"O kimse ki cehâlet ile ölü idi. Biz onu ilim ile dirilttik. Ve ona bir nûr icâd ettik ki, insanlar içinde o nûr ile gezer. O nûr da hidâyettir. O kimse acabâ karanlıklarda olan kimseye benzer mi? O karanlık da dalâlettir ki, o kimse dalâletten ibâret olan o karanlıklardan dışarı çıkamaz, ya'nî ebeden doğru yolu bulamaz." (En'âm, 6/122)
Deniz vâsıtasıyla devâmlılık bulan Mûsâ (a.s)’ın hissi hayâtı, "ilim" ile oluşan aklî hayâta benzetilmiştir. "Su"yun ilim sûreti olduğuna dikkât çekilir. Çünkü kendisinden her şey hayat bulan "su" ile madde bedenler, nasıl hayat bulursa, "ilim" ile de beşerî nefisler öylece ma'nevî hayât bulur ve dalâletten ibâret olan karanlıklardan kurtulur ve karanlıklarda kalanlar ise ebeden doğru yolu bulamazlar.
Bilinsin ki ilim ikidir: Birisi "hakikât ilmi" diğeri "hayâl ilmi"dir:
"Hakikât ilmi" nebîlerin ve onların vârisleri olan evliyânın teblîğ buyurdukları ilimdir ki, "hakikât" ile "hayâl" arasını toplamıştır. Bu ilmi tahsîl edenler vücûdun hakîkati ile hayâl arasındaki bağlantılara ârif oldukları için "hayret"e düşerler. Bu hayret övülmüş hayrettir. Çünkü hakîkî ilmin netîcesidir. Onun için (S.a.v.) Efendimiz "Yâ Rabbi, sende benim hayretimi arttır!'' buyurdu.
"Hayâl ilmi" de felsefeciler ile fen ehlinin üzerinde yoğunlaştıkları tabîî ilimlerdir. Bunlar nebîlerin ve evliyânın tebliğlerine kulak asmayıp maddî araştırmalar ile vücûdun hakikâtini idrâk etmeye çalışırlar. Oysa madde ve maddeden oluşmuş olan muhtelif sûretler hep hayâllerden ibârettir. Bu hayâller ise hakîkî vücûdun isimlerinin gölgesinden başka bir şey değildir. Ve hayâllere dalmış olan kimselerin bir hayâli bırakıp diğerine yapışmak sûretiyle azîz ömürlerini harcayacaklarına ve doğru yolu ebediyyen bulamayıp hayrete düşeceklerine şüphe yoktur. Onların bu hayreti "zemm edilmiş hayret"tir. Çünkü hayâlin verdiği bir ilmin netîcesidir. Ve bu ilim cehâletin aynıdır. Çünkü işleri dolayısıyla durmaksızın devâm eden dâimi tecellîlerden ibâret olan ilâhî emrin sonu yoktur ki, bu sonda durulabilsin. Şu halde hüdâ, insanın "övülmüş hayret"e hidâyet edilmiş olmasıdır. Çünkü ârif görür ki, vücûd birdir ve bu sûretler onun isimleri dolayısıyla dâimi tecellîlerinden ibârettir ve bu tecellînin sonu yoktur ki, “İşte burası müşâhedenin sonudur” deyip orada durabilsin. Bu sebeble hayrete düşer. Bundan dolayı bilir ki, muhakkak vücûd işi, "hayret"tir.
Şimdi mâdemki "hayret" durmanın olmayışı sebebiyle olur; şu halde hayret, karar kılmama ve harekettir. Ve hayrette olan kimse muztaribtir, çırpınır durur. Ve hareket olan yerde de hayat vardır. Ve hareket olan yerde tabi' olarak sükûn olmadığı gibi, hareket hayâtı lüzûmlu kıldığından, hareketli olan için de ölüm yoktur. Nitekim, hadîs-i şerîfte buyurulur, "İlim ile diri olan kimse ebeden ölmez." Ve "hayret" yâhut "hayât" vücûttur, ya'nî varlıktır. Şu halde mutlak yokluk yoktur. Ve ilimde hayât mevcût olduğu gibi, kendisiyle arzın hayâtı oluşan suda dahi hayat vardır. Ve "arzın hareketi" Hac sûresinde olan: “ve terel arda hâmideten fe izâ enzelnâ aleyhel mâ ehtezzet ve rabet ve enbetet min küllî zevcin behîc” ya’nî “Ve yeryüzünü kurumuş görürsün. Fakat ona su indirdiğimiz zaman hareketlenir ve kabarır ve bütün güzel çiftlerden bitkiler çıkardı” (Hac, 22/5) âyet-i kerîmesindeki Hak Teâlâ'nın “ehtezzet” ya’nî "İhtizâz eyledi-kımıldadı" sözüyle sâbittir. Çünkü gökten yağmur yağdıktan sonra yeryüzü yağmur sebebiyle "kımıldar, ihtizâz eder." Ve yeryüzü insan bedenine muâdildir. İnsan bedenine ilim gelişinde hareket ve ıztırâb olduğu gibi, yeryüzüne de su indiğinde kımıldar ve hareketlenir. Bundan dolayı ilmin hâliyle suyun hâli bir birine benzemektedir. Ve "yeryüzün yükleniciliği"ne delîl de Hak Teâlâ'nın “ve rabet” ya'nî "ziyâdeleşti, şişti" sözüdür. Ve "yeryüzünün doğurması"nın delîli de Hak Teâlâ'nın “ve enbetet min küllî zevcin behîc” ya'nî "Yeryüzü bütün güzel yüzlerden her bir çiftten bitkiler çıkardı" sözüdür ki, yeryüzü ancak kendisine benzeyeni ya'nî kendi gibi tabîî olan şeyi doğurdu, demektir. Bundan dolayı yeryüzü ferd ve tek bir vücûd olduğu halde kendine benzeyen şeyi doğurmakla "eşlilik" demek olan "ikilik" oluştu. Ya'nî yeryüzü tek bir vücût iken kendisinden ortaya çıkan şeyle çift vücût peydâ oldu. Ve işte Hakk’ın vücûdu da böyledir. Çünkü Hakk’ın vücûdu ferd ve tek olduğu halde, neş'esiyle ilâhî isimlerin hakîkatlerini talep eden âlem, ferd olan Hakk’ın vücûdundan ortaya çıkmakla çokluk meydana geldi. Ve Hak'tan açığa çıkan âlem ile sâbit oldu ki, ilâhî isimler çok ve çeşitlidir; bundan dolayı biz Hak'tan açığa çıkan âlem ile "Hak, şöyledir, böyledir" deriz. Ya’nî âlemin sûretlerine bakıp onlarda gördüğümüz hükümlere ve eserlere göre Hak, Rezzâk'tır, Mûsâvvir'dir, Mu'ti'dir, Mâ’ni'dir, Dârr'dır, Nâfi’dir ve benzeri deriz. Böyle olunca ferd olan Hakk’ın vücûdu kendisinden açığa çıkan âlemin vücûdu ile çift oldu. Ve vücûd bir iken ikilik hâsıl oldu.
Şimdi onunla ikişer ikişer oldu ve çokluğun tekliği ona muhâlif oldu. Oysa Hak Teâlâ zâtı yönüyle ahad ya’nî tek ayn idi. Nitekim kendisinde açığa çıkan sûretler ile çok olan heyûlâ cevheri tek ayn’dır. Öyle ki o, onları bizâtihi taşıyıcıdır. Hak dahi tecellî sûretlerinden kendisinde açığa çıkan şeyle böyledir. Bundan dolayı Hak akılla idrâk edilebilir teklikle berâber, âlem sûretlerinin görünme yeri oldu. Şimdi Allah Teâlâ'nın kullarından dilediğini vâkıf olmakla tahsîs ettiği bu ilâhî öğretim ne güzeldir! (6).
Kerem sâhibi şerh ediciler hazarâtı metinde ihtilâf etmişlerdir.
Kâşânî nüshasında فثنيت به و يخالفه احدية الكثرة ve
Ya'kûb Hân nüshasında فثبتت به و يخالفه ve
Abdülganî Nâblusî nüshasında فثبتت به و بخالقه ve
Mevlânâ Câmî nüshasında فثبت به و تخالفه ve
Bâlî Efendi nüshasında فثنيت به و يخالفه şeklindedir.
Ve cenâb-ı Abdullah Bosnevî, Dâvûd-i Kayserî hazretlerinin alış tarzına birkaç yön ile hatâ isnâd etmiştir. Bâlî efendi يخالفه kelimesinin "fâ" harfi ile olmasının akla daha yakın ve makâma daha uygun olduğunu beyân eder. Fakîr, cenâb-ı Abdürrezzâk Kâşânî'nin ibâresini yukarıdan beri gelen ifâdenin akışına ve cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) hazretlerinin yüce maksatlarına daha uygun gördüğümden bu ibâreyi almakla yetindim. Çünkü yukarıda "Yeryüzü için ikilikten ibâret olan eşlilik oluştu" buyurulmuş ve Hakk’ın vücûdu için dahi, âlemin kendisinden açığa çıkışı sebebiyle çokluk sâbit olduğu belirtilmiş idi.
Bundan dolayı bu beyânı ta'kîp eden ibâre فثنيت به olur. Ve buna, "Şimdi ferd olan Hakk’ın vücûdu kendisinden açığa çıkan âlem ile mesnâ oldu. Ya’nî çift olup ikileşti" ma'nâsı verilirse ifâdenin zevki daha fazla olur.
Ve bu ma'nâyı işiten bir kimse tarafından: "Pekâlâ, ferd olan Hakk’ın vücûdu kendisinden açığa çıkan âlem ile çift olunca, bu âlemin vücûdu Hakk'a muvâfık mı yoksa muhâlif mi olur?" sorusu sorulabileceğinden cenâb-ı Şeyh (r.a.) buna cevâben:
"Âlem sûretlerinin çokluğunun tekliğinin tamâmı, ferd olan Hakk'ın vücûduna muhâlif oldu" buyurur. Çünkü "âlemin sûretlerinin çokluğunun tekliği" akıl mertebesinde sâbit olan isimlerin çokluğunun tekliğinin gölgesidir. Ve gölge bir i'tibâr ile, gölge sâhibinin aynı ise de, bir i'tibâr ile gayrıdır. Bundan dolayı "âlemin sûretlerinin çokluğunun tekliği" gayrı oluş i'tibârınâ göre ferd olan Hakk'ın vücûduna muhâlif olur. Oysa Hak Teâlâ zâtı yönünden ahad ya’nî tek ayn idi. O zâtının ahad ya’nî tek oluşu i'tibârı ile, vücûtsal çokluk ve bağıntısal çokluk tekliğinden münezzehtir.
Nakşibendiyye-i Hâlidiyye tarîkatının pîri Mevlânâ Hâlid (k.A.s.) hazretlerinin Mevlânâ Câmî (k.A.s.) tarafından ilâveyle buyurulan aşağıdaki gazeli bu ma'nâyı işâret etmektedir.Beyt:
Tercüme: “Gerçi sen cihân zerrelerinin sûretinde tecellî edicisin. Kâh kendini gösterirsin ve kâh beşer örtüsüne bürünürsün. Fakat mâdemki senin zâtın sonradan olmaklık kirinden berîdir; ey dost, sana ne beşer, ne güneş ve ne de perîsin diyebilirim! Ey pâk zât, bütün bunların hepsi sana perdedir. Sen başka bir şeysin!”
Hak Teâlâ heyûlâ cevheri gibidir. Çünkü heyûlâ cevheri zâtı yönünden tek ayn ve kendisinde açığa çıkan sûretlerin çokluğu dolayısıyla, çoktur. Onun vücûdu his âleminde sâbit olmayıp akıl mertebesinde mevcûttur. Ve heyûlâ cevheri varlıksal bir aynî vücût ile mevcût olmamakla berâber, zâtı ile bütün sûretleri taşıyıcıdır. İşte Hak dahi, tecellî sûretlerinden kendisinden açığa çıkan şeyle heyûlâ cevherine benzer. Bundan dolayı Hak akılla idrâk edilebilen bir teklik üzere sâbit olmakla berâber, âlem sûretlerinin görünme yeri oldu. Şu halde Hak, ahadiyyet ya’nî teklik zâtında potansiyel olarak mevcût olan isimleri sûretiyle tecellîsi dolayısıyla çoktur.
Ve Hak potansiyel olarak zâtında bulunan âlem sûretlerine aynadır. Çünkü akdes feyzle, bütün isimlerin sûretleri Hakk’ın vücûdunda açığa çıkar. Ve Hakk'ın zâtî ahadiyyeti ya’nî tekliği akıl mertebesinde kalır, ya'nî bu ahadiyyeti akıl idrâk eder.
Örnek: Bir kiraz çekirdeği içinde sonsuz ağaçlar, dallar ve yapraklar potansiyel olarak bulunmaktadır. Oysa çekirdek ahad ya’nî tek ayn’dır. His bakışıyla bakıldığında bu çokluk görünmez. Ne zamanki çekirdek toprağa dikilip terbiye edilir, içindeki ağaç yavaş yavaş açığa çıkmaya başlar; birkaç sene sonra dalları, budakları yaprakları ve meyveleri çok olur. Artık çekirdek bâtın olup hissî bakış ile görünmez; fakat akıl bilir ki, bu çokluğun menşei bir tek çekirdektir. Bundan dolayı çekirdeğin, zâtî ahadiyyeti ya’nî tekliği akılda idrâktedir. Çekirdek bu akılla idrâk edilen tekliği ile berâber o çok olan dalların, yaprakların ve meyvelerin görünme yeri olur.
Hakk'ın ahad ya’nî tek oluşu ile âlem çoklukları arasındaki irtibât Âdem Fassı’nda ayrıntılı olarak anlatıldığından, burada tekrâr îzâha lüzûm yoktur.
Şimdi Mûsâ (a.s.)’ın sandık içine konularak denize atılması hakkındaki Kur'ân haberleri ile Allah Teâlâ, bak ki ne güzel öğretimde bulundu! Nitekim yukarıda îzâh edildi. Eğer sâdece zâhiri ifâdelere önem verenler çıkıp da: "Kur'ân'ın haberlerinden yukarıda îzâh edilen ma’nâlar nasıl çıkarıldı? Sandığın insan cismine ve suyun ilme benzetilmesi sûretiyle Kur'ân âyetlerinin tefsîrinin genişletilmesi, kişisel birtakım ma'nâlardan ibârettir" diyecek olursa cevâp verilir ki:
Allah Teâlâ hazretlerinin bu ilâhî öğretimine vâkıf olmak herkesin mazhar olabileceği bir saâdet değildir. Özellikle kendi akıllarının tasarrufu altında bulunan zâhir ehli, bu ma’nâlardan aslâ nâsiplenemezler. Bu ma’nâlar nebîlerin vârisleri olan evliyânın sâfîleşmiş kalplerine Allah indinden inmiştir. Bu ma’nâlara i'tirâz edenler kendi akılları çerçevesinden hâriç bir şey olamayacağını zannedenlerdir. Selîm akıl sâhiplerinin indinde bu zannın bâtıl olduğu açıktır.
Ne zamanki Firavun âilesi onu denizde ağaç yanında buldu, Firavun onu "Mûsâ" olarak isimlendirdi. Kıbtîce ”mû” su ve “sâ” da ağaç demektir. Bundan dolayı onu yanında bulunduğu şeyle isimlendirdi. Çünkü sandık denizde ağaç yanında durdu. Şimdi onun öldürülmesini istedi. Böyle olunca onun eşi Mûsâ hakkında söyledi. Ve Firavun'a söylediği sözde ilâhî söyleyiş ile söyleyici oldu. Çünkü Allah Teâlâ onu kemâl için hálk etti. Nitekim, Aleyhi's salâtü ve's-selâm onun için ve İmrân kızı Meryem için, erlere mahsûs olan kemâl ile şehâdet edişi yönüyle ondan haber verdi. Şimdi Mûsâ hakkında Firavun'a “kurretü aynin lî ve leke” (Kasas. 28/9) ya'nî "Muhakkak o, benim ve senin için göz nûrudur" dedi. Böyle olunca onun için oluşan kemâl ile, onun "göz"ü onunla nurlu oldu. Nitekim, biz dedik. Ve boğulma ânında Allah Teâlâ'nın ona verdiği îmân ile, Firavun için de göz nûru oldu. Bundan dolayı onu temiz ve pâk olarak kabzetti; kötülükten ve pislikten onda bir şey kalmadı. Çünkü Allah Teâlâ onu günahlardan bir şey kazanmadan önce îmân ettiği anda kabzetti. Ve oysa islâm geçmiş günâhları siler. Ve onu dilediği kimseye Hak Sübhânehû kendi inâyetine bir âyet kıldı. Tâ ki hiçbir kimse ilâhî rahmetten ümitsiz olmaya! Çünkü kâfîrler kavminin dışında hiçbir kimse Allah’ın rahmetinden ümîdi kesmez. Şimdi eğer Firavun ümîdi kesmiş olanlardan olsa idi, îmân etmeye kalkışmaz idi. Şimdi Mûsâ (a.s.) Firavun'un eşinin onun hakkında “kurretü aynin lî ve leke, lâ taktulûhu asâ en yenfeanâ” (Kasas. 28/9) ya'nî “O benim ve senin için göz nûru olsun. Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur” dediği gibi oldu ve böyle gerçekleşti. Çünkü her ne kadar onun, Firavun'un mülkünün ve soyunun helâk olmasına, onun iki eli üzere olan nebî olduğuna her ikisinin de şuûru yok ise de, Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.) ile onları faydalandırdı (7).
Ya'nî Firavun'un yakınları, Mûsâ (a.s.)’ı deniz kenârında bir ağaç altında bulup da Firavun'a haber verdikleri zaman, Firavun o hazrete "Mûsâ" ismini verdi. Ve bu isim Mısır Kıbtîleri lisânında "su" ma'nâsına olan "mû"' ile "ağaç" ma'nâsına olan "sâ" kelimelerinden oluşmuştur. Mûsâ (a.s.)’ı taşıyan sandık deniz kenârında bir ağaç altında durduğu için Firavun, o hazreti yanında bulunduğu "mû" ve "sâ", ya'nî "su ve ağaç" isimleriyle isimlendirdi. Firavun mülkünü kaybetme korkusuyla, Benî İsrâil çocuklarını öldürmekte olduğundan, bunun da Benî İsrâil çocuklarından biri olması ihtimâline karşı, öldürülmesini istedi. Fakat Firavun'un eşi Âsiye (r.a.) Hakk’ın söyletmesi ile: "Bunu öldürmeyiniz; çünkü benim ve senin için göz nûrudur. Belki bize faydası dokunur" (Kasâs, 28/9) dedi. Çünkü Allah Teâlâ cenâb-ı Âsiye'yi insânî kemâl için hálk etmiş idi. Nitekim (S.â.v.) Efendimiz şu "Erkeklerden birçokları kâmil oldu. Ve kadınlardan ancak İmrân'ın kızı Meryem ve Firavun’un eşi Âsiye ve Muhammed (s.a.v.)’in kızı Fâtıma ve Huveylîd'in kızı Hadîce (radıyallâhü anhünne)’dir" hadîs-i şerîfinde onun hakkında erlere mahsûs olan kemâl ile şehâdet buyurdu. İşte erlere mahsûs olan kemâl için hálk edilişi yönüyle cenâb-ı Âsiye, Mûsâ (a.s.) hakkında Firavun'a "O, benim ve senin için göz nûrudur" dedi. Mûsâ (a.s.) cenâb-ı Âsiye'nin hakîkaten göz nûru oldu. Çünkü isti'dâdında bulunan kemâlât, o hazretin nebîliği yüzünden açığa çıktı. Aynı şekilde Firavun için de göz nûru oldu. Çünkü denizde boğulurken “âmentü ennehu lâ ilâhe illellezî âmenet bihî benû isrâîle ve ene minel müslimîn” ya’nî “İsrâiloğullarının kendisine inandığı ilâhtan başka (ilâh) olmadığına ben de îmân ettim. Ve ben, müslümanlardanım” (Yûnus, 10/90) dediği Kur'ân’ın açık ve kat’i haberi ile sâbittir.
İşte bu îmân sebebiyle Mûsâ (a.s.), Firavun'un göz nûru oldu. Böyle olunca Cenâb-ı Hak Firavun'u temiz olarak kabzetti. Ve onda zâhirî ve bâtınî pisliklerden bir şey kalmadı. Bâtınî pisliklerden bir şey kalmadı; çünkü kalben îmân etmiş idi. Ve günâhlardan bir şey kazanmasına vakit kalmaksızın boğularak vefât etti. Ve bir kâfir îmâna gelince o dakîkaya kadar daha önce kendisinden çıkmış olan küfür ve günâh pisliklerinden temizlenir. Ve onda zâhirî pisliklerden bir şey kalmadı; çünkü bir kâfir îmâna gelince üzerine gusül etmek vâcib olur. Oysa Firavun su içinde helâk oldu. Bu ise onun için gusüldür. Bundan dolayı Hak Teâlâ onu temizlenmiş olarak kabzetti.
Şimdi Allah Teâlâ rabblık da’vâsı gibi bir kötülüğe cesâret eden Firavun'un îmânını dilediği kimseler hakkında esirgemeden vereceği inâyetine bir alâmet kıldı. Tâ ki hiçbir kimse ilâhî rahmetinden ümîtsizliğe düşmesin! Çünkü “innehu lâ ye’yesu min revhillâhi illel kavmül kâfirûn” ya’nî “Muhakkak ki; kâfirler kavminden başkası, Allah'ın vereceği ferahlıktan umut kesmez” (Yûsuf, 12/87) âyet-i kerîmesi gereğince rahmetinden ümîdi kesenler ancak Allah'ı inkâr edenlerdir. Çünkü bir kimse Allah'ı inkârda ısrarlı oldukça ona ilâhî rahmet ulaşmaz. Bu ise pek tabîî bir haldir. Çünkü rahmet sâhibi olan bir Kerîm’in varlığına inanmayan bir kimse, rahmet ve kerem istemek için mürâcaat edecek bir kapı bulamaz ve Kerîm’in kapısı çalınıp ondan rahmet istenmedikçe o Kerîm de kerem vermez. Dünyâ hayâtında görülen haller bu hâlin apaçık şâhididir. Çünkü dünyâ işlerinde bir şey isteyecek olan herhangi bir kerîmin varlığına ve onun keremine inanmadıkça onun kapısını çalmaz. Ve bu isteyici kapıyı çalmadıkça o kerîmin verecekleri de o isteyiciye ulaşmaz. Şimdi Firavun eğer ümîdi kesmişlerden ya'nî Allah'ı inkârda ısrarlı olan sınıftan olsaydı îmân etmeye kalkışmazdı. Demek ki Firavun o dakîkada kalben küfründen dönmüş idi. Ve bir kimse kalben küfründen dönse ve lisânen kelime-i şehâdet getirse ilâhî rahmete nâil olur ve îmânı geçerli olur. Böyle olunca cenâb-ı Âsiye'nin ilâhî söyletiş ile söylediği “kurretü aynin lî ve leke, lâ taktulûhu asâ en yenfeanâ” (Kasas. 28/9) ya'nî “O benim ve senin için göz nûru olsun. Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur” sözünün hakîkati açığa çıktı ve Allah Teâlâ her ikisini de Mûsâ (a.s.) ile faydalandırdı.
Bilinsin ki: Abdürrezzâk Kâşânî, Dâvûd-ı Kayserî, Ya'kûb Han ve Abdullah Bosnevî hazarâtı gibi kâmillerden olan zâtlar, kendi şerhlerinde, Firavun’un îmânının sıhhati hakkında, cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) tarafından gerek Fusûs'ta ve gerek Fütûhât-ı Mekkîyye'de yazılı olan ibârelerin ifâde ettiği kat'i ma’nâları nakletmişlerdir. Bâli Efendi hazretleri ise kendi şerhinde bu ibâreleri câizliğe yükleyip Firavun’un âhiretteki saâdeti ve şekâveti hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de ve hâdis-i şerîflerde açık ve kat’î bir haber ulaşmamış olduğundan, Hz. Şeyh'in Firavun hakkında duraksayarak “onun hakkında iş Allah’a dönüktür” dediğini ve Fütûhât-ı Mekkiyye'de "Firavun ve Nemrûd ebeden ateştedir" buyurup kendilerinin tercîhinin ancak bu olduğunu ve Fusûs'un ibârelerinde Firavun’un îmânının sıhhatine kesin delîller olmayıp belki ibârelerin hepsinin, Kur'ân'ın zâhiri olarak sıhhatinin câizliğine işâret ettiğini ve bu mes'elede Hz. Şeyh hakkında insanların dedikleri şeyin iftirâ olduğunu ve bu konunun genel olarak yanlış anlaşılmasının da Hz. Şeyh'in rûhâniyyetine vâkıf olmayan şerh edicilerin sözlerinden kaynaklandığını ve onun Firavun hakkında söylediği “temiz ve pâk olarak kabzetti” sözünü o hazretin aslında kastetmek istediği şeyin tersine olarak beyân ettiklerini ve nitekim bu sözün şerhinde Dâvûd-ı Kayserî'nin:
“Firavun’un îmânı, denizde Benî İsrâîl'in geçtiği denizde açılan yolu görmesi yönüyle can boğaza gelmeden önce ve can boğaza dayandığında diğer insanların gördükleri hallerin kendisi için âhiret hükümlerinin gözükmesinden önce oluşu yönüyle onun îmânı geçerli ve gerçektir; çünkü îmân gaybedir"
dediğini; oysa bunun doğru olmadığını beyân edip Fusûs'un ibârelerinin câizliğe yükleneceğine dâir birtakım görüşler bildirmiştir. Fakîr gibi zelîlin zelîlinin büyüklerin görüşlerine ve tartışmalarına karışması gülünç bir hâl ise de, “Halkın lisânı Hakk’ın kalemi” olduğundan hakîr tetkiklerin de buraya ilâve edilmesinden vazgeçilemedi: Şöyle ki:
İlk olarak: Fusûsu’l-Hikem akılla yazılmış bir eser değildir ki, onun ibâreleri akılsal tetkiklere dayalı görüşlere yüklenebîlsin. Nitekim, Hz. Şeyh (r.a.) bu kitâbın önsözünde "Ben ancak bana aktarılan şeyi aktarırım. Ve ben bu yazılmış olanlar içinde ancak benim üzerime inmiş olan şeyi indiririm" buyururlar. Bundan dolayı ileride (31.maddede) gelecek olan “İşte bu, öyle bir açıktır ki, Kur'ân onunla geldi” sözüne bakıldığında, Firavun’un îmânının sıhhati hakkındaki bu düşünceler Kur'ân-ı Kerîm'in zâhirinden alınmıştır. Ve bu tarz tefsîr Hz. Şeyh'e aktarılmış olan ma’nâlar zümresindendir. Şu halde kesindir. Ve eğer Firavun’un îmânı geçerli olmasa idi, Hz. Şeyh'e bu tarz tefsîr aktarılmaz ve belki bu ma'nânın aksi inmiş olurdu.
İkinci olarak: Farz edelim ki Firavun’un îmânının sıhhati hakkındaki Fusûs ibâreleri kesin olmayıp câizliğe ve ihtimâle dayalı olsun ve bunun için Hz. Şeyh Firavun’un îmânının sıhhati hakkında duraksayıp aşağıda gelecek olan "Ve Firavun kâfirlerden olduğu halde ölen kimseler[den] değildir. Şimdi onun işi Allah Teâlâ'ya dönüktür" sözünü getirmiştir. Şu halde, Fütûhât-ı Mekkiyye’nin altmış ikinci bölümünde Firavun’un ebeden ateş içinde olduğunu beyân etmek bu duraksama ve zanna aykırı düşmez mi? Çünkü bir kimse bir mes'ele hakkındaki kesin kanâatini beyân ettikten sonra yine o mes'ele hakkında tereddüt ve ihtimâl çerçevesinde görüş beyân etse, bu iki hükümden birisi fazla olur. Hz. Şeyh'in yüksek eserleriyle aslâ alâkası olmamakla zâhir ehline hitâben şu inceliği belirteyim ki: Fütûhât-ı Mekkiyye 590 ve Fusûsu’l-Hikem ise 628 hicrî senelerinde yazılmıştır. Böyle olmaka berâber, her iki yüksek eser de Şeyh-i Ekber'in kalbine hâtem-i velâyet ya’nî velîlerin sonuncusu mişkâtinden inmiş olduğu için ikinci bölümünde bulunan şu:
"Dört sınıf ateştedir, ondan çıkmazlar. Ve onlar Allah Teâla üzerine büyüklenenlerdir; Firavun ve benzerleri gibi ki; rabblığı Allah Teâlâ'dan kaldırıp kendi nefsi için iddiâ eden kimsedir. Firavun: “yâ eyyühel meleu mâ alimtü leküm min ilâhin gayrî” ya’nî “Ey ileri gelenler! Ben, sizin için benden başka bir ilâh bilmiyorum” (Kasas, 28/38) dedi ki: "Gökte benim gayrım olan bir ilâh yoktur" demeği murâd eder. Ve gurur ve onun gayrı da bunun gibidir. Ve ikinci sınıf müşriklerdir. Ve onlar Allah Teâlâ ile berâber başka ilâh edinenlerdir;…diyerek devâm ediyor..."
ibâresi alınmakla yetinilirse, fikirler Bâli Efendi hazretlerinin görüşlerine doğru kayar. Fakat Hz. Şeyh Fütuhât-ı Mekkiyye'nin otuz kadar yerinde Firavun’un îmânının sıhhati hakkında beyânlarda bulunurlar. Bu cümleden olarak Fütûhât'ın 198. Bölümünde on ikinci tevhîdde şu ibâreler bulunmaktadır:
“Muhakkak Allah Teâlâ, Firavun’un îmânını tasdîk buyurdu. “Âl’âne ve kad asayte kablü” ya’nî “Şimdi mi? Ve sen, daha önce âsi olmuştun” (Yûnus, 10/91) âyet-i kerîmesi onun îmânının ihlâsına delîldir. Eğer Firavun îmânında ihlâslı olmasaydı, Hak Teâlâ onun hakkında Araplar hakkında buyurduğu gibi “Kâletil a’râbu âmennâ, kul lem tu’minû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum” ya’nî “Araplar: “Biz îmân ettik” dediler. (Onlara) de ki: “Siz îmân etmediniz. Fakat teslîm olduk, deyin. Kalplerinize îmân girmedi” (Hucurât, 49/14), der idi. Bundan dolayı Allah Teâlâ muhakkak Firavun’un îmânına şehâdet eyledi. Oysa câizlik olmadıkça Allah Teâlâ hiçbir kimsenin tevhîdinde doğruluğuna şehâdet buyurmaz. Ve Firavun îmânından sonra isyân etmedi. Şu halde Allah Teâlâ onu temiz olduğu halde kabzetti. Ve bir kâfir müslüman olduğu zaman onun üzerine gusül vâcib olup, Firavun’un suda boğulması ise kendisi için gusüldür. Ve Allah Teâlâ'nın onu bu halde kendine çekmesi yönüyle âhiret ve dünyâ şiddetli azâbından temizlenmesidir. Ve bunu haşyet sâhibi olan kimseler için ibret kıldı. Ve onun îmânı can çekişme hâlinde bulunan bir kimsenin imânına benzemedi. Çünkü can çekişmede olan kimse dünyâdan ayrılacağına kesin bir şekilde yakîn sâhibidir. Oysa bu boğulma, burada böyle değildir. Çünkü Firavun denizi, îmân edenler hakkında kuru bir halde gördü; bildi ki, bu hâl îmanları sebebiyle onlar için gerçekleşti. Böyle olunca Firavun öleceğine kesin bir şekilde yakîn sâhibi olmadı. Belki onun zannı üzerine hayâtta kalmak üstün geldi. Bundan dolayı onun mertebesi “innî tubtul’âne” ya’nî “şimdi tövbe ettim” (Nisâ, 4/18) diyen tövbe edicinin mertebesi değildir. Ve Firavun kâfirlerden olduğu halde ölen kimseler[den] değildir. Şimdi onun işi Allah Teâlâ'ya dönüktür."
İşte Hz. Şeyh (r.a.)’in Firavun’un îmânının sıhhati hakkındaki görüşleri budur. Fütûhât'ın altmış ikinci bölümü müstakil olarak ateşten çıkışın olmayışına sebep olan hallerin beyânına dâirdir. Burada Firavun ve Nemrûd'un örnek olarak anlatılması, sâdece mahallin zikrinden hâlin anlatılmak istenmesi türünden olur. Çünkü Firavun uzun seneler rabblık da'vâsı etti. Ve onun bu hâli şüphe yok ki ateşten çıkışın olmayışına sebep olacak hallerden idi. Fakat Kur'ân'ın şehâdeti yönüyle ölümden önce îmân etmekle ve onun bu îmânının sıhhatine Kur'ân'ın zâhirinden alınmış olan ibâreler delîl olmakla da'vâsında ısrarlı olarak ölmüş olan Nemrûd'dan ayrıldı.
Firavun'un îmânının sıhhati hakkındaki tefsirlerden geçildikten sonra Hz.Şeyh'in “Şimdi onun işi Allah Teâlâ'ya dönüktür" buyurması, işbu tefsîrlerin kesinlik belirtmediğine işâret etmez. Belki Hz. Şeyh yüksek âdetleri yönüyle işi, edeben Hazret-i Hakk'a havâle buyururlar. Nitekim Âdem Fassı’nda “İşte bu ilâhî târîf edeb sâhibi, emînler ve halîfeler olan kullarını Hakk’ın terbiye ettiği şeydir” buyurmuşlardır. Hakîkatte Hakk'a dönük olmayan hiçbir iş yoktur. Bundan dolayı “Şimdi onun işi Allah Teâlâ'ya dönüktür" ifâdesi duraksamaya değil, Allah’a karşı edebe yüklenmiş olur.
Dostları ilə paylaş: |