GöNÜlden esiNTİler. A’YÂn-i sâBİte kazâ ve kader necdet ardiç terzi baba necdet ardiç


Kaldığımız yerden devam edelim Fusus’ul Hikem Mukaddime sayfa 27 Melaike-i Kiram bölümü



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə13/32
tarix03.01.2019
ölçüsü2,1 Mb.
#88712
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   32

Kaldığımız yerden devam edelim Fusus’ul Hikem Mukaddime sayfa 27 Melaike-i Kiram bölümü:

Âdem’e secde iile serfuru ile emir olunmadılar. Kimlerdi bunlar, Tabii meleklerdi. İkincisi Melâike-i Unsuriyyun dur yani anasır kaynaklı unsur kaynaklı meleklerdir, bunlar anasıra mensup olan ervahtır. Yani toprağa unsurlara su hava ateş toprak bunlara mensub olan yani onlardan var olan ruhlardır ve Âdeme secde ve iteat ile mükelleftirler.

Melâike-i Kiram ihtiyar sahibi olmayıp, ama insan ihtiyar sahibidir, mesuliyeti de o oradandır. Melekler ihtiyar sahibi olmayıp o kuvvanın sahibi olan yani o melek olan o kuvvetin sahibi olan Zât-ı Uluhiyetin iradesine tabi olduklarından haklarında 66/6 âyeti âyetinde buyurulmuştur.

﴿٦﴾ يَاۤ اَيُّهَا الَّذِينَ اَمَنُوا قُوۤا اَنْفُسَكُمْ وَاَهْلِيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلۤئِكَةٌ غِلاظٌ شِدَادٌ لا يَعْصُونَ اللَّهَ مَاۤ اَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُوءْمَرُونَ

66/6- Ey inananlar! Kendinizi ve çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı, insanlar ve taşlardır. Görevlileri, Allah’ın kendilerine verdiği emirlere baş kaldırmayan, kendilerine duyurulanları yerine getiren pek haşin meleklerdir.

Nitekim vücud-u insanideki kuva dahi insanın iradesine tabidir. Az önceki söylediğimiz hadisedir. Vücud-u insanın insandaki kuvvetler dahi insanın iradesine tabidir. Yani elimizi kaldırdığımız zaman bizim irademizle oluşan bir kuvvettir ve bu kuvvet insana tâbidir. İnsan iradesini bir şeye tevcih edince yani insan yapmak istediği şeye yönelince o kuvvet o şeye masruf olur, oraya sarf edilmiş olur ve asla tahalluf etmez. Yani o kuvvet oraya yönlendirilmiş olur ve bu kuvvet hayır ben bunu yapmam diyemez, ihtilâf edemez. İnsanın iradesine karşı gelemez. Melâike-i unsuriyyun avalim-i bi nihaye yani nihayetsiz âlemlerde âlem-i kesifenin tedbirine memurdurlar. Kesif âlemlerdeki tedbire memurdurlar. Yani buranın düzenlenme sine yaşantısına faaliye-tine devamına memurdurlar, melâike-i unsiriyyunlar. Yani sonsuz kesif âlemlerin tedbirine memurdurlar yani buranın faaliyetlerine memurdurlar. Bunların adadı yani adetler, sayıya ve sınırlandırmaya gelmez. O kadar çoktur. Melâike âlem-i his ve şehadette eşhas-ı kesife gibi görünmezler. Bakın melâike-i kiram âlem-i his ve şehadette yani bu içinde bulunduğumuz his ve şehadet aleminde şahs-ı kesif yani bizler gibi kesif şahıslar olarak görünmezler.

Zira ervahtır, âlem-i hayelde suver-i muhtelife mütemessilen meşhut olurlar. Yani his ve şehadet âleminde melâike-i kiram müşahhas varlıklar olarak oluşmazlar görülmezler. Ancak âlem-i hayelde yani hayel aleminde rüya âlemi gibi hayel âleminde berzah âleminde muhtelifeye mütemessilen yani muhtelif suretleri temsilen muhtelif suretler gibi temsilde meşhud olur, yani görülürler. Lâtif olarak görülürler. Onu da herkes göremez. Bu temsil yani melâike-i kiramın bu temsili görünüşü rainin ahval ve itikadatı ile münesebattır. Yani rüya âleminde lâtif âlemde rainin, yani rüyayı gören kişinin halleri ve itikadı istikametinde görür. Yani idrak ve anlayışı istikametinde melâike-i kiramı nasıl tahayyül ediyorsa o suret ve halde görür.

Hz Cibrilin Cenâb-ı Meryem’e diğer melâike-i kiramın Lut (a.s.) ve sair enbiya-ı aleyhimüsselama ve evliyaya ve sülehaya temessülleri gibi. Cebrâil (a.s.) ı nasıl görmüştü Meryem ana, insan suretinde görmüştü, ama Meryem ana gitseydide farz-ı misal o kişiye elini dokunarak beni koru veyahutta bana yardım et deseydi, elini değdirseydi eliiçinden geçer giderdi. Çünkü onlar lâtif varlıklardır, kesif değildir. ancak karşıdan gördüğü için onu gerçekten insan zannetti. Yani o sınırlar içerisinde insan zannetti ve onun için senden Rahman’a (19/18) sığınırım dedi. Bakın Allah’a sığınırım demedi, rabbıma sığınırım demedi, Rahman’a sığınırım dedi.

Neden, çünkü mertebe-i Rahmaniye bütün âlemlere rahmet dağıtıyor, o yüzden. Onların bu temessülleri yani lâtif olarak görünmeleri esnasında rainin nezdinde hazır olanlar bu melâikeyi müşahede edemezler. Yani melâike-i kiramın lâtif varlıklar olarak temessül ettiğinde onları gören rainin yanında hazır olanlar bu melâikeyi müşahede edemezler. Zira âlem-i hayale dahil olan ancak raidir. Hayel âlemine dalan ancak o gören kimsedir. Mekke-i Mükerreme’de Kâ’be-i Muazzama’nın çevresinde bu tür haller oluşabiliyor, meselâ diyor ki aaa şurada şu var, yanındaki ben bir şey görmüyorum diyor, neden sadece o gören kişiye görünüyor onlar sadece veya o gören kişinin kabiliyeti açılarak onu müşahede ediyor, orada var, diğerleri müşahede edemiyor, neden kesif baktıkları için.

Meğer ki o kişinin çevresinde hazır olanlardan da âlem-i hayele nüfus eden bir kimse varsa o da görür diyor. Bu temessülü bunlar da görebilirler melâikenin vucuh-u tasarrufatı kanatlara teşbih buyurulmuştur, yani melâikenin vecihleri, yönleri kanatlara benzetilmiştir. 35/1 âyetinde bu kuvvanın semavat ve arzda tesiratı mütenevvia ile kesiresi vardır.

﴿١﴾ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ فَاطِرِ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ جَاعِلِ الْمَلۤئِكَةِ رُسُلا اُولِىۤ اَجْنِحَةٍ مَثْنَى وَثُلَثَ وَرُبَاعَ يَزِيدُ فِى الْخَلْقِ مَايَشَاۤءُ اِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ

35/1- Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan Allah’a mahsustur. Yaratmada dilediği kadar artırır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.

Yani melâike-i kiramın yani bu kuvvetlerin semavat ve arzda değişik değişik nevilerle çok kesiresi vardır. Yani değişik şekilde faaliyet gösterirler. Vücud-u mutlakın meratip ve etvar-ı mutelifisindeki tedbirat bu kuvva vasıtasıyladır. Yani mutlak vücudun meratib ve etvar, yani mertebe ve tavırlarda yani muhtelif mertebe ve tavırlarda tedbiratı tedbir alması yani âlemlere hâkim olması hükmetmesi bu kuvvetlerledir. Bunlar canib-i Uluhiyetten, uluhiyyet canibinden Uluhiyyet merkezinden veya yönünden her bir mertebeye ve her bir tavıra irsal olunurlar. Her bir mertebeye ve her bir oluşuma gönderilirler. Yani bazıları enbiyaya vahy ile bazıları evliyaya ilham ile ve eşhas-ı saireyi insaniyeden her birine ve hayvanat ve nebadata ve cemadata yani hayvanlara ve madenlere vel hasıl bil cümle eşyaya umur-u muhtelife-i kesirenin tasrifi ve tedbiri için irsal olunurlar. Yani bütün alemlerdeki fiillerin oluşumların tasrifi ile sarf edilmesi ve tedbir edilmesi düzenlenmesi için gönderirler.

Her hangi bir meleğin kendisinden müteessir olan şeye bir tesir ile ittisali onun kanatlarıdır. Her hangi bir meleğin yani herhangi bir kuvvetin kendisinden müteessir olan yani kendisine tesir eden o malzemeye o varlığa tesir eden her bir şeye tesir ile ittisali yani oraya ulaşması onun kanadıdır. Böylece her bir cihet-i tesir bir kanat olmuş olur. Yani melâike-i kiram hangi yöne tesir etmişse oraya giden lâtif kuvvet onun kanadı hükmündedir. Melâikenin kanatları yani vucuhu, tesiratı adede münhasır değildir. Melâikenin kanatları adetle sınırlandırılmış değildir. Belki onların tesiratı mütenevvia kesiresi hasebiyle yani değişik değişik tesirleri dolayısıyla kanatları gayri kabili tadattır. Yani kanatların sayılması mümkün değildir.

Onun için (s.a.v.) Efendimiz leyleyi miraçta Cebrâîl (as) ı altı yüz kanatlı olarak müşahede ettiklerini beyan buyurmuşlardır. Bütün ufku kapladığını söylemiştir. Maksad-ı alileri yani bundan yüce maksatları 35/1 âyeti Kerîme’si gereğince vücud-ı tesiratın kesretine işaret buyurmaktır. Yani tesir yönlerinin çokluğuna işarettir altı yüz kanatlı görmesi. Aslında 600’ün sıfırlarını kaldırdığımız zaman 6 kalmakta ki bu da altı cihete olan tesirini de göstermektedir. Ön, arka, sağ, sol, alt ve üst olmak üzere. Zâten başka da cihet de yoktur. Yani melâike-i kiram bütün bu cihetlerde tesirlidir, faildir ama Hakk’ın emri ile.

Şimdi Uluhiyetin âlem-i anasıra muhit olan dört kuvve-i külliyesi vardır, Uluhiyetin yani Allah’ın âlem-i anasıra muhit olan yani bu unsur âlemine muhit olan kaplamış olan dört kuvve-i külliyesi vardır. Dört külli kuvveti vardır. Kül yani geniş kuvveti vardır ki, onlara lisan-ı şeriatta Cebrâîl, Mikâîl, İsrâfil ve Azrâîl (a.s) tesmiye olunur. Yani bu isimler verilir şeriat mertebesi lisanında. Bunlara tabi olan melâikenin ise haddi ve hesabı yoktur.

Cebrâîl (a.s.): İlâhi gayb hazinesinde olan gizli ma’nâları âlem-i surete isal ve ifaza eder. Yani oraya ulaştırır ve onu feyizlendirir. Binaenaleyh her bir ferdin kalbine âlem-i gaybdan nazil olan mânii kuvve-i natıka vasıtasıyla harf ve savt ile ısharı ve batınından haber verip ıshar eylemesi vücuh-u cibrilden bir veçhin tesiriyle vaki olur. Yani insanların kalbine gelen ilm-i ilâhi Cebrâîl (a.s.) ın tesirlerinden bir tesir ile olur. Çünkü O ilim getirmektedir. Hz Cibril Hakikat-ı Muhammediye mertebesinden taayyün-u Muhammediye mertebesine kaffeyi vucuhu ile nâzil olduğundan Kur’an-ı Kerim hakkında 6/59 âyetinde buyurur,

﴿٥٩﴾ وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لا يَعْلَمُهَاۤ اِلا هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِى الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلا يَعْلَمُهَا وَلا حَبَّةٍ فِى ظُلُمَاتِ الاَرْضِ وَلا رَطْبٍ وَلا يَابِسٍ اِلا فِى كِتَابٍ مُبِينٍ

6/59- Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanları O bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı, kuruyu ancak O bilir ki, bunların hepsi apaçık bir kitap (olan Levh-i Mahfuz) dadır.

Buyurulmuştur, Cebrâîl (a.s.) bu özelliği ile bütün âlemleri kaplamıştır. Cebrâîl dediğimiz zaman sadece bir fert melek değil, işte Hz peygambere geldi gitti diğer peygamberlere geldi gibi bir fert değil, Cebrâîl ismi ile belirtilen nokta zuhur mahalli olarak belirtilen ama bütün âlemlerde sari ve cari olan ve emrinde de sayılamayacak kadar aynı güçten askerleri olan bir kuvvettir. Cebrâîl (a.s.) bu hususiyeti ile bil cümle avamile muhittir, bu vazifenin tafsilatını icraya memur onun tedbiri tahtında sayıalamayacak hesap edilemeyecek çok da melek kuvvetleri de vardır ona bağlı kuvvetler de vardır ve O’na ruh-ul Emin de derler.



Mikâîl (a.s.): Muhtelif mahlukat sınıflarının her birerine mahsus olan erzakın hıfzına veznen tartı ve keylen ölçü ve tartı ve adeden miktaren her bir hakkı zi hakka itaya müvekkel olduğu için bu kuvvete Mikâîl tesmiye olundu. Bu hususta Hz Mikâîl’in dahi her mahlûka bir tesir ile ittisali vardır. Yani bir ulaşması bütünleşmesi vardır. Bu haşyeti ile o dahi avamili muhittir yani bütün âlemleri çevrelemiştir, ve kezalik bu vazifenin tafsili icraya memur onun tahtı idaresi altında nihayetsiz melâike vardır. Hatta sath-ı arza düşen bir katre-i baran yağmur damlası bir kuvvet ile nazil olur.

Yani yağmur damlası dahi bir kuvvet ile yani bir melek ile iner, yeryüzüne nazil olur, yani hiçbir yağmur tanesi kendisine verilen yerden başka bir yere düşmez. Melâike-i kiram aldığı emir ile onu yerine indirir. Bazı yağmurları görürüz, şakuli gelmez, yan yan gelir, rüzgar geldi onları itirdi denir, o o toprağın rızkıdır, ayrıca rüzgar da bir kuvvettir, onu asli yerine indirir ve işi tamamlanmış ölmüş olur. Hatta sen bir şeyi vezn ettiğin tadat ve takdir eylediğin vakit sende vücuh-u mikâîl’den bir veçhin tesiri vaki olur. Rızıklardan sen birisine rızık verdiğin zaman Mikâîl (a.s.) ın veçhinden yani yönünden bir vecih sende faaliyete geçtiği için onu vermiş olursun. Yani o kanaldan vermiş olursun.



Azrâîl (a.s.) : Ma’nâdan ibaret olan ruhu, suretten ibaret olan ebdandan tefrik eder. Ma’nâdan ibaret olan ruhu suretten ibaret olan bedenlerden ayırır. Âlem-i zâhirde mevcut olan her bir suret-i kesife bir ma’nânın ısharı içindir, o ma’nâ o suretin ruhudur. Böylece zerreye varıncaya kadar âlem-i zâhirde vaki olan tefessüt yani bozulma tasarruf-u Azrâîl ile husule gelir. Bakın sadece insanların canlarını almıyor, bütün âlemde kevn ve fesad işte her an Azrâîl (as) kevin fesad yapıyor. Yani bozuyor, öldürüyor her an. Hayy ismi ona yeniden hayat verdiğinden kevn ve fesad olma ve bozulma bu alemin özelliğindendir.

Şimdi Azrâîl (a.s.) dahi bu haysiyeti ile avamili muhittir. Yani bütün âlemleri çevrelemiştir ve onun taht-ı emrinde dahi nihayetsiz melâike mevcuttur. Sen suver-i mevcudadın birini ifsad ettiğin vakit yani mevcudat suretlerinden birini öldürdüğün vakit sen de Azrâilden bir veçhin tesiri vaki olur. Yani sen de her hangi bir şeyi öldürdüğünde, yerden bir ot kopardığında Azrâilliğin bir benzerliğini yapmış oluyorsun. Yani onu öldürmüş olursun. İşte burada dikkat edilecek en mühim meselelerden biridir, kendi varlığımızın Azrâîl’i olmayalım. Kendi hakikatimizi ruhaniyetimizi faaliyete geçiremez isek eğer biz daha dünyada iken kendi Azrailimiz oluruz. Hani birisi diyor “Ben senin Azrâîli’nim” dikkatli ol gibi halbuki kişi ondan evvel kendi Azrâîli’dir.



İsrâfil (a.s.):

Her bir suretin kendi nevine hassı olan hayatı sur’i ile nef eder ve fikrin mukaddematı kazâyı ile intacı yakın etmesi yani neticeye ulaştırması dahi sende Cenâb-ı İsrâfilin tesiratından bir vecih ile vaki olur. Şimdi nefh-i hayata memur, yani hayat nefhasını vermeye memur, o kadar melâike-i kuvvet vardır ki hesaba ve adede sığmaz, cümlesi Hz İsrâfilin iradesi altındadır. Âlemde hayat sahibi olmayan bir şey yoktur. Nitekim 17/44 âyetinde buyurulur,

﴿٤٤﴾ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَوَاتُ السَّبْعُ وَالاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلَكِنْ لا تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا

17/44- Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tespih eder. O’nu hamd ile tespih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tespihlerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, bağışlayandır.

Hamd ve tesbih ancak hayat sahibi olandan vaki olur, böylece Cenâb-ı İsrafil’in dahi her mahluka bir tesir ile ulaşması bağlantısı vardır, bu haysiyeti ile cemi avalime o da muhittir.

Peygamber Efendimize sormuşlar melâike-i kiram görülmediği için onların ölümü nasıldır diye, Efendimiz “inkıta-i zikir” “zikrin kesilmesi” onun ölümüdür buyurmuştur.

İkinci vasl. Hakikat-ı İblis:

Bu konuda oldukça mühim bir konudur, inşeallah bunları da olabildiğince de anlamaya çalışırız, Cenâb-ı Hakk da bize bunları anlatır, hani İblis, İblis, dediğimiz o varlığın hakikati nedir. Korkulacak bir şey değildir, ama kendini bilmeyen kimse hayalinde bir varlık vehm ettiğinden o vehim ettiği varlıktan da korktuğundan onun hükmü altına girer. Yani kendi icat ettiği iblisten kendisi korkar. Eğer iblisin hakikatini bilmiş olsa böyle bir şey zâten icat etmez, kendisi tasavvur etmez, düşünmez. Bakın ne kadar güzel ifade ediyor.

---------

Ma’lûm olsun ki, yani şöylece bilelim ki, İblis ism-i Mudil’in mazharı etemmi ve ekmeli olan bir ruhtur. Yani Mudil isminin tam kemâlli zuhur mahallidir. İblis her yönden Mudil isminin ekmeli yani en kemâlli tam olan zuhur mahallidir. Ve böyle olan bir ruhtur ve mertebe-i Ervah ayrılık ve gayriyetten bir nevi üzerine Zât’ın hariçte zuhurundan ibarettir. Yani Ruhlar mertebesi, ayrılık ve gayriyetten bir nevi üzerine, orada ayrılık başlıyor, yani şef’iyyet orada başlıyor, ikilik orada başlıyor. Yani ayn ve gayn orada başlıyor. İşte bu mertebede bütün Esma-ı İlâhiyenin zuhurları tefrik edilmeye başlıyor, burası ikiliğin yani şirkin başladığı yerdir. Tabi burada şuurlu varlıklar daha henüz madde elbiseleri giymediği için, şirkten bahsedilemez, şirk inkardan bahsedilemez ama onun, yani ikiliğin başlangıcı burası olmaktadır.

Mertebe-i Ervah ayrılık ve gayriyetten bir nevi üzerine Zat’ın hariçte zuhurundan ibarettir. Gene Zât’ın zuhurundan ama bir gömlek dıştadır. İşte bu günkü, akşamki sohbette de geçtiği gibi “Elestü birabbiküm” (7/172) ayrılık ve gayrılığın başladığı yerdir. “ben ve sen” bakın ondan evvel tabir ve ifade yoktur. Yani “Ben sizin rabbiniz değilmiyim” dediği yerde ikilik başlamaktadır. Zât’ın mertebe-i Ervah ayrılık ve gayriyetten bir nevi üzerine Zât’ın hariçte zuhurundan ibarettir. Vahidin bakın bir’in, isneyniyet dairesinde rüyeti bu mertebeden başlar. Yani bir olan vahidin ikilik mertebesindeki başlangıcı bu mertebede başlar.

İsneyniyet üzere yani ikilik üzere işte islâmın zâhiri şeriat mertebesi de, isneyniyet üzere bina edilmiş, ikilik üzere. Yani yukarıda Allah var aşağıda kul vardır, zâhir olarak tenzih mertebesi. Cümleyi tekrar okuyorum, isneyniyet dairesinde rüyeti ikilik üzere görüntüsü bu mertebeden başlar, binaenaleyh ismi Mudilin zuhur ahkâmının ibtidası bu mertebedir. Yani Mudil isminin başlangıç mertebesi burasıdır, burada ikilik başlar. işte kendisi Mudil isminin zuhuru olduğundan bozgunculuk olduğundan daha faaliyeti burada başlamaktadır. Yani burada kendini ayırmaya başlamaktadır.

Diğer Esma-ı İlâhiyede buradan ayrılmakta ama diğer esma-ı İlâhiye varlık davasında olmadıkları için böyle bir hükme düşmemektedirler. Binaenaleyh ism-i Mudilin zuhur ahkâmının iptidası, Mudil isminin hükümlerinin başlangıcı bu mertebedir. Dalâl şaşırtmak demektir, bir vücudun yek diğerine mugayir olarak iki görülmesi şirk, ve şirk ise aynı dalâlettir. Ne kadar güzel tabirler yapmışlar, ben hiçbir kitapta, hakikat-ı iblisin, bu kadar güzel, bu kadar açık, ifade edildiğini hiçbir zaman, bir yerde görmedim. Nasıl bahsediliyor, iblis kötüdür, iblis şunu yapar bunu yapar, hep lânetlenme yönüyle ifade edilir. İlmi yönüyle hiç kimse bunu ifade edemez.

Biz onu bu ifadelerle kendine ait bir varlık olarak zannederiz, halbuki Mudil isminin en kemalli zuhurudur. İdlâl şaşırtmak demektir, bir vücudun yek diğerine mugayir olarak yani bir vücudun diğer vücudun gayrı olarak, gayrı gibi görünerek iki görülmesi şirk, ve şirk ise aynen delâlettir. Bu tarz-ı rüyet bu tarz görüş, kuvve-i vehimenin şartıdır. Yani vehim kuvvetinin işidir biri iki görmek, şimdi bu kuvvet mazhar ismi Mudil olup ismi Mudilin zuhur mahali olup hakikati iblistir. İblisin hakikatidir bu anlayış. Zira şanı telbistir. İblis ismi de bundan müştaktır. Yani iblis ismi de telbis isminden kaynaklanmaktadır. İblis bu haysiyetiyle avamili muhittir. Yani bu özelliği ile tüm âlemlerde muhittir. Bir tane orada beş tane orada, üç tane burada, gibi ayrı ayrı değil, diğer melâike-i kiram gibi Cebrâîl, gibi Azrâîl gibi, Mikâîl gibi, İsrâfil gibi İblis de bütün âlemlerde sâri bütün âlemleri kaplamıştır.

Ve onun tahtı tabiiyyetinde ona tabi olanlar onun altında ona tabi olanlar adetlendirilemeyecek, sayılandırılamayacak kadar ruh mevcuttur, yani kuvvet mevcuttur. Bakın bunların cümlesi dalâlete düşürmeye ve bozgunculuk yapmaya memurdurlar, çünkü işi budur, eğer iblis bozgunculuğu yanındaki kuvvetlerde bozguncu-luğu yapmamış olsalar âsi olurlar. Allah’a âsi olmuş olurlar, bu işi yapmamış olsalar. Yani onlar da Mudil ismi istikametinden Hakk’a iteat etmektelerdir. Bunu anlamak biraz zordur, anlarız inşeallah yavaş yavaş.

Bunlar delâlete düşürmeye mecburdurlar ve bunlar âlem-i tabâiyede yani tabiat âleminde cemi eşyaya da saridirler. Yani bütün eşyada mevcutturlar. (s.a.v) Efendimizin “her kimse ile birer şeytan doğar, ve benimle beraber doğan şeytanı islâma getirdim” işte tasavvufta nefis terbiyesi denen şey bu asla dayanmaktadır, biz de Mudil olan şeytanımızı, eğer eğitir isek, islâm yani, teslim almış oluruz bize teslim olur, ondan sonra ancak bizim hem gönül âlemimizde hem beden âlemimizde sulh meydana gelir, biz o zaman bâtınen de islâm oluruz.

Efendimiz (s.a.v.) in böyle buyurmaları nefsi insanideki vehme işarettir, zira kuvve-i vehme asla kendini büyük kibirli görmekten dönmez. Ve şanı bil cümle kuvva üzerine istilâdır. Yani bütün kuvvetlerin üzerine istilâ etmek âmir olmaktır, bazı kimselerin makam mertebe aşkı, isteği, buradan gelmektedir, nefs-i emmâre hep âmir olsun ister. Bütün insanların üstünde âmir olsun hep benim sözüm dinlensin bana sorsunlar, ben önde olayım, ister nefs-i emârenin en büyük hazzı emretme hazzı olduğu belirtilir. Âmir olma emretme hazzı.

Ve vücudundan eser olmayan bir şeyi mevcut ve hattı zâtında mevcut olan şeyi de ma’dum gösterir. Yani olmayan bir şeyi var, var olan bir şeyi de yok gösterir. Yani Allah’ın var olan varlığını yok yok olan hayali de var gibi gösterir. Ehlullahtan birine sormuşlar, bu kemâlâta nasıl ulaştın diye, o da demiş ki, “nefsimin isteğinin tam tersini yaptım, öyle doğruyu buldum çünkü biliyorum ki nefs mudil beni kötü yola sevk ediyor,” onun istediğinin tam zıddı da doğru yol olduğunu tahmin ettim demiştir.

Şimdi kuvve-i mütefekkire aklın hükmüne tabi olursa, ona zâkire-i mütefekkire, eğer vehmin hükmüne tabi olursa ona mütehayyile yani hayel derler. Hakikat-i iblisiye akl-ı kül olan hakikat-ı insaniyeye diğer kuvva-ı Uluhiyet gibi serfuru etmesi teklifine karşı قَالَ اَنَا خَيْرٌ مِنْهُ 7/12 dedi yani “ben ondan hayırlıyım” dedi, bu cevap kendisini ayrı görmek demektir. “ben ondan” o ve ben demesi kendisini ayrı görmesinin kendi lisanından ispatıdır. Biri iki görmek ise vehimdendir. Yani biri iki görmek vehim kuvvetindendir. İşte İblis, Cami, cemi esma ve Sıfat-ı İlâhiye olan Akl-ı Kül’e tabi olmayıp davayı teferrüde ve isti’lâya kıyam ettiği ve biri iki ve mevcudu ma’dum yani varı yok, olmayanı da var gördüğü için Zat-ı Uluhiyyet onu kuvvayı saire arasından 7/13 ayetinde فَاخْرُجْ اِنَّكَ مِنَ الصَّاغِرِينَ hitabı ile yani “İn oradan tard edilmişlerden olarak” hitabı ile tard eyledi. Zira kuvve-i vehime bil cümle kuvvaya musallat olmakla beraber onlara nazaran kıymetsiz ve küçük bir şey idi aslında. Bakın reklâmı çok olduğundan biz onu büyük gibi görüyoruz. Yani far farası, tan tanası çok olduğundan, biz onu büyük zannediyoruz. Zira şanı hakikat-ı vusulden men etmektir. Yani iblisin şanı, yani yaptığı iş hakikate ulaşmaktan kişiyi men etmektir. Yani Hakka ulaşmaktan men etmektir. İşi de budur.

İblis kendilerine esrar-ı arziyye ve semaviye münkeşif olan ehl-i sülûku idlal için muhayyel olarak arz ve sema suretlerinde zâhir olur, hatta tecelliyat-ı Zâtiyeye karışıp sâliki ıdlâl eyler. Bakın ne kadar derin halleri oluyor, işte onun için derler 70 bin perde nurdan ve zulmetten vardır, nurdan perdelere de karışır, hadi zulmet perdelerini anladık diyelim kesif perdeleri ama nurdan perdelere karışarak oradan da bozar. Yani arkasını sıvazlar, sen ne mübarek adam oldun maşeallah, bir namaz kıldın ki yani sorma, âlemlerde bu namazı kimse kılamaz, aşk olsun sana, yuttuk mu o zokayı, tamam işimiz bitti. Onun için yaptığımız işlerle de fazla öğünmememiz gerekiyor. Çünkü hemen o sahaya giriveririz.

Ve hatta tecelliyat-ı Zât’iyeye de karışıp sâliki idlâl eder, bakın ilâhi tecelliye, Zat tecellisine dahi karışıyor, işte bu gün ve geçtiğimiz günlerde, bilhassa bu günde fenâfillâhta ayağı kayan kimselerin hali, tam ona göre kıvamda olmuş kişilerdir eğer gerçek ma’nâda sağlam olarak ilm-i ledün, yani irfaniyet ilmi ile oraya gelmemiş ise, mutlaka iblis onun ayağını kaydırır. İşte dedikleri açıktır zâten, efendim bizim namazımız kılındı, daha namaz mı kılacağız, al işte iblisin Zat mertebesinden savurup gitmesi süpürüp gitmiş, hepsini katmış önüne nasıl koşturuyor, onlar da Hakk’a koşuyoruz zannediyor, halbuki iblisin kovalamasından kaçıyorlar. Hakk’tan kaçıyorlar, Hakk’ı bulduk diye Hakk’tan kaçıyorlar. Ama bunun farkında değiller ve kendilerini salâh üzere olduklarını zannediyorlar, ne kadar müthiş neticedir Allah etmesin, kendileri-mizi ne zannederken, ne durumda olduğumuz açılınca karşımıza eyvah diyeceğiz, Cenâb-ı Hakk bu durumlara düşürmesin inşeallah.

Ve Hatta tecelliyat-ı Zât’iyeye de karışıp sâliki ıdlâl ederler. Yani bozarlar. Ancak suret-i Muhammediye’de ve onun varisleri olan kâmilin suretlerinde temessül edemezler. Yani pir-i fani şeklinde gözükürler insanlara rüyada, yahut yakaza halinde piri fani olarak gel seni ben Cennet’e götüreceğim, gel bir yere götüreceğim diye çağırır, götürür şirkin tam içine yahut cehennem içine götürür haberleri bile olmaz kişinin. Haberi olduğunda da iş işten geçmiştir.

Zira (s.a.v.) Efendimiz ile, onların varisleri olan kâmiller ism-i hâdinin ve iblis ve tebaisi ism-i mudilin mazharı etemleridir yani mükemmelleridir. Tecelliye-i Zâtiyeye karışması Zât-ı Ulûhiyetin Hâdi ve Mudil isimlerinin, her ikisinde cami olmasındandır. İblisin hakikati ism-i Mudil olduğundan, ve kalb-i hakayık mümkün olmadığından, gerek kendi ve gerek tebayi ism-i hâdinin mazharına temessül edemez. Hakikat-ı iblisiye hakkında söz çoktur, fakat ehl-i irfan ve sekaye bu desatir-i esasiye kafidir. Yani bu esas düsturlar yani bu anlatımlar zâten yeterlidir deniyor.

Şimdi tekrar peygamber efendimizin haline gelip oraya bakalım; zira (s.a.v.) Efendimiz ile onların varisleri olan kâmiller ism-i Hadinin mazharıdırlar. İblis ve ona tabi olanlar ise ism-i Mudil’in masharı dır. Mudil isminin tam masharlarıdır. Ve tecelliyat-ı Zât’iyeye karışması, yani İblisin Zât’i tecelliye nasıl karışır diye bir soru gelirse aklımıza, karışması şu sebeptendir ki, Zât-ı Ulûhiyetin varlığında Hadi ve Mudil isimlerinin her ikisi de cami olmasındandır. Yani cenâb-ı Hakk’ta Hâdi ismi olmakla birlikte, Mudil ismi de bulunduğundan o Mudil isminden o kanaldan girerek Zat tecellisine de karışabilirler diyor. işte tecelli denilen şeylerin, yazıların düşüncelerin vuruntuların, mutlaka bir ehli tarafından kanaldan geçirilmesi lâzımdır.

Yani bir kontroldan geçirilmesi lâzımdır, yani istişare edilmesi lâzımdır, herhangi bir kimseye ilhami gibi bir şeyler geldiği zaman, mutlaka istişare edilmesi lâzımdır. İşte ism-i Mudil mazharı olan iblis telbis yaparak şüphe karıştırarak, düşürerek Hâdi tecellilerin içerisine öyle bir cümle koyar ki, işte o mudil tecellisidir, hâdi olan bilimlerin hepsini karmakarışık yapar, ve ters şekilde tatbikat yapmasına sebep olur. Ancak peygamber Efendimizde ve âriflerde, bilhassa efendimizde, Mudil ismi bulunmadığından, sadece Hâdi, hidayet, Rahmet üzere olduğundan, O’nu görenler O’nun suretine iblis bürünemediği için, peygamber efendimizi, kim hangi surette görürse görsün, O’nun hakikatini görmüş olur. Bu hususta daha geniş bilgi, (18-peygamberimizi rü’ya-da görmek) isimli dosya kitapta mevcuttur, isteyenler oradan bakabilirler.

Ancak her gören de Hz peygamberi görmüş değildir. neden, çünkü (s.a.v.) Efendimizi asli olarak, gerek suret olarak, gerek lâtif olarak görmek zâten mümkün değildir. ancak O’nu sahabe-i kiram o 23 senelik devrede gördüler ve ondan başka O’nu Mekke, Medine’de yaşayan suret-i, hakikati üzere kimsenin görmesi mümkün değildir. Bu şekliyle görmesi mümkün değildir. Ruhani ma’nâda baktığımız zaman da gene görmek mümkün değildir. Peki görülenler nedir, görülenler gören kişinin itikadı üzere, kendi hayalinde, kendi varlığında, tahmin ve kurguladığı, ve kendi ma’nâsından kendisine yansıyan suret-i Muhammedidir. Ancak O da, Hz peygamberden gayri bir şey değildir. Peki nedir, suretlerinden bir surettir. Gerçek ma’nâda Hz peygamberi ne fiilen ne ruhen görmek mümkün değildir. Bunu böyle bilelim. Ama gördüklerimiz de O’nun gayri değildir. Kişinin idraki muhabbeti ne kadarsa, o anlayış üzere ancak O’nu görebiliriz.

İşte Zât-ı Uluhiyetin Hâdi ve Mudil isimlerinin her ikisi de cami olmasındandır. İblisin hakikati ism-i Mudil olduğundan ve kalb-i hakayıkı mümkün olmadığından, yani onun kalbi hakikatleri idrak etme durumunda olmadığından, Hâdi yönüne gelemez. Gerek kendi ve gerek tevabi, ism-i Hâdi mazharına tevessül edemez. Hakikat-ı iblisiye hakkında söz çoktur, bu kadarı yeterlidir, diye belirtilmiş, ancak bir şey daha söyleyeyim, şimdi (s.a.v.) Efendimi-zin her hangi bir şeyde noksanlığını hiçbir şekilde düşünemeyiz. Çünkü O zâhir ve bâtın evvel ve âhır bu âlemler ve diğer âlemlerin her varlığında kemâl üzeredir, çünkü bu âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Eğer kendisi olmasaydı, bu âlemlerde zâten olmayacaktı. “Eğer sen olmasaydın olmasaydın, bu âlemler halk etmezdim

Şimdi bu kadar, her mahallin kendisinde zuhuru olduğundan, ve her esma-ı ilâhiye, ve sıfat-ı İlâhiye kendisinde mevcut olduğundan peki, o zaman Mudil ismi kendinde yoksa, o zaman bu bir eksiklik değil midir? Biz de soralım şimdi, bir eksiklik değil midir,? Allah’ta var olan Mudil ismi, Hâdi ismi ile beraber iken, Hz peygamberde Mudil isminin olmaması bir eksiklik değilmidir, hâşâ bir eleştiri olarak değil, aklımıza gelirse, böyle bir düşünce, cevabını bulalım cevabını bilelim, diye söylüyorum. İşte (s.a.v.) Efendimizden de Mudil ismi çıkmakta, ancak kendisinde değil, karşı tarafta, ama kendisinden, kendisi vasıtasıyla çıkmaktadır. Neden, Hâdi ismine davet ettiği zaman, Mudil ismi mazharları tabi olmadığından daveti dolayısıyla Mudil ismini ortaya çıkarmakta. Ondan O’nun vasıtasıyla çıkarmakta, kendisinden çıkma değil, ama kendisi vasıtasıyla karşı taraftaki Mudil esması ortaya çıkmaktadır. Davetten evvel o karşı tarafta Mudil veya diğer esma, hangisi ağırlıklı olduğu bilinmediğin den gizli kalmıştı, ne zaman ki kendisine risâlet verildi, davet başladı, işte o zaman Hâdiler ve Mudiller birbirinden ayrıldı ve Mudil ismi karşı geldi, Hâdi ismi tâbi oldu, işte böylece Mudil ismini o da zuhura getirmiş oldu. Dolayısıyla hiçbir eksiklik kendisine izafe edilememektedir. Cenâb-ı Hakk her birerlerimizi kendisini en iyi şekilde idrak eden kullarından eylesin inşeallah.

-------------------

Ayrıca bu mevzuda, ne kadar kitap varsa, araştırılsın ne kadar çok yazı olursa olsun, hepsinin toplamından şu özet bilgiler çok daha fazladır. Ne kadar çok bu hususta kitap okunursa okunsun şu bilgileri o kitaplar veremezler. Sadece iblisin suri faaliyetlerini anlatırlar, bu bilgiler ise, iblisin hakikatini anlatmaktadır, bizler için de çok değerlidir.

Hiçbir zaman her hangi bir yerde övgü geldiği zaman sevinmemeliyiz, yerme geldiği zaman da üzülmemeliyiz. Övme ve yerme bizim için bir olmalıdır.

-------------------



Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin