Hak ona dedi: "Onda seni halîfe ettiğim ve onu sana mülk olarak verdiğim şeyde beni vekîl kıl ve edin!" Böyle olunca Ebû's-Suûd Allah’ın emrine uyarak, O'nu vekîl edindi (8).

Yânî ârifi âlemde tasarruftan men' eden sebeplerden birisi de budur ki: Cenâb-ı Ebû Abdullah Muhammed b. Kâidi'l-Evânî, Hz. Ebû's-Suûd eş-Şiblî-i Bağdâdî'ye, Fütûhât-ı Mekkiyye'nin yirmi beşinci bölümünde bahsedildiği şekilde: "Yâ Eba's-Suûd! Allah Teâlâ seninle benim aramda memleketi taksîm etti. Benim tasarruf ettiğim gibi, niçin sen de tasarruf etmiyorsun?" dedi. Cenâb-ı Ebû's-Suûd, ona cevâben buyurdu ki: "Yâ ibn Kâid! Ben hissemi sana bağışladım; biz Hakk'ı bıraktık ki, bizim için tasarruf eyliye".

Cenâb-ı Ebû's-Suûd bu sözü ile Hak Teâlâ'nın “fettehızhu vekîlâ” yânî “O’nu vekîl edinin” (Müzzemmil, 73/9) sözüyle olan emrine uyduğunu söylemek ister. Çünkü mâdemki Hak kendisinin vekîl edinilmesini emrediyor, bu emriyle tasarrufun kendisine terkini emretmiş oluyor. Çünkü vekîl tasarruf edicidir. Ayrıca, Cenâb-ı Ebû's-Suûd Hak Teâlâ hazretlerinin “ve enfikû mimmâ cealekum mustahlefîne fîh” (Hadîd, 57/7) yânî "Sizi halîfe yaptığı şeyden infâk ediniz!" (Hadîd, 57/7) sözünü de işitmiştir ki, bununla Hak, kullarını halîfe yaptığı şeyde, onlara infâk ile emreder. Yânî "Sizi rubûbiyyette halîfe kıldım ve bütün kuvvetleriniz ve a’zâlarınız mâdemki ben oldum, siz de izâfi vücûdunuza âit bağlantıların hepsini bana harcayınız ve bütün işlerinizde beni vekîl edinip tasarrufla ortaya çıkmayınız!" buyurur. Bundan dolayı gerek Ebû's-Suûd ve gerek diğer ârifler, bu hitâbı işitince ellerinde olan husûsun kendilerinin mülkü olmadığını ve o şeyde halîfe kılınmış olduklarını bildiler. Şu halde cenâb-ı Ebû's-Suûd ilâhi emre uyarak tasarruftan vazgeçip, Hakk'ı vekîl edindi.

Şimdi bu gibi bir emri müşâhede eden kimse için himmet nasıl dâimi kalır ki, onunla tasarruf etsin. Oysa himmet ancak yoğun bir konsantrasyon ile te'sîr eder ki, üzerine konsantre olduğu şey'in dışındakilere, onun sâhibi için yöneliş olmasın; ve bu ma’rifet yâni bilgi, onu bu konsantrasyondan ayırır. Bundan dolayı tam bir ma'rifet sâhibi olan ârif gâyet âciz olur ve zayıflıkla zâhir olur (9).

Yânî yukarıda îzâh edilen emri müşâhede eden kimsede himmet kalır mı ki, şuna buna himmeti göndermekle tasarruf etsin? Oysa bir şeyde himmetle tasarruf etmek için zahir ve bâtın kuvvetlerin bütün hepsini, o şeye tam bir huzûr ile ve küllî bir yöneliş ile yöneltmeli ve o şeyin dışında bir şeye kalbde yer olmamalı, yânî başka şeye gönül yönelmemelidir. İşte himmet böyle bir konsantrasyon ile te’sirli olur. Ve bu bahsedilen ma'rifet ise, ârifi bu konsantrasyondan ayırır; çünkü himmetini sarf edeceği şeye küllî bir yöneliş ile yönelip onu kalbine dâhil etmekle Hakk’ın ma'rifetini kalbinden çıkarması gerekir. Bundan dolayı ma'rifeti tamâm olan ârif, tasarruftan uzak ve gâyet âciz ve zayıflık ile zâhir olur.

Abdâlın bâzısı şeyh Abdü'r-Rezzâk'a dedi: "Ya Abde'r-Rezzâk! Şeyh Ebû Medyen'e selâmdan sonra de ki! Yâ Ebâ Medyen, niçin, bizim üzerimize bir şey güç gelmez, halbuki senin üzerine eşyâ güç gelir ve biz senin makâmına rağbet ediciyiz, sen ise bizim makâmımıza rağbet edici değilsin?" Bununla berâber Ebû Medyen indinde bu ve onun gayrı makâm mevcûd idi. Ve oysa biz zayıflık ve âcizlik makâmında Ebû Medyen'den daha tamamız. Bununla berâber bu abdâl ona dediğini dedi; bu da o türdendir (10) .

Bilinsin ki, velâyet sâhiplerinin sınıfları vardır. Bunlardan bir sınıfı işlerin düğümlenip çözülmesine me'mûr olup, Hakk dergâhının çavuşlarıdır. Bu zâtlar, "ahyâr yânî hayırlılar" denilen üç yüz kişidir. Bunların yedi kişisine "abdâl" derler. Avâm lisânında "yediler" denilir. İşte bu abdâldan bâzıları, şeyh Abdü'r-Rezzâk hazretlerine gelip dediler ki: "Bizden Ebû Medyen Mağribî'ye selâm söyledikten sonra de ki! Ey Ebâ Medyen! Âlem işlerinde tasarruf etmek bize güç gelmiyor; fakat sana güç geliyor. Oysa bizim senin makâmına rağbetimiz vardır, sen ise bizim makâm ve mertebemize hiç iltifat etmezsin; bunun sebebi nedir?"

Bununla berâber Ebû Medyen (r.a.) hazretlerinin indinde hem bu soruyu soran "abdâl"ın ve hem de diğer evliyâullâhın makâmı mevcût idi. Ebû Medyen Mağribî hazretlerinin mübârek isimleri Şuayb'dır. Kendileri bu kitâbın sâhibi Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizin yüksek mürşidleridir.

Soru: Ebû Medyen hazretlerinde, âlem işlerinde tasarruf eden abdâlın makâmı olunca, onun da tasarruf etmesi gerekir. Oysa âlem işlerinde tasarrufun ona güç geldiği beyân olunuyor. Bu iki hal birbirine nasıl uygun olur?

Cevap: Zâti ubûdiyyet makâmında duran insan-ı kâmil, kendisinde emânet olan araz yânî geçici rubûbiyyeti Allah Teâlâ'ya çevirir; ve kendisi rubûbiyyetin gereği olan tasarrufa kalkışmaz. O ancak salt ubûdiyyetin îcâbına uyarak, kâmil olarak efendisine yönelir. Fakat bu küllî yöneliş esnâsında kendisinin görünme yerinde, ilâhi isimlerin toplanmışlığının kuvvetiyle, öyle tasarruflar ortaya çıkar ki, onların çıkışından kendisi haberdâr olmaz. Bundan dolayı onun makâmında abdâlın makâmı mevcûttur.

Bundan sonra Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) buyururlar ki: "Biz, zayıflık ve âcizlik makâmında, cenâb-ı Ebû Medyen'den daha tam bir haldeyiz". Çünkü, Hz. Şeyh, ilâhi ma’rifetlerin beyânında evliyâullahın eşsizidir. Ve zayıflık ve âcizlik ile zuhûr ise, ma'rifetin çoğalmasıyla çoğalır. Bundan dolayı Hz. Şeyh zayıflık ve âcizlik makâmında mürşidleri olan Ebû Medyen hazretlerinden daha tamdır.

Şimdi, Hz. Şeyh'in yüksek mürşidlerine üstünlük iddiâsında bulunduğu zannedilmesin. Bu gibi dâvâlar nefsâni sıfatların te'sîri altında bulunanlara mahsûstur. Hz. Şeyh bir fenâ ile müşerreftir ki, kendi nefislerinde bu gibi dâvâların ortaya çıkması ihtimâli ebediyyen ortadan kalmıştır. Onların bu Fusûsu'l-Hikem'de yazmış oldukları ma’nâlarda ve hakîkatlerde zerre kadar kendilerinin tasarrufu yoktur. Her bir kelimesi kendilerinden me'mûr oluş ile çıkmıştır. Me'mûr ise ma'zûrdur. Hak, onların görünme yerinde böyle açığa çıkmıştır.

Sonuç olarak, ma'rifet yükseldikçe zayıflık ve âcizlik de çoğalır. Ve cenâb-ı Ebû Medyen'in abdâlların makâmına rağbet etmeyip âcizlik ile zuhûru bu türdendir. Çünkü, ma'rifette onlardan yüksektir.

Ve (S.a.v.) bununla kendisine olan Allâh'ın emrinden dolayı, bu makâmda buyurdu: “Ben bilmem ki bana ve size ne yapar? Ben, ancak bana vahyolunan şeye tâbî olurum" (Ahkâf, 46/9). Bundan dolayı Resûl, ona vahyolunan şey hükmü iledir. Onun indinde bunun başkası yoktur. Şimdi eğer ona kesin olarak tasarruf ile vahyolunursa, tasarruf eder ve eğer tasarruftan men' olunursa, kaçınır ve eğer tasarruf kendi seçimine bırakılırsa, tasarrufun terkini seçer. Meğer ki ma'rifeti eksik ola (11).

Yânî Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz zayıflık ve âcizlik makâmında, kendisine ulaşan ilâhi emir üzerine buyurur ki: "Ben Allah Zü'l-Celâl hazretlerinin benim ve sizin hakkınızda ne işleyeceğini bilmem; ben bana vahyolunan şey ne ise, ancak ona uyarım" (Ahkâf, 46/9). Çünkü, ubûdiyyetinin kemâlinden işlerin hepsinde Hakk'ı vekîl edinip kendileri tasarruftan kaçınmışlar ve ubûdiyetin îcâbı olan zayıflık ve âcizlik ile zâhir olmuşlardır. Bundan dolayı onların fiilleri ve sözleri ilâhi vahye dayanmaktadır. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur:

Ve mâ yentıku anil hevâ / İn hüve illâ vahyun yûhâ.” yânî “Ve o, hevâsından konuşmaz / (O'nun söyledikleri), sadece ona vahyolunan vahiydir.” (Necm, 53/3-4).

Şu halde Resûl ilâhi emir ne yön ile şerefle ulaşırsa, onun hükmüne tâbi' olur. Onun indinde ilâhi vahye uymaktan başka bir şey yoktur. Eğer ilâhi emir kesin olarak tasarruf ile olursa, emre uymak için tasarruf ile zâhir olur ve eğer tasarruftan men' olunursa, tasarruf etmez ve eğer tasarruf etmek ve etmemek husûsunda kendi tercihi üzere bırakılırsa, ubûdiyyetin âdâbına riâyet ederek, tasarrufun terkini tercih eder. Meğer ki seçim tercihine bırakılan kimse ma'rifette noksan olursa. Bu durumda o kimse, tercihini tasarruftan yana kullanır; çünkü bilmez ki tasarruf, Hak için zâtî ve kul için araz yânî geçicidir. Ve âcizlik ile zuhûr ise, kul için zâtî ve rubûbiyyetle zuhûr, araz olandır ve zâti olan ile zuhûr, araz olan ile zuhûrdan a'lâdır. Beyt:

Tercüme:

“Aşk nedir diye sorarlarsa, tercihi terk etmektir de! Tercihten kurtulmayan kimse, seçilmiş değildir. Ârif bir şâhların şâhıdır ki, iki âlem onun üzerine saçılmıştır. Hiç pâdişahın, saçtıkları tarafına iltifât eder mi?”

Ebû-Suûd b. Şibl-i Bağdâdî kendisine inanan ashâbına dedi ki: Hakîkatte Allah Teâlâ on beş seneden beri bana tasarruf verdi ve ben onu nezâketen terk ettim." Bu nazlanma lisânıdır. Ancak biz onu nezâketen terk etmedik. Ve nezâketen tasarrufun terk edilmesi tercih kullanmaktır. Biz ancak onu ma'rifetin kemâlinden dolayı terk ettik; çünkü ma'rifet, hükmün tercihi ile tasarrufu barındırmaz. Bundan dolayı ârif her ne vakit himmetle âlemde tasarruf etse, tercih ile değil, ilâhi emir ve cebirden dolayıdır. Ve biz şüphe etmeyiz ki, getirdiği risâletin kabûlünden dolayı, muhakkak risâlet makâmı tasarrufu taleb eder. Şimdi Allah'ın dîni açığa, ümmetinde ve kavminde doğruluğu tasdîk edilmiş şey üzerine çıkar (12).

Yânî Şeyh Şiblî (k.s.) hazretlerinin, biz tasarrufu nezâketen terk ettik buyurması, nâz ehline mahsûs bir lisândır. Bu ta'bîr ile Rabb'ine nazlanır. Tasarrufun zarâfet ve nezâket kasdıyla terki, tercih kullanarak terki demek olur. Oysa rubûbiyyet hazretinde tasarrufun tercih kullanarak terki, edeb ile terkten bir türdür. Çünkü vezir pâdişâhın karşısında, salt pâdişaha ikrâm olsun diyerek ve tercih kullanarak tasarrufunu ona terk edemez; çünkü vezîrin tasarrufu, pâdişâhın zâtî tasarrufundan aktarılmış, araz olan bir tasarruftur. Pâdişâhın malının yine pâdişâha ikrâmı hoş olmayan bir şey olur. Fakât pâdişâh vezîre: İrâdemi teblîğ et, şöyle böyle yapsınlar ve sen de onun yapılması için gerekli olan tasarrufları icrâ et! diye emrederse, vezir pâdişâhın emir ve cebri ile tasarrufa kalkışır ve onun bu tasarrufu tabîki tercih ile olmuş olmaz. Ve pâdişâhın huzûrunda tasarrufu terk etmek ma'rifetin kemâlinden dolayıdır; yoksa pâdişâhın malını yine kendisine ikrâm yoluyla değildir.

İşte ârif her ne zaman âlemde tasarruf ederse, böylece ilâhi emir ve cebir iledir; kendi tercihi ile değildir. Çünkü, ârif huzûrdadır. Ve risâlet makâmının da elbette tasarruf istediğine şüphemiz yoktur. Şu halde resûl, Allah tarafından getirdiği risâleti, kavminin kabûl etmeleri için, mu'cize ile tasarruf eder ve gösterdiği mu'cize ümmetinin indinde, onun risâletini tasdîk eder ve bunun netîcesi olarak ilâhi dîn açığa çıkar.

Oysa velî, bunun gibi değildir. Ve bununla berâber resûl, zâhirde tasarrufu taleb etmez. Çünkü muhakkak resûlün kavmine şefkati vardır. Bundan dolayı onların üzerine delîlin ortaya konuluşunda mübâlağa etmeyi istemez; çünkü bunda onların helâki vardır. Böyle olunca, onların helâk sebepleri olan delîlin ortaya konuluşunda, mübâlağayı irâde etmemesiyle, onların hayatlarını üzerlerine devam ettirir (13).

Yânî risâlet makâmı, kavmine karşı resûlün mu'cize getirerek tasarrufunu gerektirirse de velâyet makâmı, velînin tabîi âdetlere muhâlif olarak, varlıklarda tasarrufunu gerektirmez. Çünkü “velî” Bâtın isminin görünme yeri olduğu için, ilâhi dîni ortaya koymak maksadıyla, kerâmetler ile gözükmesi lâzım değildir. Kerâmetler göstermeye me'mûr olursa o başka. Bu halde kendisi ma'zûrdur .Yoksa veli kendi vücûdunda hakkı açığa çıkararak, vücûdunu fenâya ve ilâhi sırları gizlemeye me'mûrdur. Hattâ peygamber bile, risâlet makâmı tasarrufu gerektirdiği halde, zâhirde tasarrufu taleb etmez. Fakat bâtında tasarrufu taleb eder. Çünkü onun isteği, kâvminin kalblerini dalâletten hidâyete, bâtıldan hakka döndürmektir. Ve Peygamberin zâhirde tasarrufu taleb etmeyip mu'cize göstermekten kaçınması kavmine şefkatinden dolayıdır. Çünkü mu'cizeler delîldir. Bundan dolayı onların üzerine delîlin ortaya konuluşunda mübâlağa etmeyi istemez. Çünkü mu'cize gösterdiği halde kavminin yine dalâlette sâbit ayak olması, onların helâkine sebebdir. Şu halde, onların helâk sebepleri olan mu'cize delîllerinin ortaya konulması husûsunda, şefkatinden dolayı, mübâlağa etmemesiyle, hayatlarını onların üzerinde devâm ettirir ve kavmine karşı yalnız tebliğ ile yetinir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Mâ aler resûli illel belâgu” yânî “Resûl'ün üzerinde tebliğden başka bir sorumluluk yoktur” (Mâide, 5/99).

Ve hakîkatte resûl böylece bildi ki, kesinlikle mu'cize işi bir cemâata gösterildiğinde, onlardan bâzıları onun nezdinde mü'min olur ve onlardan, onu bilen bâzıları da, ona inkâr eder ve zulüm ve büyüklenme ve hased ile onu tasdîk etmez ve onlardan bâzısı da bunu sihir ve vehim sayar. Şimdi ne zamanki resûller, bunu ve ancak kalbini Allah TeâIâ'nın îman nûru ile nûrlandırdığı kimsenin mü'min olduğunu, ve bir şahsın, îman denilen bu nûr ile bakmadığı zaman, onun hakkında mu'cize işinin fayda vermediğini gördüler; şu halde eseri bakışlarında ve onların kalblerinde umûmi olmadığı için, mu'cize işlerinin talebinden himmetleri kusurlu oldu ( 14)

Yânî resûl, mu'cize delîlinin gösterilmesinde mübâlağa yapılmasının, kavminin helâkini gerektirdiğini bildiği gibi, ayın yarılması ve ölülerin diriltilmesi ve benzeri diğer mu'cizeler, bir cemâata gösterildiği zaman, onlardan bâzılarının bu mu'cizelere îmân edeceğini ve bâzılarının da bunların olağanüstü hâdiseler olduğunu bilmekle berâber inkâr edeceğini ve meselâ peygamber Efendimiz (s.a.v)’in saâdetli zamânında yaşayan Velîd ve benzeri diğerlerinin zulüm kasdıyla ve Ebû Cehil gibi olanlar da büyüklenme ve üstünlük maksadıyla ve kendi vicdânına karşı nübüvveti tam anlamıyla bilmesine rağmen Medîne yahûdîlerinden Ebû Âmir gibi hased sebebiyle tasdîk etmeyeceklerini ve bâzılarının da “Ve in yerev âyeten yu’ridû ve yekûlû sihrun mustemirr” (Kamer, 54/2) yânî "Eğer onlar mu'cize görseler, yüz çevirip bu dâimi bir sihirdir, derler" âyet-i kerîmesi gereğince sihire ve vehime sayacaklarını da bilir. Nitekim, zamânımızın sâdece görünüşe göre değerlendirme yapan tabîat esîrlerinden birisi, dalâlet işâreti olan bir manzûmesinde:

Aldatan ve aldatılmış o Îsâ, Mûsâ

Tılsımlanmış köhne bir yalandır asâ

demiş ve bu sürüp giden hezeyanlarıyla kendisinin hakîkatleri görücü olduğunu iddiâ etmiştir.

Bundan dolayı peygamberler, ümmetlerinin kabûl ve inkârda muhtelif hâllerini ve birbirinden farklı isti'dâdlarını ve ancak Allâh'ın îman nûru ile kalbini nûrlandırdığı kimselerin îman ettiğini; ve mu'cizeye ve peygambere îman denilen nûr ile bakmayan kimse hakkında mu'cizelerin fayda vermediğini gördüklerinde, kavimlerinin mu'cize delîllerin gösterilmesiyle dalâletten hidâyete dönmeleri için, hakta mu'cize işlerini taleb husûsunda onların himmetleri kusurlu oldu. Çünkü mu'cizenin te'sîri onu görenlerin zâhir vücûdlarında ve kalblerinde umûmiyyet üzere olmaz. Zâhir vücûdlarında te'sîrin umûmî olmayışı, hepsinin kalblerinin îman nûru ile nûrlanmamasındandır. Ve kalblerinde te'sîrin umûmî olmayışı da, zâti ve yapılmamış olan isti'dâdlarının farklı farklı olmasındandır. Yapılmamış İsti'dâd Üzeyr Fassı'nda izâh edilmiştir; oraya mürâcaat buyrulsun.

Bundan dolayı kalbi ezelde îman nûru ile nûrlanan kimse, bu şehâdet âleminde de, mü'min olarak ortaya çıkar ve ilâhi ilimde ayn-ı sâbitesinin hidâyete isti'dâdı olmayan kimseler de, bu âlemde hidâyetle zâhir olmazlar. Ve bu bahsin ayrıntısı da Üzeyr Fassı'nın başlarında îzâh edilmiştir.

Nitekim Allah Teâlâ hazretleri, resûllerin en kâmili ve hálk edilmişlerin en âlimi ve halde onların en sâdığı hakkında: "Yâ Habîbim sen sevdiğin kimseye hidâyet etmezsin, ancak Allah Teâlâ dilediğine hidâyet eder" (Kasas, 28/56) buyurdu. Ve eğer himmet için te'sîr umûmî olsaydı, Resûlullah (s.a.v)in himmeti te'sîr ederdi. Ve hiç şüphesiz hiçbir kimse Resûlullah (s.a.v.)’den daha kâmil ve himmette ondan a'lâ ve daha güçlü değildir. Oysa amcası Ebû Tâlib hakkında te'sîr etmedi; ve bahsettiğimiz âyet Ebû Tâlib hakkında indi. Ve aynı şekilde Allah Teâlâ Resûl hakkında: “Onun üzerine tebliğden başka birşey yoktur” (Mâide, 5/99) buyurdu. Ve yine buyurdu ki: "Yâ Habîbim, senin üzerine onların hidâyeti yoktur; ancak Allah Teâlâ dilediğine hidâyet eder'' (Bakara, 2/272). Ve Allah Kasas sûresinde “ve hüve a’lemu bil muhtedîn” (Kasas, 28/56) yânî "Allah Teâlâ hidâyette olanları en iyi bilendir" sözü ile fazla fazla söyledi. Yânî a'yân-ı sâbiteleriyle yoklukları halinde kendilerinin hidâyetlerine olan ilmi, Hakk'a verenleri bilendir (15).

Yânî mu'cize işlerinin te'sîri umûmî olmadığı için, Hak Teâlâ, peygamberlerin en kâmili ve hálkın en âlimi ve en sâdığı olan Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz'e hitâben: “İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâu” (Kasas, 28/56) buyurur. Yânî "Yâ Habibim, sen cesed yönünden olan akrabalık ve bâzı tabiî sıfatlar gereğince sevdiğin kimseye, Muhammed denilen kayıtlı ve taayyün etmiş vücûdun ile hidâyet etmezsin; fakat ilâhi ilimde a'yân-ı sâbiteleri, yapılmamış isti'dâdlarıyla Hak'tan hidâyet taleb etmiş olan kimselerin bu şehâdet hazretinde hidâyetle açığa çıkmalarına ilâhi meşiyyet yânî irâde bağlanır" buyurdu.

Demek oluyor ki peygamberlerdeki himmetin te'sîri umûmî değildir. Eğer umûmî olsaydı, Ebû Tâlib hakkında, (S.a.v.) Efendimiz'in himmetleri te'sîr ederdi. Ve şüphe yoktur ki, hiçbir kimse cenâb-ı Fahr-i âlem (âleyhi's-sâlâtu ve's-selâm) Efendimiz'den, vücûdda daha kâmil ve himmet ve tasarrufda a'lâ ve daha güçlü değildir. Böyle olduğu halde onun himmeti amcası Ebû Tâlib hakkında etkili olmadı ve hattâ bu bahsedilen âyet-i kerîme özellikle Ebû Tâlib hakkında indi.

Ve aynı şekilde himmetin te'sîri umûmî olmadığı için, Hak Teâlâ Peygamber hakkında “Mâ aler resûli illel belâgu” (Mâide, 5/99) yânî "Peygamberin va­zîfesi ancak tebliğdir" buyurdu. Ve bundan başka da buyurdu ki: “Leyse aleyke hudâhum ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâu” (Bakara, 2/272) Yânî "Onların hidâyeti senin üzerine vâzife değildir; ve sen, senliğin yönünden onlara hidâyet edemezsin. Fakat sen Hâdî isminin en mükemmel görünme yeri olduğundan, Allah Teâlâ senin görünme yerinde küllî açığa çıkış ile açığa çıktığı zaman, ilâhi ilimde, a'yân-ı sâbiteleri yapılmamış isti'dâdlarıyla Hak'tan hidâyet taleb etmiş olan kimselere hidâyet eder. Ve onlar bu şehâdet hazretinde, demirlerin miknatısın çekimiyle etrâfına toplandığı gibi, senin etrafına çekilirler. Ve Hak Teâlâ bu âyetleri beyan buyurmakla berâber, fazla olarak Kasas sûresinde “ve hüve a’lemu bil muhtedîn” (Kasas, 28/56) sözünü de zikretti. Yânî "Allah Teâlâ hidâyette olanları en iyi bilendir" dedi ki, Allah Teâlâ, ilâhi ilimde a'yân-ı sâbitelerinin isti'dâdıyla kimlerin Hak'tan hidâyet taleb etmiş olduklarını bilir, demek olur.

Bilinsin ki, Hakk'ın mutlak vücûdunun küllî oluş îtibârıyla beş mertebesi vardır:


Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   49   50   51   52   53   54   55   56   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin