Geç Osmanlı Dönemi


Machiavelli’den Sultanlara: Osmanlı İmparatorluğu bağlamında iktidar ağları – Demetrios Stamatopoulos



Yüklə 301,05 Kb.
səhifə3/5
tarix17.08.2018
ölçüsü301,05 Kb.
#71819
1   2   3   4   5

Machiavelli’den Sultanlara: Osmanlı İmparatorluğu bağlamında iktidar ağları – Demetrios Stamatopoulos


Kaynak

Sosyal ağlar konsepti birkaç on yıldır özellikle kullanışlı bir teorik ve metodolojik araç teşkil etmiş durumda, özellikle de tarihe sosyolojik yaklaşımlarda. Bu makale, özel olarak Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere bir imparatorluğun çerçevesi içindeki iktidar ağları olarak adlandıracağım şeyin işlevselliğini ayırt etmeye çalışıyor. Ancak temel amacım, uluslararası çalışmalarda hem açıktan hem de örtülü olarak yürütülen iki paralel tartışmanın nasıl bir araya getirilebileceğini önermek; yani, önceki imparatorluklara ilişkin tartışmaların, epeyce yüksek sayıda ferasetli gözlemcinin “imparatorluk” olarak karakterize ettiği çağdaş bir fenomenin anlaşılması veya yorumlanması için ne kadar kullanışlı olduğunu.1

Ağların sosyal teorinin (ana olarak yapı-özne ilişkilerine dair sosyal teorinin) geleneksel sorunlarının çözümü için köşe taşı olabileceği sonucuna varmadan önce, konseptin kökenlerine bakmak gerekli. Öncelikle, ağlar konsepti politika ve bilim dünyaları arasına gerili bir ip üzerindedir ve sonuç olarak avantajlarını hükümsüz kılabilen belirli bir anlamsal içeriğe sahiptir. Bilimsel kökenlerinin izi, Harvard araştırmacılarının 1930’larda ve Manchester Okulu’nun sosyal antropologlarının ise savaş sonrası dönemde ayrıntılandırdıkları şekliyle yapısal-işlevsel yaklaşım kadar, psikolojideki Gestalt geleneğinin temsilcileri tarafından sosyometrik analizin geliştirilmesine kadar sürülebilir.2 Her halükarda, konseptin kabulü, ABD’de enformatik ve iletişim çalışmalarının çiçeklenmesi ve özellikle Palo Alto’da, birinci dereceden sibernetik okulunun gelişmesi ile bağlantılı olmuştur.3

Ancak kavram 1960’larda hızla politik jargona geçerek o dönem hiyerarşik, dikey yapıdaki parti örgütlenmesi modeline yönelik eleştirileri zenginleştirdi. Konsept, sosyal öznelerin aracısız siyasal katılımına imkân verecek yatay bir doğrudan demokratik örgütlenme formunu tanımlamak üzere kullanılıyordu. Yeni demokratik siyasal kurumların oluşturulması yönündeki normatif talepleri, sosyal bilimlerde yürütülmekte olan çağdaş araştırmalarla, yani alan konseptine dayanan hâkim bir epistemolojik paradigmanın oluşmasına katkıda bulunmuş araştırmalarla eşzamanlı birleştirme avantajına sahipti.4

Burada epistemolojik alan paradigmasının hâkim hale gelmesi ile iletişim çalışmaları veya göstergebilimin büyümesi arasındaki köklü ilişkinin analizini uzatmak mümkün değil.5 Ancak sosyal bilimlerin yenilenmesi üzerindeki etkisi, savaş sonrası ilk on yıllarda belirleyici oldu. Alan, özellikle de daha geniş disiplinler arası araştırma programları bağlamında, birçok bilim insanının ilgisinin merkez üssü haline geldi. Çok sayıda örnek var: Fernand Braudel’in erken dönem eserlerindeki coğrafi determinizminden6 başlayıp Gaston Bachelard’ın epistemolojik modeline7 ve Michel Foucault’nun “bilginin arkeolojisi”ne8 kadar gidilebilir. Genel olarak ifade edersek, modern teorik düşünce, tarihsel perspektif ile alan konsepti arasındaki ilişkiyi temel sorunu olarak aldı. Bu, öncelikli olarak, post-yapısalcılığın en önemli temsilcileri tarafından anlaşıldığı şekliyle, iktidarın kökenleri ve kullanımı meselesinin yeniden konumlandırılması gerekliliği sebebiyleydi.9

Ağlar yaklaşımı, iki büyük çağdaş teorik akımının taraftarları olan realistler ve yapısalcılar arasındaki karşıtlığın şartları temelinde, hem meşru hem de elzemdir. Birincisine göre ağlar yaklaşımına uygulamalı matematiksel ve sosyolojik modeller üzerinden yaklaşmak, iktidar ilişkilerinin içsel yapısının ve hem modern öncesi hem de modern toplumlarda liderlik elitlerinin oluşumundaki eğilimlerin araştırılmasını mümkün kılar.10 İkincisinin bakış açısından, ağlar konseptinin kullanışlılığı, karma epistemolojik nesnelerin analizlerinde gösterilebilir. Ağlar, geleneksel olarak ayırt edilebilir üç bilimsel alana nüfuz ederek, görünmez şebekeyi teşkil etmektedirler: olgular (epistemoloji), iktidar (sosyal bilimler) ve söylemler (retorik).11 Genellikle realistler konseptin dar anlamıyla kullanımına eğilimli iken, yapısalcılar bir metafor olarak kullanmaya eğilimlidir.12 Bu iki karşıt okulun, ağ analizi üzerine araştırma programlarında hem teorik hem de metodolojik olarak birleşmesinin tesadüf olmadığı iddia edilebilir. Bunun sebebi, realistlerin, teorik sonuçlar olmaksızın sosyal fenomenlerin indirgenmesini matematiğin diline dayandıramaması, dolayısıyla da anlamın üretilmesi sürecini ve pratik-iletişimsel failliği (agency) göz ardı etmesidir. Yapısalcılar, sosyal fenomenleri dil kodu formuna indirgeyerek, hakim epistemolojik paradigmaların doğruluk kriterine saldırılarını da tamamlayamamaktadırlar. Sosyal ağların gerçekliği, öznenin praksisi ile siyasal entitelerin ve güç ilişkilerinin kayıp birliğini yeniden şekillendirme en yetkin alanı teşkil etmektedir.



Metafor olarak Machiavelli: Bazı Teorik Açıklamalar

Ağların gelişimini demokratik siyasal katılımla tanımlayan uzun geleneğin mirasçıları olmalarına rağmen, Antonio Negri ve Michael Hardt, konseptin normatif-siyasal kullanımı ile bilimsel geçerliliği arasında bir ilişki kurmanın kolay olmadığını anlamış görünmezler. Bunu temel bir teorik sorun olarak ele almıyor gibidirler. Yazarların argümanının ayrıntılandırılması açısından kritik olan ağlar ya da “ağ iktidarı” ve karşılık gelen “ağ üretimi”, İmparatorluk kitabında çeşitli noktalarda beliriyor. Birinci konsept, “iktidarın, kendilerini ağlar içinde düzenleyen ve yönlendiren bir dizi iktidarlar toplamı tarafından kurulabileceğini” öne sürerek, onu (Amerika’nın kuruluşuna ve ‘kurucu babalara’ atıfla) ABD’nin kuruluşundaki belirleyici unsurlardan biri olarak tanımladıklarında yüzeye çıkıyor.13 İkinci konsept, yazarlar daha aşina oldukları bir konuyu ele aldıklarında14, esasen, 1970’lerin petrol krizleri sonrası Batı’ya hakim olan post-Fordist/post-Taylorist modellerin analizinde beliriyor.15

Negri ve Hardt’ın siyasal ve ekonomik alanın ağ örgütlenmesinin yükselişine yaptıkları vurgu tesadüf olarak görülmemelidir. Machiavelli’nin cumhuriyetçi vizyonunda yeniden formüle edildiği şekliyle16, tarihsel olarak Roma’da somutlamış emperyal modelin, üç Aristocu yönetim sisteminin (monarşi veya prenslik, aristokrasi ve demokrasi) sentezi olduğunu savunan Polybius’un Roma İmparatorluğu’nun Yükselişi’ndeki tarihsel sentezinden ilham alarak, çağdaş (kendi tabirleriyle) “kesin ülke sınırlarını tanımayan (teritoryel olma özelliğini kaybetmiş, “de-territorialized”) imparatorlukla temel denklikler bulmaya giriştiler.

Machiavelli’nin Polybius’a yönelik açıklayıcı yaklaşımının, bir devlet eğer kademeli gerilemesini engellemek istiyorsa, temel seviyede tanımları Aristo tarafından Politika’da verilen üç birincil rejimi içermesi gerektiği fikrinde bulunduğunu burada hatırlatmak yerinde olacak. Devlet (ve prensi), monarşinin tiranlığa, aristokrasinin oligarşiye ve demokrasinin ayaktakımının hükmüne bozulmasını önlemek istiyorsa, asli yönetim biçimlerinin temel ilkelerini birleşik bir konstitüsyonel temelde kaynaştırmak zorundaydı. Machiavelli’nin açıkladığı üzere:



Yukarıda sözü edilen tüm yönetim biçimleri, iyi olan üçü çok kısa sürdüklerinden, kötü olan üçü ise içsel kötülükleri yüzünden, tatmin edicilikten çok uzaktır. Bu yüzden basiretli yasa koyucular, bunların kusurlarının bilincinde olarak, bu biçimlerden herhangi birini benimsemekten kaçınır ve öyle bir yönetimin daha güçlü ve istikrarlı olacağını düşünüp yerine tümünü içereni seçerler çünkü aynı devlet prenslik, aristokrasi ve demokrasiyi içeriyorsa, her biri birbirini gözetecektir.17

Machiavelli, Lycurgus’un antik Sparta’sı bu tür bir politik sentezin ideal örneğini oluştursa da, Roma’nın monarşik, aristokratik ve demokratik yönetim karmasının emsalsiz bir model olduğunu belirtmiştir. Bu tam da Roma’nın idaresini şehir devletinin dar sınırlarına hapsetmemiş olmasından kaynaklıdır; tersine, sınırlarını genişleterek o gün bilinen dünyanın sınırları ile tanımlamıştır. Roma’nın uzun ömrünün sırrı sofistike yapısında bulunabilirse, Roma’nın toprak genişlemesi ve imparatorluğa metamorfozu da, plebler ile soylular arasındaki iç yan yana gelişlerin ve çatışmaların idaresinde bulunabilir. Bu iki süreç özünde birbiriyle tanımlanmaktadır.

Dolayısıyla, Negri ve Hardt’ın çalışmasında Machiavelli’nin yönetimsel modeli, herhangi bir modern devletle veya ulusal entite ile (Birleşik Devletler gibi) illa ki eşitlemedikleri modern imparatorluk yapısının ortaya çıkışını açıklayan bir metafor olarak işlev görür.18

Negri ve Hardt, yorumlayıcı yaklaşımlarında, ekonomik, sosyal ve kültürel sermayeyi elde tutan ayrıcalıklıların (onların deyişi ile yeni “senato” veya “parazit aristokrasi”) yanı sıra bir bütün olarak Batı dünyasının (emperyalist yapının monarşik kısmı) yönetsel/askeri üstünlüğünü belirlemede hiçbir güçlük çekmiyorlarsa,19 o zaman sosyal ve ekonomik çıkarların aracısız (dolayımsız) temsilinin gerçekleştiği alan (sistemin demokratik boyutu) incelenebilmelidir. Çağdaş parlamenter demokrasilerde siyasetin temelinin onarılmaz şekilde zarar gördüğüne inanan iki yazar, sosyal özneler tarafından (sınıf konusundaki aşırı determinizmlerine rağmen) icra edilen “demokratik” denetimin gizil bir ifadesi için teorik bir ikame olarak, (bunlar kendi bakış açılarına göre müşteri veya lobi ağlarına dönüştürecekleri ağların örgütlenmesine dahil olsalar bile) devlet adamlarının (siyasal alanı işletenlerin) buyurganlığına karşı ağları devreye sokmaktadırlar.20

Dolayısıyla yazarların “imparatorluk” kavramını bir metafor olarak kullanmalarının, katıldıkları siyasal gelenek tarafından şekillendirilmiş bir değerbilimsel prizmadan görülen ağlar yaklaşımının içerilmesini ön varsaydığı açıktır. Bu soruna ilişkin bir tavır geliştirmekten şu an için kaçınarak, bu teorik “keyfiliğin” “demokratik sosyal örgütlenme” ile ağlar arasındaki olası ilişkiye dönük bir arayışta (bu siyaset bilimcilerinin işi ve aktif yurttaşların ana sorumluluğudur), ağların emperyal alanın örgütlenmesinde oynadıkları potansiyel rolü açıklamakta olduğundan daha az kullanışlı olduğu açıktır. Sosyal ağlar, imparatorluğu kaçınılmaz şekilde karakterize eden sosyal, kültürel ve ekonomik çeşitliliğin homojenizasyonuna katkı yapabilmeleri sayesinde, bir emperyalist siyasal yapı ortaya çıkarken daha mı gerekli hale geliyor?

Buradan doğru, buradaki ana amaç, normatif-siyasal ve açıklayıcı-bilimsel şeklindeki iki analiz seviyesini birbiri ile bağlantılandırmanın bir yolunu bulmaktır. Bu amaç doğrultusunda, iki anahtar sorunun ele alınması gereklidir. Bir yanda, ağlar konseptinin kolektif sosyal entitelerin (sınıf veya sosyal grup gibi)21 geçmişini çözmede veya sosyal sistemler veya sosyal değişim analizi meselesi ile bağlantılı olarak kullanışlı olup olmadığını araştırmak gereklidir. Öte yanda ise, eski ve yeni imparatorlukların siyasal alan örgütlenmesi bağlamında “ağlar” kavramının bir çağrışımı olup olmadığını sormak önemlidir.

İlk meselede, yani esasen ağların imparatorlukları ele alma konusundaki analitik potansiyeli konusunda, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bir dizi örneğe bakılacaktır. Ancak bunu yapmadan önce, teorik nitelikte bazı izahatlar vermek gereklidir.

Emperyal alan, doğası gereği ağlar cinsinden yapılandırılmıştır: değişen sınırlara sahip bir merkezden doğru gelişir. Sınır konsepti emperyalizm tarafından negatif olarak görülür: ulus devletler çağında dilimlenmiş ve seri alanı karakterize eden bir tür ‘tarafsız bölge’ye karşılık gelmez.22 Emperyal alanı ‘barbarların’ dünyasından ayıran bir ‘tarafsız bölge’ yoktur – yalnızca Büyük Surlar vardır.23

Ancak ‘barbarlar,’ otomatik olarak onun egemenliğini yok etmeksizin herhangi bir anda emperyal alanı işgal edebilirler. ‘Barbarlar’ Roma’nın veya İstanbul’un, Pekin’in veya Viyana’nın surlarına dayandığında bile söz konusu imparatorlukların çökmemesinin sebebi de budur; imparatorluklar yalnızca merkezleri çökerse çökerler. Bu durumda, çöküş bazı dış tehditlerden kaynaklandığında değil (1812’de Moskova örneği gibi), bir içsel çözünme sürecinin, imparatorluğun genişleme sürecinde kendisine kattığı devasa toprakları üzerinde istikrarı garanti etmesini imkansız kılacak şekilde, tamamlanmasına işaret ettiğinde ve meşrulaştırıcı ideolojisi artık etki altına aldığı çeşitli nüfuslara nüfuz edemediğinde mutlaktır.24

Emperyal zaman geçmişi ve geleceği hükümdarın gövdesinin mevcut boyutunda birleştirdiğinden, egemenlik esasen ‘alanlı’dır. Bu, alan tüm sosyal, kültürel ve özellikle de siyasal evrim olasılıklarını geçersizleştirerek zamanı kapsayıp yuttuğu sürece, alanın, zamanın aksine imparatorluğun yapısının ana unsuru olduğu anlamına gelir.25 Alan homojen ve kesintisiz hale gelirken, zamanın evriminin dinamikleri hükümsüz kılınmıştır.26 Bu, imparatorluğun kendisini sürekli ‘ekümenik’ olarak sunmasına imkan verir; zamanın başlangıçları ve uzağa erimleri mesihsel bir cisimleşmede, imparatorun kişiliğinde birleştiği sürece, tüm ‘ekümen’ üzerindeki egemenliğine hiçbir şey karşı gelemez.

Negri ve Hardt’ın teorik keyfiyetinin nihai sebebi budur: geçmişin ‘ekümenik’ imparatorlukları ile bugünün Modern Roma’sı tarafından empoze edilen dünya egemenliği arasındaki yüzeysel benzetmeye indirgenmemelidir. Bundan ziyade, alan-zaman ilişkisinin köklü bir re-kompozisyonuna dayanmaktadır. Aydınlanma’nın değer-taleplerinin zirveye ulaşması ile bağlantılı olan ideolojik tarihsel ilerleme formlarının geri çekilişi, zaman ufkunun alan tarafından absorbe edilmesine işaret eder veya daha ziyade, sosyal öznelerin zaman deneyimini, bir yandan tamamen ticari ilişkiler tarafından yönetilen homojenleşmiş bir küresel manzarada değiş tokuş edilebilir ve yeri doldurulabilir şekilde serpiştirilirken, içselleştirir. Zaman hususi bir deneyime dönüştürülür ve ütopyanın var olduğu alan olma işlevini yitirir: dini söylemin nihai restorasyonu bu fenomenin kanıtı olarak yorumlanmalıdır.

Tüm imparatorluklar illa ki tek tanrılı veya tek dinli olmasa da, imparatorluklar ile başlıca tek tanrılı dinler arasındaki ilişki ancak bu yolla sağlam şekilde kavranabilir. Tanrı, içsel olarak hem mekânsal hem de zamansal seviyelerde tamam olan bir sistemin yegane potansiyel dış gözlemcisidir.27 Sonuç olarak, imparatorlukları tartışırken, iktidar ağlarının bir analizi, tam da yapısal ilişkilerin mekânsal paradigmanın egemenliği temelinde oluşumu meselesini ilgilendirdiğinden, mutlaka gereklidir.



Merkez-Çevre Yapısı Üzerine

İmparatorlukların muazzam toprakları konsolide edilmemiş ve dağınık kalamaz. Tam da bu sebeple, imparatorluklar kendilerini merkezinkine benzeyen bir iç hiyerarşi sergileyen çevresel merkezlerde yeniden üretirler. Merkez ile çevre arasındaki bu ilişki, emperyal siyasal yapının anahtar bir unsurudur.28 Buradan doğru, ağların gelişiminin yapısal bir özelliğidir.29

Bu noktada, geçmiş imparatorluklarda merkez ile çevre arasındaki ilişkinin imparatorluk konusundaki uluslararası çalışmalarda nasıl yorumlandığını not etmeye değer. Kapsamlı çalışması Revolutions, Nations, Empires’da (Devrimler, Uluslar, İmparatorluklar) Alexander Motyl, imparatorluklardan söz ederken “devletler”den ziyade “sistemler” olduklarını akılda tutmamız gerektiğini söyler. Bu sistemler büyük ölçüde bir egemen yapının, merkez-çevre yapısının işleyişi ile desteklenirler.30 Bu yapı merkez ile çevre elitleri arasındaki egemenlik-tabiiyet ilişkilerini düzenler. Motyl, tipik imparatorluklarda merkezin çevre için biricik siyasal aracı işlevini gerçekleştirdiğini ve sonuç olarak çevreler arasındaki etkileşim olasılığını dışladığını belirten Johan Galtung’un görüşlerini yeniden üretip benimsemektedir. Daha spesifik olarak Galtung şunu belirtmiştir:

Bu özel etkileşim yapısını (bir imparatorlukta merkez ile çevre arasındaki) tanımlayan dört kural vardır:


  1. Merkez ile çevre arasındaki etkileşim dikeydir;

  2. Çevre ile çevre arasında etkileşim yoktur;

  3. Bu üçünün dahil olduğu çok taraflı etkileşim yoktur

  4. Dış dünya ile etkileşim merkezin tekelindedir ve şu iki sonucu doğurur:

    1. Çevrenin diğer merkezlerle etkileşimi yoktur;

    2. Çevrenin yanı sıra merkezin de, diğer merkez uluslara ait çevre uluslarla etkileşimi yoktur.31

Galtung’un tezini yorumlayan Motyl, bir imparatorluğun çevreleri arasında etkileşim olması ihtimalini yok saymaz. Ancak, merkezin böylesi bir etkileşime aracılığının, özellikle de siyasal danışmalar, askeri işbirliği ve güvenlik düzenlemeleri gibi “önemli” olduğunu değerlendirdiği biçimlerde, olmazsa olmaz olduğu fikrini reddeder.32 Bir imparatorluk, imparatorluğun kendisini geçerli olarak kabul ettiği siyasal yapılar perspektifinden incelenecekse, Galtung’a katılmamak mümkün değil (Motyl’e de). Yine de bu yaklaşım, çevrenin kendi seçtiği bir momentte merkezden kaçmayı neden başarabildiğini açıklayamıyor.

Motyl Galtung’un yapısalcı yaklaşımını sistem teorisi çerçevesine oturtarak ayrıntılandırıyor. Ancak bu yaklaşım yine de imparatorluğun öznelerinin kendi aralarında, imparatorluğu tanımlayan dikey hiyerarşik siyasal yapıların dışında ve ötesinde kurabildikleri bir dizi sosyal veya siyasal-ideolojik ilişkiyi açıklamayı başaramıyor. Ağların incelenmesi, bunların merkez tarafından meşru görülüp görülmediğinden bağımsız olarak bir dizi yatay sosyal ve siyasal örgütlenme formunu ayırt etmemize izin verdiği için konsept olarak kullanışlıdır.

Motyl’e göre, ağlar esasen kendi temel düğümlerinin imparatorluğun merkezi olduğu bir şekilde organize olmuşlardır; uzmanlığı nedeniyle, örneğin Moskova ve Saint Petersburg’un Sovyetler Birliği’nin yanı sıra Çarık Rusya’sında tüm yol, demiryolu ve ulaşım ağlarının merkez üssü olduğunu gözlemlemiştir; merkez elitinin gücünün sürmesi ve genişlemesi üzerinde belirleyici etkiye sahip olmuş bir gerçek. Ancak Motyl’in genel olarak imparatorluklara dair bu zekice gözlemini (iletişim ağlarının bir merkezi düğüm-sermaye etrafında örgütlenmesi) kabul etsek de, iktidar ağlarının merkez tarafından tekelci şekilde örgütlenmediğini de vurgulamalıyız: lider bölgesel elitlerin eşit katılımı gereklidir.

Kriz zamanlarında bu ağların, önemli bir siyasal ve yapısal değişimin kaldıracı olacak şekilde merkezin kontrolünden özerk hale gelme potansiyeline sahip olmasının sebebi budur. Bunun sebebi büyük oranda sosyal gruplar veya sınıflar arasında hegemonya kaymasından yana olmalarıdır. Ancak ağlar konseptinin sınıf, sosyal grup, elit, topluluk veya sosyal mobilite gibi konseptsel araçların teorik değerinin yerini alamayacağını belirmememiz gerek. Ağlar konseptinin yapabileceği, sosyal, siyasal ve kültürel yapılara ilişkin sosyal faillerin (agent) faaliyetlerinin tarifi için potansiyel bir alan sunarak, bu konseptlerin soyut doğasına gerçek bir içerik kazandırmaktır.

Kullanışlılığı özellikle de somut bir sosyal grubun siyasal ve sosyal düzeyde hegemonya empoze etmeyi başardığı koşulların incelenmesinde gösterilebilir. Ancak ağlar, sosyal veya siyasal failleri (agent) açığa çıkarmada bir ‘mecaz-ı mürsel’ teşkil etmezler; aksine, faillerin eylemlerinin sonucudurlar. Ağ sosyal sınıfla veya elitle tanımlanamaz; daha ziyade, sosyal sınıfların, grupların ve elitlerin üyelerinin hakimiyet/egemenlik veya tabiiyet koşullarını yeniden düzenleyebildiği tercihli iletişim yollarını teşkil ederler.

Ağlar siyasal veya ideolojik bir entiteyi nihai şekilde tanımlayamazlar çünkü sosyal örgütlenmenin öğesel bir formunu temsil ederler. Daha net olarak, siyasal ile bilimsel olan arasına ince bir ip gererler çünkü ilk başta iletişimsel ilişkilerin ilkin sosyal ilişkilerden çıktığı birincil düzeyde gelişirler. Bir ağ örgütlenmesi formu, çeşitli seviyelerde ayırt edilebilir: kapitalizm öncesi toplumlardaki aileden33 ve ticari ağlardan Balkanlardaki köprü inşa eden çete ağlarına veya Mason localarına kadar. birçok örnekte, konsept söz konusu araştırmacının, faillerin eylemlerinin (faaliyetlerinin) içeriğinin tanınabilir kaldığı bir sosyal formasyon seviyesine odaklanması ile tanımlanır. Dahası, ağların analizi gözlemcinin-araştırmacının, dünyaya bakmak için, farklı yapıların ortaya çıkışını ve farklı veya yarışan çıkarları veya ‘endişeleri’ ayırt etmesine yardım edebilir.

Sosyal ağlarla ilgili literatür son yıllarda muazzam bir şekilde büyümüştür.34 Birçok çalışma kişiler arası ağların analizine odaklanırken,35 kayda değer sayıda yaklaşım da kliklerin36 ve politika ağlarının oluşumuna ilişkin sorularla uğraşmıştır.37

Belirtildiği üzere, bu makale ağlara genel olarak değil, ağların sembolik sermayenin satıcıları olmalarına imkan verecek şekilde siyasal gücün biriktiricileri olarak işlediği, siyasetin yönetilmesine dahil olan ağlar kategorisine odaklanacaktır. Sonuç olarak burada ele alınan temel sorun, ister kişiler arası, ister ailesel, isterse genel olarak çıkar ağları olsun, sosyal ağların iktidar ağlarına dönüşümü için gerekli ön koşulların tanımlanmasıdır.38

İktidar ağlarını aile ağlarından, kliklerden, siyasal partilerden ve hatta ticari ağlardan daha dar bir metodolojik anlamda ayırt etmek istiyorsak, iktidar ağlarını iyi tanımlanmış belirli koşullar altında bu sayılanların bazılarının veya tümünün birleşiminin temsil ettiğini söyleyebiliriz.39 İdeal olarak:


  1. Faaliyetleri imparatorluğun iki veya daha çok çevresine uzanır. Faaliyet, iki tarafın kullandığı iktidarın orantısız olduğu tek yönlü merkez-çevre ilişkisi ile tanımlanmaz;

  2. Faaliyetleri, merkezi seviyenin yanı sıra yerelde de potansiyel güç ilişkilerini yeniden organize eder;

  3. Ağın genel işlevselliği açısından görece eşit iktidar merkezleri olarak örgütlenmişlerdir;

  4. Hem merkezi hem de çevre elitinden üyeler içerirler ve

  5. Merkezin her zaman işleyemediği bilgileri kontrol etmek suretiyle sosyal alanın üreticileri olarak işleyebilecekleri anlamda bir ‘alan’ oluştururlar. Bir imparatorluğun teorik olarak hükmettiği alanı kontrol edememesi bu durumlarda belirgindir.

Sonuç olarak, iktidar ağları daha geniş bir sosyal ağlar kategorisi içine yerleştirilmelidir ve onlara ilişkin ana soru bir sosyal ağın iktidar ağına dönüşümünün ön koşuludur. Çevre-çevre arasında ilişki varsa, o zaman ağın karakterini belirleyen, sosyal sistemin çöküşü momentinde tercihli bir pozisyon, gelir ve kaynaklara erişim, yeni siyasal ufukların ve merkezinkilere alternatiflerin oluşturulmasına katılım gibi ek faktörleri araştırmamız gerekir. Örneğin, aynı dönemde konsept henüz Batı’da kabaca şekilleniyor olduğu için bir ulus devletin ne olduğuna dair net bir resme sahip olmayan Mora devrimcilerinin durumunda olduğu gibi, merkezle olan çatışmaları modern bir konstitüsyonel yapının yaratılmasını mümkün kılmıştır.

Genel olarak ağların sosyopolitik iktidarı ekonomik ve kültürel mirasın birikmesinden gelir. Ancak kültürel sermayenin yanı sıra ekonomik sermayenin de birikimi, ağın iç farklılaşmasını ve aile işletmesinin sınırlarının ötesine genişlemesini gerektirir. Bu genişleme, maksimum uzun vadeli finansal getiriler sağlamak amacıyla siyasal şahsiyetlerin yönlendirmesinde ya da kültürel sermayenin ayrıcalıklı hakemlerinin yönlendirmesinde gerçekleşebilir.



Osmanlı İmparatorluğu’nda Ortodoks Millet Örneği

Emperyal fenomen özellikle karmaşık ve kapsamlıdır, dolayısıyla temsil ettiği sosyal bileşim türü hakkında kesin sonuçlar çıkarmayı zorlaştırmaktadır. Emperyal morfemlerin ezici çoğunluğu Avrupa sınırları dahilinde ortaya çıkmış ve konsolide olmuştur. Kıtasal ve denizaşırı imparatorluk, talancı ve gelişimsel imparatorluk40 ve dağınık ve teritoryel olarak bitişik imparatorluk gibi,41 tarihsel imparatorluklara yönelik kategorizasyonlara ilişkin son yıllarda formüle edilen teorik önerileri dikkate aldığımızda, soru daha da karmaşık hale gelmektedir. Osmanlı İmparatorluğu genellikle yukarıdaki gruplardan ikincisine sokulmaktadır.

Osmanlı kesinlikle Roma İmparatorluğu’nun doğrudan devamı olmasa da, Batı’da Oryantalist söylemin üreticileri için yüzlerce yıl bir “Oryantal/Doğu Despotizmi” modelini temsil ettiğinden, bu konuda belirli seviyede ihtiyat gereklidir. Yine de, konstitüsyonel yapısının temel unsurlarını Polybius’cu modelininki ile ilişkilendirmek çok zordur. Karar alma sürecini merkezsizleştiren harem gibi yeni iktidar merkezleri yavaş yavaş ortaya çıksa da, imparatorluk nihayetinde sultanın otoriter hükmüne dayanmaktadır. Devletin kendisi iki de facto ‘aristokratik’ kategori (devşirme ve sipahi memurlar) arasında siyasal çatışmanın alanına dönüşse bile, imparatorluk aynı zamanda kalıtımsal bir aristokrasinin oluşmasını da mümkün kılan konstitüsyonel bir yapı da sürdürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun bir başka yönü, ekilebilir arazilerde bireysel mülkiyet hakları yalnızca on dokuzuncu yüzyıl ortasında verilmiş olmasına rağmen, zaruri meşrulaştırıcı rızasını devletin küçük toprak sahiplerine sağladığı koruma üzerinden inşa etmiş olmasıdır.

Ancak, bu çelişen (Batı Kanonu bağlamında) bağlaşımların ötesinde, Osmanlı devleti çevre elitlerinin başarılı yönetimi ve kontrolü ile karakterize olmuştur.42 Charles Tilly’nin demokratik yönetimle “uyumlu” hiçbir imparatorluk olmadığını söylerken haklı olduğu kesin çünkü ilki yurttaşlık haklarının dağıtılmasını içerir. Yine de imparatorluklar bir dereceye kadar bölgesel özerkliği tanımışlardır, daha çok da, imparatorluğun kendi merkez nüfusu için tebaadan artı ürünün koparılmasında faydalı olan taşra elitleri arasında.43

Ancak bu belirli özelliklerin ötesinde, Osmanlı İmparatorluğu bir dizi ayırt edici karakteristiğe sahiptir: bir İslam İmparatorluğu özelliğini taşırken, diğer tek tanrılı dinlerden olanlar boyunduruğu altında birlikte yaşamışlardır. Elbette millet olarak bilinen bu dini topluluklar aşamalı olarak Osmanlı İmparatorluğu tarafından sosyal ve siyasal kontrolün mekanizmaları olarak tanınan kurumsal statü elde etmişlerdir. Bu toplulukların özel niteliği, çevrelerin merkezden kontrolü sürecini, bu süreç yalnızca çıkarların yönetimini, artı ürünlerin alınmasını ve kriz yönetimini değil aynı zamanda sembollerin de kontrolünü ve yönetimini ilgilendirdiğinden, daha da karmaşıklaştırmıştır.

Özellikle Balkan halklarının ulusalcı mitolojisinde, bu toplulukların sürdürdüğü özerklik derecesi abartılmıştır ve sebebi aşikardır. ‘Ulusal uyanış’ politikası, kendi lider güçleri tarafından daha önce uzun bir ‘özyönetim’ dönemi olmuş olsa daha kolay olacaktı.

Ruhban sınıfı, asiller ve tüccarlar (ve kimi zaman da düzensiz silahlı güç birlikleri), Osmanlı alanı dahilinde iktidar ilişkilerini ortak şekillendiren ana sosyal grupları oluşturmuştur. Ortodoks milletin hakim ağları esasen bu gruplar ile Osmanlı merkezi iktidarı ve Osmanlı devletinin yerel temsilcileri arasında gelişen ilişkilerle belirlenmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan iki örnek vereceğim.44 İlki hakim bir sosyopolitik yapının ağlar üzerinden ortaya çıkışını ilgilendiriyor, ikincisi ise ağ örgütlenmelerinin İmparatorluğun dağılmasındaki rolünü ilgilendiriyor. Ancak devam etmeden önce, Osmanlı İmparatorluğu’nda liderlik elitlerinin oluşumuna ilişkin bazı genel karakteristikleri not etmeliyiz.

Ortodoks milletinin incelenmesi, Osmanlı devletinin kenarların siyasal-ideolojik ilişkilerin analizini ve daha özel olarak ise liderlik elitinin nasıl ortaya çıktığının değerlendirilmesini gerektirmektedir. Bu ortaya çıkış, Theda Skocpol’ün önerdiği üzere, yalnızca Büyük Güçler ve bu örnekteki İstanbul Patrikhanesi dahil bunların Osmanlı İmparatorluğu içindeki tabanları gibi, uluslararası müdahalelerin getirdiği etkilerin bir toplamı değildi.45 Aynı zamanda modern bir ulus devlette bulunanlardan farklı koşullardan da kaynaklanmıştı.46 Bu durumlarda, özellikle de yarı-çevre bölgelerde, liderlik eliti çeşitli devlet mekanizmalarına ve devletin hazinesine katılım becerisinin sonucu olarak gelişti ve siyasal şahsiyetleri kendi politikalarını benimsemeye zorlayacak bir pozisyondaydı ve dolayısıyla Skocpol’ün deyişiyle “görece özerk” bir konuma sahipti.47 İmparatorluklarda ve özellikle de Osmanlı versiyonunda, milletin liderlik eliti devlet mekanizmasının kenarlarında, emperyal siyasal personelin boğucu kontrolü altında oluştu. Milletin bu ‘çevresel’ pozisyonu, yalnızca yasal uyumunun seviyesine dayanmıyordu, aynı zamanda hem Feneryot ailelerinin hem de burjuva sınıfının en dinamik unsurlarının iktidar ve nüfuz ağları oluşturması için zorunlu bir ön gereklilikti. Büyük Güçlerin müdahalesi ciddiydi ama iç ‘filtreler’ ile, ana olarak da liderlik elitinin ve alt gruplarının kendi nüfuz ağlarını sürdürme ve genişletme ihtiyaçlarıyla sınırlıydı.

Yukarıdakilerin tümünü akılda tutarak, şimdi Mart 1821’de Mora Yarımadası’nda Yunan Devrimi’nin ilanı ile ilişkili sosyopolitik geçiş önemli sorusunu ilgilendiren ikinci örneğimizin analizine geçeceğiz.

Filiki Eterya’nın (veya Dostluk Cemiyeti) rolü ve onun en azından başlangıçta sahip olduğu teorik düşünce, Ayaklanmada etkili olmuştur. Cemiyet, ticari sermaye biriktirenler48 ve Napolyon Savaşları’nın ardından ekonomik kriz nedeniyle bir dizi sonuçla yüz yüze olanlar49 için bir kendi kendini koruma ağı olarak başlamıştır. 1818’den sonra, bir dizi seçkin aile Eterya’nın saflarına katılmış ve devrim öncesi krizin gelişimine katkıda bulunmuştur. Deligiannes ailesi vakası, en ilginç ve not edilmeye değer örneklerden biridir. Bu ailenin meşruiyet ve iktidarının kaynağı sadece vergi toplama seviyesinde bir aracı olarak işlev görebilmesine dayanmıyordu; ailenin Mora Yarımadası’ndaki emperyal kraliyet ailesinin, özellikle de eski Sultan 3. Selim’in kızkardeşi Beyhan Sultan’ın çıkarlarını temsil etmesinden de geliyordu. Bu aile, Beyhan Sultan’ın ona ömür boyu bahşedilmiş olan malikanesini veya iltizamını oluşturan Messinya ve Karytaina bölgelerindeki bir çıkarlar koalisyonuna liderlik ediyordu. O zaman Osmanlı merkezi ile böylesine yakın bağları olan bir aileyi devrime ve silahlı mücadeleye evrilen bir yol tutmaya iten neydi?

Bu soruya cevap verirken, ‘ulusal uyanış’ bağlamında kullanılan türden yorumlayıcı modeller muhtemelen dışarda bırakılmalıdır, özellikle de ailenin 1805-1806 arasında Mora’daki Yunan savaşçılarını sindirmedeki önemli rolü düşünüldüğünde.50 Ancak ailenin büyükleri arasındaki iç gerilimlerin analizi bir çözüm sunabilir. Deligiannes ailesinin üyelerinin merkez-başkent ile ayrıcalıklı ilişkisi, en büyük rakipleri Sotirakis Lontos’un, Yanyalı (Tepedelenli) Ali Paşa tarafından kurulmuş merkezsizleşmiş (merkezden kopan) siyasal devletin örtülü desteğine sahip başka bir ağ oluşturarak bir güç dengesi aramaya itti. Bu iki potansiyel iktidar ağı arasındaki rekabet, İstanbul’daki Osmanlı siyasal personeli arasında muhalif çıkar grupları ile ayrıcalıklı ittifaklar peşinde koşan her iki klanın liderlerinin de karşılıklı imhasına neden oldu (Sotirakis Lontos 1812’de, baş müfterisi Ioannes Deligiannes ise 1816’da idam edildi). Her iki taraf için de öldürücü olan bu kan davası, Mora’daki diğer önde gelen aileler tarafından 1816’da imzalanan bir anlaşma ile ancak son bulabildi.

Ancak, hem anlaşma hem de genel olarak 1821’e giden dönem, başka bir önemli Mora Yarımadası ailesi olan Perroukas’ın önde gelen varlığı ile karakterize oluyordu. Bu ailenin Deligiannes ailesi karşısında ne gibi avantajları vardı? Tahminime göre, Perroukas ailesi, bir yandan rakipleri Deligiannes ve Lontos’un karşılıklı olarak birbirlerini zayıflatmasından faydalanırken, daha güçlü ve yaygın bir ağ kurmayı başarabilmişti. Korint, Patras ve İstanbul’da üslenmiş olan Perroukas ailesinden üç erkek kardeş, Deligiannes ailesinin boy ölçüşemeyeceği bir nüfuz ağı kurmuştu. Deligiannes ailesi yerel idareci (vali) ile ittifak yaparak ve Beyhan Sultan’ın sağladığı koruma sayesinde Sotirakis Lontos’un icabına bakmayı başarırken, liderinin 1816’da idam edilmesi ardından bile pozisyonunu ve servetini korumayı başardı. Ancak Perroukas ailesi ile yine de rekabet edemiyordu. Ancak en sonunda, Deligiannes ailesini dinamiklerini doğal olarak kontrol edemedikleri çok farklı türden bir ağ olan Eterya’ya katılmaya teşvik eden şey, Perroukas ailesinin İstanbul’da daimi bir temsilcilik (vekil) bulundurma hakkını elde etme başarısı oldu.51

Dolayısıyla, bu durumda dikey inşa olmuş ve asil Deligiannes ailesinin Osmanlı sarayına bağlılığı ile temsil edilen merkez-çevre ilişkisi, ‘yatay’ olarak (Epir-Mora) yapılandığını söyleyeceğimiz Lontos klanının ağı tarafından ciddi şekilde rahatsız ediliyordu: esasen, yarı bağımsız devleti Osmanlı çevresinin kenarlarında hüküm sürer hale gelen Ali Paşa’nın nüfuzunu Mora’ya genişletme olasılığını sunuyordu. Osmanlı devleti derhal müdahale edip ortaya çıkan ‘merkezkaç’ kuvvetlerini bastırsa da, ‘yatay’ bir ağın bu şekilde konsolidasyonu sebebiyle açığa çıkan dinamikler, asilin klanın, tüccar ağları 1815’in ekonomik krizinde bir dayanışma yapınca ortaya çıkmış olan devrimci özellikteki gizli bir ağa entegrasyonunun şartlarını yarattı.

Osmanlı İmparatorluğu’nda çevre-çevre arasındaki iç ilişkilerin ilgi çekici bir başka örneği, Ortodoks Patrikhanesi’nin Tuna Beyliklerinde aşama aşama elde ettiği muazzam araziler ve Athos ve Sina Dağlarındaki iki manastır topluluğudur. Bu arazilerin veya “özel manastırların” elde edilmesi, Feneryot aileleri Eflak ve Boğdan tahtlarını işgal etmeye başlamadan önce (ki bu da arazi aktarımı sürecini yoğunlaştırmıştır) on yedinci yüzyılın Eflak ve Boğdan hükümdarları döneminde başlamıştı.52 Eflak ve Boğdanlıların bu arazi aktarımı politikasına başvurma sebebi, Ulah dilini konuşan nüfusların daha geniş Epir bölgesinden ve Batı Makedonya’dan İstanbul’a, Bükreş’e, Yaş’a, Köstence’ye ve Sibiu’ya büyük çaplı göçleri ile hiçbir şekilde alakasız değildi.

Epirlilerin, kilise gelirlerinin istismarından evrilen bu özel ağı örgütlemede oynadığı önemli rol, Epir ve Eflak ve Boğdan’daki manastırların büyüyen mülklerinin İstanbul Patrikhanesi’ne ve Ortodoks Doğu’nun diğer patrikhanelerine aktarılanlar olmasından bellidir. Bu, Ortodoks Patrikhanesi’nin manastırlarını destekleyenler arasındaki elite, beyliklerden akan muazzam gelirin de facto kontrolünü verdi. Bunun, Kudüs, Antakya ve İskenderiye gibi doğudaki Ortodoks patriklik seçimlerinin kontrolü anlamına geldiği de açık. Bu şekilde, Osmanlı İmparatorluğu’nun iki çevre bölgesini birbirine bağlayan bir göç hareketi, aşamalı olarak Ortodoks milletinin en güçlü iktidar ekseni haline dönüştü.

Devrim öncesi Mora Yarımadası ile Eflak ve Boğdan’daki manastır mülkleri vakaları, yalnızca daha geniş emperyal alan dahilinde bir ağın (birçok çevre arasında merkezin dahiliyeti ile çok yüzlü etkileşimle karakterize olan ve Galtung’un modelinde olmayan ama Motyl tarafından kısmen kabul edilen bir tür) gelişiminin öneminin mükemmel örnekleri olmakla kalmazlar. Aynı zamanda, tüccar, büyükler veya ruhban sınıfı ağlarının kendilerini özgün iktidar ağlarına nasıl dönüştürdüklerini anlamayı da sağlamaktadırlar.

Sonuç

Özgün sorumuza dönersek: yukarıdakiler temelinde, iki tartışma nasıl bağlanabilir? Ağların değerine dair açıklayıcı-bilimsel seviyedeki yanıt, onların normatif-siyasal boyutuna ilişkin kritik soruyu yanıtlamak için nasıl açıklayıcı bir yol sağlayabilir?

İktidar ağlarına dönüşmek için, göç hareketi ağlarının veya vergi gelirlerinin istismarı üzerine kurulu ağların nüfuzlarını merkez ile çevre arasındaki yukarıdan aşağıya ilişkinin ötesine genişletmeleri gerekmiştir. Merkez çıkar gruplarının ve imparatorluk merkezinden görünmeyen çevre elitlerinin çıkarlarını örgütlemeleri gerekmiştir. Bu noktada, ağların inşa aşamasındaki imparatorluk alanı dahilinde nasıl geliştirildiklerini ele almamız gerek.53

Bir anlamda, imparatorluk alanın zaman üzerindeki, kendini referans almanın (özgöndergesellik) dış referans üzerindeki hakimiyeti için bir modeldir. Gerçeklikte, bugün “imparatorluk” olarak adlandırılan şey, alan paradigmasının hakimiyetini ilgilendiren bir sürecin entegrasyonundan fazlası değildir.

Ağ teorisine ilişkin olarak, Osmanlı gibi imparatorluklarda kolektif tarihsel formasyonlara yaklaşımda değerli ve yeterli olabilecek iki temel konsept mevcuttur:


  1. Ağ ile siyasal otoritenin yapıları arasındaki ilişkiyi incelemede istisnai derecede faydalı olabilecek merkezilik konsepti.54 Bu, iktidar birikimi sürecinin odak ve çevre noktalarının tanımlanmasını gerektiren, iktidarın bir ağ dahilinde bölüşümü ile ilgilidir.

  2. Özellikle de bir imparatorluğun çevresinde çıkar gruplarının oluşma yollarını somutlaştırabilen klik konsepti.55 Bu, ağın üyeleri arasındaki ilişkilerin niteliğini ve özellikle de aracılar üzerinden doğrudan veya dolaylı olarak iletişim içinde olup olmadıkları ile ilgidir.56 Bu özellik doğal olarak bir üyenin diğerine bağımlılık derecesini belirler.57

Atıfta bulunduğumuz iki örnekte, bu grupların eyleminin ekonomik çıkarların yönetilmesi ile sınırlı olmadığı not edilmeye değerdir. Bundan ziyade, siyaset alanına girişleri, birden fazla iktidar kaynağını varsayar. Gelir kaynaklarını, merkezle ittifak ederek de savunurlar. Ek olarak, emperyal alana yayılımları, kültürel sermayeyi emperyal hakimiyetin temel karakteristiklerinin altını aşamalı olarak oymalarını sağlayacak şekilde yönetmelerine imkân verebilir. Sonuç olarak, kliklerin ve oluşturdukları çıkar ağlarının eylemi, emperyal alanın merkeziliğini altüst eden iktidar ağlarına dönüşme ihtimaline sahiptir. Ağların dinamik bir perspektifi, onların kültürel etmenle köklü bağlantısını ve ağın faillerinin (agent) faaliyetlerinin sebep olabileceği sürekli çelişkileri hesaba katmalıdır.

Geçmişteki ağların (en azından siyasal faaliyetin gelişmesinin koşullarını şekillendirmiş olanlar), toplumda halihazırda ekonomik sermayeye (tüccarlar ve büyükler örneğinde olduğu gibi) veya kültürel sermayeye (ruhban sınıfı örneğinde olduğu gibi) sahip olanların çıkarlarının örgütlenmesini konsolide ettiği ve kolaylaştırdığı görülebilmektedir. Bir emperyal toplumun sosyal ve siyasal aristokrasisinin, iktidar ağları dahilinde oluştuğu söylenebilir. Ağlar yatay, “demokratik” bir biçimde örgütlenip işleyebilse de, bu onların demokratik sosyal örgütlenmeye daima katkıda bulunduğu anlamına asla gelmez. İmparatorlukların tarihi bunu göstermiştir ve korkarım ki gelecek de bunu doğrulamaya devam edecektir.

DİPNOTLAR

1 Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire, Cambridge: Harvard UP, 2000.

2 John Scott, Social Network Analysis. A Handbook, London: SAGE Publications, 1991, s. 7.

3 1946-1953 arasında Josiah Macy Vakfı tarafından düzenlenen ve Norbert Wiener’in önde gelen şahsiyet olduğu sibernetik çevresinin ortaya çıkmasına yol açan yıllık konferanslar dizisi konusunda bkz. Steve J. Heims, The Cybernetics Group, Cambridge: MIT Press, 1991.

4 Bu sürecin üst noktasını temsil eden görüş, Henri Lefebvre’nin 1974 tarihli klasiği Mekânın Üretimi’dir. Bu kitap ne yazık ki, alanın her şekilde esas konseptsel odak olduğu alanların (arkeoloji, coğrafya, şehir planlaması ve mimari gibi) teorik ve metodolojik araştırmalarında olumlu bir etkiye sahip olsa da, tarihsel araştırmada öncü eğilimlerin formülasyonunda göz ardı edilebilir bir etkiye sahip olmuştur. Lefebvre, bu kitabında, kentsel alanın sanayi sonrası çağda sermaye tarafından tasfiye edilmesi ve yeniden biçimlendirilmesi sürecine kararlı bir şekilde karşı çıkarak, alan konseptinin, entelektüel ve sembolik temsillerinin ve gerçekte deneyimlendiği şekliyle alana yaklaşımların bütünlüklü bir teorik değerlendirmesine girişmiştir. Lefebvre için, değiş tokuş ve bilgi ağları, modern siyasal hegemonya yapılarıyla birlikte, tüketimci modelin tam hakimiyetinin dağıttığı sosyal alanı yeniden tesis etmenin yanı sıra alana ve zamana özneleri üzerinde yeni bir hiyerarşi empoze etmek için gelişir.

5 Bu ilişkinin bir göstergesi için, bkz. Panajotis Kondylis, Der Niedergang der bürgerlichen Denk- und Lebensform: die liberale Moderne und die massendemokratische Postmoderne, Weinheim: VCH, 1991.

6 F. Braudel, La Méditerranée et le Monde Méditerranéen a l’époque de Philippe II, Paris: A. Colin, 19662.

7 Gaston Bachelard, La poétique de l’espace, Paris: Presses universitaires de France, 1957.

8 M. Foucault, L’archéologie du savoir, Paris: Gallimand, 1969. Bu, topolojik metaforlarla doludur.

9 Bu tartışmaya ve sosyolojik/felsefi analizler tarafından alan konsepti ile yapılmış bağlantılara (ana olarak M. Foucault, J. Habermas, M. Mann ve A. Giddens’ın çalışmaları) bir genel bakış için bkz. Cole Harris, “Power, Modernity, and Historical Geography”, Annals of the Association of American Geographers 81:4 (1991), ss. 671–683.

10 L. C. Freeman’ın önde gelen şahsiyet olduğu Social Networks’le ilişkili bilim insanları grubu, böylesi bir akademik çevrenin temsili örneğidir.

11 En karakteristik olarak, “küresel” ile “yerel” arasındaki baskın ayrımın ağlar için ara düzenlemeler şeklinde bir tanım sunduğu yorumunu yapan Fransız bilgi kuramcısı Bruno Latour’un teorik analizleri: “Les deux extrêmes, le local et le global, sont beaucoup moins intéressants que les agencements intermédiaires nommés ici réseaux”, Bruno Latour, Nous n’avons jamais été modernes: essai d’ anthropologie symétrique, Paris: La Decouverte 1997, p.166. Özellikle de yapısalcı kamp içinde sistem teorisi taraftarları (güçlü yapısalcılık) ile kültürelciler (zayıf yapısalcılık) arasındaki farklılıkları anlamak için aydınlatıcı olan, Niklas Luhmann ile N. Katherine Hayles arasındaki tartışmadır, bkz. William Rasch ve Cary Wolfe (ed.), Observing Complexity, Minneapolis: University of Minnesota Press, 2000, ss. 111–136.

12 Konseptin metaforik kullanımının Barry Wellman tarafından bir eleştirisi için bkz. Charles Whetherell, “Social Networks Analysis of Historical Communities: Some Questions from the Present for the Past”, The History of Family 1:1 (1996), ss. 97–121, özellikle de s. 98.

13 M. Hardt ve A. Negri, Empire, s. 162.

14 Özellikle de erken dönem işbirliklerinde (Labor of Dionysus: a Critique of the State-Form, Minneapolis: University of Minnesota Press, 1994) ve esasen de Negri’nin 1960 ve 70’lerdeki teorik araştırmalarında görülebildiği gibi.

15 M. Hardt ve A. Negri, Empire, ss. 294–297. Bu sosyoekonomik değişimlerin kültürel sonuçları konusunda bkz. Fredric Jameson, Postmodernism, veya, The Cultural Logic of Late Capitalism, Durham: Duke UP, 1991. Post-Fordist deneylerin temel amacı şu şekilde özetlenebilir: üretim sürecinin hem mekânsal hem de zamansal olarak dağıtılması. Ücretli emeğin esnek formları bize bu dağıtmanın zamandaki bir resmini veriyorsa, mekandaki dağıtmanın resmini de fabrika ile ilişkilendirilmiş üretim biçimlerinin parçalara ayrılması, örneğin büyük üretim birimlerinin tüketimin bireycileşmesi doğrultusunda daha küçük olanlara bölünmesi verir. Hem ilki hem de ikincisi, bunlar ister üretim birimleri, ister kent merkezleri, isterse araştırma ve öğretim merkezleri olsun, dağıtılmış düğümlerin birliğini yeniden üreten ağ örgütlenmesi biçimlerinin yayılmasını (enformasyon teknolojilerinin gelişmesi burada önemli bir parametredir ama tek değildir) varsayar. Bkz. David Harvey, The Condition of Postmodernity, London: Basil Blackwell, 1989, ss. 141–197, Manuel Castells, The Rise of the Network Society, Oxford: Blackwell, 1996, s. 151–172.

16 Bkz. “Discorsi sopra la prima deca di Tito Livio,” Niccolò Machiavelli, Il Principe e altre opere politiche, introduzione di Delio Cantimori, note di Stefano Andretta, Milano: Garzanti 1989² ve bir İngilizce baskı, N. Machiavelli, The Discourses, London: Penguin, 1970. Machiavelli’nin Polbius’un modelinin yarattığı çıkmazlardan ne şekilde kaçındığına dair, istisnai ölçüde kavrayışlı bir giriş yazısı için bkz. P. Kondyles, in Niccolò Machiavelli, Works, Athens: Kalvos, 1984 (Yunanca), vol. I, ss. 49–50.

17 N. Machiavelli, The Discourses, s. 109.

18 Her durumda, iki yazar “Polybius’çu” sentezin klasik anlamda gerçekleşmediğini gözlemlerler: “karma bir oluşum” ortaya çıkmasına rağmen, “hibrit bir oluşum” da ortaya çıkmıştır, hibritliği, esasında kesin ülke sınırlarını tanımayan egemenliğinden gelir. Ancak kesin ülke sınırlarını tanımayan egemenlik, illa ki “alansızlaşmış” demek değildir. İmparatorluk zamanın donması ve mekânsal paradigmanın hakimiyeti olmaksızın var olamaz; aksi halde bu modern fenomen “imparatorluk” sayılamaz. Bu yakın zamanda Eric Hobsbawm tarafından formüle edilmiş ve Selanik Aristo Üniversitesi tarafından onursal doktora ödülü alırken yaptığı konuşmada sunulmuş, aynı zamanda E. J. Hobsbawm’ın “İmparatorlukların Sonu” içinde ve Karen Barkey ve Mark von Hagen’in, “After Empire: Multiethnic Societies and Nation-Building. The Soviet Union and the Russian, Ottoman, and Habsburg Empires” kitabında (Boulder: Westview Press, 1997, ss. 12–16) görülebilecek bir görüştür.

19 M. Hardt ve A. Negri, Empire, s. 316.

20 Gerçekten de, yazarlar, postmodern imparatorluğun ortaya çıkışının “hükümet etmenin, ‘iyi’ formlarından ziyade üç ‘kötü’ formunun” (age, s. 316) bir sentezi olarak değerlendirilebileceğini söyleyerek, konsepti ayrıntılandırmaya geri dönüyorlar. Otoriter bir küresel baskıcı gücün tiranlığı ve girişimcilerin ve şirket güçlerinin spekülatif aristokrasisi (“demokratik denetim” görevini üstlenmesi gereken sosyal güçlerin değerli indirgemesi) yeni emperyal morfemi inşa etmiştir.

21 Stephan Fuchs’ün iddia ettiği üzere: “Networks consist of relations, not nodes,” (Ağlar ilişkilerden oluşurlar, düğümlerden değil) Against Essentialism: a Theory of Culture and Society, Cambridge: Harvard UP, 2001, s. 256.

22 Nicos Poulantzas, L’état, le pouvoir, le socialisme, Paris: PUF, 1978.

23 Burada ‘barbarlar’ ‘politik doğruculuğun’ kuralları kapsamına girmez; konsept imparatorluk ‘dışına’ yerleştirilen tüm halklara gönderme yapmaktadır ve Avrupa’nın kendi yüceliğini üzerine temellendirdiği, ‘medeni’ ile ‘medenileşmemiş’ arasındaki temel ikiliğin altını çizmektedir. Osmanlı İmparatorluğu örneğinde ise, sınırların niteliği tartışması Paul Wittek’in erken Osmanlı devletinin, İslam’a yeni dönmüş olan “kutsal savaşçıların” (gaziler) eyleminin sonucu olarak genişlemesi üzerine ünlü tezi ile bağlantılıdır. Sınırların alanı sınırlanmış ve boş değildir, aksine, belli belirsizdir ve ‘barbar’ dünyadan (Turan) gelen insan kitlelerince işgal edilmektedir. Ancak bunlar, Dar ül-Harb’a (kafirlerin “savaş dünyası”) karşı Dar ül-İslam’ı (İslam dünyasını) yayma kutsal misyonunu üstlenmişlerdir. Sonuç olarak medeni ile ‘barbar’ dünyayı yan yana koyan bu model, ayrım yapmaktadır: erken dönem Osmanlı ‘barbar’ dünyayı ‘kâfir’ dünyaya karşı döndüren ve aynı zamanda onu İslam’a döndürerek eşzamanlı olarak medenileştiren bir “ara” medeniyet örneğini temsil etmektedir. Osmanlı devletinin sınırları akışkandır çünkü imparatorluk genişlemeye devam eder.

Bu sebeple, hudutları kaynaklarda “serhad-ı mansûre” (muzaffer hudut) olarak geçmektedir, bkz. Colin Heywood, “The Frontier in Ottoman History: Old Ideas and New Myths”, Writing Ottoman History. Documents and Interpretations, Aldershot: Ashgate, 2002, s. 240. Heywood’un Osmanlı örneğini Roma Surlarından veya Çin Seddi’nden ayırdığı kesindir. Osmanlı hududu ile Altın Ordu ve ardıllarına karşı koruma amacıyla dikilen Habsburg Militärgrenze’i ve Kazak yerleşimlerinin Polonya ve Moskova bölgeleri arasında paralellikler görse de farklar vardır: Roma ve Çin bağlamında ele aldığı hududun belirlenmesi, yalnızca hâkim emperyal ideolojinin, onların hudutları da çoğu zaman değişken ve tanımsız olmasına rağmen, ‘barbarlar’ ile karşı karşıya oluşu açısından geçerlidir. Aynı şekilde art arda gelen ‘barbar’ akınları tarafından kolayca ve daima geçilebilmektedirler. Her durumda, Osmanlı İmparatorluğu’nun “genişleme cephesinin” uzun ömrü, Karlofça Antlaşması (1699) ile sınırlanmıştır. Komşu bir imparatorluğun eş zamanlı mevcudiyetinin resmen kabulü, “gazi devleti” zihniyetinin benimsenmesini varsayan genişleme sürecine son vermiştir. Habsburglarla yapılan barış antlaşması, alanın modernitedeki kavranışıyla tutarlı bir hudut modelini sınırlamıştır. Bu kritik mesele açısından önemli bir katkı için bkz. Rifaat A. Abou-el-Haj, “The Formal Closure of the Ottoman Frontier in Europe, 1699–1703”, Journal of the American Oriental Society 89:3 (1969), ss. 467–475.

24 A. G. Hopkins, “Back to the Future: From National History to Imperial History”, Past and Present 164 (1999), ss 198–243.

25 Bu, Bizans İmparatorluğu’nda zamanın kronograflar tarafından düzenlendiği yollara referansla kolayca doğrulanabilir. Bu konuda bkz. Apostolos Karpozelos, Byzantine Historians and Chronographers, Athens 1997–2002, (Yunanca). Hardt ve Negri’ye göre, “İmparatorluk tarihsel zamanı tüketir, tarihi askıya alır ve geçmiş ve geleceği kendi etik düzeni içinde toplar. Diğer bir deyişle, İmparatorluk kendi düzenini daimî, sonsuz ve gerekli olarak sunar.” Empire, s. 11.

26 Modern devlet de kendi hakimiyet alanını dış dünyadan ayıran sınırlar çizerken onu homojenleştirir. Ancak eş zamanlı ve sistematik olarak, kendi içini sınıflandırır ve parçalar. Dolayısıyla modern devlette alan homojen hale gelir ancak sürekli hale gelmez. Modernitenin kurucu bir koşulu olarak devletin kendi topraklarına sızmasının (demir yolları ve yollar gibi iletişim ağları üzerinden) kapsamlı bir analizi için bkz. Kostas Kostis, “The Formation of the State in Greece, 1830–1914,” Faruk Birtek ve Thalia Dragonas (ed.), Citizenship and the Nation-State in Greece and Turkey, New York: Routledge, 2005, ss. 18–36, özellikle de ss. 21–22.

27 Burada Niklas Luhmann’ın skolastik ve Protestan teolojik eserler üzerine gözlemlerinden faydalanıyoruz. Bkz. Observations on Modernity, transl. William Whobrey, Stanford: Stanford UP, 1998, ss. 51–52.

28 Karşılaştırmalı bir perspektif için bkz. Karen Barkey, “Thinking about consequences of Empire”, Karen Barkey and Mark von Hagen (eds.), After Empire, op. cit., ss. 99–114.

29 S. Borgatti ve M. Everett, “Models of core/periphery structures,” Social Networks 21 (1999), ss. 375–395.

30 Alexander Motyl, Revolutions, Nations, Empires: Conceptual Limits and Theoretical Possibilities, New York: Columbia UP, 1999, s. 124.

31 Johan Galtung, “A Structural Theory of Imperialism”, Journal of Peace Research 8 (1971), ss. 81–117 (89), alıntılayan Alexander Motyl, op. cit., ss. 121–122. [Türkçesi için bkz. http://www.uidergisi.com.tr/wp-content/uploads/2010/09/Emperyalizmin-Yapisal-Teorisi-I.pdf]

32 Motyl, s. 122.

33 Örn. en son formülasyon için bkz. Maria-Christina Hatziioannou, Family Strategies and Commercial Competition, Athens: MIET, 2003 (Yunanca).

34 Sosyal ağların analizine teorik yaklaşımların en son incelemesi için bkz. Scott, Social Network Analysis. Ayrıca ilgi çekici bir başka teorik yaklaşım için bkz. Barry Wellman, “Network Analysis: Some Basic Principles”, Sociological Theory 1 (1983), ss. 155–200. Ağların analizini sosyal yapı konseptinin teorik temelinde kullanmaya çalışmaktadır. Bu konuda ayrıca bkz. Barry Wellman ve S. D. Berkowitz (ed.), Social Structures: A Network Approach. Cambridge: Cambridge UP, 1988.

35 Örn. bkz. J. A. Davis and S. Leinhardt, “The Structure of Positive Interpersonal Relations in Small Groups,” Joseph Berger, Morris Zelditch ve Bo Anderson (ed.), Sociological Theories in Progress, vol. 2, Boston: Houghton Mifflin, 1972.

36 Son derece ilginç bir çalışma için bkz. L. C. Freeman, “Cliques, Galois lattices, and the Structure of Human Social Groups,” Social Networks 18 (1996), ss. 173–187.

37 Elbette bu örnekte analizler, bunların tarihsel sosyal formasyonları anlamada kullanışlılığını azaltmayan çağdaş siyaset teorisinin teorik çerçevesi içinde bulunuyor. Ağ analizlerinin bu kategorisi için bkz. Mark Bevir ve R. A. W. Rhodes, “Analyzing Networks: from Typologies of Institutions to Narratives of Belief,” Επιστήμη και Κοινωνία [Science and Society] 10 (2003), pp. 21–56 (Yunanca). Bu çalışma, siyasal ağlara yönelik, gelenek, hikayeleme ve “Everyday Maker” (Gündelik/Sıradan Yapıcı) konseptlerine dayalı, yani analizi ağlar dahilinde anlamın üreticileri olarak bireylerin rolüne yerleştiren yapısalcı/anti-temelci bir bakışa sahiptir. Birçok durumda, ağlar konseptini eski kavgaların şartlarını geri dönüştürmek için kullanmaya lüzum yoktur: işlevselciler/yapısalcılar karşısında sübjektivistler veya realistler karşısında yapısalcılar. Ağlar konseptinin kullanışlı olduğu sadece gözlemci-araştırmacı bireysel aktör ile olay arasındaki kesişim noktasını (çıkar veya farklılık) teşhis edebildiği için değil, ilişkilerini mekânsal boyutu sunduğu daha geniş çerçevede yeniden inceleyebildiği için de gösterilebilir.

38 Burada Willy van Poucke tarafından üç farklı ağ çeşidi olarak önerilen ayrımı izliyoruz: duyarlılık, çıkar ve iktidar ağları. Bkz. “Network Constraints on Social Action: Preliminaries for a Network Theory”, Social Networks 2:2 (1979–1980), ss. 181–190.

39 L. C. Freeman, “Cliques”, ss.179–182.

40 A. G. Hopkins, “Back to the Future”, s. 206.

41 A. Motyl, “From Imperial Decay to Imperial Collapse: the Fall of the Soviet Empire in Comparative Perspective,” Richard J. Rudolf ve David F. Good, Nationalism and Empire: the Habsburg Empire and the Soviet Union, New York: St. Martin’s Press, 1992, ss. 15–43.

42 Molly Greene, “The Ottoman Experience”, Daedalus 134:2 (2005) ss. 88–99.

43 Charles Tilly, “How Empires End”, in Karen Barkey ve Mark von Hagen, After Empire, ss. 1–11 (7).

44 Osmanlı İmparatorluğu’nun genel bir tarihi için, bkz. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), Çevirmen: Ruşen Sezer, Yapı Kredi Yayınları, 2016 ve Stanford Shaw ve Kural Shaw, History of the Ottoman Empire and Modern Turkey, 2 vols., Cambridge: Cambridge UP, 1976/1977.

45 Τheda Skocpol, States and Social Revolutions: a Comparative Analysis of France, Russia, and China, Cambridge: Cambridge UP, 1979, ss. 24–33.

46 Modern devletin çeşitli tanımları üzerine bkz. Christopher Pierson, The Modern State, London: Routledge, 1996, ss. 5–34.

47 Osmanlı devleti bağlamında “görece özerklik” sorunu üzerine bkz. John Haldon, “The Ottoman State and the Question of State Autonomy: Comparative Perspectives”, Halil Berktay ve Suraiya Faroqhi (ed.), New Aprroaches to State and Peasant in Ottoman History, London: Frank Cass, 1992, ss. 18–108. Osmanlı devletinin ilk yüzyıllarındaki niteliği ve özellikleri üzerine bkz. Cemal Kafadar, Between Two Worlds: The Construction of the Ottoman State, Berkeley: University of California Press, 1995.

48 Osmanlı İmparatorluğu’nda “klasik çağdaki” ticaret ağları konusunda bkz. Halil Inalcik ve Donald Quataert (ed.), An Economic and Social History of the Ottoman Empire, 1300–1914, Cambridge: Cambridge UP, 1994, ss. 179ff.

49 Bu konuda makaleler için bkz. V. Kremmydas, “The Economic Crisis in the Greek Territories at the Beginning of the 19th Century and its Influence on the Revolution of 1821,” Μnimon 6 (1976/77), ss. 16–33 (Yunanca) ve G. Hering, “On the Problem of Revolutionary Uprisings at the Beginning of the 19th Century,” Τα Ιστορικά [Ta Istorika] 13:24–25 (1990), ss. 105–120 (Yunanca). Filiki Eterya’nın örgütlenmesi ve oluşumu konusunda klasik bir çalışma için bkz. George-Demetrios Frangos, The Filike Etaireia, 1814–1821: A Social and Historical Analysis, New York: Columbia UP, 1971.

50 Bkz. John C. Alexander, Brigandage and Public Order in the Morea, 1685–1806, Athens: Paragoge, 1985.

51 D. Stamatopoulos, “Party Factions in the Pre-Revolutionary Peloponnese (1807–1816): The Role of Lala’s Turkish-Albanian as a Factor of Political Differentiation,” Istor 10 (1997), ss. 185–233 (Yunanca); A. Fotopoulos, The Notables of the Peloponnese during the Second Ottoman Occupation, 1715–1821, yayınlanmamış doktora tezi., Atina, 2001 (Yunanca).

52 D. Stamatopoulos, Reform and Secularization: Towards a Reconstruction of the History of the Ecumenical Patriarchate, Athens: Alexandreia, 2003 (Yunanca), ss. 37–38.

53 Bu konseptsel yapı, “merkezsizleşmişlik” ağların iç örgütlenmesinin temel bir karakteristiğini oluşturduğundan, sosyal ağların bir imparatorlukta örgütlenmesi için özellikle kritiktir. Bu konuda bkz. L. C. Freeman, “Centrality in Social Networks: Conceptual Clarification,” Social Networks 1 (1979), ss. 215–239; P. Bonacich, “Power and Centrality: a Family of Measures,” American Journal of Sociology 92:5 (1987), ss. 1170–1182. Ayrıca bkz. John Scott, Social Network Analysis, ss. 85–102.

54 J. Scott, Social Network Analysis, ss. 85–102, H. Lefebvre, The Production of Space, ss. 331–334.

55 J. Scott, Social Network Analysis, ss. 117–123.

56 Age., ss. 119–120.

57 “Yerel bağımlılık” konseptinin J. Scott tarafından tanımlanması konusunda bkz. age, s. 90.


Yüklə 301,05 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin