GELENEKSEL İKTİSAT BİLİMİ, SAĞCI İKTİSAT KURAMLARI,
YENİ BİR SENTEZ
Açıklama
Bu kitabın sayın derleyeni benden bu konularda bir yazı hazırlamamı istedi. Ben de öneriyi sevinçle karşıladım, yazmaya karar verdim. Ama yazıyı, çok uzaması nedeniyle, zamanında tamamlayamadım. Kendisiyle görüşerek bir anlaşmaya vardık: Kısa zamanda geniş bir özet sunacağım; yazının tümünü önümüzdeki aylarda tamamlayarak, metni Üniversite’nin Web sitesine konulmak üzere göndereceğim. Metni Mülkiye Web sitesine de koymayı düşünüyorum.
TUNCER BULUTAY
ÖZET
1. Bilimin Niteliği
Bence, bilim özünde günlük yaşamdan pek farklı değildir, onun bir türüdür. Her ikisinde de gözlem, olay, veriler ve deney temel ögelerdir. Günlük yaşamda da, bilimde de düzenlilikler oluşturma, olayları kalıplara (kategorilere) sokma, bu amaçla tahminler, hipotezler üretme, hipotezleri yaşamın verileriyle sınama, bu yollarla geleceği öngörme hedeflenir.
Hipotezler tahmin ve beklentilerdir. Bunlar herzaman olmasa da sürekli sınanır. Yeterli sayıda yanlışlanan, öyle kabul edilen hipotezler, beklentiler terkedilir; çokca da düzeltilir, değiştirilir. Bildiğim kadarıyla, ünlü Bayes kurallarının söylediği de budur.
Yine günlük yaşamda ve bilimde olaylar, özellikle gözlemler açık ve kesin olmadıkları gibi, kişilere ve gruplara göre de değişebilirler. Bunun doğal sonucu, bilimsel olanlar dahil, bulguların onları yapan ve bulanlara göre değişmesidir. Bireyler genelde görmek istediklerini görürler.
Bu ortak yanlara karşın bilimi günlük yaşamdan ayıran temel ögeler ise şunlardır: Bilim, sürekli merakın harekete geçirdiği bilinçli, sistematik bir istenceyle arayan, irdeleyen, sınayan, deneyen; bazen bizzat kendisinin ürettiği sorunlarla cebelleşen; daha çok, daha derin verilere ulaşmaya çalışan; yeni buluş ve araçlarla sürekli deney yapan bir yaklaşım ve etkinliktir. Ama bu ayırım mutlak bir kesinlikte değildir, bir derece meselesidir.
Enazından benim akademik yaşamımda gözlediğim aşağıdaki olgular günlük yaşamdan ziyade bilimsel etkinliklerde ön plandadır: A, A olduğu kadar A değildir. İyi anlayabilmişsem, resim sanatında “sfumato” ilkesinin söylediği gibi, şeyler, ögeler kesin çizgilerle birbirinden ayrılmaz; gölgelerle adeta birbirine karışır, biri bitmeden diğeri başlar.
Bilimde bir ilişki, bir denklem oluşturulmak istendiğinde, nelerin bağımsız değişken olarak seçileceği temel bir sorundur. Dolayısıyla, bir belirleme, yanlış ve eksik belirleme sorunu yaşanır. İlişkiye yaşamsal bir değişkenin konulmadığı bazen çok sonradan anlaşılır. (Aşağıdaki Not 8’e de bakılabilir.)
Seçilecek değişkenlerin bağımsızlığı da herzaman sözkonusu olmaz. Örneğin, iktisatta mal ve hizmet fiyatları, paranın iç ve dış değerleri, fiyatlarla faiz oranları birbirlerinden bağımsız değildir. Dolayısıyla, iktisadın en temel ilkesi olarak alınabilen bir malın fiyatı ile istemi arasındaki ilişkiyi gösteren istem eğrisi gerçek durumu tam olarak yansıtmaz. Bu eksiklik genel denge çözümlemesi gereksinimini yaratır. Bunun da eskiden beri anlattığım, aşağıda da değineceğim sınırlılıkları vardır.1
Bunlarla ilgili olarak, özellikle toplumsal bilimlerde değişkenler çoğunlukla kesinlik ifade etmezler. Değişkenlerin bireysel etkileri de karışık, bazen ters yönlerde oluşabilir. Değişkenlerin birlikte bulundukları ilişkileri de hem karışık, hem de çokca doğrusal olmayan niteliktedir. Yukarıda da söylediğim gibi, her devrim sonrasında açıklıkla ortaya çıktığı gibi, daima belirleyici olabilen gözardı edilen değişkenler vardır.
Özellikle toplumsal bilimlerde ve iktisatta önemli bir veri belirsizliği vardır. İktisatta veri sorununun gerekli ciddiyetle ele alınmaması bence bilim alanımızın en önemli yetersizliklerinden biridir. İlgili bir sorun ilişkilerin dönemlere göre geniş ölçüde değişmesidir.2
Deney konusunda da benzer sorunlar vardır. Her bilim alanında en temel sorunlardan biri, laboratuarda gerçekleştirilen yapay koşulların gerçek yaşama yansıtılamaması durumlarıdır. Bu sorun iktisat alanında çok daha ciddidir. Son zamanlarda ağırlık kazanan “deneyci ekonomi” yaklaşımının en önemli sorunu bence budur.
Bilim alanında, iktisatta yanlış ile doğru, neden ile sonuç genellikle içiçe girmiştir. Yanlış, hata, şaşırma bilimin ayrılmaz bir parçasıdır. Bilim adamları doğrularından ziyade yanlışlarından, kendileri gibi düşünenlerden çok karşıt düşüncelilerden, özellikle onların eleştirilerinden öğrenir. Kesinlik anlayışı, bu anlayışın toplumlara egemen olması kadar uygarlığa zarar veren başka bir olgu yoktur.
Bunlarla şunu söylemek istiyorum: Gerçek dünya, iktisat yaşamı karmaşık ve çok-boyutludur. Bu dünyaya sürekli değişim, devingen süreçler egemendir. Bu dünyayı basit, birkaç belite dayanan, az değişkenli, geleneksel neden-sonuç ilişkisi hedefleyen bir modele sığdırmak olanaklı değildir. Bu modeller genellikle çok genel olan ve gerçeklere uymayan varsayımlara dayanır. Dolayısıyla, bu varsayımlar modellerin geçerliliğini çok sarsar, bazen tümüyle yok eder. (İktisattaki, genel dengedeki bu nitelikte varsayımlar için Not 1’e bakılabilir.)
Bu sözlerle bu modeller yararsızdır demiyorum. Şunu söylüyorum: Bu model anlayışı yararlıdır ve korunmalıdır. Ama karmaşık dünya, iktisat yaşamı yalnızca bu modellerle açıklanamaz; başka yöntemlere de gerek vardır. Örneğin, aşağıda değineceğim “karmaşıklık kuramı”nın ilkelerine başvurmak da bence zorunludur. Bu ilkeler içinde en önemlisi şudur: Bir sonuç çeşitli değişken ve ilişkilerin karşılıklı, içiçe geçmiş etki ve etkileşimleriyle ortaya çıkar.
Bu ilişkilerde toplumsal ve tarihsel olguların da önemli katkıları vardır. Örneğin, insanlar içinde yaşadıkları gruplardan çok etkilenirler.3 Son zamanlarda önem kazanan toplumsal sermaye, toplumsal ağlar (networks) kişi, toplum, iktisat yaşamında önemli sonuçlar yaratır. Her ülkenin geçmişi ülkenin yaşamı ve iktisadi ilişkilerinin niteliği üzerinde etkin olur, farklılıklar üretir.
Son nokta ile ilgili olarak vurgulamak istediğim bir husus, toplumların deneyim, gelenek ve kültürlerinin önemidir. Bunlar her ülkede iktisadi ilişkilerin farklı nitelik kazanmasına neden olur. Örneğin, iktisadi ilişkiler A.B.D. (ve İngiltere) ile kıta Avrupası ülkelerinde çok farklı olabilmektedir.4 Gelişmiş ülkelerle gelişmemiş olanlar arasındaki farklılıklar çok daha belirgindir.
Bu farklılıkların, aşağıda belirteceğim “nöro ekonomi” ile ilgisi vardır. Esas akım iktisadı, geleneksel iktisat, ortodoks iktisat kuramı gibi isimlerle de anılan Neoklasik İktisat Kuramı’nın insan anlayışının temelinde “rasyonel piyasa oyuncusu” varsayımı bulunur. Bu da tabii beyinle ilgilidir. Sözkonusu deneyim ve kültürler bir bakıma beyinin bir uzantısıdır.5 Diğer bir deyişle, insan, kültürünün sınırları içinde rasyonel bir oyuncudur.
Aynı yönde son zamanların bir bulgusu da beyinin insan vücudunda da devam ettiğidir. Buna göre, insan vücudu beyine atfedilen birçok işlemi, bazen çok daha etkin bir şekilde yerine getirir; beyin ile vücut işleyişleri içiçe geçmiş durumdadır (Gelb, 2009 (1998): 5. C.Pert’in görüşü.)
Ülkelerin farklılığı, beyinin bu işlev ve uzantıları sözkonusu olduğunda zekanın aşağıdaki özelliklerine değinmekte de yarar vardır. Bilindiği gibi, bazıları ülkelerin, ulusların farklı gelişmişlik düzeylerini farklı genetik özelliklerine bağlar.
Ben eskiden beri incelediğim bu konuda, ortamla genetik yapının içiçe geçmiş biçimde işlediği, ortamın etkisinin daha belirgin olduğu görüşünü savundum. Bu alanda son zamanlarda yapılan araştırmalar bu görüşümü doğrulamaktadır. İnsanların yaşamdaki etkinliklerinin, başarılarının geniş ölçüde doğdukları yer, aile, sınıf, ulus tarafından belirlendiği kanısındayım.
Bunları çeşitli yazılarımda (örneğin, Bulutay, 1987a, 1987b) açıkladım. İlgili bir olgu da tek değil, çeşitli zeka ve akıl türünün varlığıdır.6 IQ testlerine göre, kabaca her on yılda bu ölçülerde üç puan artış olmaktadır. Bu sonuç “Flynn etkisi” olarak anılmaktadır. (Bu konuda (Bulutay, 2009b)ye bakınız.)
Bu kısımda değineceğim son konu belirsizliktir. Eskiden beri belirttiğim gibi, belirsizlik yaşamda, iktisat alanında çok önemli bir yer tutar. Keynes kuramının en önemli katkısı, belirsizliği vurgulamasıdır. Oysa, neoklasik iktisatçılar belirsizlik konusunu risk çözümlemeleri çerçevesinde gözden, incelemeden ırak tutmaya çalışırlar.
Burada vurgulamak istediğim, belirsizliğin insan ve toplum yaşamına sağladığı büyük olumlu katkıdır. Bu katkı, belirsizliğin zararlı, bazen ürkütücü yanlarına tamamen terstir. Bu olumsuz yönleri yadsımıyorum; yalnızca belirsizliğin insanı sorumluluk üstlenmeye, beynini geliştirmeye, yaratıcılığa yöneltme etkisine, bu konulardaki olumlu katkısına dikkat çekmek istiyorum.
Belirsizlikle yüzleşmeye yanaşmayan, kesinliği sığınak sayan, çoğunlukla toplum ve çevre baskısıyla, bazen de kişinin kendi istencesiyle oluşmuş olan ortaçağ kafasının yaşamı, uygarlığı çok kısırlaştıran yapısını vurgulamak istiyorum. Belirsizlikle savaş, M.J.Gelb’in (2009: 10, 11, 17) ifadesiyle “karışıklığa tahammül (confusion endurance)” yaratıcı insanların en ayrıcalıklı niteliğidir. Zamanımızın hızlanan değişmesi ve artan karmaşıklığı zihinsel sermayenin değerini çoğaltmakta, zenginleştirmektedir.
2. Neoklasik İktisat Kuramı
Batı dünyasının iktisat anlayışında merkezi bir ağırlığı olan Neoklasik İktisat Kuramı’nın özellikleri herkese göre değişir. Bence, aşağıda açıklayacaklarım bu kuramın temel ilkelerini geniş ölçüde kapsamaktadır.
Neoklasik İktisat Kuramı’nın dayanağını oluşturan Genel Denge Kuramı ençoklaştırma, rekabet, denge ilkelerini esas alır. Piyasaları temel seçen bu kuram, yukarıda da belirttiğim gibi, aşırı varsayımlara dayanır. Kurama göre, ekonomilerde yetkin (mükemmel) piyasalar, yetkin rekabet, yetkin enformasyon hüküm sürer.
Kuramda insan, piyasa oyuncusu, bencil ve rasyoneldir. Rekabet içinde bulunan piyasalarda özel çıkarları, bunların aşırılıklarını, yolsuzluklarını sınırlayacak, böylece toplum yararına hizmet edecek düzenlemelere gerek yoktur. Her insan rasyonel olduğu gibi, piyasalar da ortaya çıkabilecek irrasyonel davranışları giderecek yönde işler.
Bu çerçevede her piyasa oyuncusu, her birey bütçe sınırı altında özgür biçimde seçim ve tercihlere sahiptir. Seçim ve tercihlerle toplumsal tercihlere ve gönence (refaha) ulaşılır. Bu ve benzer alanlarda , toplumun tüm bireylerinin çıkarlarının aynı yönde gelişmesini şart sayan Pareto İlkesi geçerlidir.
Kuramın sağcı savunucularına göre, ekonomide istemden çok sunum belirleyicidir. Ekonominin genel gidişinde sunum kaynaklı şokların büyük katkısı vardır. Bilindiği gibi, 1980’lerde şimdi geniş ölçüde unutulmuş bir “sunum ekonomisi” modası vardı. Öte yandan, özellikle son dönemlerde, 1995 sonrasında A.B.D.de, “genel ılımlılık” denen dönemde verimlilik hızla artmış, gelir dalgalanmaları, bunalımlar ortadan kalkmıştır.
Yöntem konusunda Neoklasik İktisat Kuramı’nın iki önemli özelliği de belirtilmelidir. Bu yaklaşımda basit ilişkileri içeren, birkaç belite dayanan, tümdengelimci bir model anlayışı esas alınmaktadır. Kuramda ve modellerde matematik ve istatistik geniş ölçülerde kullanılmaktadır. İstatistik çözümler ise ortalamalara, normal dağılımlara dayanmaktadır.
İkinci özellik, Neoklasik İktisat Kuramı modellerinde “temsili piyasa oyuncusu (ajanı)” çözümlemelerine geniş yer verilmesidir. Oysa, esas alınan piyasa kavramı değişime (mübadeleye), dolayısıyla farklılıklara dayanmaktadır. Bu itiraza karşın, bu tür çözümlemelerin olayların gerçek niteliklerini kavramada önemli katkı sağladığı söylenmektedir.
Benim bu ilkeler hakkındaki görüşlerim özetle şöyledir: Toplumlarda her alanda rekabetin bulunmadığı bellidir. Piyasaların rekabet dışı nitelikleri uzun zamandır incelenmiş, aksak rekabet konusunda güçlü kuramlar oluşturulmuştur.
İlgili bir nokta, A.Sen’in (2004 (1999): 171, 172) dikkat çektiği, “piyasaların oynadığı rol, sadece piyasaların neler yapabileceğine değil, aynı zamanda neyi yapmasına izin verildiğine bağlıdır” olgusudur. Piyasa gücüne ve siyasal desteğe sahip olanlar halk yararına olan, örneğin ürünlerin fiyatını düşürücü etkinlikleri yasaklayabilirler. Diğer, bence daha temel bir sorun, birçoklarının, Türkiye gibi ülkelerde çoğunluğun bazı piyasalara (örneğin yalnızca yüksek öğrenimlilere açık olan piyasalara) erişebilme olanağına sahip olamamasıdır.
Piyasalarda oluşan fiyatların sağlıklı enformasyon, sinyal vermesi gerekir. Oysa, genelde de olduğu gibi, Türkiye’de 2001 bunalımı sonrasında döviz kurları yanlış sinyal vermiş ve vermektedir. Bu olgu, Neoklasik İktisat Kuramı’nda büyük önem taşıyan denge kavramıyla birleştirildiğinde aşağıdaki durum ortaya çıkmaktadır.
Döviz kurunun temel görevi, Neoklasik İktisat Kuramı’na göre, dışticaret dengesini sağlamak olmalıdır. Oysa, sözkonusu dönemde dış para akımlarının bolluğu nedeniyle TL aşırı değerlidir, dışticaret açıkları ve cari açıklar korkunç düzeylere çıkmıştır. Bu, olumsuz etkilerden yalnızca biridir. Diğer olumsuz etkiler, iç üretimin ve sanayinin gelişmesinin yetersiz kalması ve dış dünyaya ödenen büyük faizlerdir. Yaşamakta olduğumuz bunalımın temel nedenlerinden biri bu durumdur.
İlgili bir sorun, fiyat ve değerlendirmelerdeki gelişmelerin, sinyallerin hangilerinin olumlu sayılabileceğidir. Örneğin, günümüzde basın ve televizyonlar tarafından genellikle olumlu sayılan Türk borsasının “rally” yapması olgusu, bence tümüyle olumsuzdur. Aynı şekilde, bunalım içine düşmüş bir ortamda rekor kârlara ulaşmış görünen bankalar kesiminin bu kârlarını olumlu saymak anlamsızdır; hele bu kârların geniş ölçüde devlet borç faizlerinden kaynaklandığı düşünülürse.
Bunlar sinyallerle, enformasyonla ilgili konulardır. Bu konuları, özellikle de enformasyonun bakışımsız oluşu olgusunu, yetkin olmayan enformasyonun Genel Denge Kuramı’nın sonuçlarını olumsuz kılan bulgularını esas metinde, enformasyon bahsinde ele alacağım.
Ben insanın bencil olduğunu, Neoklasik İktisat Kuramı’nın temel gücünü bu özçıkar eğilimine dayanmasından aldığını düşünüyorum. Ama son zamanlarda geliştirilen “ültimatom” oyununda gözlendiği gibi, insanlar arası ilişkilerde haklılık, adalet, diğerlerini de hesaba katma eğilimleri de önemlidir. (Bu konuda (Bulutay, 2001a: 45)e bakınız.)
Rasyonalite konusunu, rasyonellikten sapmaları başka yazılarımda (örneğin, Bulutay, 2003) inceledim. Aşağıda “rasyonel beklentiler” başlığı altında bu konulara da değineceğim. Burada yalnızca bu kadar anlamsız bir beliti (aksiyomu) saygın iktisatçıların benimsemesini hayretle karşıladığımı belirtmek istiyorum.
İnsanların seçiminin bütçe sınırı altında gerçekleşmesi, buradaki seçimin ne denli sınırlı olacağının açık göstergesidir. Daha önemlisi, kişinin içinde doğduğu, yaşadığı ortamın, toplumsal baskıların insanların seçimlerini çok kısıtladığı da bilinir.
Ben burada yalnızca Neoklasik İktisat Kuramı’nın seçim konusundaki varsayımlarına değinmekle yetinecek, kuramın belitleri arasındaki bir tutarsızlığı belirtmekle başlayacağım. Genel Denge Kuramı’na göre, insanlar ençoğun peşinde koşarlar. T.Lawson’un da belirttiği gibi, böyle bir insan adeta bir robottur. Bu insanın özgür bir seçimi sözkonusu olamaz (Wade Hands, 2001: 324, 325).
D.Kahneman ve A.B.Krueger’in (2006: 3) söyledikleri gibi, insanlar sıkca mutluluklarına pek uygun olmayan seçimler yapar. Davranışçı ekonomi ve psikoloji alanlarındaki geniş bir yazın insanların sıklıkla birbirleriyle tutarlı olmayan seçimler yaptığını, deneyimlerinden pek öğrenmediğini, ticarete yanaşmadığını, başkalarının doyumuyla karşılaştırma yapma yoluna gittiğini, çeşitli yollarla rasyonel iktisadi oyuncu modelinden saptığını göstermiştir. İnsanlar Simon’cu sınırlı rasyonalite ilkesine göre hareket eder. Böyle olunca, insanın seçimi gerçek tercihlerini yansıtmaktan uzak olur.
3. Keynes ve Neoklasik İktisat Kuramı
Çok eskilerden beri Keynes kuramını incelerim. Son zamanlarda da Türkiye’de Keynesciliği değerlendiren kısa bir açıklamam (Bulutay, 2007) oldu; Keynes sonrası gelişmeleri özetleyen diğer bir yazım (Bulutay, 2008) yayınlandı. Bu özetimin arkasında bulunan Web sitelerinde yer alacak yazımda da konuyu yeniden ele alıyorum.
Burada birkaç konuya değinmekle yetineceğim. İlk ele alacağım konu Keynes kuramıyla Neoklasik İktisat Kuramı’nın işgücü piyasasına yaklaşımları arasındaki farktır. Öz niteliğiyle Neoklasik İktisat Kuramı’na göre, ekonomide işsizlik varsa bunun altında işçilerin cari ücretle çalışmaya razı olmamaları olgusu yatar. Bu anlayışın daha kapsamlı, Neoklasik İktisat Kuramı’nı benimseyen iktisatçılarca yaygın kabul gören bir şekli, işsizliği yalnızca bir işgücü piyasası sorunu olarak görür.
Bu görüşe karşı çıkan Keynesci anlayış ise ücretler alanında şu çeşitli ilişkilerin etkin olduğunu savunur: Ücretler verimliliği izlemelidir; para otoriteleri enflasyonu kontrol altında tutacak önlemlere başvurmalıdır; mali politikalar ise ekonomide ortaya çıkacak dengesizlikler, bunalımlar ve gelir dalgalanmalarıyla savaşmalıdır. Her tür ortamda aşırı borçlanmadan kaçınılmalıdır.
Keynes kuramına göre, ücretle fiyatlar ve enflasyon arasında yakın bir ilişki vardır. Buna karşın, ücretle işlendirme arasında doğrudan bir ilişkiden söz edilemez. İşlendirmenin temel belirleyicisi yatırımlardır. Yatırımlar sermayenin marjinal etkinliği ile bir masraf unsuru olan faizler arasındaki ilişki tarafından belirlenir.
Aynı yaklaşıma göre, işgücü piyasaları normal mal piyasaları gibi işlemez. Gerçek ücretler işgücü istemi ile sunumunu dengeleyecek biçimde işlemez. Esnek ücretler, esnek işgücü piyasaları tam işlendirmeyi sağlayamaz; tersine, ekonomilerde önemli dalgalanmalar, bunalımlar yaşanır. (Son dört paragrafta yer alan görüşlere benzer açıklamalar için (Herr, 2009: 949-951, 964)e bakılabilir.)
Son zamanlarda birçok araştırma işlendirme, büyüme (ve gönenç) açılarından A.B.D. ile Avrupa’yı karşılaştırmakta ve genelde A.B.D.yi daha iyi durumda bulmaktadır. Burada bu araştırmaları inceleyen ve kendi bulgularına ulaşan güzel bir yazıya (Dhont, Heylen, 2009) dayanarak açıklamalar vereceğim.
Yazı (s. 538, 539, 562) sözkonusu araştırmaların, A.B.D.yi daha başarılı bulan bulgularını aktarmakla başlıyor. Aktarmalara göre, sözkonusu başarı şu değişkenlere bağlıdır: İşlendirmede işgücü üzerindeki vergi yükünün yüksekliği ve bu yükteki gelişmeler. Bunlar Almanya, Fransa ve İtalya’da yüksek, A.B.D.de düşüktür.
Bazı araştırmalar boş zamana (leisure) sahip olma isteğini önemli buluyor. Bu istek Avrupa’da yüksek, A.B.D.de düşüktür. A.B.D. ile Avrupa arasında kültürel alanlarda, sendikalar konusunda, işgücü piyasaları üzerindeki düzenlemeler alanında var olan farklılıklar bu boş zaman tercihi değişikliğinin altında yatan nedenler olabilir.7
Sözkonusu araştırmalar büyüme alanında şu etkenleri belirleyici nitelikte sayıyor. Piyasa esnekliği yine belirleyici merkezi değişkendir. Çeşitli yazarlar piyasalara girişin yüksek masraflarını, daha az rekabeti ve düşük firma değişmelerini (turnover) Avrupa’nın 1990’larda yaşadığı hayal kırıcı büyümenin önemli nedenleri sayıyor.
Yazarlar bu görüşlere katılmıyor, çünkü aktarılanlara ters olan şu bulgulara ulaşıyorlar: Yukarıdaki görüşlerde kusur sayılanlar Kuzey Avrupa ülkelerinde de var, ama onlar iyi durumda. Bu Kuzey Avrupa ülkeleri merkezi Avro bölgesinden daha başarılı. Bu başarının nedeni de bu kuzey ülkelerinde verimli devlet harcamalarının payının yüksek, işlendirme-dışı transferlerin payının ise düşük olması.
Yazı şu tümce ile son buluyor: Büyüme, işlendirme ve gönenci hem kısa hem uzun sürede değerlendirdiğimizde, bizim (yazarların) modelimiz şu öngörüde bulunuyor: Bir birey, yurttaş, yapısal işlendirme-dışı transferlerde yapılacak bir kesintiyle finanse edilecek verimli devlet harcamalarında artış sağlayacak politikalardan en büyük yararı sağlayabilir.
Avrupa ve A.B.D.nin işlendirme ve işsizlik alanındaki durum ve farklılıkları (Chari, Kehoe, 2006: 21-26)da incelenmektedir. Yazıda, işsizliğin 1956 sonrasında 1981’e kadar Avrupa’da daha düşük, bu tarihten 2003’e kadar ise A.B.D.de daha düşük olduğu; yıllık ortalama çalışma saatlerinin ise 1966-1967 sonrasında A.B.D.de uzun bulunduğu şekillerle gösteriliyor (s. 22). Genil ekonomi yazınının bu örüntü ve farklılıkları üç nedenle açıkladığı söylenip savunuluyor: i) İşgücü piyasası katılıkları, ii) vergiler, iii) işsizlik tazminatları. Dolayısıyla, bu yazı önceki yazının karşı çıktığı eski bulguları benimsiyor.
Ben ilk yazının (Dhont, Heylen, 2009) görüşlerine katılıyorum. Şu önemli noktaları da eklemek istiyorum: İkinci görüş 2009’da yaşanan bunalımı, bu bunalımda A.B.D. işsizlik oranının Avrupa’dakini aştığını; belki daha önemli olarak, A.B.D.de 2009 yılının son çeyreğinde gerçekleşen büyümenin tümüyle Keynesci devlet harcama ve müdahaleleriyle sağlandığını gözönüne almamaktadır.
Çeşitli yazılarımda açıkladığım gibi, iş olanakları yaratan temel etkenler yatırım, üretim, dışsatım artışları ve teknolojik gelişmelerdir. Büyük dışalım sonucu olan korkunç cari açıkların işlendirmeyi arttırması beklenemez. Türkiye’de olduğu gibi, dışalıma bağlılık çıkmazı içinde bulunan dışsatım artışı da genel işlendirmeyi arttıramaz. Sanayi alanına pek gelmeyen dış doğrudan sermaye ile, özellikle sıcak para akımlarıyla sağlanan büyüme geniş ölçüde para sahiplerine, yabancı spekülatörlere gelir sağlar; dolayısıyla, zaten çok eşitsiz olan gelir dağılımını da bozar. Olayın nüfus artışı, göç, kadın işlendirmesi gibi önemli toplumsal yanları, tarımın ve enformel kesimlerin ağırlığı gibi düşük verimlilik özellikleri de vardır.
Dolayısıyla, A.B.D.nin ve Türkiye’nin son zamanlarda benimsediği “balon” modeliyle sağlıklı büyüme, kalkınma, doyurucu işlendirme sağlanamamaktadır ve sağlanamaz. Türkiye’nin 2009’da yaşadığı bunalımın temel nedeni, 2001 sonrasında, özellikle AKP iktidarı döneminde izlenen iktisat politikasıdır. Bunlar sonucunda bugün Türkiye’de büyük kütlelerin geliri azalmıştır. Yaşanmakta olan istem yetersizliğinin altında yatan da dış dünyanın istem yetersizliğinden ziyade, bu gelir ve iç istem azlığıdır.
Burada Keynesci ekonominin kavramsal çerçeveye yaptığı önemli katkılar da belirtilmelidir. Bu çerçeve, öngörme ve miktar şeklinde politik çözümleme yapma amacıyla ekonometrik modeller oluşturabilme olanağı sağlamıştır. Bunun yanında, Keynesci yaklaşım iktisat kuramına genel-denge türü akıl yürütme yöntemi yönünde katkı da getirmiştir (Woodford, 1999: 7/32).
Keynes kuramının çok önemli bir ilgili katkısı, iktisadi çözümlemelere eşanlı belirlenme anlayışını da getirmiş olmasıdır. Bu anlayış, hem durağan hem de aşağıda belirteceğim devingen çözümleme model ve kavramlarından farklıdır. Bu Keynesci anlayışa göre, çeşitli etkenler, neden ve sonuçlar birlikte, birbirleri içine geçmiş biçimde bir neden-sonuç karşılıklı, karmaşık etkileşim grubunu oluşturmaktadır. Bence, yukarıda da belirttiğim gibi, bu etkileşim ve oluşum çok önem verdiğim karmaşıklık kuramının öz noktalarından biridir.8 Şimdi açıklamaya geçeceğim sağcı iktisat görüşlerinin bu temel yeniliğe gereken önemi verdiklerini sanmıyorum.
4. Sağcı İktisat Görüşleri
Burada “sağcı iktisat görüşleri” olarak niteleyeceğim yaklaşımlar, “Neoklasik genil ekonomi okulları” ya da ilki dışında “Yeni Klasik Ekonomi” başlıkları altına da konulabilir. Ben piyasaya aşırı güven duyan bu görüşleri sağcı olarak nitelemeyi uygun buldum.
Bu kısmı üç başlık altında sunacağım. Bunlardan ilki eskiden beri sağcı görüşlerini dirençle savunan, kısa süre önce ölen M.Friedman’ın yaklaşımıdır. Bu görüşleri Friedman otuz-kırk yıl önce haftalık basın düzeyinde (Newsweek dergisinde), farklı görüşlerde olan P.A.Samuelson ve diğer bir iktisatçı ile birlikte yer aldığı bir düzenlemede savunmuştu.
a. Parasalcı Görüş
Eski parasalcı iktisatçı M.Friedman, A.J.Schwartz ile birlikte geçmişteki parasal gelişmeleri, özellikle 1930 bunalımı ile ilgili olanları inceleyen ünlü kitaplar yazmıştır. Friedman, Keynesci anlayışın çoğaltan etkisinin önerildiği kadar etkili olmadığını göstermeyi amaçlayan “sürekli gelir hipotezi”ni de ileri sürmüştür. Ünü biraz gerilerde kalmakla birlikte, kendisinin yaygın kabul görmüş bir yöntem önerisi 1953’te yayınlanmıştır. Buna göre, bir hipotezin öngörüsü başarılı ise, kuramın dayandığı varsayımların niteliği önemli sayılamaz.
Bunların ötesinde, Friedman’ın büyük katkısı 1967 yılındaki A.B.D. İktisat Birliği Başkanı olarak verdiği konferansta açıkladığı görüşleridir. Bu konferansta Friedman, Phillips eğrisini eleştirmekte, buna beklentilerin eklenmesini önermekte, çok ünlü “doğal işsizlik oranı” kavramını (NAIRU’yu) ileri sürmektedir. Bu görüşlerin o yılların verileriyle doğrulanması, o zamanların özel girişimi destekleyen siyasal ortamına uygun düşmesi çarpıcı bir etki yaratmış, Friedmancı görüşlere büyük destek kazandırmıştır.
Doğal işsizlik kavramı, bağımsız bir yaklaşımla E.S.Phelps tarafından da ileri sürülmüştür. Burada incelediğim konu açısından önemli olarak, Friedman’ın son zamanlardaki matematiksel ve ekonometrik modellere sempatiyle bakmadığı da belirtilmelidir. Daha da önemli bir durum, aşağıda kısaca ele alacağım üçüncü sağcı görüşle Friedman’ın parasalcı yaklaşımı arasında belirgin farkların olmasıdır. Kendisinin, şimdi özetle anlatacağım rasyonel beklentiler yaklaşımıyla ilişkisi de sanıldığı kadar sıcak olmamıştır.
b. Akılcı Beklentiler Yaklaşımı
Sağcı ve Neoklasik İktisatçı görüşler 1970’lerde akılcı beklentiler yaklaşımı ile geliştirilmiştir. Bu görüş ilk kez biril ekonomi alanında, 1961’de J.Muth tarafından ileri sürülmüştür. Ama, bildiğim kadarıyla, Muth’un kavramın gelişmesine önemli katkısı olmadığı gibi, kavrama desteği de pek sürmemiştir. Hipotezi, kavramı, yöntemi geliştiren R.E.Lucas ve T.Sargent gibi iktisatçılardır. Sargent’ın kavrama bağlılığı da pek kalıcı olmamıştır.
Doğal olarak, akılcı beklentiler hipotezinin (yaklaşımının) içerdikleri konusunda her iktisatçı anlaşma içinde değildir. Bence, hiç olmazsa bu özet yazı açısından, yaklaşımın belirleyici niteliği, Walrascı bir nitelik taşımasıdır. Bu Walrascı anlayış şu ilkeleri içerir: Piyasalarda gözlenen sonuçlar herzaman anında istem ve sunumu eşitleyici, denge sağlayıcı niteliktedir. Bu varsayım gerçekleştiğinde, her ticari kazanç fırsatı gerçekleşir, yarar ençoklaştırılır. Diğer bir deyişle, piyasalarda daima denge ve ençoklaştırma egemendir.
Belirttiğim gibi, yaklaşımın arkasında J.Muth’un rasyonel beklentiler hipotezi vardır. Buna göre, iktisadi piyasa oyuncularının iktisadi değişkenler hakkındaki öznel beklentileri, bu değişkenler hakkındaki gerçek ya da nesnel matematiksel koşullu beklentilerle özdeş olacaktır. Diğer bir deyişle, piyasa oyuncuları zaman içinde sistematik biçimde yanlış beklenti oluşturmayacaklardır.9
Bu konuda R.E.Lucas ve T.Sargent (1979: 17) şunları yazıyorlar: Rasyonel beklentiler hipotezi, piyasa oyuncularının sahip oldukları sınırlı enformasyonları olanaklar ölçüsünde en iyi şekilde kullandıkları ve sözkonusu nesnel olasılık dağılımlarını bildikleri varsayımını yapar. Hipotez, denge kuramı ilkelerine sadık kalınarak konulur.
R.E.Lucas’a (1996: 671, 672) göre, J.Muth’un rasyonel beklentiler görüşünün ilkesi, model kurucuları piyasa dengesine dayanan bir bakış açısı benimsemeye zorlar. “Doğal işsizlik hipotezi”nin konvansiyonel yadsımaları, beklentilerin irrasyonel olduğu anlayışına dayanır. Olaya ters yönden bakıldığında, bir kişi rasyonel beklenti varsayımı yapınca bu sınama ve yadsıma olanağı da yok olur. Böylece, genil ekonomi kuramını rasyonel beklentileri de içeren bir genel denge temeline oturtma zorunluluğu ortaya çıkar.
Diğer önemli yazar T.Sargent (1993: 155) rasyonel beklentiler kavramının şunları söylediği görüşündedir: Piyasa (sonuçları) insanların olmasını beklediklerinden sistematik (yani, düzenli ya da öngörülebilir) biçimde farklı olamaz. Abraham Lincoln’ün söylediği gibi, “bazılarını herzaman ve herkesi bazen kandırabilirsin, ama herkesi herzaman kandıramazsın.”10 Tabii, bu alıntı bazılarını (örneğin, son Irak savaşında Iraklıları, son bunalımda A.B.D.de vergi ödeyenleri) yaşamsal biçimde aldatmayı dışlamamaktadır.
Rasyonel beklentiler yaklaşımı ile önceki parasal girişimler arasında beklentiler konusunda önemli bir fark, (Woodford, 1999: 19)da şu ifadelerle açıklanıyor: Beklentiler, önceki parasalcıların yaptığı gibi, geçmiş deneylerin herhangi bir işlevi (fonksiyonu) ile modellendirilemez. Beklentiler ancak, herzaman, insanların sahip oldukları modellerin gerçekleşmesini zorunlu kıldığı beklentilerle çakışmasının (enazından ortalama olarak) güvence altında bulunması durumunda modelleştirilebilir.
Aynı yazara (Woodford, 1999: 20) göre, rasyonel beklentiler kuramı hisse senedi piyasası fiyatlarının “rastgele yürüyüş yolu”na yakın bir yol izlemesini öngörür. Diğer bir deyişle, bu kuram borsalar hakkındaki “etkin piyasa hipotezi”nin de temelidir. Bu piyasalarda oluşan senet fiyatları ancak önceden bilinmeyen rastgele etkenler tarafından değiştirilebilir. Böylece, bu fiyatlardaki değişmeler rastgele bir hareket içinde bulunurlar (Sargent, 1993: 156).
R.E.Lucas’ın makroekonometrik modellere, bunlara dayandırılan politikalara yönelttiği bilinen ünlü bir eleştiri de vardır. Bu eleştiriye göre, iktisat kuramı tercihlerin ve teknolojilerin politikayı betimleyen kural karşısında değişmez nitelikte olduğunu, ama piyasa oyuncularının davranışını betimleyen karar kurallarının değişmez olmadığını söyler. Bu görüşlerini açıklarken Lucas, karar kurallarının değişmezliğini varsayan o zamanların standard politika çözümlemelerinin, çarpıcı biçimde istenmeyen politika önerilerine yol açtığını göstermiştir (Chari, Kehoe, 2006: 4).
R.E.Lucas’ın bu yöndeki çalışmaları bazen “politikanın etkinsizliği önerisi” ismiyle anılır. Buna göre, insanlar rasyonel beklentilere sahipseler, ekonomiyi yönetmeye (manipüle etmeye) çalışan politikalar, insanları yanlış beklentilere yönelterek ancak ekonomide daha çok gürültü yaratır, ama ortalama olarak ekonominin başarımını iyileştiremezler. İnsanlar yanıltılamaz, yanlış beklentiler yaratılamaz, çünkü rasyonel bir öngörücünün yapacağı hatalar kaçınılmaz biçimde öngörülemez niteliktedir (Sargent, ?, yazının tarihini belirleyemedim).
A.Leijonhufvud (2009: 249) Ricardo’cu eşitlik ilkesini rasyonel beklentiler parasalcılığının diğer bir özelliği sayıyor. Bu hipotezin, gerçekte, Bush yönetimi tarafından sınandığını ekliyor: Bu yönetimin büyük bütçe açıkları eşitliğin öngördüğü gibi özel tasarrufların artışlarıyla karşılanmamıştır. Böylece, eşitliğin söylediğinin tam tersine, A.B.D. hanehalkları tasarruflarını sıfıra indirmişlerdir.
R.E.Lucas’ın 2008-2009 yıllarında yaşanan bunalım sonrasındaki kısa bir yazısından da (The Economist, August 8th, 2009: 63) alıntılar yapmak istiyorum. Lucas’a göre, bugünlerde iktisatçılara karşı, 2008 finans bunalımını öngöremedikleri ya da onu engelleyemedikleri için yaygın bir genel düş kırıklığı var. Özellikle genil iktisatçılar değersiz, hatta zararlı matematik modellerin kullanılmasında eğitilmiş yitik bir kuşak olarak karikatürize ediliyorlar. Bu eğitim iktisatçıları anlamlı ekonomik politikalar yürütmede yeteneksiz kılmaktadır, diye de ekleniyor. Lucas bir çeşit önemli itirafta bulunuyor: İktisatçı olarak şimdi ya da ebediyen sahip olamayacağımız bir şey, Eylül ayındaki “Lehman Brothers” çöküşünü izleyen azalışlar gibi finansal varlıkların değerindeki ani düşüşleri öngörebilecek modeller kümesidir. (Yazının geri kalan kısmında, Lucas “etkin piyasa hipotezi”ni ve Bernanke gibi iktisatçıları övüyor.)
c. Gerçek Gelir Dalgalanmaları
Gerçek gelir dalgalanmaları yaklaşımının, özellikle başlangıç aşamalarında önerdiği, bu dalgalanmaların teknolojik şoklarla yaratıldığı ve tümüyle rekabetçi bir model ile açıklanabildiği görüşüydü. Oysa, Yeni Keynescilere göre bu dalgalanmalarda temel rolü piyasa aksaklıkları oynardı (Blanchard, 2000: 1405).
M.Woodford’a (1999: 24, 25, 28) göre ise bu yaklaşımın şu önermeleri belirtilebilir: i) Gelir dalgalanmalarının varlığı piyasa mekanizmasında herhangi bir yanlışın bulunduğunu göstermez. ii) Bu dalgalanmalar, esasında, zaman içinde ortaya çıkan üretim fırsatlarındaki dışsal değişmelere, (piyasanın) etkin bir yanıtı niteliğindedir. iii) Bu dalgalanmalarda isteminkinin yanında sunumun da etkisi önemlidir. Ekonomide var olabilecek, potansiyel güç ile kullanılan güç arasındaki fark bu konularda belirleyici değildir. iv) Parasalcı görüşten farklı olarak, bu yaklaşımda parasal etkenlerin katkısı baskın değildir; gerçek (reel) değişkenlerin de katkısı vardır.
Doğal olarak, bu yaklaşımdaki görüşler arasında da farklılıklar vardır. (Bu konularda özet bir değerlendirme için (Bulutay, 1995b: 30, 31)e bakılabilir.) Ben aşağıda, bu alanlarda önemli çalışmalar yapmış olan E.C.Prescott’un (2006) Nobel konuşmasına dayanarak özet açıklamalarda bulunacağım.
E.C.Prescott konuşmasına (2006: 1-3), bu açıklamalarıyla genil ekonomide bir devrimi, yöntemde bir dönüşümü anlatacağını belirterek başlıyor. Prescott, “F.Kydland ile birlikte gelir dalgalanması konusunda geliştirdiğimiz yöntem, yalnızca bu konuda değil, iktisadın her alanında, öğrenme olanaklarını geliştirmek için kullanılmaktadır” görüşüyle devam ediyor. “Dönüşüm öncesinde genil ekonomik modeller denklem sistemleriydi. Bu sistemler politikaların, önceden belirlenmiş değişkenlerin ve olasılıklı şokların değer ve sayılarına göre gelirleri belirliyordu.”
“Dönüşüm sonrasındaki model devingendir, ve genel denge kuramının ençoklaştırıcı ve denge sağlayıcı özelliklerini içermektedir. Bu çerçevede, tercihler insanların seçim kümelerinden seçtiklerini betimler, teknoloji ise girdilerle ne üretilebileceğini belirler. Tercihler de teknoloji de politikalar karşısında değişmez yapıdadır. Kuramın verileri bu tercihler ve teknolojilerdir, denklem sistemleri yaklaşımında olduğu gibi denklemler değildir.”
Bu dönüşüm sonrası yaklaşımda iktisat politikalarında sabit kurallar, vergiler önemli bir yer tutar. Yaklaşımın “zaman tutarsızlığı” adı verilen bir özelliği de vardır. Bu çalışmaların bir sonucu “devingen olasılıklı genel denge” modelleri olmuştur. Şimdi bunları kısaca görmeye geçiyorum.
5. Sentezler ve Devingen Olasılıklı Genel Denge Yaklaşımı
Batı iktisat düşüncesinde elbette solcu, Marxcı kuramlar da vardır. Bunların dışında kalan, 20. yüzyıldaki, özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki kuramsal gelişmelerde ülkelerin katkı ağırlıkları değişmiştir. İki dünya savaşı arasında kalan dönemde ise Avusturya kökenli iktisatçıların ve özellikle de Keynes ve çevresindeki Cambridge iktisatçılarının katkısı belirleyici olmuştur.
Bilindiği gibi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı iktisadi düşüncesinde, bununla birlikte Keynes ekonomisinde ağırlık, ekonomik güç kayışını izleyerek A.B.D.de yoğunlaşmıştır. Bu kayış, Keynes kuramının yorumlanış ve değerlendirilişinde önemli bir farklılık yaratmıştır. Kuramın devrimci, enazından yenilikçi özellikleri törpülenmiş; evrimci, uzlaşmacı olan, ya da öyle sanılan yanları öne çıkarılmıştır.
Esasında, uzlaşma genel bilim ve düşünce yaşamının temel bir eğilimidir. Buna göre, farklı, yeni, ilk anda çok çarpıcı görünen görüşler bir devrim ve yoğun tartışma ortamı yaratır; sonra, tartışılan görüşler arasında bir uzlaşmaya gidilir. Aynı eğilimin diğer bir parçası da, (Davis, 2008)de belirtildiği gibi, düşüncelere, bu arada iktisat çözümlemelerine bir süre tek bir anlayışın, sonra çeşitli, birbirleriyle savaşan yaklaşımların egemen olmasıdır. Bu yaklaşımlar adeta nöbetleşe yer değiştirir.
Bu ilkelere uygun olarak, genil ekonomi alanında İkinci Dünya Savaşı sonrasında A.B.D.de sentezler oluşmuştur. Bunlardan ilki P.A.Samuelson’un ünlü ders kitabında (1955 tarihinde, 3. baskı) şöyle ifade edilmiştir: İktisatçılar daha eski iktisat yaklaşımlarında ve gelir belirlenmesi konusundaki yeni çağdaş kuramlarda değerli bulduklarını biraraya getirmeye, bir senteze ulaşmaya çalışmışlardır. Bu çalışmaların sonucunda erişilen kurama neo-klasik iktisat denebilir. Genel hatlarıyla bu anlayış iktisatçıların yüzde 90’ı tarafından kabul görmüştür. Yalnızca her ikisi de yüzde 5’lik aşırı solcu ve aşırı sağcı iktisatçı bu eğilimin dışında kalmıştır (Blanchard, 2008: 8). Bilindiği gibi, daha sonraları da IS-LM sentezi yaşanmıştır.
Genel eğilim olarak alındığında, A.B.D.de 1950 ve 1960’larda, uzlaşmacı niteliğiyle de olsa, Keynescilik anlayışı hakimdi. Yukarıda özetlemeye çalıştığım sağcı görüşlerden son ikisi 1970’ler ve sonrasında ileri sürülmüş, genil ekonomi alanında büyük gürültüler, tartışmalar yaratmıştı. Ama son zamanlarda, enazından yaşanmakta olan bunalım öncesinde, Devingen Olasılıklı Genel Denge tezine ulaşılmıştır. (Bu konuda (Bulutay, 2009b: 35)e bakılabilir.)
Devingen Olasılıklı Genel Denge’yi özetlemeye geçmeden önce, bu sentezin görme gücü (vizyon) ve yöntem konularında yoğunlaştığını belirtmekte yarar vardır. Dolayısıyla, yaklaşımda büyüme konusu pek ele alınmamaktadır. Oysa, büyüme alanında, önceki çalışmalarımda (örneğin, Bulutay, 1995a) incelediğim önemli gelişmeler yaşanmıştır.
Bu noktaları vurgulayan O.J.Blanchard (2008: 3, 4, 6, 15) şunlara da yer veriyor: Devingen Olasılıklı Genel Denge sentezinde görme gücünde (vizyon) yakınsama olduğu görüşü tartışmaya açık olsa da, yöntemde yaklaşma olduğu tartışma götürmez. Sentezde Yeni-Klasik iktisatçıların temel araçları egemen oldu. Yeni-Keynescilerce vurgulanan olaylar aksaklıkların temel modele girmesini sağladı.
Yine O.J.Blanchard’a (2008: 24, 25, 27) göre, Devingen Olasılıklı Genel Denge modelleri biril temellerden elde edilir. Bu temeller şunlardır: Tüketici-işçilerin yarar ençoklaştırması, firmaların değer ençoklaştırması, rasyonel beklentiler11, iktisat yazınında tartışılmış tüm aksaklıkların (imperfections) belirlenmesi. Aynı modelde Bayesci yöntemler kullanılır.
Böylece, model genel denge, ençoklaştırma, piyasaların dengeye ulaşması ilkelerine dayanır. Sonra aksaklıklar modele sokulur, bunların genel denge sonuçları incelenir. Daha sonra modelin başarısını gösteren, çaplandırma (calibration) denilen yönteme dayanan bir sayısal simülasyon uygulanır. İşlemler gönenç değerlendirmesi ile son bulur.
R.M.Solow da (2008: 243, 244, 245) Devingen Olasılıklı Genel Denge modelleri için benzer değerlendirmeler yapıyor, modellerin şu ek temel niteliklerini vurguluyor: i) Kurumsal ve teknolojik ortam fiyatların evrensel ölçülerde veri olarak alınmasını destekler niteliktedir. ii) Ekonominin sanayi kısmı bu temsili tüketici-işçi-sahiplerin (owners) arzularını gerçekleştirecek biçimde çalışır. iii) Bu yaklaşımda, aslında normatif nitelikte olan Ramsey modeli, günlük davranışları betimleyen bir pozitif bilim niteliğine dönüştürülmüştür. iv) Model kısa, orta, uzun süreye uygulanabilir. v) Model serbest piyasacı anlayışı benimser. Bu benimseyiş politikada 1970’lerde başlayan sağa dönüşe de güzel biçimde uymaktadır.
Önemli olarak, modele, kurama bazı gerçek aksaklık ve sapmaların (friksiyon) eklenmesi, ekonominin tek, tutarlı, ileriyi gören bir zekanın arzularına göre işlediği görüşünü (Devingen Olasılıklı Genel Denge’nin temel görüşünü) daha anlaşılır ve anlamlı kılamaz. Çünkü bu eklemelere rağmen model, gerçek yaşamda bulunmayan düzenli bir hedefi empoze eder. İktisatta daima çok öz nitelikte şöyle bir yol şeridi yaklaşımı var olmuştur: Bu yaklaşımda yalnızca açgözlülük, rasyonellik ve denge kavramlarıyla, eğer’ler, ve’ler, fakat’lar olmadan, herşeyin kesin biçimde ortaya çıkacağı isteği egemendir. Birçoğumuz bu çekiciliğe kapıldık. Devingen Olasılıklı Genel Denge kuramının yaptığı da bu çekiciliğe kapılmaktan ibarettir (Solow, 2008: 244, 245).
R.M.Solow’un bu kısa yorum yazısında Devingen Olasılıklı Genel Denge modelleri ile ilgili söylediği aşağıdaki üç nokta hakkındaki görüşlerini kısaca değerlendireceğim: i) Devingen Olasılıklı Genel Denge’de egemen olan temsili piyasa oyuncusu (ajan) anlayışı, ii) genil ekonominin biril temellere dayandırılması, iii) çaplandırma görgül yöntemi. Ama bunlara geçmeden önce Solow’un görüşlerini benimsediğimi belirtmek, sonra da Solow’un yorumuna konu olan yazının Devingen Olasılıklı Genel Denge anlayışını özetlemek istiyorum.
V.V.Chari ile P.J.Kehoe’ye (2006: 3, 4) göre, akademik genil ekonomide üç anahtar gelişme genil ekonomik politika çözümlemesini belirlemiştir. Bunlardan ilk ikisi yukarıda özetlediğim Lucas eleştirisi ve Kydland ve Prescott’un değindiğim zaman tutarsızlığı eleştirisi’dir. Üçüncüsü ise yine Kydland ve Prescott’un görüşlerini izleyen Devingen Olasılıklı Genel Denge modellerinin geliştirilmesidir.
Devingen Olasılıklı Genel Denge modelleri zaman içinde gelişmiş; finansal piyasalara ait aksaklıkları, fiyat katılıklarını, diğer parasal taraflılıkları, aksak rekabeti, eksik piyasaları ve diğer sürtüşmeleri inceler hale gelmişlerdir. Bu modeller en iyi parasal ve mali politikaların içermesi gereken dört güçlü özelliği ortaya çıkarmıştır: i) Parasal politika nominal faiz ve enflasyon oranlarını düşük tutacak şekilde yönetilmelidir, ii) işgücü ve tüketim üzerindeki vergiler zaman içinde kabaca sabit tutulmalıdır, iii) sermaye geliri vergileri kabaca sıfır olmalıdır, iv) borç getirileri ve varlıklar üzerindeki vergiler, ters yönde şoklara karşı güvence sağlamak için dalgalanmalıdır.
Eskiden beri söylendiği (örneğin, Kirman, 1992), benim de çeşitli yerlerde vurguladığım gibi, temsili ajan esasına dayanan bir model anlamlı sayılamaz. Böyle bir temel üzerine kurulan; iktisadın vazgeçilemez niteliğini oluşturan değişimi, insanların ve insan gereksinimlerinin çeşitliliğini dışlayan bir model (Devingen Olasılıklı Genel Denge modeli), sonradan yapılacak ayrıntılarla zenginleştirilse bile, gerçekleri yansıtan bir niteliğe kavuşturulamaz.12
İyi anlamışsam, (Solow, 2008: 243, 244)te savunulan görüş budur. Ben de bu görüşe katılıyorum. Solow’un aynı yerde söylediği gibi, “… bir çağdaş ekonomide tüketiciler, işçiler, emekliler, sahipler, yöneticiler, yatırımcılar, girişimciler, bankacılar ve başkaları; bunların farklı ve bazen birbirleriyle çelişen arzuları, farklı enformasyonları, beklentileri, kapasiteleri, inançları ve davranış kuralları vardır.” Bunlar piyasalarda, yaşamın diğer alanlarında ilişki içindedirler; bu ilişkiler farklı mekanizmalar içinde yürütülür. Bu öge ve farklılıkları gözardı etmeyi yalnızca soyutlama gereği saymanın anlamı yoktur. Yapılan, yalnızca sahip olunan önyargılara uygun düşmeyen anahtar olguların keyfi olarak yasaklanması anlamına gelir.
Devingen Olasılıklı Genel Denge modeline aynı yönde bir eleştiri (Colander et al., 2008: 236)da yöneltiliyor. Bunda iki nokta vurgulanıyor: Piyasa oyuncuları arasındaki karşılıklı ilişki ve eşgüdüm sorunlarını dışlayan bir model (Devingen Olasılıklı Genel Denge modeli) genil ekonomik olayları nasıl aydınlatabilir? Çünkü bu olayların temeli bu ilişkilerdir. Genil ekonomi gibi karmaşık sistemlerde temsili piyasa oyuncusu anlamsız bir kavramdır; toplu hareketler bireylerin davranışlarından çıkarsanamaz.
Son nokta iki önemli teoremle ortaya çıkan bir sonuçtur. Bu teoremler Arrow olanaksızlık teoremi ve Sonnenschein-Mantel-Debreu teoremidir. Kabaca ifade edilmesinde sakınca yoksa, son teoreme göre toplu hareketlerin altı geniş ölçüde boştur. Bu alan biril ekonomik ilkeler (bu arada “temsili piyasa oyuncusu” ilkesi) dışında kalan birçok ilişki tarafından da doldurulabilir. A.P.Kirman’ın (1992: 121-123) açıkladığı gibi, konu dengenin tekliği ve istikrarıyla da ilgilidir.
V.V.Chari ve P.J.Kehoe (2008: 247) bu noktada, daha doğrusu biril temel konusunda şu yorumu yapıyorlar: Sonnenschein-Mantel-Debreu teoreminin gösterdiği şudur: “Elimizde yalnızca toplu veriler bulunduğunda, kuram toplu verileri modelleme biçimi üzerine çok az sınırlama, disiplin getirir. Ama bu teoreme rağmen disiplin başka yerde mevcuttur. Bireysel hanehalklarının ve firmaların davranışını gösteren biril ekonomik verilere sahipsek, bunları içeren kuram toplu verilerin davranışı üzerine bir disiplin koyar.”
Son paragraflardaki açıklamalarla, yukarıda belirttiğim ikinci konuya, “genil ekonominin biril temellere dayandırılması” konusuna geçmiş bulunuyorum. Bu konu “ardışık (yinelgen, recursive) ekonomi” kitaplarında ele alınmaktadır. Örneğin, L.Ljungqvist ve T.J.Sargent (2004: xxvi) bu niteliği şu sözlerle ifade etmektedirler: Bu kitap genil ekonominin biril temelleri hakkındadır.
Aynı kitaba ve sayfaya göre, biril temellere inme çabasının iki gerekçesi vardır: i) Estetik ve görgül-öncesi (preempirical) gerekçe: Biril temellere sahip modeller, yapılışları nedeniyle, tutarlı bağlantılar niteliği taşımakta (coherent) ve açık olmaktadır. Ayrıca, bu modeller piyasa oyuncularının amaçlarının betimlenmesini de içermektedir. Bu betimlemeler bize izlenen politikaları gönenç açısından çözümleme olanağını vermektedir.
ii) Bu gerekçe R.E.Lucas tarafından ileri sürülmüştür. Lucas bu görüşünde Kydland ve Prescott’un çaplandırma (calibration) yöntemini desteklemektedir. Ona göre, bu yöntem biril araştırmalardan parametre değerlerini ödünç alıp kullanarak genil modellerin veri kaynaklarını zenginleştirmektedir.13
Bu açıklamalar ele alacağım üçüncü noktayı oluşturmaktadır. Tabii, çaplandırma yöntemi eleştirilmektedir. (Bu konuda (Hansen, Heckman, 1996)ya bakınız.) R.M.Solow (2008: 245) bu yöntemin yeni ilginç olanakların yolunu kapayabileceğini söylüyor. Diğer bazıları biril çalışmalarda esas alınan ilişkilerin niteliğinin, genil modeller içinde kullanılan ilişkilerden farklı olabileceğini; dolayısıyla, karışıklıklar, belirsizlikler, tutarsızlıklar yaratabileceğini söylüyor.
Buraya kadar Devingen Olasılıklı Genel Denge modellerini özetledim. Tabii, Batı dünyası iktisadında bunlar dışında kalan görüşler de vardır. Bunların, özellikle (Colander, 2006)da yer alan bir kısmına Yıldız Üniversitesi ve Mülkiye Web sitelerine koyacağım metinde yer vereceğim. Bu metinde nöro ekonomi, enformasyon ekonomisi, karmaşıklık kuramı hakkında özetler de bulunacaktır.
Yazımı tamamlamadan, iktisat alanında bütün bunların ötesinde kalan önemli gelişmelerin yaşandığına da dikkat çekmek istiyorum. Bunlar arasında bence daha önemli olanları şunlardır: Evrimci, davranışçı ve deneyci ekonomiler, yeni kurumsal ekonomi, nöro ekonomi, piyasa oyuncularına (ajanlara) dayalı ekonomi, karmaşıklık kuramı. Uzunca süredir bu konular üzerinde çalışıyor, ilgili bazı açıklamalar veriyorum. Bu konularda kapsamlı bir kitabı hazırlıyorum. Bence, bunlar iktisat kuramının geleceğinde çok daha önemli roller oynayacaktır.
Tuncer Bulutay
3 Şubat 2010
Ankara
NOTLAR
(1) M.Allais’ye (1997: 7) göre, çağdaş genel ekonomik denge kuramları üretim alanlarının genel içbükey (convex) olduğu (artan getirinin bulunmadığı) hipotezine dayanır. Bu hipotez ise bütün görgül verilerce yanlışlanmıştır ve saçma sonuçlara yöneltir. Aynı durum aşağıdaki, verilerle uyuşmayan varsayımlara (postülalara) dayanan yeni-Bernoulli’ci “beklenen yarar kuramları” için de sözkonusudur. (“Beklenen yarar kuramı”nı eleştiren, bu alanlardaki farklı görüşleri açıklayıp değerlendiren, bu arada M.Allais’nin alana özgün katkısına dikkat çeken güzel bir yazı olarak (Sugden, 1987: 1, 5, 22)ye de bakılabilir.)
(2) Bazı iktisatçılar bu görüşe karşıdır. Örneğin, Nobel ödüllü M.Allais (1997: 7) şöyle yazmaktadır: Zaman içinde şu iki yönlü kanaate vardım: i) İnsan psikolojisi her yer ve zamanda köklü bir biçimde aynıdır, ii) bugünlerimiz geçmiş tarafından değişmez yasalarla belirlenir. Bence (Allais’ce) toplumsal bilimlerde, fizik bilimlerde olduğu gibi, şu araştırma yolu izlenmelidir: Zaman ve mekan içinde değişmez ilişki ve miktarlara ulaşmak. (Yazarın benzer görüşleri için (Allais, 1992: 32)ye de bakılabilir.)
(3) Kişilerin kendileriyle benzer, eşit durumda gördüklerinden etkilendikleri bilinmektedir. Bu etki çocuklarda, gençlerde ve yoksul kesimlerde daha yoğun yaşanabilmektedir. Örneğin, komşuluk düzeyindeki toplumsal karşılıklı etkileşimlerin çocukların okula devam etme kararlarını etkileyebildiği açıktır.
Son günlerde okuduğum bir yazıda (Bobonis, Finan, 2009), OECD ülkeleri içinde Türkiye ile yakın benzerlikler gösteren Meksika’da, lise düzeyinde okula devam oranının düşüklüğü ele alınmakta, sözkonusu etki incelenmektedir. Bu etkinin, iktisadi kuramsal çalışmalarda ele alınan, i) benzerlerle özdeşleşme, ii) onlara uyma, iii) benzer davranışların dışsallıklar yaratması yollarıyla gerçekleşebildiği belirtiliyor. Yazı sözkonusu olumlu etkiyi doğrulayan bir bulguya ulaşıyor: Çocuğun referans grubu olarak seçtiği eşitler kütlesinde okula devam oranında yüzde 10’luk bir artış, çocuğun okula devam etme olasılığında yaklaşık yüzde 5 civarında bir artışa neden olmaktadır.
(4) Bu tür farklılıklara bir örnek olarak ücretler ile işlendirme (istihdam) arasındaki ilişki gösterilebilir. Bu ilişki beklentilere ters de olabilir. Bu görüşü destekleyen bir bulgu (Herr, 2009: 949, 964)te yer almaktadır.
Bu bulguya göre, nominal ücret hareketleri 1990’lı yılların başlarından beri A.B.D. ve İngiltere’de olumlu bir artış eğilimi içinde olduğu halde, Almanya ve özellikle Japonya’da azalma yönünde olmuştur. Oysa, Japonya ve Almanya’da çok daha güçlü işçi sendikaları (ve işveren sendikaları) vardır.
Öte yandan, satınalma gücü paritesine göre, 2008 yılında “brüt giydirilmiş ücretler” Almanya ve İngiltere’de “kişi başına GSYH”dan daha yüksek olduğu halde, A.B.D.de bu ilişki tersine dönmektedir. Türkiye’de de durum Almanya ve İngiltere’deki gibidir (TİSK, 2009: 8 (Tablo)).
(5) Yanılmıyorsam, Pascal’ın “doğa insan beyniyle düşünür” niteliğinde bir sözü vardır. Bunu toplumsal bilimlere, kültürlere uzatırsak, “toplumsal olgular kişilerin beyniyle düşünür” diyebiliriz.
(6) M.J.Gelb (2009 (1998): 3-5) IQ konusunda şunları yazıyor: “Nature” dergisinde yayınlanmış, IQ ile ilgili 200’den fazla incelemeden Bernard Devlin aşağıdaki sonuçlara ulaşıyor: Genler IQ’nun yüzde 48’den fazlasını açıklamıyor. Geri kalan yüzde 52 pay ebeveyn ilgi ve ihtimamının, çevrenin, eğitimin katkısıdır.
Aynı yerde şu olgular da aktarılıyor: IQ testleriyle ölçülen sözel ve matematiksel akıl yürütme becerilerinin zekanın ayrılmaz parçası olduğu görüşü yanlıştır. Howard Gardner yedi tür zeka ayırmıştır. Bunlar, i) mantıksal, matematiksel, ii) sözel, dile ait, iii) mekansal, mekanik, iv) müziğe ait, v) vücutla ilgili (Muhammed Ali’deki gibi), vi) kişiler arası, toplumsal, vii) kişinin içsel yapısıyla ilgili (bireyin kendi hakkındaki değerlendirme yetisi) zeka türleridir.
Beynimiz bildiğimizden daha güçlüdür (s. 4, 5), saniyede yedi olay öğrenebilir güçtedir; uygun biçimde kullanıldığında yaşla birlikte daha da gelişir (s. 5). İnsan beyninin yeteneği hakkında bildiklerimizin yüzde 95’i son yirmi yılda öğrenilmiştir (s. 3).
Geçmişte ya da bugün hiçbir erkek ya da kadın, beyninin kapasitelerini tam olarak kullanamamıştır. Deha ve büyüklük ölçütleri şunlardır: i) Özgünlük, ii) çok-yönlülük, beceriklilik, iii) alana egemenlik, iv) vizyonun evrenselliği, v) güç ve enerji. Aynı yazara göre bugüne dek yaşamış en büyük insan Leonardo da Vinci’dir (s. 7).
(7) Aynı yazıya göre, sözkonusu araştırmalarda yeni bir hipotez de ileri sürülüyor. Buna göre, A.B.D.deki yüksek düzeyli işlendirme, bu ülkede geleneksel hanehalkı üretimlerinin piyasalara kayışı olgusunun çok daha yoğun biçimde yaşanmasının sonucudur. Bu olgunun altında da, A.B.D.de işgücü üzerindeki vergilerin görece düşük bulunması ve işgücü piyasası esnekliğinin daha yüksek olması etkenlerinin katkıları da bulunabilir.
Bilindiği gibi, Türkiye’de uzun süreden beri iç göç hareketleriyle böyle bir kayış yaşanmaktadır. Ama bu hareketleri yaratan temel güç kentlerin çekmesidir. İç göçle kentlere gelenlerin büyük kısmının çalıştığı azörgütlü (enformel) ve geniş ölçüde kayıt-dışı işgücü piyasasında yüksek işgücü vergilerinden, katı işgücü piyasalarından bahsetmek ise zordur.
(8) 1960’lı yılların başlarında ekonometri üzerindeki çalışmalarımda en çok başvurduğum yazarlardan biri de T.Haavelmo idi. Haavelmo(1989) Nobel konuşmasında, 1940’lı yıllarda Chicago Üniversitesi’ndeki Cowles komisyonunda ekonometrik yöntemleri araştırırken iki grup sorunla karşılaştıklarını söylüyor.
Bu sorunlardan ilki başarılı iktisat kuramlarından kaynaklanıyordu. Burada şaşırtıcı olay şuydu: Bir iktisat kuramı, bir ekonomik ilişki iyiyse ve gerçeği yansıtıyorsa, bu kuramı, sözkonusu ilişkinin bir parçası olduğu ekonomiye ait verileri kullanarak miktarlaştırma olanağı bulunmayabilir. Bu ekonometrinin ünlü “belirleme sorunu”dur. İkinci grup sorun ise olaylarla karşılaştırılabilecek ekonomik ilişkileri ölçme yöntemini bulma çabaları etrafında gelişirdi.
(9) Son üç paragraftaki görüşler için (Snowdon, Vane, 1995: 11, 12)ye bakılabilir. Burada ek koşullar da kaydediliyor. Bunlar arasında şu varsayım da yer alıyor: İşçilerin işgücü, şirketlerin ürün sunumu göreli fiyatlara dayanır.
(10) T.J.Sargent yeni, ilginç bir yazısında (2008: 5, 26), rasyonel beklentiler denge kavramının bütün öznel dağılımları nesnel bir dağılımla eşitlediğini söylüyor. İçsel değişkenlerin öznel dağılımlarını bir modelin denge dağılımına eşitlemekle, rasyonel beklentiler hipotezi piyasa oyuncularının inançlarını kuramın ek bir parçası olmaktan çıkarıyor ve güçlü kuramsal sonuçlara yol açıyor. C.A.Sims’in 1980’de dediği gibi, rasyonel beklentiler dengesini birtarafa atmak ve terketmek, insanı yabani bir dünyaya iter; bu dünyada nesnel ve öznel dağılımlar arasında uyuşmazlıklar, aykırılıklar yaratan şaşırtıcı sayıda çeşitlilik ve farklılıklar vardır. Yanlış olmanın sonsuz sayıda, doğru olmanın ise tek bir yolu vardır.
(11) M.Woodford (2009: 271, 272) için de bu modellerde beklentiler önemlidir, ama akılcı beklentilerin söylediği anlamda değil. R.M.Solow’a (2008: 243) göre, Devingen Olasılıklı Genel Denge’de piyasa oyuncuları ya rasyonel beklentilere ya da mükemmel öngörüye sahiptirler.
(12) Bu görüşlere karşı olarak (Chari, Kehoe, 2008: 248)de şunlar savunuluyor: “Çağdaş genil iktisatçılar genellikle tek bir piyasa oyuncusu (ajan) olan bir modelle başlarlar, sonra modeli, incelenmekte olan soruna yanıt için gerekli ayrıntılarla zenginleştirirler. Solow işe sekiz piyasa oyuncusu türü içeren bir modelle başlamayı, küçük bir modele ulaşabilmek için gerekli görülmeyen ayrıntıları sonra ayıklamayı tercih ediyor. Herhangi bir özel sorunu yanıtlayabilmek için, bizim tek bir piyasa oyuncusu ile başlamamız ve bunu sonra üç türe yükseltmemiz, onun (Solow’un) ise sekiz türle başlayıp, sonra ajanları üç türe düşürmesi pek farkeder mi?” Bence, sanıyorum Solow’ca da, bu sorunun yanıtı, “çok fark eder, olayı tümüyle değiştirir” şeklindedir.
(13) R.E.Lucas’ın “ardışık ekonomi” üzerinde, N.L.Stokey ile birlikte yazdıkları bir kitabı (Stokey, Lucas, 1989 (1993)) vardır.
KAYNAKÇA
ALLAIS, M. (1992): The Passion for Research, in, M.SZENBERG (Ed.), Eminent Economists, Their Life Philosophies, Cambridge University Press, 1992, pp. 17-41.
ALLAIS, M. (1997): An Outline of My Main Contributions to Economic Science, The American Economic Review, December 1997, pp. 3-12.
BLANCHARD, O. (2000): What Do We Know About Macroeconomics that Fisher and Wicksell Did Not?, The Quarterly Journal of Economics, November 2000, pp. 1375-1409.
BLANCHARD, O. J. (2008): The State of Macro, NBER Working Paper, 14259, August 2008.
BOBONIS, G. J., FINAN, F. (2009): Neighborhood Peer Effects in Secondary School Enrollment Decisions, The Review of Economics and Statistics, November 2009, pp.695-716.
BULUTAY, T. (1987a): Yetenek, Zeka, IQ Testleri, I, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Ekim 1987, s. 89…
BULUTAY, T. (1987b): Yetenek, Zeka, IQ Testleri, II, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Aralık 1987, s. 90…
BULUTAY, T. (1995a): Yeni Büyüme Kuramları ve Büyüme, Kalkınma Konusunda Diğer Bazı Yaklaşımlar, DPT Yayını, Ocak 1995.
BULUTAY, T. (1995b): Employment, Unemployment and Wages in Turkey, International Labour Organisation, 1995.
BULUTAY, T. (2001a): İktisat Kuramında Son Dönemdeki Temel Gelişmeler, Rekabet Kurumu, Perşembe Konferansları, 12, Ocak 2001, s. 33-53.
BULUTAY, T. (2001b): Kuramsal Gelişmeler Işığında Türkiye’nin Kalkınma Deneyimi, Rekabet Kurumu, Perşembe Konferansları, 13, Şubat/Mart 2001, s. 27-50.
BULUTAY, T. (2003): Bilim ve İktisat, İktisat, İşletme ve Finans, Ekim 2003, Sayı 211, s. 5-49.
BULUTAY, T. (2007): Keynes, Genel Teoriden 70 Yıl Sonra, Mülkiye, Güz 2007, s. 69-77.
BULUTAY, T. (2008): Sunuş, S.AREN, İstihdam, Para ve İktisadi Politika, 13. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara, içinde, s. 13-26.
BULUTAY, T. (2009a): Kriz ve Kriz Sonrası Ekonomi ve Finansta Olası Gelişmeler, Mülkiye, Yaz 2009, s. 27-60.
BULUTAY, T. (2009b): Tuncer Bulutay ile Söyleşi, 150. Yılında Mülkiye, Kış 2009, s. 33-47.
CHARI, V. V., KEHOE, P. J. (2006): Modern Macroeconomics in Practice: How Theory Is Shaping Policy, The Journal of Economic Perspectives, Fall 2006, pp. 3-28.
CHARI, V. V., KEHOE, P. J. (2008): Comments, Response from V.V.Chari and P.J.Kehoe, The Journal of Economic Perspectives, Winter 2008, pp. 247-249.
COLANDER, D. (Ed.) (2006): Post Walrasian Macroeconomics, Beyond the Dynamic Stochastic General Equilibrium Model, Cambridge University Press, 2006.
COLANDER, D., HOWITT, P., KIRMAN, A., LEIJONHUFVUD, A., MEHRLING, P. (2008): Beyond DSGE Models: Toward an Empirically Based Macroeconomics, The American Economic Review, Papers and Proceedings, May 2008, pp. 236-240.
DAVIS, J. B. (2008): The Turn in Recent Economics and Return of Orthodoxy, Cambridge Journal of Economics, 2008, 32, pp. 349-366.
DHONT, T., HEYLEN, F. (2009): Employment and Growth in Europe and the US – The Role of Fiscal Policy Composition, Oxford Economic Papers, July 2009, pp. 538-565.
GELB, M. J. (2009 (1998)):Think Like Da Vinci, 7 Easy Steps to Boosting Your Everyday Genius, Delacorte Press, 1998, 2009 Edition.
HAAVELMO, T. (1989): Econometrics and the Welfare State, The American Economic Review, December 1997, pp. 13-15.
HANSEN, L. P., HECKMAN, J. (1996): The Empirical Foundations of Calibration, The Journal of Economic Perspectives, Winter 1996, pp. 87-104.
HERR, H. (2009): The Labour Market in a Keynesian Economic Regime: Theoretical Debate and Empirical Findings, Cambridge Journal of Economics, December 2009: 949-965.
KAHNEMAN, D., KRUEGER, A. B. (2006): Developments in the Measurement of Subjective Well-Being, The Journal of Economic Perspectives, Winter 2006, pp. 3-24.
KIRMAN, A. P. (1992): Whom or What Does the Representative Individual Represent?, The Journal of Economic Perspectives, Spring 1992, pp. 117-136.
LEIJONHUFVUD, A. (2009): Out of the Corridor: Keynes and the Crisis, Cambridge Journal of Economics, 2009, 33, pp. 741-757.
LJUNGQVIST, L., SARGENT, T. J. (2004): Recursive Macroeconomic Theory, Second Edition, The MIT Press, Cambridge, Massachusetts, 2004.
LUCAS, R. E. Jr. (1996): Nobel Lecture: Monetary Neutrality, Journal of Political Economy, 1996, Vol. 104, No. 4, pp. 661-682.
LUCAS, R. E. Jr., SARGENT, T. J. (1979): After Keynesian Macroeconomics, Federal Reserve Bank of Minneapolis Quarterly Review, Spring 1979.
PRESCOTT, E. C. (2006): Nobel Lecture: The Transformation of Macroeconomic Policy and Research, Journal of Political Economy, April 2006, internet.
SARGENT, T. J. (?): Rational Expectations, in, The Concise Encyclopedia of Economics and Liberty.
SARGENT, T. J. (1993): Rational Expectations, in, D.R.HENDERSON (Ed.), The Fortune Encyclopedia of Economics, Warner Books, A Time Warner Company, 1993, pp. 155-160.
SARGENT, T. J. (2008): Evolution and Intelligent Design, The American Economic Review, March 2008, pp. 5-37.
SEN, A. (2004 (1999)): Özgürlükle Kalkınma, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2004.
SNOWDON, B., VANE, H. R. (1995): Macroeconomics Reader, Routledge, New York, 1995.
SOLOW, R. M. (2008): Comments, The State of Macroeconomics, The Journal of Economic Perspectives, Winter 2008, pp. 243-246.
STOKEY, N. L., LUCAS, R. E. Jr., with E.C.PRESCOTT (1989 (1993)): Recursive Methods in Economic Dynamics, Harvard University Press, Cambridge University Press, Massachusetts, 1993.
SUGDEN, R. (1987): New Developments in the Theory of Choice under Uncertainty, in, J.D.HEY, P.J.LAMBERT (Ed.), Surveys in the Economics of Uncertainty, Basil Blackwell, 1987, pp. 1-24.
THE NATIONAL ACADEMICS PRESS (2009): Mathematical Learning in Early Childhood: Paths Toward Excellence and Equity, İnternet.
TİSK (2009): 2008 Çalışma İstatistikleri ve İşgücü Maliyeti, TİSK Araştırma Servisi’nin değerlendirmesi.
WADE HANDS, D. (2001): Reflections Without Rules, Economic Methodology and Contemporary Science Theory, Cambridge University Press, 2001.
WOODFORD, M. (1999): Revolution and Evolution in Twentieth-Century Macroeconomics, Homepage, June 1999, internet.
WOODFORD, M. (2009): Convergence in Macroeconomics: Elements of the New Synthesis, American Economic Journal: Macroeconomics 2009, 1:1, pp. 267-279.
|