Orhan Müstecaplı’nın Ardından
Telefonum çaldığında gene yanlış bir numaradır diye düşünerek açtım. Değildi. Oral Çalışlar’dı. Orhan Mütecaplı’nın, bir bakım evinde öldüğünü ve bir kimsesizler mezarlığına gömülmek üzere olduğunu, şimdilik en azından bunun engellendiğini söyledi. Sonra hakkında bir yazı yazmak için bilgi istedi. Fazla bir bilgim de yoktu. Esat Adil’in yeğeni olduğunu, eskiden serigrafçılık yaptığını ve ressam olduğunu; Türkiye Sosyalist Partisi geleneğinden sayılabileceğini falan söyledim. Aslında fazla bir şey de bilmiyordum. Sonra belki daha fazla bilgi edinebileceği bir iki isim verdim. Hepsi o kadar.
Sona uzun uzun düşündüm bunun üzerine. Niye beni aramıştı ki Oral? Niçin kafasında benim onun hakkında bileceğime dair bir imge oluşmuştu ki? Evet, yetmişlerin Dev-Genç çevrelerinde, Müstecaplı’nın “doktorcu” olduğu ve Doktor’un yakın bir arkadaşı olduğu şeklinde yerleşmiş bir kanaat vardı. Eh biz de “doktorcu” veya en azından “eski doktorcu” olarak bilindiğimize göre böyle düşünmesinden daha doğal ne olabilirdi? Belli ki kendisi hakkında pek bir şey bilmememe rağmen, bileceğim yönünde bir kanaat oluşmuştu. Bu kanaat doğru olmasa da bir gerçek olarak vardı. Ve ister istemez bir sorumluluk yüklüyordu sırtıma, onun hakkında bir şeyler söyleyebileceğim düşünülüyordu belli ki.
Sonra düşündüm, kim bilir, kimi ilgilendirir şimdi Orhan Müstecaplı? Belki Oral’ın kadirbilirliği ile Cumhuriyet’in sayfalarında biraz biyografik bilgi, belki bulunabilmişse bir resim. Ne anlatır ki bunlar Orhan Müstacaplı hakkında? Hiç. Kim yazar onan hakkında bir şeyler? Kimse aklıma gelmedi. Belki ben yazmasam kimse yazmayacak.
Eğer Oral telefon etmeseydi, yaşadığını bile bilmediğim, Müstecaplı’nın öldüğünü de bilemeyecektim. O zaman kendimi böyle bir şeyler yazma zorunluluğu ile karşı karşıya bulmayacaktım. Kim yazar Türkiye sosyalistlerinin bu ilginç kişiliği hakkında bir şeyler. İnsanlar, büyük kahramanlar hakkında yazmayı tercih ederler.
Galiba Orhan Müstecaplı’nın ardından bir şeyler yazmam şart. Başkalarının yapmasının daha iyi olacağı bu görevi, muhtemelen kimse üstlenmeyeceği için ve böyle bir iş, yanlış bir imgenin sonucu da olsa, benden beklendiği için, üstlenmek gerekiyor.
*
Kimi insanların hayatında öyle dönemler vardır ki, kendilerini birden bire sahnenin ortasında, bütün projektörler üzerlerine çevrilmiş olarak buluverirler. Sonra yine birden bire ışıklar başka yönlere kayarlar. O kişiler hala yerindedirler aslında, ama artık karanlıktadırlar. Ondan sonra koca bir ömür öyle geçip gider. Ve Orhan Müstecaplı’da olduğu gibi, bir bakım evinde yapayalnız ölmek ve kimsesizler mezarlığına gömülmekle son bulur.
Ve çoğu kez, o kişi açısından, bütün ışıkların kendisine yöneldiği dönem, sonraki bütün hayatın ve gelişmelerin anlamlandığı bir nirengi noktası olur. Acaba Orhan Müstecaplı’da da böyle miydi? Bilmiyorum. Ben onunla sonra, karanlıktayken hiç karşılaşmadım. Onu tanıdığım biricik dönem, sahnenin önünde, ışıkların kendisine yöneldiği dönemdir. Ben onu sadece o birkaç aylık dönemde yakından gördüm ve tanıdım. Anlatacaklarım sadece bu döneme ilişkindir. Ama sanıyorum ki, bu onun hayatının en önemli dönemidir, Türkiye sosyalist hareketinin tarihi açısından.
Söz konusu dönem, 1970’de Hikmet Kıvılcımlı’nın Sosyalist Gazetesinin çıkış hazırlıklarıyla başlar ve gazetenin altıncı veya yedinci sayısında son bulur. Haftada bir sayı çıktığı düşünülürse, üç dört aylık bir dönemdir. Ama öyle bir dönem ki, Türkiye’deki sosyalist harekette sonraki otuz kırk yılın temel eğilimlerinin şekillendiği kristalize olduğu bir dönem.
Yaz başında o muazzam 15-16 Haziran işçi hareketleri olur. Son baharda Sosyalist gazetesi hazırlıkları başlar ve kısa bir süre sonra da gazete çıkar. Bu dönemde, THKO, THKP-C, Mihriciler ve Doktorcular şeklinde Kırmızı Aydınlık’tan dört temel akım çıkar. Bu günkü ÖDP de, Sosyalist Demokrasi Partisi de, EMEP de hepsi aslında hep bu dönemdeki bölünmenin çocuklarıdır.
Ve işte tam bu dönemde, Cağaloğlu’nda bir bodrum katında serigrafçılık yapan bu “eski tüfek” birden bire sahnenin önünde yer almış, bir süre sonra da unutulmuş gitmiştir.
Orhan Müstecaplı, aslında teorik, politik veya kişisel kaliteleri nedeniyle değil, sadece bir gazete çıkarabilmek için gerekli bilgi ve ilişkilere sahip olduğu ve Hikmet Kıvılcımlı’yı yakından tanıdığı için ve Hikmet Kıvılcımlı’nın bir politik yayın çıkarabilmek için onunla iş ve güç birliği yapmaktan başka çaresi olmaması nedeniyle, biraz da rastlantısal olarak, bu girişimin önde görünen kişisi olmuş, politik bir temsilcisi gibi görülmüş, bir tür ikinci adam olarak kavranmıştır. Ama ne siyasi kavrayışı ve yönelişi, ne tecrübesi, ne teorik birikimi yeterli olmadığından, birden bire kendini bulduğu bu konumun altında ezilmiş ve gelişmelerce hızla aşılmıştır. İşte ben onu bu dönemde Sosyalist gazetesinin hazırlık çalışmaları içinde ve politik ilişkiler içinde tanıdım. O nedenle onun biyografisi, insani özellikleri, özel hayatı hakkında fazla bir şey bilmiyorum.
Ama önce o dönemin atmosferini kısaca vermek gerekiyor. O dönemin atmosferini ve Kıvılcımlı’nın bu dönemde ne yaptığını daha iyi göz önüne getirebilmek için, Ergun Aydınoğlu’nun Baudelaire'in Albatrosu adlı yazısından uzunca bir bölüm aktaralım.
( http: //f50. parsimony. net/forum202260/messages/87. htm )
“Sonra 1970 yılı geldi çattı. Ne yıldı o! Dünya, Türkiye, içinde yaşadığımız şehir, fakültelerimiz her yer sarsılıyordu. Ama tabii aslında oralarda o kadar büyük sarsıntılar yoktu. Elbet vardı sarsılan bir şeyler Ama o sarsıntıyı sonsuzcasına artıran başka sarsıntı vardı esas. Kafamız sarsılmıştı fena halde. Kaçıyordu bir şeyler, yakalamak zorundaydık. Ne kaçıyordu? Kimilerine göre "darbe”, kimilerine göre "parti kurma anı", kimilerine göre "devrim". . Bir şeyler kaçıyordu elbet. (Yıllar sonra kendimce bulacaktım o kaçan şeyi. Şu yirminci yüzyıl Türkiye'sinde, bir tarihsel şans kaçıyordu; daha doğrusu kaçmıştı: İşçi sınıfı siyasal hareketinin oluşma şansı! Kaçmıştı ama, hemen o an kavranması imkânsızdır O nedenleydi o kaçırma haleti ruhiyesi. Haklıydık elbet. Hepimiz. Hikmet Kıvılcımlı, Doğan Avcıoğlu, Mihri Belli, Doğu Perinçek, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş. . . Fena sarsılıyorduk. )
İşte o arada kendisi de "sarsılan" Kıvılcımlı, ardı ardına kitaplar yayınlamaya başladı. Bir defa o iş, başlı başına bir büyük "etki" demekti. Biz ne kadar kitaba düşkün bir kuşaktık. Okuma ibadetti bizim için. Daha devrimci olmadan önce, neredeyse hepimizin evinde Milli Eğitim Bakanlığı Klasikler Dizisinden ya da ne bileyim Varlık Yayınlarından yüzlerce kitap vardı. Sonra "devrimci" yayınları eklemiştik bunlara. TİP liderlerinin üstü örtülü kitap düşmanlığı işte bu yüzden tutmamıştı aramızda. Hatta tam ters tepki yapmıştı. Biraz da onun için "eski tüfekler"e dönmüştük büyük bir hevesle. Çünkü onlar, aldığımız o ilk eğitimi devam ettirmek istiyorlardı. Kuran-ı Kerim gibi başlıyorlardı söze: "Oku" diyerek.
İşte bu gençlere yeni kitaplar sunuyordu Kıvılcımlı. İlk defa bir adamdan birden fazla kitap görüyorduk. Olur şey miydi bu? Hem de şöyle yedi-sekiz ay içinde: Metafizik Sosyoloji Eleştirileri, 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi, Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu, Oportünizm Nedir, Halk Savaşının Planları, Devrim Zorlaması, Toplum Biçimlerinin Gelişimi, Uyarmak için Uyanmalı Uyanmak için Uyarmalı. . . Ve arada küçük broşürler. Ve Devrim Nedir? ya da Yol gibi illegal teksir kitaplar! Ve üstüne üstlük bir haftalık gazete. Çıkar çıkmaz okuyorduk. Ama çok kızıyorduk Kıvılcımlıya. Neler de söylüyordu! Ama hem okuyor hem kızıyorduk. En çok da okuyanlar kızıyordu üstelik. Bir anlamda herkes kızıyordu. Herkes okuyordu çünkü.
Gene anlaşılmaz çok şey vardı elbet. Anlaşılmazlık katmerliydi üstelik. Hem ondan hem bizden geliyordu. Ondan geliyordu çünkü o da "kaçıyor" sanıyordu bir şeyleri. Kafamızdan aşağı boca ediyordu her şeyi O da haklıydı elbet. İlk defa doğru dürüst "okuyucu" bulmuştu. Belki de bilinçaltından "son defa" olduğunu da seziyordu. Yetmişine gelmişti. Kanserliydi. Elli yıldır hep on beş-yirmi kişi için yazmıştı. Şimdi binlere hitabediyordu. Hem de ne binlere! Otuz milyonluk ülkenin kaymak tabakasına. Boca etmesin de ne yapsındı.
Ama boca etme de boca etmeydi tabii. "7000 Yıllık Tarih", "Sümerler", "Sınıf", "Basit Yeniden Üretim", "Geniş Yeniden Üretim", "Osmanlı Toprak Düzeni", "Lenin", "Marx", "Prusya Ordusu İç Talimnamesi", "Stalin", İsmet Paşa", "Haçlı Seferleri", "Ajitasyon", "Propaganda", "Mustafa Kemal", "Proletarya Partisi", "Strateji", "Taktik", "Darvin", "Tüzük", "Ordu", "Oportünizm", "Çekoslovakya Meselesi", "Jön Türkler", "Tarihsel Devrim", "Sosyal Devrim", "Diyalektik", "Auguste Comte", "Ecevit", "Cromwell", "Ahilik", "Bektaşilik", "MDD", "Vatan Partisi Programı". . . Her konuda konuşuyordu. Daha doğrusu her konuda konuşmuyordu. Öyle olsaydı saçmalardı zaten. Okumuş, düşünmüş hatta bir kısmını da yazmıştı on yıllardır. Fırsat çıkmıştı onları iletmeye çalışıyordu. O anlamda haklıydı.
Ama biz de haklıydık. O birikimimizle -birkaç yıl önceye nazaran biraz daha yaklaşmış da olsak- hala onunla rezonans kuracak halde değildik. O kadar çok şeyi nasıl tutardık aklımızda? Parti kuracaksak parti kurmalıydık. Ne oluyordu o "Metafizik Sosyoloji Eleştirileri" ya da "Toplum Biçimlerinin Gelişimi" veya "Sümer Medeniyeti"? Ayrıca bakılır mıydı öyle, bugünün bir siyasal problemine altı yüz ya da yedi bin yıllık Tarihin problematikleriyle. Üstelik bizim acelemiz de vardı. Sadece parti kurmaya da değil. Fena bunalmıştık. Basbayağı kaçmak istiyorduk! Hem mevziimizde dövüşemiyorduk, hem de geri çekilmek istemiyorduk. Ne yapılır? Gene kaçılır. Ama ileriye doğru. Biz de onu yapacaktık.
O ara "Yeter Be! " başlıklı bir yazı yayınlamıştı Kıvılcımlı. İlk şehir gerillası girişimlerini eleştiren. Şimdi yine okuyorum. Ne güzel yazı. Ama o zaman çok kızmıştım. Gözümden düşüvermişti Kıvılcımlı. En azından bir iki yıl için. Biz tam banka soymaya, dağa çıkmaya hazırlanırken, o, "sen o silahı bırak kullanmayı, kıçına takmayı öğrenebilmiş misin hödük? " falan diyordu. Nasıl kızmazsın! Ama haklıydı tabii. ”
Kıvılcımlı, Aydınoğlu’nun dediği gibi gerçekten boca ediyordu. Sadece Aydınoğlu’nun saydığı kitaplar değildi boca ettikleri, ayrıca daha önce kitapçı raflarında küflenmiş kitapları da hızla tükeniyor ve yok satıyordu. Bir yandan Prostat Kanseri nedeniyle peş peşe ameliyatlar olur, bıçak ve narkoz altına yatarken, giderayak beyninde ne varsa sağmaya ve bizlere aktarmaya çalışıyordu.
Ama sadece kendi hayatı bakımından değil, toplumsal gelişmeler bakımından da geç kaldığı düşüncesindeydi.
Bunu sonradan Vedat Türkali’nin, Kıvılcımlı Sempozyumunda anlattığı bazı anektodlardan çıkarmak mümkündür.
Bu dönemde Vedat Türkali, Kıvılcımlı’nın enerji ve bilgisini politik çalışmalar, polemiklerle, örgütsel faaliyetlerle harcamasından ise, teorik eserler yazmasından yanadır, bir gün bu fikrini söyler. Kıvılcımlı ise “geç kaldım ben geç” der bir panik duygusu içinde.
Türkali’nin tavrı tipiktir ve sosyalist hareketin tarihinde birçok kereler görülmüştür. Teori ve pratiğin o derin birliğini kavrayamamakla ilgilidir.
Marks çok yakın dostu Kugelmann ile tam da bu nedenle soğumuştur. Kugelmann da Marks’ın dehasını Birinci Enternasyonal’in bin bir pratik ve örgütsel işleriyle harcamasına karşıdır ve onun oturup, tabiri caiz ise teori yapmasını ister.
Benzeri Troçki ile Deutscher arasında olur. Deutscher de, Troçki’nin enerjisini, aslında küçücük bir örgüt olan Dördüncü Enternasyonal’in o tüketici örgütsel çalışmaları ve politik çatışmaları içinde tüketmesine karşıdır. Onun daha uzun vadeli etkiler bırakabilecek, teorik çalışmalara yönelmesinden yanadır.
Vedat Türkali’nin de Kıvılcımlı’dan istediği Kugelmann’ın Marks’tan, Deutscher’in Troçki’den istediğinden farklı değildir; Kıvılcımlı’nın tavrı da Marks ve Troçki’ninkinden.
Dolayısıyla Doktor, artık kendisinin sürekli tıkıldığı, yaşlı, örnek, yoldaş-teorisyen kalıbını kırmak ve aktif bir şekilde politik mücadeleye girmek örgütlenmek istemektedir. Kitaplar hızla ve büyük bir açlıkla okunmaktadır. Bir örgütlenme için ise, bir gazete olamasa olmaz koşuldur.
Ama kitaplarınız ne kadar okunursa okunsun, bir gazete çıkarmak her şeyden önce pratik bir iş yapmaktır. Bu ise somut insanlarla ilişkiler, bin bir sorun ve ayrıntılar demektir. Bu gazeteyi kimler çıkaracaktır? Doktor’un kitapları okunmaktadır ama Doktor yapayalnız bir insandır aslında. Bir iş yapabileceği, bir gazete çıkarabileceği kimse yoktur. Para gerekir, büro gerekir, pratik işlere koşturacak insanlar gerekir. Bunların hiç biri Doktor’da yoktur.
Önemli olan bir gazeteyi çıkarmak, bir toparlanma sağlamaktır. Bunu sağlamak için ise bir uzlaşma yapmak zorundadır. Hele bir çıksın o zaten görüşleri ve politikasının gücüyle ona sahiplenecek insanları bir araya getirecektir. Tıpkı, bazı tulumbalarda, suyu çekmek için tulumbanın içine bir miktar su dökmek gerektiği gibidir. Bu su dökülmedikçe su çekmeniz olanaksızdır. Bu nedenle bu ilk dökülen suyun, çamurlu ve kirli bir su olması bile önemli değildir. O çamurlu suyla bir kere su çıkmaya başlayınca, o gelen sular bütün o çamurları süpürür gider.
Yapabileceği tek şey, pratik bir iş için başkalarıyla bir araya gelmektir. Eskiden beri tanıdığı Cağaloğlu’nda serigrafçı dükkânı olan Orhan Müstecaplı, hem kendisine yakın görünmektedir, hem gazete bürosu olarak iş görebilecek bir dükkânı vardır. Hem Cağaloğlu’nda gazeteyi basabilecek ilişkileri ve teknik bilgisi. Ayrıca İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’nde de beraber çalışmaktadırlar.
Doktor’un kitaplarını okuyan ve ona giderek sempati duyan gençler arasında, Kıvılcımlı’nın bir gazete çıkaracağı ve Orhan Müstecaplı’nın bu işi yapacağı duyumları dolaşır. Bu gençler tarafından Orhan Müstecaplı, bir bakıma Doktor’un ve gazetenin bütün pratik ve örgütsel ilişkilerini yürüten insan olarak görülmektedir. Kaldı ki, Kıvılcımlı’ya akan bu gençler, Müstecaplı’nın da Doktor’un görüşlerini kendileri gibi benimsediğini sanmaktadırlar. Hiç de öyle olmadığı; Kıvılcımlı’nın aslında yapayalnız bir insan olduğu vs. onların bilgi ve kavrayış güçlerinin ötesindedir.
Önceleri kimsenin uğramadığı serigraf atölyesi birden, sürekli genç devrimcilerin, önde gelen işçi önderlerinin uğradığı, gazete için hazırlıklara katılmak üzere genç insanların gönüllü olarak aktığı bir yer haline gelmiştir. Ve bütün bu gelişmelerde sahnenin ortasında Orhan Müstecaplı bulunmaktadır. Kıvılcımlı’nın eski bir mücadele arkadaşı; gazetenin bütün işlerini emanet ettiği tek güvenilir insan olarak görülmektedir.
Ben de Kıvılcımlı’nın kitaplarını okumuş ve okuyan ve orada savunulan görüşleri benimseyen bir insan olarak, Dev Genç içinde esas ilgi ve hareket alanı işçiler ve işçi hareketi olan bir kaç arkadaşımla birlikte bu akımda yer aldım. Biz oraya kendi içinde örgütlü bir grup olarak gitmiştik. Dolayısıyla kısa zamanda gazetenin örgütlenme faaliyetlerini fiilen biz yürütür olmuştuk. Aslında böyle birçok küçük bağımsız grup vardı gazete çevresinde. Biz de bunlardan biriydik. Esas olarak Yapı İşçileri Sendikası ve İsmet Demir çevresindendik.
Gerçi önde Orhan Müstecaplı görünüyordu ama fiiliyatta gazetenin çıkışını ve örgütlenmesini biz hazırlıyorduk. Fakat bizim Kıvılcımlı ile bir kontağımız bulunmuyordu. Kendisiyle doğrudan kontak kurma gereğini görmüyor biz işimizi yapalım diye düşünüyorduk.
Bilenler bilir. Gazete çıkarmakta en önemli sorunlardan biri yazı işleri müdürüdür. Yazı işleri müdürü demek fiilen hapis yatacak gönüllü demektir. Bu nedenle güvenilir birisi olması gerekir. Biz de aramızda toplanmış ve benim yazı işleri müdürü olmamı kararlaştırmıştık? Bunu Orhan Müstecaplı’ya, tabii kendi kararımız olarak değil, öyle öneri gibi, iletmiştik o da uygun görmüştü. Zaten etkimizin farkına da varmıştı ve bize karşı çok iyi davranıyordu.
Bunu da şöyle basit ayrıntı gibi görünecek olaylardan anlıyorduk. Örneğin bir iki kere çıkacak gazetenin işlerini görüşmek için bizi alıp Divanyolu’ndaki muhallebicilerden birine götürmüştü. Bizler sürekli aç, yersiz yurtsuz insanlardık. Bu gibi davranışların bizler için büyük bir iltifat demek olduğunu anlıyorduk.
Ama bütün bu ilk tanışma dönemi boyunca bizler Orhan Müstecaplı’nın Doktor’dan görüş olarak bir farkı olmadığını, doktorun onu çok güvendiği için bu işle görevlendirdiğini falan düşünüyorduk. Ve onun ağzından çıkan her şeyi Doktor’un ağzından çıkmış gibi kabul ediyorduk.
Elbette giderek yakından tanıdıkça bir sürü tutarsızlıklar, hatta doktor hakkında kimi dokundurmalar bile (Örneğin, Doktor’un insanlardan ve örgütçülükten anlamadığı, etrafının ajan dolu olduğu gibi) duydukça şaşırıyor ama ortada farklı politik çizgisi olan bir insan olduğu aklımıza bile gelmiyordu. Doktor’un bir bildiği vardır gazete çıkarmakla görevlendirdiğine göre diye düşünüyorduk. Doktor’un hiçbir seçim hakkı olmadığını, yapayalnız bir insan olduğunu aklımıza bile getiremezdik. Nasıl olurdu hayatını bu mücadeleye vermiş, hiç çözülmemiş, 22 yıl hapiste yatmış bu örnek insan, bu deha, yalnız olurdu? Ama onun arkadaşları içinde onu anlamış bir kişi bile yoktu. Bunu tasavvur bile edemezdik.
*
Müstecaplı Sosyalist gazetesinin çıkacağını haber veren bir afiş yapmıştı. Bu afiş, o güne kadar gördüğümüz diğer afişlerden çok farklıydı. Elinde bayrak tutan bir işçi; yürüyen işçiler. Ve onların ellerinde “Genel Grev”, “Genel Direniş” yazan pankartlar. Genellikle yumruk kaldırmış genç motifinden çok farklı Ekim Devriminin rüzgarını, Uluslararası işçi hareketinin geleneğinin izlerini taşıyan, kırmızı rengin baskın olduğu bir afişti.
Kendisi ressamdı, bazı Türk filmlerinin afişlerini de yapmıştı. Bunlardan bir kaçı o serigraf atölyesinin duvarlarında bulunuyordu. Bunlardan Muhterem Nur ve Hadi Hün’ün isim ve resimlerinin olduğu biri hala gözlerimin önündedir. Dolayısıyla bizler de bu afişin onun kendi orijinal çizgisi olduğunu sanıyorduk.
Çıkış hazırlıkları sürerken bir gün Kerim Sadi gelmişti. (O her çıkan en önemsiz bildiriyi bile toplayan arşivciliği ile meşhurdu. Aynı zamanda Katkı diye bir dergi çıkarıyordu. Bu dergide A. Cerrahoğlu adıyla yazılar yazıyordu. Genellikle eski belgeleri yayınlıyordu, eski bir sosyalistti. ) Gazetenin bu afişinden almaya gelmişti, arşivine koymak için. Ve afişten övgüyle söz etmişti.
Fakat bir kaç gün sonra, atölyede bir masanın altında, muhtemelen otuzlu yıllarda Sovyetlerde basılmış, bir kitap görmüştüm. Kitabı karıştırırken, Sosyalist’in afişinde bulunan resimlerin bu kitaptaki bölüm başlıklarını süsleyen resimlerden alınma olduğunu görmüştüm. O büyük bayrak tutan işçi aslında bir Kızıl Ordu askeriydi. Orhan Müstecaplı’nın yaptığı, sadece onun başındaki ucu sivri bir külah gibi, Kızıl ordu şapkasını çıkarmak ve başına bir kasket yerleştirmekten ibaretti. Keza bir de o yürüyen işçilerin ellerindeki Kiril harfleri yazılı pankartlara Türkçe sözler yerleştirmişti. Orijinal bir şey yoktu. Bir kolajdı yaptığı.
Ama bunu kendisinin özgün yaratısı gibi anlatıyordu. Bunu fark ettikten sonra, bir gün kendisine kitaptaki resimleri gördüğümü, afişin onlardan alınma olduğunu söyledim. Bana “sus kimseye söyleme” dedi. Şaşırdım. Böyle bir şeyin gizlenmesini anlayamamıştım. Ama böyle demesinin TC harflerinde bile orak çekiç arayan savcılardan çekinmeyle ilgili olabileceğini düşündüm ve üzerinde durmadım.
*
Ama afişte beni rahatsız eden, hep “Genel Grev” ve “Genel Direniş” parolalarıydı. Müstecaplı’nın konuşmalarında da bütün vurgu bu nokta üzerindeydi. Halbuki Kıvılcımlı’nın yazı ve kitaplarında ise bir Proletarya Partisinin gerekliliği noktasındaydı vurgu. Hiç böyle bir şey yoktu afişte. Ama bunu rastlantısal bir şey olarak görüyor ve bunun ardında başka bir farklılık olduğunu aklıma bile getirmiyordum.
Sonunda bir gün, Orhan Müstecaplı, gazetenin yazı işleri müdürü olarak tanıştırılmak üzere Doktor’un evine gideceğimizi söyledi. Çok heyecanlıydım. Ayrıca Gazete için yazdığım Aliağa direnişleriyle ilgili yazıyı da yanıma almıştım, Kıvılcımlı’ya okumak eleştirisini almak için1.
Gittik evine. Daha eve girerken ilk sürprizi yaşadım. Evim olmadığından hemen hemen hiç yıkanma olanağı bulunmuyordu. Dolayısıyla ayaklarımı da yıkayamıyor, günlerce ayakkabıları ayağımdan çıkarmadan yattığım oluyordu. Bu nedenle ayaklarım leş gibi kokuyordu. Bunu bildiğim için, evi kokutmamak amacıyla ayakkabılarımı çıkarmadan eve girmeye yeltendim. Doktor, “evladım burası Müslüman evidir, Ayakkabını niye çıkarmıyorsun” deyince iyice mahcup oldum ve ayaklarımın koktuğunu söyledim. Bir terlik uzattı ve banyoyu göstererek ayaklarımı orada yıkayabileceğimi söyledi.
Sonra oturduk, Orhan Müstecaplı ve Kıvılcımlı’nın konuşmasını dinlemeye başladık. Orhan Müstecaplı Genel Grev’den, Genel Direniş’ten bahsedip duruyordu.
Kıvılcımlı oldukça sert bir üslupla “Orhan, Genel Grev isyandır. İsyanla oynanmaz” diyerek onun sözünü kesti.
Orhan Müstecaplı, “Ama doktor, İtalyan Komünist Partisi yapıyor işte peş peşe grevler” diye itiraz etti. Kıvılcımlı “İtalyan komünist partisi tutarlı değildir, İtalyanlar çocuk gibidir” anlamında bir şeyler söyledi.
Bu konuşmaları dinleyince, birden bire bambaşka bir dünya açılıverdi önümde. Demek ki o beni huzursuz eden genel grev sloganının öne çıkarılması bir rastlantı değildi. Demek ki biz Orhan Müstecaplı’nın aynen Doktor gibi düşündüğünü sanırken yanılıyorduk. Ve en önemlisi, Kıvılcımlı’nın bambaşka bir yanı, uluslararası komünist hareket hakkındaki bilgisi, örneğin o zamanların milyonlarca üyesi bulunan İtalyan Komünist Partisi hakkında, gayet rahat eleştirel sözler edebilmesiydi.
Ve karşımda nasıl benzeri bulunmayan bir sentez duruyordu? Eve girerken bana “burası Müslüman evidir” diyen bir ateist, enternasyonalist komünist.
Şimdi taşlar yerli yerine oturuyordu.
Doktor yazmıyor muydu “İğne deliğinden ışık geçse ondan yararlanmak lazımdır” diye. Doktor demiyor muydu, satır aralarında, hakkında sürekli dedikodu ile sürekli yıpratılmaya çalışıldığını. Doktor aslında her adımda kendine karşı olan, hatta onu sabote bile eden bu insanla bile somut bir iş için iş biriliği yapıyordu. Teorik saflık ve pratik esneklik işte en somut biçimiyle doktorun pratiğinde karşımdaydı.
*
Bu arada, daha sonra Cephe’yi kuracak olan Mahirler, Doktora yakın mesajlar yolluyorlar; Mihri Belli’ye karşı mücadelelerinde en büyük gıdalarını ve desteklerini Kıvılcımlı’nın eserlerinden alıyorlardı. Kıvılcımlı da bu yetenekli insanları kazanmak, itmemek için büyük gayret gösteriyordu.
Bu arada bir gün, başka birileriyle bir tartışmada Yusuf Küpeli’nin Doktor hakkında söylediği ağır bir söze ben de dayanamamış ağır bir cevap vermiştim. Bunu üzerine, bunun Onlar tarafından duyulması halinde onlarla ilişkilerde olumsuz bir etkisi olabileceğini düşünerek, benim değil Hidayet Kaya’nın Yazı İşleri Müdürü olmasının daha iyi olacağını kararlaştırdık.
Ancak bizim bu hassasiyetlerimize rağmen, Orhan Müstecaplı’nın eskiden beri bilinen davranışları zaten birçok insan için yeterince itici oluyordu.
Orhan Müstecaplı’nın en bilinen özelliklerinden birisi, herkese polis demesiydi. Zaten sayıları çok az olmuş, hiç bir zaman doğru dürüst bir kitle hareketi yaşamamış, sürekli polis takibi altında yaşayan eski komünistlerin çoğunda böyle bir eğilim görülüyordu. Bu bizler gibi binler, on binlerle ölçülen bir hareketten gelenler için zaten çok anlaşılmaz ve itici oluyordu. Ama polis fobisi Orhan Müstecaplı’da artık saçmalığa varıyordu. Neredeyse herkes polisti.
Kaldı ki biz bile o zamanki aklımızla biliyorduk ki, herkes polis olsa bile, onlara karşı polis denerek mücadele edilemezdi: Onların savundukları politika ve teori eleştirilmeliydi. Elbette dedikleri içinde gerçekten polis olanlar da vardı muhakkak. Ama durmuş bir saat bile günde iki kez doğru zamanı gösterir.
Dolayısıyla Orhan Müstecaplı gerçi bir yandan, Kıvılcımlı’nın kuyudan su çekebilmesi için tulumbaya koyulan ilk su görevini görüyor ama diğer yandan birçok kimse için itici de oluyordu. Başlangıçtaki olumluluğu giderek olumsuzluğa dönüşüyordu.
(Bu arada şunu not edelim. Mahirler gerçekten Kıvılcımlı ile görüşmeye geliyorlar. Doktor hastanede o sırada. Doktor’un görüşlerine falan bir şey diyemiyorlar tabii. Tek dedikleri, Etrafındaki adamların kötü olduğu oluyor. Bunu söylerken esas kastettikleri de Orhan Müstecaplı. Doktor da, “olabilir evladım. Ama adam gelmişse onu kovmak olmaz. Gelin birlikte çalışalım, iş içinde zamanla güvenilmez olanlar zaten kendiliğinden ayıklanır” anlamında bir şeyler söylüyor.
Daha sonra Cephe hareketinde önde gelenler arasında yer almış birçok arkadaşa bu görüşmeden ve konuşulanlardan haberli olup olmadıkların sordum: genellikle hep habersizdiler. Öyle anlaşılıyor ki, Bu görüşme hakkında Cephe kadrolarına bir bilgi verilmemiş. Cephe ve Doktor’un flört ettiği ve teorik olarak birbirine çok yakın durduğu bu dönem sonradan bilinçli veya bilinçsiz bir unutulma çabasına maruz kalmıştır. Kurtuluş hareketi aslında bu dönemin geleneğinin devamıdır. Kurtuluş’un daha doktriner karakteri, Kürt sorunundaki hassasiyeti, Kemalizmle mesafesi falan hep bu dönemdeki Doktor’un kitaplarının ve ideolojik etkisinin sonucudur. Ama Kurtuluş’un teorisyenleri, bu etkiyi gizlemişlerdir.)
*
Bu arada şahit olduğum birkaç olay, benim gözlerimi iyice açtı ve Müstecaplı’nın bir yandan da Doktor’un görüşlerini tahrif ve sabote ettiği sonucuna ulaşmama yol açtı.
Bu iki olay şunlardı.
Birisi, o sıralarda İzmir’de ölen eski bir komünist, meşhur Modelci Kerim’in (Kerim Soyka) ölümü dolayısıyla Doktor’un yazdırdığı yazının kaybolmasıydı.
Doktor, orda bulunan bizlerden birine telefonla yazısını dikte ettirmişti ve derhal gazetede yayınlanması gerekiyordu. Ben de tesadüfen orada bulunduğundan yazının içeriğini dinlemiştim. Hatta içindeki bir sözü hala hatırlıyorum. “Tesbihin taneleri ne zaman dağılsa, onları tekrar dizmek için bir köşe taşı olurdu”. Bu imge çok hoşuma gitmişti. Her tevkifattan sonra örgütü toparlayan köşe taşlarından biriydi Modelci Kerim.
Orhan Müstecaplı bu yazıyı kaybetti. Bunu kanıtlayamazdım ama Kerim Soyka’dan hiç hoşlanmadığını bazı ifadelerinden sezmiştim.
Bir diğeri olay da şudur. Kıvılcımlı, birçok kereler “Genel Grev” ve “Genel Direniş” sloganlarının öne çıkarılmasına karşı olduğunu belirtmesine rağmen, gazetenin düzenlemesini yapan Orhan Müstecaplı, bir şekilde bu sloganları yine öne çıkarıveriyordu. Bunun üzerine Kıvılcımlı bir yazı yazmıştı genel Grev üzerine. O yazıda “İşçi sınıfı grev mi dedi, küçük burjuvazi Genel Grev” der diyerekten bu sloganı eleştiren bir yazıydı hatırladığım kadarıyla.
Bu yazı da yok olmuştu. Bu yazıyı da Orhan Müstecaplı’nın yok ettiğinden yediğim ekmek gibi emindim ama kanıtlayamazdım.
Bu arada Kütüphanelere kapanmış ve bu Genel Grev ve Genel Direniş sloganlarının nereden çıktığını anlama yönünde bir çalışmaya girmiştim. Ortaya çıkan sonuç son derece ilginçti ve ortada iki farklı çizgi olduğunu, sadece bunlardan birinin açıktan bir teorik mücadele yerine fiili manüplasyon ve engelleme yaptığını gösteriyordu.
Genel Grev sloganı, Fransız Anarko Sendikalist George Sorel tarafından bir mit olarak ortaya atılmış, iler tutar yeri olmayan bir slogandı. Fransız toplumundaki küçük burjuva köylülüğün ideolojik etkisinin bir yansımasıydı.
Ama sonra Sorel’in kitaplarını Orhan Müstecaplı’nın amcası Esat Adil’in çevirip bastığı görülüyordu. Orhan Müstecaplı da ideolojik gıdasını esas olarak amcasından almış biri olarak, şimdi o çizgiyi sürdürüyordu.
Aslında söz konusu olan, Türkiye işçi hareketinde iki farklı damardı da.
İşçi hareketinin bir damarı sendikalist damardı ve bu burjuva sosyalizmiyle sürekli bir rezonans halinde bulunuyordu. Üzeyir Kuran (Üzeyir Baba), Esat Adil, Kemal Sülker, Türkiye Sosyalist Partisi (1946) ve Türkiye İşçi Partisi (1960’lar) hep bu çizginin ifadeleriydi. Aren, Boran, Aybar da tıpkı Esat Adil gibi bir burjuva sosyalisti idi ve DİSK’in sendikalistleriyle aynı şekilde rezonans halindeydi.
İşçi hareketi içinde ikinci akım ise Kıvılcımlı adına bağlıydı. TKP genellikle bir aydınlar hareketi olmuştu. İşçi sınıfı bir bakıma Kıvılcımlı’nın alanıydı. Modelci Kerimler, İsmet Demir’ler geleneğidir bu. Bizler, Dev-Genç’in işçiler arasında faaliyet gösteren militanları da farkına varmadan ve eğilimlerimize uygun olarak, İsmet Demir’in katalizatörlüğü ile bu geleneğe bağlanmıştık. Daha sonra öldürülen Kenan Budak da bu gelenektendir.
Yani bir tarafta DİSK’in sendikalist geleneği, diğer tarafta YİS’in geleneği vardır. Bir yanda Sorel’ler, Üzeyir Kuran’lar, Kemal Sülker’ler, Müstecaplı’lar, DİSK ve TİP’ler çizgisi; Diğer yanda Üçüncü Enternasyonal, Modelci Kerim’ler, Kıvılcımlı’lar, İsmet Demir’ler, Dev-Gençliler çizgisi.
Burada Dev Gençlilerden de söz etmek gerekiyor çünkü bütün Dev-Gençlilerin cebinde, sembolü Orhan Müstecaplı tarafından çizilmiş, içi muhtemelen Kıvılcımlı tarafından yazılmış YİS’in organizatör kartı bulunurdu.
DİSK sendikalarında TİP’li aydınlar bürokrat olarak çalışırlar, sendikanın maaşlı görevlileri olarak. DİSK’liler Dev-Gençlilerin İşçilerle ilişik kurmasını sürekli engellerler; buna karşılık, İsmet Demir’de aydın devrimci gençler, doğrudan eylem içinde yer alırlar ve Aydınları işçilere götürmek, sendikanın esas çabasının temelini oluşturur. DİSK, kurucuları arasında yer almasına rağmen YİS’in üyelik müracaatına hiçbir zaman cevap vermez.
Uluslararasında da karşılığı olan iki farklı çizginin mücadelesi ortadaydı. Kıvılcımlı bir bakıma, tecritten ve yalnızlıktan kurtulabilmek için, diğer çizgiyle bir işbirliği yapmıştı ve şimdi bu işbirliği sonucunda görüşlerinin etkisi yayıldıkça, diğer çizgi ideolojik ve politik olarak karşı çıkamadığı bu çizgiye Orhan Müstecaplı olarak yazıları kaybederek engeller çıkarıyordu.
Soyka’nın anısına ve Genel Grev üzerine yazılmış yazıların kaybolması bir rastlantı değildi bes belliki. Hem teorik olarak hem de soy ağacı olarak durum ortadaydı.
*
Bundan sonra bir de şöyle bir olay oldu. Bir gün gazetede bir haber dolaşmaya başadı. “Mihriciler –ki Dev-Genç’in İstanbul yönetimi onlardan oluşuyordu- üniversitede Sosyalist gazetesi sattırmayacaklarmış.”
Bunun üzerine, ne yapmak gerektiği üzerine tartışmak için, büyük bir toplantı yapılma kararı alındı. Toplantı öncesinde, Orhan Müstecaplı’nın zincirler, silahlarla üniversiteye gidip topluca gazeteyi satmayı savunduğu, gereğinde çatışmak gerektiğini söylediği görülüyordu. Gençlerin çoğu da, ne kadar cesur ve keskin devrimci olduklarını göstermek için böyle bir eğilimi dışa vuruyorlardı. Böyle durumlarda her hangi bir provakasyona yol vermemek için sakin olmak ve başka çözüm yolları aramak gerekirken, böylesine kızıştırma çok garipti. Birçokları gelmiş ve bana, böyle yapmanın yanlış olduğunu, konuşarak sorunun çözülebileceğini, bizim devreye girmemizi söylüyorlardı. Aslında ben de öyle düşünüyordum. Ortada ciddi bir durum yoktu. Ben de İstanbul Bölge Yürütme’dekilerle arkadaştım ve onlarla konuşunca her hangi bir sorun varsa hallolacağını düşünüyordum. Ama öyle silahlı ve toplu gitmek çok tehlikeli gelişmelere yol açabilirdi.
Ben bunu savununca, Orhan Müstecaplı beni pasifistlik ve korkaklıkla suçladı. Toplantıdan önce ve arada bunun yanlış olacağını söyleyenlerin hiç biri, aslında çoğunluk olmalarına rağmen ağzını açmadı. Ve Orhan Müstecaplı, tek tek herkese sorarak açık oylama yaptı ve arada ve toplantı öncesinde bana bunun yanlış olacağını söyleyenlerin hiç biri karşı çıkacak cesareti gösteremedi. Bunun üzerine ben tek kaldım. Açıktan karşı çıktığım için Orhan Müstecaplı’nın tam bir boy hedefi haline gelmiştim ve o da fikrini söyleyecek cesareti olmayanların oylarıyla oylamayı kazanmıştı. .
Elbette karara uygun olarak ben de gittim ve aslında daha düne kadar beraber dövüştüğüm, eski DÖB’lü (Devrimci Öğrenci Birliği) arkadaşlarla görüşerek sorunun kazasız belasız atlatılmasını sağladım.
Ama doğrusu artık bu fikrini bile söyleyemeyen köylü kurnazları arasında yapamazdım. Doktor gerçekten geç kalmıştı. Artık gelenler fikrini söyleme cesareti olmayan ikinci kalite süprüntülerdi, Dev Genç’in iyi kadroları çoktan paylaşılmıştı.
(Bu arada şunu belirteyim. O dönemde Dev-Genç’in önde geleni birçok militanının, çok sonra, keşke doktoru biraz daha önce tanısaydık, henüz bölünmeler olmadan diye hayıflandığını duydum.)
Gazete bürosuna gitmez oldum. İsmet Demir ile Boğaz Köprüsü inşaatında örgütlenme çalışmalarına yoğunluk verdik. Hedefimiz, dünyada iki kıtada yapılacak ilk grevi örgütlemekti.
Orhan Müstecaplı’ya açıktan karşı çıktığım için kötü olan ben oldum. Ses çıkarmayanlar, fikrini söyleyecek cesareti olmayanlar tabii hiç yıpranmadılar, kötü olmadılar.
Benim Orhan Müstecaplı ile ilişkim burada bitti. Hakkımda CIA ajanı falan dediğini duydum sonra.
Zaten birkaç hafta sonra; Kıvılcımlı duruma el koymuş, Gazete Laleli’de tutulan kocaman bir yere taşınmış ve Gazetenin başına bu sefer başka bir Orhan (Aksungur) getirilmişti. Böylece Orhan Müstecaplı da sahneden kayboldu ve bir daha görülmedi bildiğim kadarıyla
*
Siyasi eylemi ya da görüşleri değildi onu öyle öne çıkaran. Biraz amcasının adı, biraz mesleği, biraz da rastlantılar ve Kıvılcımlı ile bir tanışıklık ve meslek dolayısıyla yakınlıktı. Aslında bir küçük esnaf dünyasıydı dünyası. Davranışlarına bu toplumsal konumu damga vuruyordu.
Muhakkak ki gönlü ezilenlerden yanaydı.
Ama birden bire tarihin kendisinden beklediği görevleri yapacak ne bir tecrübesi ne de bir teorik ve politik temeli vardı. Kıvılcımlı gibi bir devi bile anlamamış ve ondan bir şey alamamıştı.
Tarih insanları iki türlü harcar. Kimilerinin yeteneklerini ortaya koyup geliştirecekleri koşulları sunmaz; onlar yeteneklerini bir türlü kullanamazlar ve öyle harcanırlar.
Bir de insanları yeteneklerinin üzerinde ağır yükler altında bırakır. Eskilerin “Bu terazi bu sıkleti çekmez” dediği gibi, insanlar o görevlerin ağırlığı altında ezilir ve gene harcanır.
Müstecaplı’nın başına gelen böyle bir şeydi benim kendisiyle ilişkim olduğu birkaç ay içinde.
Ama şunu hiç unutmamak gerekir.
Müstecaplı olmasaydı belki Kıvılcımlı hiçbir zaman bir gazete çıkaracak imkan bulamayacaktı.
Ve en önemlisi hep siperin bu tarafındaydı bildiğim kadarıyla.
Aşağıda hatırlanması için iki resim yer alıyor.
22 Kasım 2004 Pazartesi
Dostları ilə paylaş: |