GiRİŞ: CİNSİyet dinamikleriNİn peşİnden mekânin iZİNİ SÜrmek


Şehrin Neresi?... Ya da İllâ “Bir Yer” mi?!



Yüklə 0,5 Mb.
səhifə2/9
tarix29.07.2018
ölçüsü0,5 Mb.
#61956
1   2   3   4   5   6   7   8   9

Şehrin Neresi?... Ya da İllâ “Bir Yer” mi?!

Şenyapılı’dan yaptığım yukarıdaki alıntıda ve aradan 30 yıldan fazla zaman geçtiği halde benzeri formülasyonlarla yola çıkan literatürün hemen hemen tamamında, göz ardı edilen temel bir husus vardır: Cinsiyete dayalı sosyo-mekânsal ayrışma ve işbölümü. Kenti ve kentsel süreçleri toplumsal cinsiyet ilişkilerini bütünleştirecek biçimde yeniden gözden geçirenler; özel-kamusal, ev-ev dışı, üretim-tüketim, üretim-yeniden üretim, oturma alanları-çalışma alanları gibi bir dizi karşıtlığın deşifre edilip kırılması çabasına odaklanırlar. Zira bilhassa özel alan-kamusal alan ikiliğinin kökenlerine, niteliğine ve geçerliliğine ilişkin tartışmalar, toplumsal cinsiyet ile mekânın birlikte kuramsallaştırılmasında temel bir momenttir (Alkan 2000; Cooper 1997, s. 196). Üretimle yeniden üretimin parçalanması ve hanenin ekonomik üretim birimi olmaktan çıkması, kamusal - özel ayrımının bir yarılma haline gelerek modern formunu kazanmasının temelinde yatan nesnel-tarihsel gelişmelerdir. Birincil olan, bir erkek-kardeşlik etrafında şekillenen kamusal’dır. İkincil olan, ayrıştırılması gereken de tek tek erkeklerin kişisel egemenlik alanları: kadın ve çocuklar. Bu kişisel egemenlik alanları; kentte mekânsal olarak, modern hukukta evlilik sözleşmesi başta olmak üzere medenî hukuk düzenlemeleriyle ifadesini bulmuştur. Birçok feminist teorisyen, bu karşıtlığın, modern kapitalist toplumların temelinde olup fiziksel mekân düzleminde de kent planlaması ve tasarım kararlarıyla güçlendirildiğini ortaya koyar.18

Öte yandan bu bölünme; kadınların tâbi konumunun bir açıklaması olmanın ötesinde, bu konumu yeniden üreten -eril bilimsel terminolojiyle de beslenen- cinsiyetçi ideolojinin bir parçası olarak ikili rol oynar. Bu nedenle; Smith, Ricardo, dahası nüfus analizine duyduğu ilgiye karşın Malthus’un, liberalizmin ekonomi-politiğini oluştururken, cinsiyetler açısından nötr olduğu varsayılan bir piyasada rasyonel ve rekabetçi etkinliklerde bulunan, “ekonomik adam”ı çevrime almakla yetinmeleri; Marx’ın toplumsal iktidar analizini piyasa ilişkilerine genişletmekle birlikte özel alanın iktidar ilişkilerini içermediği ve bu nedenle ekonomi-politiğinin olamayacağı yönündeki liberal varsayımı dışarıda bırakmasından 1970’lerde başlayan feminist eleştirilere değin geçen uzun dönemde kadınlar, onların etkinlikleri ve alanları, en basit anlatımıyla, yoktur. Şehir çalışmalarında da özel alan göz ardı edilerek, içeride olup bitenler, tekil yapıların içinde süregiden ilişkiler ilgi alanının dışında bırakılmıştır (Alkan 2011a ve b). Evin kapısının önüne gelindiğinde eril şehirciliğin de görevi sona erer ve ev içi işbölümü, buradaki üretici ve yeniden üretici faaliyetler, aile içindeki güç ve iktidar ilişkileri göz ardı edilir (McDowell 1989, s.138-42). Bu tür bir suskunluk, kent tarihinin yazılması başta olmak üzere, şehir çalışmalarının ait olduğu türlü disiplinlere egemendir. Merkezi önemdeki bu ikilik veri alınarak yapılan çözümlemelerse, kentsel kamusallığın ne ölçüde kadınların etkinlikleri ve özel alandaki ilişkilere yaslanarak yapılandırıldığını gözlerden uzak tutmanın yanı sıra, özel alanın kamusal alandaki ilişki ve eylemlerle ne ölçüde dönüştürülebileceğini de sorgulamaz (Staeheli ve Clarke, 1995, s. 7).

Küresel olarak 1970’lerin ortalarından bu yana süren hızlı endüstriyel, iletişimsel, bilişimsel ve kentsel yeniden yapılanma süreciyle birlikte ortaya çıkan değişiklikler, bahsedilen geleneksel karşıtlıkların geçerliliğini bir kez daha sarsmıştır; çünkü söz konusu değişiklikler, hane yaşamını ve hane içinde olup bitenleri de önemli ölçüde etkilemiştir. Ekonomi / üretim dışı özel alan – ekonomik / üretime dayalı kamusal alan ayrımının sorgulanması ise tam da bu gibi sorulara eğilerek, ekonomik yapıyla kentlerde dönüşüm içindeki mekânsal ayrışmanın birbirinden bağımsız olarak açıklanamayacağı gibi, toplumsal cinsiyet ilişkileri dikkate alınmaksızın da kavranamayacağını açığa çıkarır.

Öte yandan; ev işinin maddi temeli ve genel olarak emek süreçleri çerçevesinde yapılan analiz de kentsel yaşamda cinsler arası eşitsizlikle yüzleşmede ve cinsiyet-yüklü sosyo-mekânsal süreçleri açıklamada yeterli değildir (Ackelsberg 1984, s.250). Daha geniş bir çerçevede, ev içi emek ve ilişkilerin (örn. Özkaplan 2009) yanı sıra;



  • işgücü piyasaları ve emek süreçlerinin cinsiyet-yüklü ve cinsiyet ayrımcısı yapı ve pratikleri (örn. Kalaycıoğlu ve Rittersberger Tılıç 1998, Karagül 2001, Özyeğin 2005a, Pınarcıoğlu 2006, Say Eryılmaz 2000, Toksöz 2005 ve Uluğ 2000),

  • kentsel / yerel kamusal kaynak, hizmet ve malların cinsiyetler aşısından eşitsiz dağılımı (örn. Alkan 2005, Amargi 2007, Günlük Şenesen 2009, Kalfa, Aytekin ve Dinç 2009, Uçar 2005),

  • kadınların “kent hakkı” ve “kentli hakları” (örn. Alkan 2011b, Alkan ve Tokman 2006, Berktay 2009),

  • aile içinde kadının tabi konumunun sürdürülmesinde ya da “yeni’yi sembolize eden veyahut eski’yi sürdüren” işlevinin inşasında devletin rolü (örn. Dedeoğlu 2009 ve Toprak 1991),

  • yerel / kentsel gündelik yaşamda cinsler arası ilişkiler ve farklı cinsiyet gruplarının kentle ilişkileri (örn. Akşit 2008, 2009a ve 2010; Baysal Tokatlıoğlu 2001, Kaya 2006 ve Mills 2007),

  • kurumsal ve kurumsal olmayan yerel / kentsel siyaset (örn. Alkan 2003, 2004a ve b, 2005, 2007a ve b, 2008c, 2009b, Amargi 2008, Arıkboğa 2009, Arıkboğa, Erkan ve Güner 2010, Çaha 2010, Çitçi 1989, Göral 2011, Ecevit 2001, Erdoğan Tosun 2006, İvegen 2004, Kartal 2005, Koçak 1988, Kurtoğlu 2004, Pınarcıoğlu 2011, Uçan Haber 2009, Ünkap 2009 ve Üstel 1990),

  • ilişkili meslek alanları ve pratikleri (örn. Şentürk 2010b, Oğuz 2007 ve Dostoğlu Türkün vd. 2002.),

  • beden, cinsellik ve cinsel yönelim tartışmaları (örn. Aykaç 2010, Elçik ve B. Özenç 2010 ve Mutluer 2008),

  • zihniyet dünyaları ve öznellikler (örn. Bora ve Üstün 2005) ile ideolojik süreçler,

  • kentsel kültürel süreçler ve kültür / sanat üretimi (örn. Akıncı 2008, Altay 2004, Atagök 2010, Bal 2008, Dayıoğlu 2009 ve Refiğ 2010)

gibi birçok boyutun da çevrime alınması gerekir. Bu bağlamda, ne denli geniş bir çalışma alanının kapsanması gerektiği açıktır.

Dahası, aslında, bütün bir coğrafyayı ve mekânsal oluşum / pratiklerin tamamını baştan başa cinsiyete tabi / cinsiyet-yüklü bir kurgu olarak tahayyül edebilmek gereklidir!.. Bora’nın (2009, s. 68 ve 74) dikkatlerimizi çektiği gibi Vatan’ın “ana”, Devlet’in “baba” olduğunun tekerleme gibi sıradanlıkla yinelendiği bir politik-kültürel iklimde, “Milletin Evi”ni ya da ulusal mekânın cinsiyete tâbi inşası, örüntüleri ve anlamlandırılışını kavramaya çalışmak nasıl da geniş ufuklar açardı önümüzde… Örneğin G.E. Üstündağ (2005) ne yazık ki Türkçe’de –en azından henüz- yayınlanmamış doktora tezinde, Beyoğlu’nun gündüz ve gece ritimleriyle mekânları üzerinden süregiden çatışma ve mücadeleleri Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme projesinin bir prizması olarak alıp ulus’un ve etnikleştirilmiş, cinsiyetlendirilmiş yurttaşlığın kentsel mekânın yeniden yapılanışıyla beraber nasıl inşa olunduğunu analiz eder (Ayrıca bkz. G.E. Üstündağ 2007). Özkan (2002, s.158-9), tek parti döneminin yeni coğrafya kurgusunu çok başarılı bir biçimde çözümlediği makalesinde, Dersim’in [eril] Batılı rasyonel, modern Cumhuriyet” karşısında [dişil] ilkel, barbar ve irrasyonel olanı temsil ediş”ini, peçe ile Dersim’in dağları arasında kurduğu bir analojiyle açıklar: “Dersim’i çevreleyen dağlar, Fransız iktidarının Cezayirli kadınların yüzlerinden kaldırmak istediği peçeyi getirmektedir akıllara.” (Ayrıca bkz. Yeğenoğlu 2003 ve Schick 2001)

Öte yandan Bora, az önce andığım çalışmasında, hem maddî hem metaforik anlamlarıyla evin kapısını açarak, bütün bir insanlık kültürünü, bir “ev kurma / evden kaçma hikâyesi” olarak okumanın mümkün olduğunu gösterir. Feminist bir perspektif için aile, ev içi emek ve kamusal / özel ayrımı tartışmalarının kritik önemini teslim eder, fakat bu tartışmaların ötesinde, ev’e ve ev’de olup bitenler etrafında kurulabilecek ilişkiselliklere işaret eder.19 Modernleşme, ulus’un üretimi gibi süreçlerde, tam da bu süreçleri yeniden kurgulayan büyük ve üst anlatıların arkasını döndüğü alanın, ev’in merkezîliğini, Cumhuriyet dönemi edebiyatının ürünlerinin de yardımıyla anlarız. Sınırların dinamik içerme ve dışlamalarla tarih içinde nasıl yeniden ve yeniden çizildiğini, toplumsal dönüşümlerin her zaman mekâna dair yeni ve farklı düzenleme, talep ve anlamlandırmalarla beraber gerçekleşip inşa olunduğunu da…

Tam da bu yüzden olsa gerek, F. Özbay (1999 ve 2002) Türkiye’nin modernleşme sürecini toplumsal yaşamın, ev içi emek ile içeridekiler / dışarıdakiler’in yeniden örgütlenişinin mekânsal izdüşümleri ekseninde okur. Nitekim özel-kamusal yarılmasına dair liberal formülasyon da ailenin (dolayısıyla ev-içi’nin) müdahale edilmeyen bir özel alan konusu olmayıp aynı zamanda millî politikanın konusu haline gelmesiyle çöker. İdeal Türk kadınının yanı sıra ideal Türk evi, bu politikayla ilişkilenir ve konut mekânında da ifadesini bulur.20

“Ev” minvalinde, son olarak, “ev kızı” gibi gayet özgün bir kategori üretmiş bu kültürel coğrafyada, gerek gençlik araştırmaları, gerek şehir çalışmaları, gerekse daha genel anlamda sosyolojik araştırmalar içinde söz konusu kategorinin görünmezliğini ancak birkaç çalışmanın kırdığını belirtmek isterim. Lüküslü ve Çelik (2008) söz konusu kategoriyi, “…yetişkin olmak için evlenmeyi bekleyen, … aslında bir anlamda hiç ‘genç’ olamadan yetişkin olmayı bekleyen bir kategori” olarak tanımlarlar (agy, s.101) ve özellikle gecekondu mahallelerinde gençliğin sadece “erkeklere özgü bir hak” olarak görüldüğüne dikkat çekerler.21

*

Özetle, gerek cinsiyet ilişkileri gerekse cinsiyete dayalı kurgular, sosyo-mekânsal örüntü ve süreçler ile kentsel yaşam ve kentselliğin en önemli sorunsalları arasındadır. Zira kendisinin de bir parçası olduğu tarihsel-toplumsallığı boydan boya keser ve o bağlamca (yeniden) üretilir. Yine, Garber ve Turner’ın işaret ettiği gibi (1995, s.x-xi) toplumsal cinsiyet ilişkilerinin, yapısal süreklilik kazanmış boyutlarının varlığını kabul ettiğimizde, cinsiyete dayalı asimetrik ilişkilerle etkileşim içinde bulunan, dahası iç içe geçmiş olan yapıları anlamamız gerekir. Emek, iktidar, otorite, kurumlar gibi bunlardan ayrı düşünülemeyecek olan mekânın örgütlenmesi de bu bağlamda incelenebilecek boyutlardır. Dolayısıyla; üretim, tüketim ve dağıtımın örgütlenmesinden uzmanlaşma, işbölümü ve ekonomik kalkınmaya, aile yaşamıyla ilgili kamusal politikalar ile kamusal-özel ayrımı ve bu ayrımı veri alan ya da dönüştüren düzenlemelerden kentsel toprak kullanımı ve toprağın bölümlenmesine, kentsel hizmetlerden toplumsal etkileşim ve denetime, demokratik politikaların düzenlenişinden farklı öznelliklerin inşa süreçlerine değin geniş bir alanın kapsadıkları, aynı zamanda kentseldir ve kaçınılmaz olarak toplumsal cinsiyet ilişkileriyle iç içedir.



Temel önemde gördüğüm ve ilgili akademik birikimin bir kısmını da çerçevelendirmeye gayret ettiğim yukarıdaki kişisel saptama, değerlendirme ve soru işaretlerinin ardından, metnin geri kalanını kentselliğin bu farklı boyutları / bileşenleri / temalarından bazıları etrafında 1990’larda ve 2000’li yıllarda yapılmış çalışmaların dökümüne ayıracağım. Belirtmeliyim ki bu döküm eksiksiz olmayacak, zira bir yandan kentsel-mekânsal süreçler, diğer yandan da toplumsal cinsiyet ilişkileriyle ilintilendirilemeyecek bir alan, aslında yoktur. Modernizmin ve modernleşmeci düşüncenin, yapay / eğreti kompartımanlarının eleştirisi, karşımıza, aynı zamanda zenginlik olarak da okunabilecek, böylesi bir güçlük çıkardı!

Konut

Konutun, sosyo-ekonomik, kültürel, politik işlev ve anlamlarındaki çoğulluğu sergileyen cömert ve çok çeşitli meşreplerden beslenen bir literatür mevcut: Konutun, her şeyden önce ve en arkaik anlamıyla insanların barınmasına, dışarının istenmeyen etkilerinden korunmasına hizmet eden bir işlevi olduğunu, kapitalist toplumlarda toprakla birlikte metalaşıp üretim ve tüketim malı niteliği kazandığını, durgunluk zamanlarında ekonomiyi canlandıracak bir araç olarak devreye sokulduğunu, kişi ya da hanehalkı düzeyinde yatırım ve sosyal güvence işlevi taşıdığını, vb. bu literatür anlatır bize. Konut, bütün tabakalaşmış toplumlarda statü göstergesi olmakla kalmaz, ürünü olduğu kültürü de kapsayan toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminde kritik bir yer de işgal eder. Konuta ilişkin süreçlerin, birbiriyle çatışan ve kısmen, arızî ve / ya da geçici olarak da olsa uzlaşan çıkarların konusu olduğu, dolayısıyla çok taraflı, çok failli bir evreni tanımladığı da meseleyle ilgilenen herkesin malûmu. Bu nedenle Beyer (1958, s.2) “konuta ilişkin süreçleri kavramak, aynı zamanda pek çok başka şeyi anlamak demektir,” der. Ne var ki, malûm olanın asimetrik cinsiyet ilişkileri ekseninden okunduğu çalışmalara ancak 1990’larla birlikte rastlıyoruz. Beyer’ın işaret ettiği “süreçler”in ve “pek çok başka şey”in bu asimetri prizmasından nasıl kırıldığını bu takribî 15 yıllık çalışmalar gösteriyor bize.

Söz konusu çalışmaların bir bölümü, geleneksel evleri ve kadınların ev içi rollerini merkezine alan, kültüralist ve etnografik denebilecek bir bağlama yerleşir (Baran ve Yıldırım 2005, Dalkılıç ve Halifeoğlu 2005, Halifeoğlu ve Dalkılıç 2005, Kejanlı 2005).

Öte yandan, Erdoğdu Erkaslan (2004) konut tasarımının cinsiyetler arası bir mücadele alanı olarak da okunabileceğini önerir. Modern konut tasarımında cinsiyet rollerinin temsili, Erdoğdu Erkaslan’a göre, eski zamanlardan bu yana fiziksel yapılı çevreye sızmış rasyonel / irrasyonel dikotomisi çerçevesinde analiz edilebilecek bir fenomendir. Domestik ve kamusal alanların ziyadesiyle cinsiyetlenmiş bir surette ayrıştırılmasıyla kadınların “erkek-yapımı çevre”de marjinalizasyonuna odaklanan yazar, mimari ürünlerin hem kullanıcıları hem de tasarımcıları olarak kadınların kuşaklar boyunca asimetrik güç ilişkilerinden muzdarip olduklarının altını çizer. Ev içi ve ev işinin modern mimarlıkla beraber “otomasyonu”, yazara göre, kadınların kamusal alana erişimlerini olanaklı kılan etmenlerden biri olmakla beraber, ironik bir biçimde, ev içindeki “hegemonya”larını da zedeleyen bir etkiye sahiptir.



F. Özbay (1996) ise, modernleşme sürecine koşut olarak, “mekânda cinsiyet ayrımı: harem ve selâmlık, ev emeğindeki farklılaşma ve görünürlük, mekânda cinsiyet ayrımının kalkması: misafir odaları, apartmanlaşma, salonların gündelik kullanıma açılması ve mutfaklardaki değişim ve işbölümü”nün izlerini sürmek suretiyle, Türkiye’de kamusal’ın özel olduğu bir mekân kullanımından, özel ve kamusal alanın ayrıştığı ve takibinde, özel’in kamuya açıldığı bir mekân kullanımına geçişi gözleme imkânını sunar. (Ayrıca bkz. Ayata 1985). Modernleşme sürecindeki karmaşık dinamizmlerin Türkiye konut kültüründeki sosyo-mekânsal değişmelere yansımasını açıklamaya çalışan bir başka araştırmacı İnce Güney’dir (2009). 1920’lerden 1990’ların sonuna kadarki dönemi inceleyen çalışmasında yazar, Ankara'daki değişimleri ülke genelindeki değişimlere model olarak kabul eder. 20. Yy. Ankara apartman dairelerinin mekânsal organizasyonunda yaklaşık 80 yıl boyunca yaşanan değişimler üzerinden cinsiyet rol ve ilişkilerinin yanı sıra, hane içi mahremiyet algılarındaki dönüşümlere de bakan İnce Güney, apartman konutlarının gerek tasarım gerekse kullanımlarındaki değişimlerin, sosyo-kültürel değişimin izlerini sürmede ne gibi referanslar oluşturabileceğine dair de bir fikir verir.

Ayata ve Güneş-Ayata (1996b) farklı komşuluk çevrelerinde oluşan sosyal sınıf ve statü grubu kümelenmelerini, bu kümelerin yansıttığı kültürü ve konut kullanımını inceledikleri araştırmalarında, cinsiyet gruplarının da konut çevresiyle ilgilerini karşılaştırmalı olarak tartışırlar. Ankara’nın kentsel alanlarından yararlanma düzeyinden kültür tüketimine, çocuk yetiştirme tarzlarından konut kullanım biçimlerine, komşuluk örüntülerinin niteliğinden çevre bilincine kadar uzanan birçok değişkenle alâkalı düşünce, tutum ve davranışın, farklı komşuluk çevrelerinde yaşayan toplumsal sınıf ve tabakaların özellikleri kadar cinsiyetler açısından da farklılaştığı görülür. Aile içi ilişkilerin otoriter ve ataerkil niteliği, bütün sosyal gruplar için geçerlidir. Öte yandan, gecekondularda kadınlar tarafından vurgulanan ve erkeklerce daha az belirtilen sosyal bağlar apartman semtlerinde pek önemli değildir. Bunun başlıca nedeni gecekondulu kadının son derece kısıtlı bir çevrede hareket ediyor olmasıdır. Onlar için sosyal çevre neredeyse tamamen komşu ve akraba anlamına geldiğinden bu kimselere yakın olmak esas sorundur. Diğer yandan orta sınıf apartman semtlerinde kadınlar dış dünyaya daha fazla açıldıkları için aile bütçesi kullanımındaki etkenlikleri daha fazladır.

Kümbetoğlu, İstanbul’a yeni göçmüş kadınlarla 1990’lı yılların başlarında yaptığı araştırmasında, kadınlarla genç kızların ev dışında çalışmalarına yönelik hoşnutsuzluğun, kadın namusunun denetim altına alınması endişesine yaslandığı belirtir. Böylece, “kadının güvenilmez mekânlara salıverilmemesi” düşüncesi, “kentin özgürleştirici değil aksine hapsedici yanını” öne çıkarır (akt. Kümbetoğlu 2001, s.276). Gecekondu alanlarında yaşayan kadınların kentteki yaşamları hemen hemen konut, sokak, mahalle üçgeninde geçer. Diğer kentsel mekânlar ancak “iş, ihtiyaç ve akraba ziyareti” gibi gerekçelerle kullanılır (Ayrıca bkz. Alkan 2005, s.100-32). Araştırmacı, mahalle içiyle sınırlı bu yaşamın, “kentte oturma, kentli oluş, yeni bir çevredeki yeni anlam ve örüntüler” ile olan ilişkisini aşağıda belirtilen ana başlıklar altında açıklar (Kümbetoğlu 1996):

- “Maddî bir kültür ögesi olarak konut ve özellikleri”: Gecekondulu nüfusun kentsel nüfus içindeki payı %35 civarında olup büyük şehirlerde bu oran %50’yi bulmaktadır. Dolayısıyla, gecekondu ve gecekondulu nüfusun “geçici veya geçiş dönemi olgusu” olmayıp “kalıcı, yerleşik, özgün bir kültür barındıran” sosyo-mekânsal bir oluşuma işaret ettiğinin altı çizilmelidir.

- “Konut-kadın ve konutu kullananlar ilişkisi”: Sosyal-mekânın akraba, yakın komşu, “aynı köylü”den oluşan birincil gruplardan ibaret olabildiğini ve algı düzeyinde de “biz, bizim gibiler” nosyonlarından hareket edildiğini görürüz. Bu ve benzeri kategoriler, aynı zamanda belli sosyal destek ve dayanışma örüntülerine de işaret eder. Kadınlar içinde var oldukları mekânın yetersizliğini vurgulasalar da tek güvencelerinin yine bu mekânlar olduğunu düşündüklerini anlarız (krş. Bora, 2007).

- “Konutu ve konut dışı mekânları kadınların hangi amaçlarla kullandıkları”: Konut ve yakın çevresi kadınlarca kimi zaman ev eşyalarının temizliği (halı, kilim yıkama, yastık, yorgan ve yatak içlerinin temizlenmesi) ya da kışlık besin maddelerinin hazırlanması, kimi zaman gelir getiren faaliyetler, kimi zamansa sadece sohbetler için kullanılır. Kadınların gelir elde etmeye çalıştıkları işler kışın ısıtılan tek odada, odayı aile üyeleri ile paylaşarak görülürken, yazın bahçeler, kapı önleri ve boş alanlar tercih edilir.

Dolayısıyla Rodriguez’in (1994) Ekvator’un Barrio kadınları ya da Corcoren Nantes’in (1993) Brezilya’nın Favela kadınlarının yaşam ve etkinlik alanlarına dair söylediklerine benzer bir biçimde, birçok durumda, yeniden üretimin nerede bittiği, üretimin nerede başladığı arasında belirgin bir çizgi yoktur. Nitekim Kayasü (1996) Türkiye’de tekstil ve konfeksiyon sanayilerine yönelik olarak evde üretim yapan kadınların konutlarıyla etkileşimlerini incelediği çalışmasında, sanayi öncesi toplumun bir özelliği olan “ev-atölye”nin 1980’lerde sanayinin yeniden yapılanma ve uluslararasılaşma eğilimleri doğrultusunda yeniden gündeme geldiğinin altını çizer.22



Emek Süreçleri… Hangi Emek?... Nerede?...

Kayasü, yukarıda anılan çalışmasında, konutun bu tür kullanımının devam edeceğini öngörüp bunun da gelecek açısından önemli bir veri olarak kaydedilmesi gerektiğinin altını çizer. Belirtmeliyim ki, aradan geçen aşağı yukarı 15 yıl zarfında konutun bu cinsiyet-yüklü ekonomi-politiği ne ilişkili kavramlar ve analitik kategoriler ne de politikalar düzleminde kökten bir gözden geçirmeye sebep olmuştur. Kendilerine tahsis edilen sosyo-mekânsal kaynaklarla kadınların ne yaptığını (ve yapamadığını), geleneksel iktisat, iktisadi coğrafya ve kent planlaması da içinde olmak üzere kentin ekonomik boyutunu çevrime alan disiplinlerin çalışma kavramıyla açıklamak olanaklı değildir. Çünkü söz konusu kavram pek çoğunlukla düzenli ücretli işgücüyle, biraz daha genişletildiğindeyse piyasa için ve / ya da piyasa içinde yapılan etkinliklerle eşanlamlı olarak kullanılır. Çalışma kavramı; “[b]ir toplumda her yaştaki kadın ve erkeklerin, her mekânda ve üretim ilişkisi içinde, kendilerinin ve başkalarının yaşamının devamı için kullanım değeri ve değişim değeri olan mal ve hizmet üretme süreçleri”ni (Ecevit 2000, s.119) anlatacak bir içerikle ele alınmayıp kamusal ekonomik ilişkilerdeki, özellikle “işyeri”ndeki etkinliklerle sınırlandığında, kadın emeğinin önemli bir bölümü dışarıda kalır. Bu tür bir cinsiyet-körü yaklaşım, ekonomi istatistiklerine de yansır ve bu istatistiklerdeki verilerle yeniden üretilir. Örneğin, kadınların çoğunluğu “etkin” olmadıkları zaman da çalışabilecek durumdadırlar, dahası zaten çalışırlar: Ev işlerini sürdürürler -ve bu işleri “etkin” olduklarında da sürdürürler-.

Kaldı ki, Türkiye’de 1950’li yıllardan sonra “ev kadını” kategorisinin giderek şişkinleşmesi, bunun yanında kadınların işgücüne katılımlarının sürekli düşüş göstermesi rastlantısal değildir. 1950’lerden itibaren varlığını şiddetlendiren iç göç, tarım kesiminde ücretsiz aile işçisi olarak çalışan kadınların, özellikle büyük-kentlere geldiklerinde formel işgücü piyasalarının dışında kalıp ev kadını olmalarını beraberinde getirmiştir. Nitekim 1955’te kadınların yaklaşık %96’sı tarım kesiminde ve ancak %4’ü tarım dışı sektörlerde çalışmaktayken, bu oranlar 1980 yılında sırasıyla %87 ve % 13, 2007 yılında %47 ve %53 biçiminde değişecektir. Buna koşut olarak, 1950’den önce %80’in üzerinde olan kadının işgücüne katılım oranı, 1980’de %43’e ve 2010’da %28’e düşecektir. “Aradaki farkın nereye gittiği” sorusu, yanıtını kentsel işgücü istatistiklerinde görünmeyen “ev kadınlığı” kategorisinde bulur. İlgili yazında bu süreç “ev kadınılaşma” olarak nitelenir (Ecevit 2000, s. 130, 153-4 ve İlkkaracan 1998, s. 285). Bu tablo, aynı zamanda, Türkiye kentleşmesinin kırsal kesimden göçle gelen kadınlar için “hapsedici” sonuçlarına da işaret eder. Bilhassa 1980 sonrası ekonomik yeniden yapılandırma politikalarıyla beraber, örgütlü sanayiyle bağlantılı ama ev eksenli, düzensiz ve enformel çalışma biçimlerinin kadın(sı)laşarak (feminizasyon) yaygınlık kazanması, bu geniş kentli alt-sınıf kadın kesimi için evi yalnızca yeniden üretim mekânı değil, aynı zamanda sosyal güvenlik, örgütlenme, ücret güvenliği vb. gibi birçok açıdan sorunlu bir üretim mekânı olarak da işlevlendirecektir. Kadın emeği, cinsiyet-körü disipliner yaklaşımlarca “tüketim ve yeniden üretim alanı” olarak nitelendirilen sözüm ona özel alanda ücretli emeğe bir yandan “lojistik” hizmetleri sağlarken, böylece bir yandan da üretim ilişkilerine, ama yine cinsiyet asimetrisi doğrultularında farklılaşan biçimlerde eklemlenmektedir.

Öte yandan, Türkiye de içinde olmak üzere birçok ülkenin kentlerinde kadınlar, giderek artan oranlarda, “dışarıdaki üretim”e evlerinden katılırken, yeniden üretimle ilgili etkinliklerinin bir bölümünü de evlerinin dışında gerçekleştirmektedirler. Ne var ki, birçok durumda ev içlerindeki gelir yaratıcı etkinlikler istatistiklere yansımadığı gibi, “yeniden üretici” ev içi etkinlikler de ulusal gelir hesaplamalarında göz önünde bulundurulmaz ve ev kadınları etkin işgücüne ne “işsiz” ne de “çalışan” olarak içerilir.23

Kaldı ki, 1970’lerden bu yana devletin işlevlerinin sınırlanarak yeniden tanımlanması, üretim ekonomisi ve emek süreçlerindeki dönüşümler bu tür bir gözden geçirmeyi zorunlu da kılar. Nitekim “kadınların mekânı”nda, bundan böyle salt aile yaşamı için değil, aynı zamanda, kamu hizmetleri ve formel çalışma yaşamı için de kaynak sağlanmaktadır. Dolayısıyla, toplumsal cinsiyet ve kentsel yapılı çevre bölünmelerini kırma, kamusal ve özel alanları, iş ve ev yaşamını bütünleşik bir çerçevede düşünme önerisi, aynı zamanda mevcut süreçlerin ayırdına varılmasının bir gerekliliğidir de. Üstelik 1980’lerde sosyal hizmetlere yönelik devlet harcamalarındaki azalmalar ve giderek artan kesintiler, üretim-yeniden üretim ilişkilerinin boyutunu farklılaştırmıştır. Ev dışında çalışan kadınların ikili rollerini yerine getirmelerini kolaylaştıran çocuk bakımı gibi toplumsal hizmetlere yönelik harcamalar, giderek, “özel, pahalı” ve “kadın çalışanlara tanınan ayrıcalıklar” olarak tanımlanmaya başlamıştır. Ekonominin yeniden yapılanması; üretimin yeniden örgütlenmesi ve emeğin esnekleşmesi paralelinde, enformel ekonominin genişlemesini de beraberinde getirmiştir. Böyle bir yeniden yapılanmanın anlaşılabilmesi, üretim ile yeniden üretim arasındaki ilişkilerin üzerinde odaklanmayı ve bu ilişkilerce tanımlanan bir ölçekte çalışmayı gerektirir (Ecevit 2000, s.124-6).

Nitekim kentin ekonomik coğrafyasıyla ilgilenen feministler, enformel ekonomiyi, analitik olarak, üretim ile yeniden üretimin kesişme alanına yerleştirirler. Bu kesişme alanında, yerel topluluk düzeyinde çocuk bakımı, sağlık, dahası danışma gibi hizmet ağları ve evde para kazanma ağları kadınlarca ve kadınlar arasında oluşturulup sürdürülür (Wedel 2001, s.21). Ankara’da 1990’lı yılların sonlarında gündelikçi kadınlarla yapılan bir araştırma, bu kadınların tamamının çalıştıkları işleri tanıdık, akraba, komşular aracılığıyla bulduğunu ortaya koyar (Kalaycıoğlu ve Rittersberger 1998, s.227). Yine aynı yıllarda Ankara’nın bir gecekondu semtinde yapılan etnografik bir araştırmada, kadınlar arasında kendilerine iş bulmakla kalmayıp hizmetinde oldukları ailenin yardımıyla kocalarına iş sağlayanların da olduğu saptanır (Erman 1998, s.215). “Türkiye’de Ev-Eksenli Çalışan Kadın İşçiler: Sorunlar ve Örgütlenme Stratejileri Toplantısı”na (Ekim 1999, İstanbul) İzmir’den bir mahalle örgütlenmesini temsilen katılan kadınlar, ev eksenli çalışan kadınların yoğun olduğu mahallede çocuklara sırayla nasıl baktıklarını aktarırlar.24

Özetle, ev-işyeri ayrımı, ne sosyo-ekonomik, dolayısıyla ne de mekânsal anlamda durağandır ve bu devingenlik, özellikle kadınların evde enformel gelir getirici etkinlikleriyle kendini açığa çıkarır. Türkiye’de de “ücret karşılığı emeğin evin mikro ölçekli coğrafyası içinde nasıl içerildiğini” inceleyen araştırmalar kamusal-özel, çalışma-yaşam, işyeri-ev, üretim-yeniden üretim, birincil çelişki-ikincil çelişki ayrımlarını derinden sarsar. Bununla kalmayıp “kimlik” ve / ya da “kültür” ile “emek süreçleri”nin ve “sınıfsal oluşum”ların karşılıklı kurucu niteliklerine, bunların da farklı ölçeklerde “kentsel mekânsal ayrışma”yla ilişkisine dair düşünmeye davetiye çıkarır.25

Bu başlık altında, son bir not olarak “seks işçiliği”ni düşmeli. 22 Temmuz 2007 genel seçimlerine giden süreçte eski genelev çalışanları Ayşe Tükrükçü ile Saliha Ermez, İstanbul 1. ve 2. bölgelerden bağımsız milletvekili adayı olmuşlardı. Diptekiler’le hayatlarını çalan üsttekiler’i yüzleştirmek için aday olduklarını ifade ediyorlardı birlikte kaleme aldıkları seçim bildirisinde. “Genelev gibi kölehanelere giden tüm yolların tıkanması, ... genelevdeki ve dışarıdaki tüm cinsel kurbanlardan özür dilenmesi, ... [onlara] tazminat ödenmesi, vesikaların iptali, kötü sicillerin tamamen imha edilmesi, ...”ni talep ediyorlardı (bkz. Tükrükçü 2008; Ermez ve Yurdalan 2007).

Zengin (2008 ve 2009) genelevin kapısından girebilme koşulunu -bedenini erkeklere satılmak üzere devlete teslim etme koşulunu- taşımayan, dolayısıyla o kapının körleştirdiği hattın paralellerinde dolanarak, devletin iktidarını ve bu iktidarın hedefi olan belli özneleri cinsellik ve mekân kesişiminde nasıl kurduğunu sorunsallaştıran bir kadın araştırmacı. Türkiye’de ancak çok yakın zamanlarda sorunsallaştırılmaya başlayan bir alanla temas ederek, yalnızca hayat kadınları / iffetli kadınları değil, vesikalı / vesikasız çalışanları da nüfus grupları olarak kategorilendiren, düzenleyip denetleyen bir tahakküm etme tarzı içinde devletin eril cinsel topografyasını da önümüze seriyor. Yaptığı, bir yandan da, çeperleri olmayan bir merkezin mevcudiyetinin imkânsızlığını göstererek, bütün merkezlerin sterilliğinin ne gibi unutkanlıklarla iddia edilebildiğini bize anımsatmak...

Zengin, “kiralık kadınlar”ı dert edinirken, C. Özbay ise (2011) İstanbul’un queer sosyal mekânlarında giderek daha fazla görünürlük kazanan “kiralık erkekler”in, yaşadıkları yoksul ve yalıtılmış çevreleriyle giderek gelişen batılı-tarzdaki “gay kültürü” arasındaki gerilimleri uzlaştırmak üzere ne gibi stratejiler izlediklerini, bu alandaki “eril pazarlıklar”ın ne gibi yeni erkeklikler inşa ettiği ya da mevcut hâkim erkeklik tarzlarını nasıl güçlendirdiğini araştırır. Erder ve Kaşka (2003), Kalfa (2008) ve Ünlütürk Ulutaş ve Kalfa (2009) ise “sektör”ün uluslararası boyutları ve kadın ticaretine odaklanırlar. Amargi Dergisi de 12. Sayısını (2009) “Hayatın Kadınları”na ayırmıştır.

Bu minvalde, fakat bambaşka bir perspektiften ve kült bir İstanbul filmi olan Vesikalı Yarim'den ilham alınarak yazılmış, okuması ziyadesiyle keyifli bir kitap, Çiçekoğlu’nun Vesikalı Şehir’idir (2007a). Şehrin, dahası kırsal / kentsel dikotomisinin, genel olarak sinemada, özel olarak da Türkiye sinemasında farklı temsilleri ile kolektif bilinçaltında ikiye bölünüp eril tahayyülde fetiş haline gelmiş kadın kimliği arasındaki paralellikler üzerinden kitabını ören Çiçekoğlu, bu paralelliklerin şehre ve şehir içinde kadına nasıl yansıtıldığını birçok örnek üzerinden anlatır. (Ayrıca, bkz. Çiçekoğlu 2007b.) Ne de olsa, Yanıkkaya’nın (2004, s. 65) dikkatlerimizi çektiği gibi, “Public man kamusal adam iken, public woman fahişeye karşılık gelir” ve bunun “sokakta olmanın cinsiyet-yanlı meşruiyeti”yle doğrudan bir bağı vardır.

*

Modern şehrin, sterilliğin formel olarak ve yüzeyde korunmasına hizmet eden güvence siyasasının çeperlere ya da merkez içindeki “kamp”lara sevk ettiği yalnızca fuhuş ve fuhşun mekânları değildir kuşkusuz. Modern şehir disipline etmeye, dolayısıyla içerme / dışlama süreçlerine yaslanan bir sosyo-mekânsal örgütlenme olup aforoz odaklarının ayrıştırılması da bu örgütlenmenin yapılandırıcı niteliğidir. Ayrıştırma ve dahası ayıklama ve yasaklama, bazen kamusallığın bütün veçheleri için uygun olmadığı iddia edilen kadın bedenleri üzerinden işler26. Bazen de toplumun çekirdeği olması beklenen ailenin, dolayısıyla heteronormativite’nin mayasını bozacak “unsurlar”a yönelir.



Yüklə 0,5 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin