Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Ahmet Avni Konuk ÖNSÖZÜ



Yüklə 7,33 Mb.
səhifə78/90
tarix02.08.2018
ölçüsü7,33 Mb.
#65852
1   ...   74   75   76   77   78   79   80   81   ...   90

3. Hazret-i şehâdet mertebesinde taayyün eden kesîf eşyâdır ki, Zâhir isminin kapsamı altında mevcût olduğu için, onların vücûdları, bu mertebeden önceki mevcûtların hepsinden daha zâhir ve bir arada olur ve bunların her birisine hem "şey" ve hem de "ma'lûm ya’nî bilinen" denilir. Çünkü birdiğerinden algılanan sınırlar ile sınırlanmışlardır.

"Şey"in mertebelerine gelince, bunun dahi iki mertebesi vardır denilmişti:



1. "Şey"in ilk mertebesi, "ma'lûmun ya’nî bilinen"in ikinci mertebesinden i'tibâren başlar. Nitekim, ayrıntılı olarak anlatıldı ve bu mertebe ilmî bilinenler mertebesidir.

2. Şu içinde bulunduğumuz kesîf şehâdet âlemi mertebesidir. Bunun îzâhı da bilinenin üçüncü mertebesinde geçti. Bundan dolayı Sâlih Fass'ında var etme bahsinde îzâh edilen şey olmak-lık, ilâhî ilim mertebesinde sâbit olur.

İşte “ma'lûmun ya’nî bilinen”in “şey”den daha kapsamlı olması budur. Ve “bilinen” önceki mertebesine göre çok meçhûl olduğundan, belirsizlerin belirsizi oldu. Çünkü zâtta potansiyel olarak bulunan işlere zâtın dışında birinin vâkıf olması mümkün değildir ve belki bu işleri zâtın bilmesi, Zâhir isminin kapsamı altında açığa çıkışından sonra görmesi ve bilmesi gibi değildir. Ve zâtî ve sıfatsal ve isimsel ilim hakkında ayrıntılar ve aralarındaki fark çok açık örnekler verilerek Şit Fassı'nda geçti. Ve Îsâ Fassı’nda “belirsizlerin belirsizi olmasından dolayı "şey"i getirdi” denilmesine gelince, şeyin belirsizlerin belirsizi olması, şehâdet mertebesine göredir. Çünkü “şey” ilâhî ilimde sâbit olduktan sonra rûhlar ve misâl ve şehâdet mertebelerini geçmekle en zâhir olur. Ondan önce bâtınların bâtını ve meçhûldür. Ve vahdet ya’nî birlik merbesinde ise bilinen ile birdir; ve vahdet ya’nî birlik mertebesinde zâtın kendi nefsine bilinen olan yine Hakk’ın zâtıdır; o mertebede şey olmaklık yoktur.

Daha sonra onda oluşumun kâmil olması için hikmeti tamamladı ve onu tam olarak aldı. Böyle olunca “innellâhe latîfun” ya’nî “Muhakkak Allah latîftir” (Lokmân, 31/16) dedi. Şimdi O'nun latîfliğinden ve lütfundandır ki, muhakkak O, onunla isimlendirilen ve onunla sınırlanmış olan şeyde, bu şeyin "ayn"ıdır. Hattâ o şey hakkında ancak onun isminin uygunluğu ve terimselliği ile ona işâret ettiği şey denilir. Bundan dolayı "Bu göktür ve yerdir ve kayadır ve ağaçtır ve hayvandır ve melektir ve rızıktır ve yemektir" denilir. Oysa her şeyden ve her şeyde zâhir bir olan ayn’dır. Nitekim, Eşâire der ki: "Muhakkak âlemin tamâmı cevher ile birbirinin benzeridir. Bundan dolayı o bir olan cevherdir. Şu halde o bizim "bir olan ayn" sözümüzün aynıdır. Daha sonra "Arazlar ile muhtelif olur" dedi. O da bizim "Sûretler ve bağıntılar ile çoğalan ve muhtelif olur, tâ ki birbirinden ayrılmış ola" sözümüzdür. Şimdi sûreti yada arazları yâhut mizâcı yönüyle "Bu, bu değildir" deniliyor. Bundan dolayı nasıl istersen de! Ve cevheri yönüyle bu, bunun “ayn”ıdır (9).

Ya'nî Hz. Lokmân'ın oluşumunun, hikmet ve ilâhî bilgide kâmil olması için kendisine işâret edilen hazretleri o hikmeti temâmladı ve kemâliyle aldı. Bundan dolayı "Muhakkak Allah latîfdir" (Lokmân, 31/16) dedi. Ve bir isim ile isimlendirilmiş olan ve kendi sınırlarıyla sınırlı olan her bir şeyde, Allah Teâlâ'nın o şeyin "ayn"ı olması, O'nun son derece latîfliğinden ve lütfu ile bütün eşyâda sirâyet etmesindendir. Ve Hak, kendi latîf vücûdunu kesîfleştirerek ilâhî işleri dolayısıyla eşyâ sûretlerinde açığa çıkmış ve bu kesîf mertebede ayrı ayrı birer isimle isimlendirilmiştir. Bu böyle iken eşyâdan bir şey ve meselâ bir kaya parçası ele alınıp "Bu Hak'tır" denmez. Belki bu kesîflik âleminde, o şeye işâret etmek üzere onun şânına uygun bir terim konulmuştur ki, o da "kaya" kelimesidir. İşte o şey bu isim ile isimlendirilir. Bundan dolayı "Bu göktür, bu yerdir, bu kayadır, bu ağaçtır, bu hayvandır, bu melektir, bu rızıktır, bu yemektir" denilir ve bunların parçaları da buna kıyaslanabilir. Örneğin ağaç bütünsel kavramı altında, meşe, ıhlamur, kestâne, erik, nar, hurma, ayva, elma vb. ağaçlar vardır. Bununla berâber bu eşyânın her birisinden zâhir olan ve her birisinde kesîflikle görünen Hakk’ın bir olan ayn’ıdır.

Nitekim, Eşâire, ya'nî kelâm âlimleri derler ki: "Âlemin tamâmı cevher ile birbirinin benzeridir." Bundan dolayı âlem bir olan cevherden ibârettir. Kelâm âlimlerinin bu "Âlemin tamâmı bir olan cevherden ibârettir" sözü; bizim "Eşyânın her birisinden zâhir olan ve her birisinde görünen bir olan ayn’dır" sözümüze uygundur. Kelâm âlimleri bu kâideyi koyduktan sonra derler ki: "Bir olan cevherden ibâret olan âlem; arazlar ile muhtelif olur". Onların bu sözleri de bizim "Bir olan ayn sûretler ve bağıntılar ile muhtelif olur, tâ ki birdiğerinden ayrılsınlar" sözümüze uygun düşer. Şimdi kelâm âlimlerinin sözüne göre, "Bu taş sûreti ve arazları ve mizâcı yönünden, bu ağacın aynı değildir" denildiği gibi, "Cevheri yönünden, bu ağaç bu taşın aynıdır" denilebilir. Ve aynı şekilde bizim sözümüze göre de "Sûretleri yönünden bu ağaç, bu taşın aynı değildir" denildiği gibi, "Bir olan ayn’ı dolayısıyla bu ağaç bu taşın aynıdır" denilir.

Ve bunun için her sûret ve mizâcın tanımında cevherin "ayn"ı kabûl edilir. Böyle olunca biz deriz ki: "muhakkak cevher Hakk'ın gayrı değildir." Oysa kelâm âlimleri, muhakkak cevher olarak isimlendirilen her ne kadar Hak ise de, o cevher keşif ve tecellî ehlinin söylediği şekilde Hakk’ın "ayn"ı değildir, zanneder. Şimdi işte bu, O'nun "Latîf' olmasının hikmetidir (10).

Ya'nî Eş'arîler indinde âlemin tamâmı bir olan cevherden ibâret olduğu ve cevherlik yönünden bir şey diğer şeyin aynı bulunduğu için, her sûretin ve her mizâcın tanım ve ta'rîfinde cevherin "ayn"ı kabûl edilir. Çünkü bir şey ta'rîf edilirken arazları anlatılır. Oysa bu arazlar cevherin aynıdır. Bu bahsin ayrıntıları Şuâyb Fassı'nda geçti. Biz deriz ki: Her bir sûret ve mizâcın ta'rîfinde "ayn"ı kabûl edilen cevher Hakk'ın gayrı değildir. Oysa Eş'arîler, ya'nî kelâm âlimleri, cevher isminin isimlendirileni her ne kadar Hak ise de, o cevher keşif ve tecellî ehlinin söylediği şekilde Hakk'ın aynı değildir zannederler ve âlem sûretlerinin hepsinin cevherinin bir olduğunu söyledikleri halde o cevherin "ayn"ı başka, Hakk'ın "ayn"ı başkadır deyip iki "ayn" ispât etmiş olurlar. Fakat hâlin hakîkati onların dediği gibi değildir. Gerek bu fassta ve gerek diğer fasslarda ve özellikle Yakûb Fassı'nda tekrâr tekrâr îzâh edildiği şekilde, Hakk’ın vücûdu ile, halkın vücûdu arasında latîflik ve kesîflikten başka bir gayrılık yoktur. Çünkü hakîkî vücûd birdir ve vücûdda bir olan hakîkat ve bir olan ayn olan Hak'tan başkası yoktur ve halkın vücûdu, Hakk'ın latîf vücûduna bağlı olan kesîflikten başka bir şey değildir. Allah var idi ve O'nunla berâber bir şey yok idi, şu an dahi öyledir; vücûdda O'nunla berâber ebedî bir gayr yoktur; ve O, vücûdda ortaktan münezzehdir ve gayrılık O'nun birlik saltanatının kahrı altında helâk olmuştur. Beyt:

 Tercüme: “Dâimi olan mülkün sâhibi, Vâhid-i Kahhâr'dan gayrısı değildir. O'nun kahrı odur ki, O'nun vücûd vâdîsinde dolaşan bir gayr yoktur. O'nun zâhir olma nûrundan görünen bu ve o, O'dur. Senin kendine âit vücûdu olduğunu vehim ile söylediğin âlem, vehim ve zandan başka bir şey değildir.”

Basîret ehli indinde, âlemde zâhir olan O'dur; ve âlem O'nun gayrı değildir. Fakat çokluğu gördüğümüzden dolayı, bir olan ayn olan Hakk'ı müşâhede edecek bizlerde göz yoktur. Beyt:

Tercüme: "Bir Mûsâ yoktur ki, "Ene'l-Hak" sadâsını işitsin. Yoksa bu nağme her bir ağaçta yok değildir."

Hak Teâlâ hazretleri kimin kalb gözünü açtı ise, o kimsenin görüşünde kendisinin dışındakileri kaldırdı ve "ayn"ını ispât eyledi.

Daha sonra vasfederek “habîr” (Lokmân, 31/16) dedi; ya'nî imtihândan bilici olarak. Ve o, O'nun “Ve le neblüvenneküm hattâ na’leme” ya’nî ““Biz sizi imtihân ederiz, tâ ki biz bilelim” (Muhammed, 47/31) sözüdür. Bu da zevkler ya’nî bizzat hakîkatini yaşama ilmidir. Şimdi Hak Teâlâ bu husûsta, onun üzerine olan şeyi bilmekle berâber, nefsini bir ilimden istifâde edici yaptı. Oysa Hak Teâlâ’nın, kendi nefsi hakkında, onun üzerine kesin ve açık olarak haber verdiği şeyin inkârına güç yetirilmez. Böyle olunca Hak Teâlâ, zevk ilmi ile mutlak ilmin arasını ayırdı. Bundan dolayı zevk ilmi kuvvetler ile kayıtlıdır (11).

Ya'nî Hz. Lokmân Hak Teâlâ hazretlerini “innellâhe latîfun habîr” ya’nî “Muhakkak Allah latîftir, habîrdir” (Lokmân, 31/16) diyerek vasfetti. Hakk’ın latîf oluşu hakkındaki ayrıntılar, yukarıda anlatıldı. Cenâb-ı Lokmân “Latîf” vasfından sonra “Habîr” vasfını zikretti ki, Hak Teâlâ imtihân ile oluşan ilim ile bilicidir; demek olur ve bu imtihâna dayanan ilim de Hak Teâlâ'nın “Ve le neblüvenneküm hattâ na’lemel mücâhidîne minküm ves sâbirîne” (Muhammed, 47/31) ya'nî “Biz sizi imtihân ederiz, tâ ki sizden mücâhitleri ve sabredenleri biz bilelim” sözünden istifâde edicidir. Bu imtihâna dayanan ilim de, zevkler ya’nî bizzat hakîkatini yaşama ilmidir.

Bilinsin ki, Şît Fassı'nda bu âyet-i kerîmenin tefsîri sırasında geçmiş idi ki, Hakk’ın ilmi ikidir: Biri "zâtî ilmi", diğeri "isimsel ve sıfatsal ilmi"dir. Zâtî ilim Hakk'ın kendi zâtına olan ilmidir. Bu ilim zât ile berâber kadîm olup ma'lûma ya’nî bilinene tâbi' değildir. Çünkü zât mertebesinde ilim ya’nî bilme, ma'lûm ya’nî bilinen ve âlim ya’nî bilen bir şeydir; ve zât bu mertebede isim ve sıfatlardan ve niteliklerden ganîdir. Sıfatsal ve isimsel ilim ise, Hakk'ın zâtî bağıntılarından istifâde edilmiş olmakla berâber, ma'lûma ya’nî bilinene tâbi'dir ve bilinen potansiyel olarak zâtta bulunan isimlere âit sûretlerin, Hakk'ın kendi zâtında, kendi zâtına tecellîsinde, isti'dâdları dolayısıyla, ilâhî ilimde sâbitliği ile hâsıl olur.



Örnek: Bir dünyâ güzeli, ömrü boyunca hiçbir ayna görmemiş ve aynaya bakmamış olduğu halde kendinin güzel olduğunu bilir. Bu, onun kendi güzelliğine olan zâtî ilmidir. Ne zamanki bir aynaya bakar, onda güzelliğini müşâhede edince, kendi güzelliği hakkında zevkî bir ilim oluşur ki, bu da, sıfatsal ilmidir. Önceki icmâl ilim idi; sonraki ilmi ise ayrıtntılıdır.

Diğer örnek: Bir kimse kendisinde, gülme, ağlama ve konuşma sıfatlarının mevcût olduğunu bilir ve varsayalım hiç gülmemiş ve ağlamamış ve konuşmamış bile olsa, bu sıfatların kendisinde mevcût olduğunda ilmi vardır. Çünkü zâtına olan ilmi, zâtî işlerini ihâta etmiştir. Ne zamanki potansiyel olan bu sıfatlar, kendisinden fiilen açığa çıkar, ya'nî fiilen güler ve ağlar ve konuşur. "Hâ! işte benim gülmemin, ağlamamın ve konuşmamın tarzı ve şîvesi böyle imiş" der ve bu tarz ve şîveler, güldükten ve ağladıktan ve konuştuktan sonra bilinir olur ve onun ilmi, bu şekilde ma'lûma ya’nî bilinene tâbi' olur. Önceki ilim, icmâlî ilim idi; sonraki ilim ise, ayrıntılı ilim olur ki, imtihândan sonra oluşan zevkî bir ilimdir. Bununla berâber ma'lûma ya’nî bilinene tâbi' olan bu ilim, o kimsenin vücûdunun dışında değil, belki yine kendi zâtından istifâde iledir. Ve bu istifâde de, kendisinin zâtî bağıntıları olan sıfatlarından gerçekleşir.

Şimdi Hak Teâlâ hazretleri, bu husûsu hakîkâti üzere bilmekle berâber kendi nefsini, bir ilmi istifâde etmekle vasfetti. Oysa Hak Teâlâ'nın “hattâ na’leme” ya’nî “tâ ki biz bilelim” (Muhammed, 47/31) sözü ile kendi nefsi hakkında kesin ve açık olarak haber verdiği şeyin inkârına mecâl yoktur. Nasıl inkâr olunabilir ki, Hak Teâlâ: "Biz sizi imtihân ederiz, tâ ki sizden mücâhitleri ve sabredenleri bilelim" (Muhammed. 47/31) buyurmakla, kendi bilişini açıkça imtihâna bağlıyor. Mücâhede edenlerin ve sabredenlerin kimler olduğunu imtihândan sonra bileceğini ifâde ediyor. Bundan dolayı Allah Teâlâ zevk ilmi ile, mutlak ilim arasını ayırdı. Çünkü mutlak ilim "Alîm" hazretinden ve zevk ilmi ise “Habîr” hazretindendir. Bu iki ismin özellikleri, bu ilimlerin ayrılmasını gerektirmiştir. Ve mutlak ilim zât üzere ilâve bir ilim değildir. Zevk ilmi ise, isimlerin zâta verdiği ilâve ilimdir ve isimlerin zâta verdiği bu ilim, yine zâttan hâriç bir şey değildir. Ey ilâhî sûret üzere mahlûk olan insan! Yukarıdaki örneğe göre kendini iyice anladın ise bu iki ilim arasındaki farkı, kendi nefsinde zevkan bilmiş oldun.

Böyle olunca zevk ilmi kuvvetler ile kayıtlıdır. Çünkü zevk ilmi ancak rûhânî kuvvetler veyâhut cismânî kuvvetler ile oluşur. Şu halde her bir rûhânî kuvvet ve her bir cismânî uzuv ile kula, Hakk’ın o kulun kuvvetlerinin ve a'zâsının "ayn"ı olduğu hakkında zevkî ilim hâsıl olması lâzımdır ki, kulun kesîf olan vücûdu sûretinde taayyün etmiş olan, Hakk’ın latîf vücûdu için zevkî ve imtihâna dayalı ilim hâsıl olsun. Bu ise ancak insan-ı kâmilin görünme yerinde gerçekleşir. Çünkü insan-ı kâmil "Allah" toplayıcı isminin görünme yeri olduğundan, onda bütün ilâhî isimlerin hükümleri fiilen zâhir olur. Bundan dolayı insan-ı kâmilin zevkî ilmi, Hakk'ın kendi sıfatlarının ve isimlerinin sûretlerini, insan-ı kâmilin vücûd aynasında müşâhede etmesiyle Hak için hâsıl olan zevkî ilimdir. İnsân-ı kâmilin bu ihâtasından dolayı, Hak Teâlâ hazretlerinin, mahlûkların bâtınlarına ve niyetlerine vâkıf oluşu, insan-ı kâmilin vâkıf oluşundan ibârettir. Ve noksan insanda ise, bu isimlerin toplanmışlığına görünme yeri olmaklık bulunmayıp ba'zı isimlerin hükümleri fiilen zâhir olmuş ve ba'zısının hükümleri ise kuvvede kalmış olduğundan, onun ilâhî sûret üzere mahlûk bulunması kuvvededir. Bundan dolayı ondaki zevkî ilim de noksandır. Şu kadar ki her bir noksan şahsın kendi bâtınî hallerini müşâhede etmesi, Hakk'ın onun bâtınını müşâhede etmesidir. Bu da noksan insanda fiilen açığa çıkan isimlerin hükümleri kadar, Hak için zevkî ilim oluşmasından ibârettir.

Ve hakîkatte Allah Teâlâ kendi nefsinden haber etti ki, muhakkak o kulunun kuvvetlerinin “ayn”ıdır: “İşitmesi olurum” sözünde, oysa o işitme kulun kuvvetlerinden bir kuvvettir; “ve görmesi” sözünde, oysa o görme kulun kuvvetlerinden bir kuvvettir; “ve söyleyen dili” sözünde, oysa o dil kulun a’zâsından bir uzuvdur; “eli” ve “ayağı” sözlerinde. Böyle olunca, Allah Teâlâ anlatımda sâdece kuvvetler üzere yetinmedi, a'zâyı da söyledi; oysa kul bu a'zâ ve kuvvetler için gayrı bir şey değildir. Şimdi, kul olarak isimlendirilenin "ayn"ı Hak’tır. Kulun "ayn"ı, efendi değildir. Çünkü bağıntılar, zâtlarıyla birbirinden ayrılırlar. Oysa kendisine bağlı olunandan ayrılmış değildir. Çünkü, vücûdda bütün bağıntılarda O’nun “ayn”ının dışında bir şey yoktur. Böyle olunca O, bağıntılar ve izâfeler ve sıfatlar sâhibi olan bir olan ayn’dır (12).

Ya’nî zevk ya’nî hakîkatini bizzat yaşama ilmi kuvvetler ile kayıtlı olduğu için Hak Teâlâ hazretleri "Kulumu sevince işitmesi, görmesi, ve söyleyen dili, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle işitir, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür" hadîs-i kudsîsinde kendi nefsinden haber verip kendisi sevdiği kulunun işitmesi ve görmesi gibi kuvvetleri ve dili ve ayağı ve eli gibi a'zâsı olduğunu beyân etti. Ve bu hadîsde Hak Teâlâ kulun yalnız kuvvetleri olduğunu beyân ile yetinmeyip a'zâsını da söyledi. Oysa kul bu a'zâ ve kuvvetlerin tamâmından ibârettir ve bu a'zâ ve kuvvetler, kulun gayrı şeyler değildir. Şimdi Hak, kulun kuvvetleri ve a'zâsı olunca, kul olarak isimlendirilenin "ayn"ı olmuş olur. Bundan dolayı kul, kulluk bağıntısından soyutlanmış olduğu halde, onun hüviyyeti ve hakîkati Hak'tır. Fakat kulun "ayn"ı, kulluk sıfatı ile vasıflanmış olduğu halde, efendinin "ayn"ı değildir. Çünkü efendilikle vasıflanmış olan ancak “efendi”dir; kullukla vasıflanmış olan kul değildir. Ve efendilik, kulluğun zıttı olduğundan, bir yerde toplanması düşünülemez.

Soru: Kul, kuvvetlerinin ve a'zâsının tamâmından ibârettir. Hak kul olarak isimlendirilenin "ayn"ı olunca, kulun "ayn"ı efendinin neden "ayn"ı olmuyor?

Cevâp: Bağıntılar, kendi zâtları ve hakîkatları i'tibârı ile birdiğerinden ayrılırlar. Örneğin görme bağıntısı işitme bağıntısının gayrıdır ve bilme bağıntısı, dileme bağıntısından başka bir şeydir. Şimdi kulun vücûdunda taayyün etmiş olan Hakk'a bu bağıntıların herbirisi dolayısıyla ayrı ayrı ilimler hâsıl olur. İşte bu bağıntılar gibi, kulluk ve efendilik bağıntılarının zâtları ve hakîkatları arasında da fark vardır. Gerçi bu bağıntıların kendisine bağlı olunanı olan Hakk'ın bir olan vücûdu ayrılmış değildir. Çünkü zâtî ahadiyyet ya’nî teklik mertebesinde bütün bağıntılar helâk olduğundan, onda i'tibâr edilecek bir gayrılık yoktur ve kulluk ve efendilikle zâhir ve taayyün edici olan ancak Hakk'ın bir olan vücûdudur. Fakat kul mertebesine inmekle, kulun vücû-dunda kullukla zâhir olduğunda, bu kulun vücûdu mertebesi dolayısıyla, efendilikle vasıflanmış olan vûcûdun "ayn"ı değildir. Bundan dolayı Hak, bir olan ayn olmakla berâber, bağıntılar ve izâfeler ve sıfatlar sâhibidir. Çünkü sonsuz sıfatları ve isimleri olduğu gibi, latîf vücûdunun tenezzülü dolayısıyla, kendi hakîki vücûduna bağlı olan muhtelif mertebeleri vardır. Ve isimlerinin her birisinde bir özellik mevcût olup, bu özelliklerle birdiğerinden ayrıldıklarından birbirlerinin aynı değildir. Örneğin Mudill ismi Hâdi isminin aynı değildir. Çünkü birisi hidâyeti, diğeri dalâleti gerektirir. Bunların özellikleri ise birbirine benzemez. Ve aynı şekilde rûhlar mertebesi, misâl mertebesine ve misâl mertebesi ise şehâdet mertebesine benzemez; aralarında çok büyük fark vardır.

Şu da açıkça bilinsin ki, bu vahdet-i vücûd ya’nî vücûdun birliği meselesinde keskin kavrayışa sâhip olmak lâzımdır. Çünkü kıldan ince ve kılıçtan keskin bir sırâttır. Bundan dolayı bu mes'ele ba'zı kimseleri hidâyet semâsına ve ba'zılarını da dalâlet uçurumuna çeker. Dalâlete düşenler derler ki: "Mâdemki vücûdun bütün mertebeleri, Hakk’ın bir olan hakîkî vücûduna bağlı olan vücûtlardan ibârettir ve bizim vücûdumuz da onun vücûdunun gayrı değildir ve bizim vücûdumuz da, taayyün etmiş olan isimleri dolayısıyla Hak'tır ve her bir isim kendi görünme yerini sırât-ı müstakîme çekip götürmektedir ve her bir isim kendi görünme yerinden râzıdır; şu halde hakîkatte itâat ile itâatsizlik birdir; şerîat ise i'tibârî bir iştir. Bundan dolayı kula lâzım olan zevk ve râhat içinde zuhûrâta tâbi olmaktır."

İşte bu kişiler şerîatı devre dışı bırakan ve nefislerinin hevâsına tâbi' olan birtakım zındıklardır ki, Hak Teâlâ onlar hakkında buyurur: “ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten” ya’nî “Ve Allah, onu ilim üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitmesini ve kalbini mühürledi. Ve onun görmesini üzerine perde çekti” (Câsiye, 45/23) Bu kişileri bu ilim dalâlette bırakmış ve kulakları ve kalbleri mühürlenmiş ve gözlerine vehmî nefslerinin perdesi örtülmüştür. Onlar bu sözlerinin hakîkatine vâkıf olmuş ve vehimsel vücûtla-rından kurtulmuş olsalar idi, her mertebede açığa çıkmış olan Hakk'ın emrine tam bir edeble uyarak hidâyete nâil olurlar idi. Bundan dolayı vehimsel vücûtlarını sevk ettikleri zevk ve râhata karşılık, onlar için çok büyük azâb vardır. "Neûzü billâhi min şürûri enfüsinâ" ve "neûzü billâhi min Allâhi!"

Şimdi Lokmân'ın bu âyette “Lâtîf” ve “Hâbîr” olarak bu iki ilâhî isimden getirdiği şeyi, kendi oğluna öğretmesinde Allah Teâlâ'yı onlar ile isimlendirmesi, onun hikmetinin tamâmındandır. Eğer bunu, var edilmişlerde kılsa idi, ki o vücûddur, “kâne” der idi, hikmette daha tam ve daha beliğ olurdu (13).

Ya’nî Hz. Lokmân “Yâ büneyye innehâ in teku miskâle habbetin min hardalin fe tekun fî sahretin ev fîs semâvâti ev fîl ardı ye’ti bihâllâhu, innellâhe latîfun habîr” ya’nî “Ey yavrum! Muhakkak ki o, bir hardal tânesi kadar dahi olsa ve o, bir kaya içinde veyâ göklerde veyâ yerde bile olsa, Allah onu, huzûra getirir. Muhakkak ki Allah; Latîf'tir, Habîr'dir” (Lokmân, 31/16) âyet-i kerîmesinde beyân olunduğu şekilde oğluna hikmet öğrettiği ve nasihat verdiği sırada, bu âyet-i kerîmenin sonunda “innellâhe latîfun habîr” (Lokmân, 31/16) dedi ve Allah Teâlâ'yı bu iki isim ile isimlendirerek, oğluna Allah Teâlâ'yı "Latîf' ve "Habîr" olarak bildirdi. Hz. Lokmân'ın hikmetinin tamâmı, Allah Teâlâ'yı bu iki isim ile isimlendirmek idi. O da öyle yaptı ve kendi vücûd kelimesinde bulunan hikmeti oğluna aşıladı. Fakat Hz. Lokmân “innellâhe latîfun habîr” demeyip de kânallâhu latîfun habîr” ya’nî “Muhakkak ki Allah; Latîf’di(r), Habîr’di(r)” demiş olsaydı ve "Latîf ve "Habîr" isimlerini "kevn" ya’nî “var etme” mastarına -ki vücûdî kelimedir- bağlı kılmış olsa idi, hikmette daha ve nasîhatta daha beliğ olmuş olurdu. Çünkü "kevn" mastarından türemiş olan "kâne", Allah Teâlâ'nın ezelde bu iki vasıf ile vasıflanmış olduğuna ve bu iki vasfın O’nun zâtının gereklerinden bulunduğuna işâret ederdi. Ve bu halde de ma'nâ, "Allah Teâlâ ezelde kendi zâtında latîf ve habîr olduğu gibi, şu an dahi latîf ve habîrdir" demek olurdu. Nitekim, "Kânallahu velem yekûn meahu şey`a” ifâdesiyle "Allah Teâlâ ezelde mevcût idi ve O'nunla berâber bir şey yok idi ve şu an dahi mevcût olup yine O’nunla beraber bir şey yoktur" ma'nâsı kastedilir. Ve bu söze ilâve olunan "el-ân kemâ kân" ya’nî “Şu an dahi öyledir” onun tefsîri olmuş olur. Fakat bu daha tam ve daha beliğ oluş Muhammedî özelliklerdendir. Şu kadar ki, Hz. Lokmân'ın hükmü kendi mertebesine ve zamanına göre kemâl üzeredir. Çünkü ilâhî bilgide noksan, nebîliğin şânına yakışmaz.

Şimdi, Allah Teâlâ Lokmân'ın sözünü, dediği gibi, ma’nâ üzere hikâye etti ve onun üzerine bir şey ilâve etmedi. Ve her ne kadar Lokmân'ın “innellâhe latîfun habîr” (Lokmân, 31/16) sözü, Allâh'ın sözünden ise de, ne zamanki Allah Teâlâ bildi ki, eğer o tamamlamak için söylese idi, elbette bununla tamamlardı (14).

Ya'nî Hz. Lokmân mensûp olduğu kavmin lisânı üzere oğluna nasîhat etmiş idi. Oysa Kur'ân-ı Kerîm Arapça lisânı üzere inmiş olduğundan Allah Teâlâ; onun kendi lisânıyla dediği ma'nâyı Arapçaya naklederek olduğu gibi hikâye etti ve onun oğluna beyân ettiği ma'nâ üzerine bir şey ilâve etmedi.Gerçi yukarıda bahsedilen âyet-i kerîmede Lokmân'a isnâd edilen “innellâhe latîfun habîr” (Lokmân, 31/16) sözü Allâh'ın sözünden ise de, bu söz, oğluna hitâben söylediği sözde, Hz. Lokmân'ın söylenilmeden bıraktığı hikmettir ki hâl işâreti ile bilinir. Çünkü yukarıda îzâh edildiği üzere, Allâh'ın yerde ve gökte Allah olması, bütün göksel ve yersel taayyünler ile taayyün edip onlarda hâzır olmasına ve bütün taayyünler ile taayyün edip onlarda hâzır oluşu da latîf bulunmasına ve ayrıntılar âleminde zevk ilminin ya’nî bizzat yaşayarak hakîkati idrak etme ilminin oluşması da '"Habîr" olmasına bağlıdır. İşte Hz. Lokmân'ın söylediği hikmette söylenilmeden bıraktığı hikmet budur. Bundan dolayı Allah Teâlâ bildi ki, eğer Hz. Lokmân, söylenilebilen hikmeti tamamlamak için, söylenilmeyen hikmeti de söyleseydi, kendi lisânı üzere elbette “innellâhe latîfun habîr” (Lokmân, 31/16) sözüyle tamamlardı.

Şimdi bu Arapça söz her ne kadar görünüşte Hak Teâlâ'nın sözü ise de, ağızdan çıkış yeri ve tercüme olarak Hz. Lokmân'ın sözüdür. Şu halde Hak Teâlâ, Lokmân'ın sözünü, onun dediği ve murâd ettiği gibi, ma'nâ üzerine aktarıp ona bir şey ilâve etmedi. Eğer ilâve etseydi, kânallâhu latîfun habîr” ya’nî “Muhakkak ki Allah; Latîf’di(r), Habîr’di(r)” der idi. Böyle demedi. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Lokmân'ın mertebesini ve onun zamânına göre ne şeyin kemâl olduğunu bilir. Ve bu hikmet ise Muhammedî zevk üzere olan hikmettir. Oysa Hz. Lokmân ümmet-i Muhammed'den olmadığı için, bu zevki taşıyıcı değildir. Çünkü nebîler (aleyhimü's-selâm) nebîlik mertebelerinin korunması için, Muhammedî makâma vâkıf olmaktan men’ edilmişlerdir. Fakat bu âlemden nakledildikten sonra, nebîlik hükmü dâimi kalmayacağından, uhrevî berzahlarda Muhammedî makâma vâkıf olmaktan men’ edilmezler.

Ve Lokmân'ın “in teku miskâle habbetin min hardalin” ya’nî “eğer bir hardal tanesi ağırlığınca olsa” (Lokmân, 31/16) sözüne gelince, o tâne kendisi için gıdâ olana mahsûstur. Oysa o gıdâlanan, Hak Teâlâ'nın “Fe men ya'mel miskâle zerretin hayren yerah; Ve men ya'mel miskâle zerretin şerren yerah;” ya’nî “Kim bir zerre ağırlığınca hayır yaparsa, onu görür; kim de bir zerre ağırlığınca şerr yaparsa, onu görür” (Zelzele, 99/7-8) sözünde bahsedilen zerreden başka bir şey değildir. Bundan dolayı o zerre gıdâlananların en küçüğüdür ve hardaldan bir tâne de gıdânın en küçüğüdür. Ve eğer gıdâlananlarda zerreden daha küçük bir şey olsa idi, Allah Teâlâ elbette onu getirir idi. Nitekim “İnnallâhe lâ yestahyî en yadribe meselen mâ beûdaten” ya’nî “Muhakkak Allah bir sivrisinek ile misal vermekten çekinmez” (Bakara, 2/26) sözünü getirdi. Daha sonra vücûtta sivrisinekten daha küçük bir şey olduğu ilâhî ilimde sâbit olduğunda “fe mâ fevkahâ” ya’nî “hattâ daha da üstü” (Bakara, 2/26) dedi, ya'nî küçüklükte. Ve işte bu, Allâh'ın sözüdür ve Zelzele sûresinde olan da aynı şekilde Allah’ın sözüdür. Şimdi bunu bil! Böyle olunca muhakkak Allah Teâlâ’nın vücûtta ondan daha küçük bir şey olduğu halde zerrenin ölçüsü üzere yetinmediğini biz biliriz. Çünkü muhakkak zerreyi mübâlağa üzere getirdi. Oysa Allah Teâlâ en iyi bilendir (15)

Yâ'nî Hz. Lokmân’ın "Eğer hardaldan bir tâne ağırlığınca olsa" sözünde söylenmiş olan tâne kendisi için gıdâ olan kimseye mahsûstur. Ya’nî hardaldan bir tânenin ağırlığı gâyet küçük bir şeydir. Bundan dolayı gâyet küçük olan bir gıdâ, küçük olan gıdâlanana mahsûstur. Ve bu gâyet küçük olan gıdâlanan da, zerreden başka bir şey olamaz. Nitekim, Hak Teâlâ'nın “Fe men ya'mel miskâle zerretin hayren yerah; Ve men ya'mel miskâle zerretin şerren yerah;” ya’nî “Kim bir zerre ağırlığınca hayır yaparsa, onu görür; kim de bir zerre ağırlığınca şerr yaparsa, onu görür” (Zelzele, 99/7-8) sözünde zerrenin gâyet küçük bir ­şey olduğu belirtilir. Bundan dolayı zerre gıdâlananların en küçüğüdür ve hardaldan bir tâne de o küçük olan gıdâlananın gıdâsıdır.

Bilinsin ki zerre, sıradan göz ile görülemeyecek derecede küçüktür. Bu zerre bilimde "atom" denilen şey değildir. Çünkü "atom" henüz mikroskop ile de olsa göz vâsıtasıyla görülemez. (Günümüzde bu geçerli olmadığından; şerhin yazıldığı tarihteki şartlar gereği olduğunu düşünmek gerekir). Burada “zerre” gözle görülebilen şeyler ma'nâsınadır. Ve her bir atom farklı sayıda elektron, nötron ve protondan oluşur ve her birinin ölçüsü, bir miligramın milyonda birinin milyarda birinin milyarda biri ölçüsündedir. Hayret verici olan bu küçüklüğün sıradan göz ile görülmesi mümkün değildir. Şimdi bu atom altı mertebelerde gıdâlanma husûsu olmayıp onların büyümelerinin bildiğimiz gıdâlanmanın dışında bir şekilde gerçekleştiği ve gıdâlanmanın ancak mikrop derecesindeki zerrelerden başladığı anlaşılır. Nitekim, keşfen olan müşâhedeleri üzerine Hz. Mevlânâ Celâleddin Rûmî (r.a.) efendimiz Mesnevî-i Şerif’lerinde böyle buyururlar:

Tercüme: "Hepsinin ağızları açık zerreler gördüm. Eğer onların yemeklerini veyâ küçüklüklerini söylersem uzun olur."

Bu zerreler de vücûtları sıradan göz ile değil, belki mikroskop vâsıtasıyla görülen verem, vebâ ve tifo ve diğer mikroplardan başka şeyler değildir. Bilimsel olarak sâbittir ki, bu küçük canlılar kendilerinden küçük tâneler ile gıdâlanırlar. Şu halde, bu tânecikler o zerrelerden ibâret olan canlıların gıdâsı olurlar ve eğer gıdâlanan zerreden daha küçük bir şey mevcût olsaydı, elbette Allah Teâlâ onu söyler idi. Nitekim, Allah Teâlâ: “İnnallâhe lâ yestahyî en yadribe meselen mâ beûdaten” ya’nî “Muhakkak Allah bir sivrisinek ile misal vermekten çekinmez” (Bakara, 2/26) âyet-i kerîmesinde sivrisineği örnek getirdi; ondan sonra da “fe mâ fevkahâ” ya’nî “hattâ daha da üstü” buyurdu. Ya’nî küçüklükte sivrisineğin daha küçüğü demektir.

Şu halde Allah Teâlâ'nın ilminde, vücûtta sivrisinekten daha küçük bir şey bulunduğu sâbit olduğu için, böyle buyurdu. Ve gerçektende küçüklükte sivrisinekten daha küçük, yukarıda izâh edildiği üzere, mikroplara kadar silsile ile birçok küçük canlı türleri ve onların gıdâsı olmaya uygun olan atom altı parçalardan oluşmuş atomlar mevcûttur. İşte bu “İnnallâhe lâ yestahyî en yadribe meselen mâ beûdaten” ya’nî “Muhakkak Allah bir sivrisinek ile misal vermekten çekinmez” (Bakara, 2/26) âyet-i kerîmesi ile, Zelzele sûresinde olan “Fe men ya’mel miskâle zerretin” ya’nî “Kim zerre ağırlığınca iş işlerse” (Zelzele, 99/7) âyet-i kerîmesi Allah Teâlâ'nın sözüdür. Oysa Allah Teâlâ muhtelif mertebelerdeki tecellîlerini bilişi yönüyle sözünde hâlin hakîkatini beyân buyurur. Bundan dolayı sen de bunun böyle olduğunu hakîkatı üzere bil! Ve muhakkaktır ki, Allah Teâlâ vücûtta zerreden daha küçük bir şey mevcût olduğu halde, zerreyi özellikle bildirdi. Çünkü zerreden çok daha fazla olan küçüklüğü his gözü, âlet ile bile idrâk edemez. Böyle olmakla berâber küçüklüğü, ölçmek için, bu zerre üzerine yetinmedi. Çünkü biz biliriz ki, vücûtta zerreden daha küçük olarak, göz ile görülebilen bir şey yoktur. Allah Teâlâ his gözüyle görülebilecek, zerreden daha küçük bir şey olmadığını bildiği için, zerreyi küçüklükte mübâlağa üzerine beyân buyurdu.

Bilimsel buluşlardan başkasına kulak asmayan ve nebîlerin ve evliyânın haberlerini küçük görmeye çalışan sınırlı akla sâhip dinsizlerde zerre kadar insâf varsa, küçüklük mertebelerinin bilimsel buluşlardan önce, nebîler ve evliyâ hazerâtı tarafından haber verilmiş olduğunu kabûl etmeleri lâzım gelir. Fakat bu insâf nerede!

Lokmân'ın oğlunun ismini küçültme ekiyle söylemesine gelince: "Tasğîr ya’nî küçültme" rahmettir. Ve bunun için, onunla amel ettiği zaman, onda onun saâdetinin bulunduğu şeyle vasiyyet etti. Ve onun “lâ tuşrik billâhi” (Lokmân, 31/13) ya'nî "Allah'a şirk koşma!" sözüyle oğlunu şirkten men’ etmesindeki vasiyyetinin hükmüne gelince: "Muhakkak şirk, çok büyük bir zulümdür" (Lokmân, 31/13) ve mazlûm ya’nî kendisine zulmedilen, makâmdır. Çünkü onu kısımlara ayrılma ile vasfetti. Ve oysa o bir olan ayn’dır. Çünkü ona ancak onun "ayn"ını şirk koşar ve bu ise cehâletin son noktasıdır. Ve bu şirk koşmanın sebebi: Muhakkak öyle bir şahıs ki, onun için işin bulunduğu hâl üzere olan bilgisi oluşmuş değildir ve onun üzerine bir olan ayn’da sûretler muhtelif olduğu zaman, bir şeyin hakîkatine onun bilgisi yoktur; oysa o, bu ihtilâfın bir olan ayn içinde olduğuna ârif değildir; bu makâmda olan bir sûreti, diğer sûrete ortak eder. Bundan dolayı, her bir sûret için bu makâmdan bir parça oluşturur (16).

Ya'nî Hz. Lokmân'ın, oğluna hitâp ederken küçültme ekiyle "Yâ büneyye" ya'nî "Ey oğulcuğum" demesine gelince: Onun bu küçültmesi, rahmet küçültmesidir. Ve Hz. Lokmân oğluna olan merhametinden dolayı ona öyle bir şey tavsiye etti ki, oğlu, o vasiyyetle amel ettiği zaman, saâdete nâil olur. Ve onun saâdeti bu tavsiye olunan şeyle amelde bulunmaktadır. Ve Cenâb-ı Lokmân'ın "Allâh'a şirk koşma!" (Lokmân, 31/13) sözüyle oğlunu şirkten men’ etmesinin hikmetine gelince: Bu da, "Şirkin çok büyük bir zulüm" (Lokmân, 31/13) olmasından dolayıdır. Ve zulüm olan şirkte, mazlûm olan ya’nî kendisine zulmedilen ahaddiyyet ya’nî teklik makâmıdır. Çünkü şirk koşan, bir olan ayn’dan ibâret olan o makâmı kısımlara ayrılma ile vasfetmekle zulüm etti. Çünkü şirk koşan vücûtta Allah Teâlâ'ya bir şeyi ortak kılsa, ancak O'nun "ayn"ı olan şeyi ortak kılmış olur. Bu ise cehâletin son noktasıdır.

Örneğin bir kimse "Hakk'ın vücûdu başka ve âlemin vücûdu başkadır" demiş olsa, âlemin vücûdunu Hakk'ın vücûduna ortak kılmış olur. Bu ise bütün vecihleri toplamış olup bir olan ayn’dan ibâret bulunan ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesine karşı zulümdür. Çünkü âlem hakkındaki hükmünü lâyık olduğu mahalle koymadı ve o bir olan ayn kısımlara yarılmayı kabûl etmez iken, onu kısımlara ayrılma ile vasfetti. Ve latîfin en latîfi olan Hakk’ın zâtı, kendi vücûdunu kesîfleşti-rerek isimlerine izâfî vücûtlar verişi ve âlem dediğimiz muhtelif sûretlerin tamâmının bundan ibâret olmakla Hakk'ın "ayn"ı bulunuşu yönüyle izâfî vücût âlemini, Hakk'ın hakîkî vücûdu karşısında ispat edip, O'na şirk koşan kimse, ancak Hakk'ın "ayn"ını O'na ortak kılmış olur. Bu ise son derece cehâlettir. Eğer o kimse, bir olan ayn olan ulûhiyyet ya’nî ilâhlık mertebesi ile, O'nun tenezzül mertebeleri arasındaki münâsebeti bilmiş olsa idi, böyle yapmazdı.



Yüklə 7,33 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   74   75   76   77   78   79   80   81   ...   90




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin