GöNÜlden esiNTİler. A’YÂn-i sâBİte kazâ ve kader necdet ardiç terzi baba necdet ardiç



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə10/32
tarix03.01.2019
ölçüsü2,1 Mb.
#88712
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   32

Cümleten hoş geldiniz Cenâb-ı Hakk her birerlerimize idrak ve anlayış nasip etsin, bu hakikatleri olabildiğince en iyi şekilde anlamaya çalışalım, gayret bizden muvaffakiyet, yardım Hakk’tan olsun inşeallah. Bilindiği gibi devam etmekte olan, Kazâ ve kader bahsini önceki bölümde kaldığımız yerden devam edelim inşeallah. Cenâb-ı Hakk’ın ilminden zerreler olarak, bunları biz de hep birlikte öğrenmeye çalışalım. Mevzu bir hayli derin ve uzun olmasından dolayı, mümkün olduğu kadar kısa ve anlaşılır bir şekilde, izah etmeye çalışalım, anlamaya çalışalım, çok fazla üzerinde durursak, zamanlarımız yetmez, mümkün olduğu kadar hızlı geçerek, ama hakkını da bir yönde, vererek yolumuza devam edelim, daha sonra başka yerlerden yine buna devam edeceğiz.

Geçen sohbetlerde belirtildiği gibi, tenfis-i rahmani diye, nefes-i Rahmani diye, bir terkip terim geçmişti, Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i İlâhide, ezeli halinde bu âlemlerin ilk var oluşu, sürecinde Rahmaniyet mertebesinin bütün varlığa, kendinde mevcut olan ilâhi isim ve sıfatlarını yaymasına, nefes-i Rahmani denmektedir. Bu bir misal olmaktadır, yani nasıl bizlerin içimizde olan, özümüzde olan bir nefes, hayat bizim varlığımız diye yayıyor isek, buna misal olarak, nefes-i Rahmani, Rahman’ın nefesi, yani Rahmaniyet, Cenâb-ı Hakk’ın, Zât’i sıfatlarındandır ve Vahidiyet mertebesinden, faaliyete geçtiğinden bütün âlemlere bu nefes-i Rahmani ve içindeki ilim, irfan, ruh ve nur bütün âlemlere yayılmaktadır.

Hani bilindiği gibi, bu fezayı na mütenahi, sonsuz fezanın ilk dokusu ne idi, ilk dokusu muhabbet hub, sevgi, ondan sonraki dokusu ana muharrik hareket olanı ve programlayıcısı da, Ariflik irfaniyet bilgisi, yani Zât’i bilgi, Zât’i ilim, onun sonrası ruhaniyet, onun sonrası nuraniyet, ondan sonrasını da soğukluk, karanlık, ve zaman, olarak fezanın dokusu. Yukarıdakilere ulaştıkları zaman zâhir ilim adamları, o zaman tam bir zaman dokusunu ortaya koymuş olacaklar, şimdi daha nur ve yukarısından pek haberleri yoktur.

Madde olarak, o atomda parçalanmasında buldukları şey, nura doğru bir geçiş, ama nuru tesbit edemeyeceğinden, insan elindeki cihazlar, daha henüz belki ileriye doğru Cenâb-ı Hakk’ın bildirdiği ilhamlarla, çalışanlar belki onda tesbit edeceklerdir. Onu tesbit ettikleri zaman da, ilim üzerindeki anlayışlarda, inkılap olacak tamamen değişecektir. İşte bu fezayı namütenahi, sonsuz fezaya aslında bir şeye daha dokunalım; Peygamberimiz bir hadis-i şerif buyuruyorlar “Kânellahu lem yekün mau şey’e” yani “Allah var idi onunla birlikte hiçbir şey yok idi.” Yani A’mâiyetten Ahadiyete, Ahadiyetten Vahidiyete tenezzül edildiği zaman ki hali belirten, bakın Allah var idi dediği zaman.

Ahadiyette daha Uluhiyet oluşmuş değil, orada bu söz söylenemez. Ama Vahidiyette, Uluhiyetin oluştuğu zamanın hakikati, bu hadis-i kudsi, Hz Ali (k.a.v.) efendimize bu iletildiği zaman şöyle bir düşünüyor, “el an kemakan” yani “bugünde öyledir” diyor. gene Allah var başka hiçbir şey yoktur. Peki görülenler nedir,? eğer biz görülenleri mahluk gözü ile görüyor isek, bize göre mahluk, yani halk edilmiş, sonradan olmuş hadis, meydana gelmiş, ama tevhid gözü ile bakıyor isek, bütün bu görünenler, Hakk’ın isim ve sıfatlarının suret ve şekil almış zuhurları, olduğunu düşündüğümüzde yine Allah var, onunla birlikte hiçbir şey yoktur.

İşte feza-i na mütenahi sonsuz feza var idi, daha evvelce de, Allah var idi dediği, feza var idi, nefes-i Rahmani bu fezanın içine üfledi, eğer feza olmasaydı nereye üfleyecekti. Şu ev olmasa daha baştan bu eşyalar, bizler nereye sığacaktık. Allah var idi, işte bu hususu o hadis-i kudside açık olarak belirtiyor, Allah var idi, yani bu sonsuz feza var idi, nefes-i Rahmani oraya üflendi. İşte big-beng dedikleri onun içinde patladı, aslında bu patlama değil zuhura çıkmadır.

İşte bu hususu küçük bir misal ile bize belirtiyorlar. Yani bu hususa misal, nefes-i Rahmaninin açılmasına, yayılmasına, ve oluşumuna, küçük bir misal, insan varlığından veriliyor. Bir kimse zemheride/kışta, yani kışın en soğuk zamanında, nefesini kesmeden bir camın üzerine verebildiği kadar, verse camın üzerine kışın en soğuk zamanlarında, camın üzerine üflese, bu bilinen bir şeydir, camın üzerine nefesini gönderse üflese, sureti olmayan bu nefes, cam üzerine değdiği zaman yayılır, şiddetli soğuk sebebiyle, bu nefes cam üzerinde tekasüf ederek/yoğunlaşarak buzlandığı vakit maddeleştiği vakit, türlü şekiller zâhir olur.

Hep görmüşüzdür soğuk havalarda bunu müşahede etmişizdir. Soğuk havalarda cama baktığımız zaman, buz kristallerinin oluştuğunu görürdük, o cam üzerine hemen üflediğimizde, aynı şeyi görürdük, eski yıllarda havaların çok soğuk geçtiği kış aylarında. Cam üzerinde türlü türlü zâhir olan şekillerin hiç birisi, ne uzunluk olarak ne de genişlik yükseklik olarak, o şekillerin hiç biri, birbirine benzemez. Kar taneleri de nasıl düşüyor, hepsi değişik değişiktir. Bu şekillerin her birisi, suretsiz olan o nefesin içinde mevcut idi, bütün bu şekiller suretler. Ama veriliyor iken suretsiz idi, nefes ne zaman ki, o cama geldi ve soğuk da onun arkasından vurdu, o zaman o nefesin içerisinde olan, her türlü hususiyet özellik görünür hale geldi.

Kesifleşerek, buzlaşarak meydana çıktılar, bu suretle kendi istidat ve kabiliyetlerini ortaya çıkardılar. İstidad-ı ezeli dedikleri programında olan her türlü özelliğidir. Bu suretle kendi istidat ve kabiliyetlerini icra ettiler, yani ortaya çıkardılar. Bu istidat ve kabiliyetlere asla müteneffisin/nefes verenin icbarı yoktur. Yani o nefesin içerisinde programında, o zuhura çıkacak olan varlığın nasıl bir yapısı varsa o onun istidadıdır. Yani asli özdeki programıdır. İşte bu asli nefesin içerisinde üflenen o asli programlara, nefesi üfleyenin dahli yoktur. Nefes kişiden çıkıyor, şekiller kendi istidatları üzere, biz diyoruz ki, onlar kendi kendilerine oldular, halbuki yok öyle şey. Ezelde olan istidadı ne ise, o nefesin içerisinde o ortaya çıkmaktadır. Nefesi veren oraya icbar etmemektedir, mecbur etmemektedir, sen şu kalınlıkta şu genişlikte, veyahut şu şekillerde altıgen, sekizgen yıldız olacaksın, diye nefesi veren. hiçbir şekilde oraya müdahele etmemektedir.

Bu istidat ve kabiliyetlere asla müteneffisin icbarı yoktur. Yani nefes verenin onu mecbur etmesi yoktur. Belki aynı nefeste onlar istidat ve kabiliyetlerine göre kendilerini yine kendileri icat ederler. Ne müthiş ifadeler bunlar. Bunlar biraz ağır mevzular ama bilmem anlaşılabiliyor mu? Ama bunları bilmemiz gerekiyor, gerçek ilimler bunlar yoksa sadece nakil yapmak ve menkıbe anlatmak din dersleri de değil, din sohbetleri de değil, onlar iyi ahlâk sohbetleridir. Onlar da kötü değildir ama ilmi sohbetler arıyorsak işte bunlar. Allah’ın varlığını ve Allah’ın bu alemdeki tasarrufunu ve diğer hususiyetlerini ve bu âlemle ne kadar iç içe olduğunu bildiren ilimlerdir ki gerçek Zâti ilim olanlardır.

Belki aynı nefeste onlar istidat ve kabiliyetlerine göre kendilerini kendileri icat ettiler. Oraya müdahele eden hiçbir varlık yok o program kendisi kendisini ortaya getiriyor, neden özünde o program var çünkü. Nasıl çiçek tohum atıldığı zaman yere, tohumu ekenin icbarı var mı o tohum üzerinde,? sen yeşil çıkacaksın yanındakine mavi çıkacaksın aynı tohuma icbar edebiliyor mu? Etse edemez zâten, peki bu icbar nereden oluyor, mecburiyet, icbar o tohumun kendinden kendine oluyor, bakın cebir diye bu âlemde hiçbir şey yoktur. İşte Cebriyecilerin anlayamadığı yer burasıdır, burada sıkışıp kalıyorlar. Allah cebretmiştir bazılarını şöyle yapmıştır bazılarını böyle yapmıştır, diye cebir kullanmıştır ben diyor fiilimi yapmaya mecburum, Allah beni böyle programladı, ben de bunu böyle yapmak mecburiyetindeyim dolayısıyla mazurum demek istiyor. O biraz kolaycılık oluyor.

Belki ayn’ı nefeste onlar istidat ve kabiliyetlerine göre kendilerini yine kendileri icat ettiler. Bir erik, ağacında oluyorken dışarıdan gelen birisi bir şey yapıyor mu? hadi sen yeşil ol, sen kırmızı ol sen böyle kal burada diğerleri kemâle ererken tatlılaşırken kimse bir şey demiyor. Peki bunlar neden oluyor,? o zaman kendi özünden kendi kendilerini icat ediyorlar, ama bunların kendileri Allah mı? değil, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği programın kendilerinde tatbiki yönüyle, kendi kendileriyle meşgul oluyorlar, ve kendilerini üretiyorlar. Tabi Allah’ın mülkün de O’nun programı içerisinde, Hakk’ın gayri olarak bir iş yapılamaz.

Ancak müteneffisin vücudu onların illet-i ısharı oldu. Nefhayı verenin vücudu onların zuhura gelme sebebi oldu. Izhar sebebi zuhur sebebi oldu. Yani o buzlanmayı anlatıyor. Ve onlar ma’lul oldular, o sebebe tabî olarak meydana geldiler, şimdi bu eşkâl içinden birisi çıkıp da yani o buzlanma suretlerini şekillerinin içerisinden birisi çıkıp da bil farz müteneffise hitaben yani nefhayı huu diye üfleyene cam üzerine nefesini üfleyene “sen beni niçin yanımda mütekevvin olan şu güzel çiçek gibi tersim etmedin” yani sen beni niçin yanımdaki bu çiçek gibi resimlemedin. Yani o buzlanmanın üzerinde böyle upuzun bir şekilde kaldım sualini soramaz.

Diyelim ki o camın üstünde bir şekil var ince upuzun kaldı, yanında da bir başka şekil var, daha güzel uyumlu diyelim işte o uzun olan resim sen beni neden yanımdaki gibi daha hoş gözüken surette meydana getirmedin sualini soramaz. Neden, çünkü müteneffis yani nefes veren onların hiç birine herhangi bir cebir uygulamadı, hepsine adaletle davrandı, hangi yönden üflemesi yönünden. Ama onların kendilerinde olan programları a’yân-ı sâbiteleri yüzünden, onlar o şekilde kendi kendilerini icat ettiler. Sorsa müteneffis ona cevaben der ki, bu şekilde hudusün/meydana gelmen, için benim tarafımdan senin üzerine hiçbir cebir vaki olmadı. Yani bu şekilde meydana gelmen için hadis için yani sonradan zuhura gelme, için bu şekilde meydana gelmen için benim tarafımdan senin üzerine hiçbir vakit cebir olmadı.

Ben ancak seni tenfis ettim, yani senin cam üzerine ulaşmanı sağladım, içimde batınımda iken zuhura gelmeni sağladım, buna sebep oldum. Ama sen kendi kendini programın dolayısıyla kendin icat ettin. O zaman sivri olmak senin programın imiş, ötekinin yuvarlak olma programı imiş, ben bir şey yapmadım diyor. Hiçbir cebir vaki olmadı, ben ancak seni tenfis ettim, sen bil kuvve mevcut iken, yani nefesi içeride kuvvede mevcut iken, daha sonra bil fiil ma’dum olan kabiliyet ve istidadın hasebiyle, öyle tekevvün ettin. Yani daha evvelce sen o nefesin içerisinde kuvvede mevcut iken, sadece daha sonra kuvvede mevcut bil fiil ma’dum, fiil olarak ma’dum iken, yani fiil olarak daha henüz zuhura çıkmamış iken, yani ademde iken, yani yoklukta iken, olan bu kabiliyet ve istidadın hasebiyle, dolayısıyla böyle tekevvün ettin. Cebir ancak senden sana vaki oldu, niçin bana tevcihi hitap ediyorsun, yani niye beni böyle suçluyorsun, olan hadise senden sanadır, benim sana yaptığım bir cebir yoktur. Diye cevaplıyor.

Şimdi bu misali verdikten sonra nefes-i Rahmani’nin hin-i tenfisinde her bir ayn (a’yân-ı sabite) o nefeste kün emrine imtisalen, kendi istidat ve kabiliyeti dairesinde, kendi kendini tekvin etmiş, onu o surette tekevvün için cebir vaki olmamış olduğundan, Hal “lâ yüs’elü ammâ yefaldir.” (21/23) Senden sana vaki oldu, diyor o müteneffis, niçin bana tevcih hitap ediyorsun, yani bu soruyu niye bana yöneltiyorsun, ben senin üzerinde hiçbir ferman uygulamadım, sadece nefesimi dışarıya çıkardım, bu nefes içinde de siz mevcut idiniz.

Şimdi nefes-i Rahmani’nin nefesini verdiği zamanda nefha-i ilâhiye bütün âleme yayıldığı zamanda her bir ayn yani a’yân-ı sâbitei sabit program yani her varlığın kendi programı, kendi sistemi, nasıl her şeyin bir sistemi var, bilgisayarın sistemi var, bu telefonların sistemi var, hepsinin kendilerine ait bir sistemleri vardır. İşte bu sistemler onların aynlarıdır. Aynıları, hakikatleri, varlıkları ma’nâsına a’yân-ı sâbite, her insanın da programı olduğundan bizim de aynımız odur sabit olan programımız ma’nâsınadır. Her bir ayn o nefeste nefes-i Rahmani bütün aleme yayıldığı zaman “Kün” emrinin dolayısıyla “Kün” emrine bağlı olarak kendi istidat ve kabiliyeti dairesinde, bakın Big-beng teorisinin sistemli başlangıcını anlatan mevzulardır, ilmi bilgilerdir.

“Kün” emrine bağlı olarak kendi istidat ve kabiliyeti dairesinde kendi kendini tekvin etmiş, yani bütün varlıklar, kendi kendilerini üretmiş olmaktadırlar. Ama nasıl, denildiği gibi kendilerine verilmiş olan program otomatik olarak açılmaya başlıyor, yani dışarıdan birileri gelip de cebir etmiyor, müdahale etmiyor. Eğer böyle bir şey olsaydı alem karma karışık olurdu. Ancak aklımıza şu gelebilir, şimdi genlerle oynuyorlar, ama bu da bir program dahilinde olmakta ve bunlar bu âlemde, birer imtihandır. Hiç boş yere abes ile iştikal olmaz, genlerle oynayanların sorumluluğu vardır, o hususta çünkü nesli karıştırmaktalar dır, erik neslini, ayva neslini neyse insan neslini her bir nesli tabii kuruluşunun dışında bazı daha çok menfaat temin etmek için, üretmek için, üretimini çoğaltmak için, nefsi menfaat temini için, bunlar ile oynamaktalardır. Ama neticeleri ne olur, gelecekte görülecektir.

Zâten orada gene kendi kendinden olmaktadır, yalnız bir uygulama yapılmakta, şimdi o genler ile oynayan kimse, geni halk edemiyor ki, bir başka yapıdan halk edilmiş a’yân-ı sâbite olan, o programı alıyor bir başka program ile karıştırıyor. Geni halk etmiyor, halk edemiyor geni, zâten ona da kadir değildir, o hayat vermek Allah’a ait bir şeydir. İstidat ve kabiliyeti dairesinde kendi kendini tekvin etmiş, ve ona o surette tekevvünü için cebir vaki olmamıştır. Her varlık kendi kendini zuhura getirdiğinden a’yân-ı sâbite programı üzere bu program da Hakk tarafından verildiğinden kimse kimseye cebir etmemiştir.

İşte bu hususta âyet-i Kerimede Enbiya 21 Suresi 23. Ayette buyuru.

﴿٢٣﴾ لا يُسْئَلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْئَلُونَ

Hak “lâ yüs’elü amma yefal”dir, yani Hakk “O’ndan sual edilmez,” yani Allah’a fiilinden sual olunmaz. “vehüm yüs’elün” ancak “onlara sorulur onlar yaptıklarından mes’uldürler,” bu Allah’ın amirliği yönünden ulaşılamadığı yönünden sual olunmaz değildir, hikmetinin gereği sual olmasına gerek yok, sual olunamaz, padişaha sual olmaz sorarsan pat diye vurur öldürür, neden soruyorsun diye sual ediyorsun beni eleştiriyorsun diye, işte Allah’a sual olmaz kapısı yok yani böyle bir şey yok neyi soracağız ki, Cenâb-ı hakk’a ne yanlış yapmış ki O’na sual soracağız, bunu demek istiyor, yoksa Allah padişahtır, ona ulaşılmaz O’na kimse soru soramaz, soranı da cezalandırır, gibi değildir burası. Sorulamaz neyi soracağız, her şey o kadar mükemmel halk edilmiş ki hani tebareke-i Şerifte 4. Ayette buyurur;

﴿٤﴾ ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ اِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِئًا وَهُوَ حَسِيرٌ

bakın gök yüzüne bakalım bir fütür bir çatlak bir yanlışlık bir eksiklik görebilecek misiniz peki bir eksiklik göremezsek neyi sual edeceğiz. Onun için diyor bir bakıma

لا يُسْئَلُ O mes’ul değildir عَمَّا يَفْعَلُ yaptığından mes’ul değildir, dilediğini dilediği şekilde kemâliyle işler

Zâten de bulunamaz, sorulacak bir tarafta bulamayız.

Âyet-i kerîme’nin devamı vardır, sonra gelecek ama “sizler” demek sûreti ile, demek ki, bizim yaptığımız fiiller inişli çıkışlı, kemalli zevalli olduğundan biz fiillerimizden sorumluyuz.

Hakk’ın fiili onları tenfis etmek ve onlara ifaza-i vücut eylemektir. Yani Hakk’ın yaptığı şey, nefes-i Rahmani ile onları yaymaktır, onlara ifaza-ı vücut vermektir. Vücut feyizlerini vermektir. Yani onlara bir vücut vermektir, Hakk’ın fiili ve bu verdiği vücut da, her mertebede o mertebenin kemali üzere olduğundan, Hakk’a neyi soracağız, nasıl soracağız. Bu ise atayı Zâtidir, bakın ne kadar mühimdir, yani Zât’i lütuftur her birerlerine bütün âlemde, vücut verilmesi Hakk’ın Zât’i lütfu âtisidir, atasıdır, bütün âleme verilen mevcut görülen mahluk ismi ile bildirilen, zuhur ve tecelli olarak bilinen, bütün varlık bizler de dahil olmak üzere, atayı Zât’i, bakın Zat’i lütuftur, bütün bu âlemde gördüklerimiz, hiç atayı Zat’isinden dolayı Hakk’a sual teveccüh edilir mi?

Yani çok büyük lütuf almış olan kişi, aldığı bu lütuftan dolayı sual sorabilir mi? Sorarsa nezaketsizliğin en büyüğünü yapmış olur. Belki sual istidad-ı ali dururken belki sual sorulabilirse ali istidat yani yüce istidat dururken istidad-ı süfliyi beğenip o istidat dairesinde mütekevvin olanlara teveccüh eder. وَهُمْ يُسْئَلُونَ

Onlar hakkındadır, yani süfli bir halde olup onu tercih edip. Niye bunu böyle yaptın gibilerden yaşayanlar hakkındadır. Allah’a niye bunu böyle yaptın diye suel sorulmaz, çünkü yaptığı bütün kemâlde dir, buna gerek yoktur. Ama bizler süfli taraflarımızla yaşayanlar hakkında dır. وَهُمْ يُسْئَلُونَ süfli bir iş yaptığımız zaman bize sorgu sorulur, işte âyet-i kerîme’nin devamı, onlar sorumludurlar onlara sorulur. Bu âyet-i kerîme bunlar hakkında’dır.

Zeyd diye bir kimseyi misal veriyor, Amr ve Zeyd olarak, Cenâb-ı hakk Zeyd’i cebren canib-i saadete ve Amr’ı da cebren şekavete sevk etmekten münezzehtir. Yani Allah böyle bir şey yapmaz. Bir kimseyi saadet yoluna bir kimseyi de şekavet yoluna göndermez bundan münezzehtir. Hakk’ın meşiyeti yani dileği, ancak istidat ve kabiliyete taalluk eder, zira Hakk Teala ilminde sabit olan şeyi murad eder, ve murad eylediği şeyi de işler.

Dördüncü Vasl: İlim Ma’lûma Tabidir

Ma’lûm olsun ki ilm-i İlâhide iki itibar vardır. Birisi mertebe-i Vahdette ve Taayyun-u Evvelde Zât-ı Uluhiyetin cemi Sıfat ve esmasına mücmelen ilmidir. Yani ilim iki türlüdür, biri ilm-i İlâhide Zat’i ilmidir, diğeri de zuhura dönük ilmidir. Taayyun-u evvelde Zât-ı Uluhiyetin cem-i Sıfat ve Esmasına mücmelen ilmidir. Yani toplu olarak cem olarak ilmidir bu ilim kendi Zât’ına olan ilimden ibaret olduğundan bu mertebede ilim, âlim, ma’lûm arasında asla fark yoktur. Cümlesi tek şeydir, şey-i Vahid’dir. Yani tek şeydir, “bu ilim ma’lûma tabi olan neviden değildir.” Zira Zât-ı Kadîm ile beraber kadîmdir.

İkincisi mertebe-i Vahidiyete ve taayyün-u sani tenezzülünden sonra, kendisinde mündemiç olan, kendisinde mevcut olan, bil cümle sıfatın ve esmânın suretleri, yek diğerinden temeyyüz etmiş/ayrılmış olarak, ilm-i ilâhide peyda olduklarından, her birinin iktiza-i zâtileri olan kabiliyet ve istidadı ne ise inkişaf eder, bu kabiliyet ve istidat ba’del inkişaf Hakk’ın tafsilen ma’lûmu olurlar. İşte Hakk’ın bunlara taalluk eden ilmi onların malûmiyetlerinden sonra olduğundan “ilim ma’lûma tabidir” denilmektedir. İlmi Sıfati ve Esmai anlaşılmalıdır, ilmin ma’lûma tabiyeti hakkında delil-i Kur’an’i Muhammed Suresi 47/31

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنْكُمْ وَالصَّابِرِينَ وَنَبْلُوَا اَخْبَارَكُمْ

Biz sizi imtihan ederiz tâ ki sizden mücahit olanları bilelim” diye ne kadar muhteşem bir ifade vardır. Bunlar hemen meal ve tefsirlerde geçiliverilir, tek cümle ile ama yaşantısına nüfus edilmeye başlandığında öyle büyük öyle yüksek bir yere ulaşılır ki akıl zor alır.

Şimdi özetle iki tabir geçti; ilim ve ma’lûm arasında iki tür anlayış var, biri “ilim ma’lûma tabi,” diğeri “ma’lûm ilme tabi”dir. Hangisi bunun öncelik, denir ise “ma’lûm ilme tabidir” bir yönüyle, diğer yönüyle de “ilim ma’lûma tabidir.” Bunlar ne demektir. Şimdi şu bir makine, bunların hepsi bir makine, aşağıdan yukarıya doğru baktığımız zaman, biz evvelâ makineyi görüyoruz, cihazı görüyoruz, bu cihazın bir ilim ile meydana geldiğini anlamış oluyoruz. Bu cihaz olmasa o ilim meydana çıkmayacak. İşte bu yönde baktığımızda “ilim ma’lûma tabidir”. Yani ilmin zuhura çıkması için araca ma’lûma ihtiyacı vardır. Bu ma’lûm/bilinen olmasa ilim ortaya çıkmayacaktır.

Şu yazılar, ma’nâları itibariyle ilim, sureti itibariyle ma’lûmdur. Yani zuhura çıkmışlardır. İşte birisi budur. İlim ma’lûma tabidir, yani ilmin ma’lûma/görülene bilinene, ihtiyacı vardır, o ilmin olduğu ispatlansın, ortaya çıksın diye. Bu zuhura dönük tabirdir, ama bir de “malum ilme tabidir”. Yani Allah’ın ezeli ilmi olmasaydı bu ma’lûm hiç olmazdı. Yukarıdan baktığımız zaman ma’lûm, yani bilinen şey ilme tabidir, aşağıdan baktığımız zaman ilim ma’lûma tabidir. İşte ilmin ma’lûma tabi olması her birerlerimizin a’yân-ı sâbitelerinin, bakın faaliyete geçmesi için, ma’lûma dönüşmesi gerekiyor. yani fizik âleme gelip harekete geçmesi gerekiyor. ne zaman ki biz eksi veya artı fiil işliyoruz, bizim yaptığımız şu işler ma’lûm/bilinen oluyor, bakın a’yân-ı sâbitedeki ilmimiz ma’lûma tabi olarak ortaya çıkmış oluyor, böylece fiilimiz zuhura çıktığı için ispatlanmış oluyor.

Yani ayan-ı sabitemizdeki ilim ma’lûm ile anlaşılmış oluyor. Ama yukarıdan baktığımız zaman ilim olmamış olsa ma’lûm hiç meydana gelmeyecektir. Ma’lûmu meydana getiren ilimdir yukarıdan bakılınca, ama zuhura gelindiğinde bu ma’lûm olmasa, yani bilinen şey olmasa ilmi anlamamız mümkün değildir, o zaman ilim bâtında kalmış oluyor. İşte her birerlerimizin de ilmi varlıklar olarak a’yân-ı sabitelerimiz ma’lûma tabi olunca ortaya çıkmaktadır, yani bizler birer beden alıp, bütün âlemdeki varlıklar birer beden alıp faaliyete geçtiği zaman onun inceliklerini gördüğümüzde ilmi bundan almış oluyoruz.

Yani buna bakıyoruz ki ölçüleri şu kadar şu kadar saat ses kayıt eder, şunu söyler bunu söyler zil çalan programları vardır, bunu görerek biz ancak o ilmi anlamış oluyoruz. İşte cenab-ı Hakk da bizleri halk etti bizim içimizdeki özelliklerimizi ancak biz yaşadığımız zaman ortaya çıkmakta eğer ruhlar aleminde kalsaydık ilim mertebesinde kalsaydık bakın bizim hiçbir fiilimiz olmadığından ne cennet ne cehennem ne bu alemler hiçbirisi olmazdı. İşte dünyaya geldiğimizde nefes-i Rahmani ile ve her birerlerimiz ilmi manada bir elbise giyip her birerlerimiz ayrı bir özellik kazandığımızdan fiillerimizi de istiklal verilerek yapmaya başladığımızdan bizim şaki veya said olduğumuz ortaya çıkmakta işte ayet-i Kerim’e de bunu belirtmektedir. "Biz sizi imtihan ederiz ta ki sizden mücahit olanları bilelim”

Yani çıkardığınız fiiller dolayısıyla mücahit misiniz, inkarcı mısınız, olduğunu bilelim, diyor, işte bu verilen manaya itiraz edenler oluyor, kelam ehlinden.

İlim kavli asla tevil edilemez. Yani Hakkın حَتَّى نَعْلَمَ

ta ki bilelim” kavli asla tevil edilemez. Şimdi Cenâb-ı Hakk diyorlar ki o kişi fiilini yaptıktan sonra mı ilmi öğreniyor, diyor bakın nereden nereye çıkarıyor âyet-i Kerîmeden, Yani Allah ezelden bunu bilmiyordu, ne zaman ki fiil ortaya çıktı amil olan kişiden fiil ortaya çıktı, gördü de öğrendi, o zaman Allah’ın ilmi ezeli değil sonradan olmadır. Hükmünü çıkartıyorlar buradan. Ne kadar yanlış bir yola gidilmiş oluyor, âyet-i Kerîm’e diyor ki “bilelim” biz diyoruz ki “sen münezzehsin” bu tür bilgiden, hayır sen öyle değilsin, biz âyetin, yerine başka bir şey koyuyoruz. Kur’ân’ı değiştirmiş oluyoruz. Bundan Allah korusun farkında olmadan neler yapılmış oluyor.

İşte ta ki biz bilelim kavli asla tevil edilemez, yani yorum yapılamaz bunun üstünde ezelden biliyordu da, şu oluyordu da, bu oluyordu gibi, bir sürü yorumlar yapılır bunların hepsi yanlış şeydir, aynen olduğu gibidir diyor. Âyet-i Kerîm’e de açık olarak bildirilmektedir, buna ne fazla ne eksik bir şey düşünülemez. Tevil edilemez, buna ancak mütekellimin gibi tenzih-i vehmi sahipleri tevil ederler. Bakın tenzih-i vehmi, vehim tenzihi, şimdi tenzih demek Allah’ı yücelere yukarılara çıkarmak tenzih iki türlü biri tenzih-i vehmi, birisi de tenzih-i kadim yani mutlak tenzihtir.

Tenzih-i vehmi, hayali vehim yani hayelde bir Allah üretiyoruz ve O’nu noksan sıfatlardan tenzih ediyoruz. Allah’ta noksan sıfat olur mu? Allah’ı noksan sıfatlardan nasıl tenzih edeceğiz, işte bu tenzihi vehmidir. Yani kendi kurguladığı bir Allah anlayışı var, onu tenzih ediyor noksan sıfatlardan, peki noksan diye adlandırdığımız sıfatın neresi noksandır. Acaba neresi noksan ve neye göre noksandır. Noksanlık bizdedir, işte gerçek tenzih evvela kişi kendini tenzih edecek, yanlış düşünmekten, eksik düşünmekten, yanlış karar vermekten, evvela kendinimizi temizleyeceğiz, yani tenzih edeceğiz. Ondan sonraki bilgi ile Allah’a bakalım tenzih edebilecek miyiz edemeyecek miyiz? veya eder isek nasıl ve nerede hangi mertebede tenzih edeceğiz.

Öyle derler tenzihi tevhit yarım âlimliktir, teşbihi, benzetme ile ilgili olan kısım da yarım bilgidir, bütünü tenzihi ve teşbihi birlikte birleyip tevhit etmektir ki gerçek ilim diye irfan ehli söyler, ama bunlar sadece lâfzi olarak söylenecek terkipler değil yaşanarak söylenecek terkiplerdir.

Bu ancak mütekellimin gibi yani kelam bilginlerinin söylediği sözlerdir, müşahede ehlinin söylediği sözler bu kavil üzerinde tevil etmezler olduğu gibi alırlar. Neden teşbih mertebesi ile de Hakk’ı tanırlar. Vehmi tenzih sahipleri tevil ederler, onlar vücud-u eşyayı vücud-u Vahid’in gayri gördüklerinden, bakın eşyanın vücudunu Hakk’ın vücudundan gayrı gördüklerinden, Hakk’ı eşyadan tenzih ederler. Hakk’ın ilmi ma’lûma tâbi olsa Hakk ilmini gayırdan alması lâzım gelir diye âyette belirtilir ya ilmin ma’lûma tâbi olması yönden alındığı zaman Allah ilmini gayırdan alıyormuş zannederler bunu tenzih ederler, bu varlığı Allah’ın gayrı gördüklerinden Allah ilmini gayırdan alıyormuş hükmünü çıkarırlar. Halbuki böyle bir şey söz konusu değildir, çünkü o Allah’ın gayrı değildir.

Hak ilmini gayrıdan alıyor lâzım gelir derler, bu da cehil ve acz olduğundan Hakk’a lâyık olmaz zannederler. Halbuki vücut birdir, bu kesarat O’nun suver-i esmasıyenin zılâlidir. Yani görülen bu çokluk vücudun gölgeleridir, ayine-i mün’akis olan, yani aynaya aksetmiş olan gölge şahs-ı muhazinin /hizası, suretinden gayri değildir. Aynanın karşısında olan kişiden suretinden gayri değildir, aynanın içerisinde görünen. Böylece şahs-ı muhazi/hizası, aynaya nazar ettiği vakit gördüğü suretten kendisinde bir ilim peyda oldukta, yani karşısındaki sureti gördüğünde o bu ilmi gayrdan ahz etmiş olmaz. Yani bu bilgiyi görüntüyü başkasından almış olmaz.

Yani aynanın karşısına geçen kimse aynaya baktığı zaman o dışarıdan gayr gibi görünür aslında aynada görünen görenin ta kendisidir. Onu gördüğü zaman bu bilgiyi dışarıdan almaz başkasından. Kendi kendi bilgisini kendi kendinden alır. Başka birisi aynada olması lazım ki o da mümkün değildir, aynanın karşısında olan kişi aynada gözükür, o aynadan çekildiği zaman başka birisi gelir o da aynen aynada kendi ilmini alır. Bu ilmi gayrıdan almış olmaz böylece mütekellimin tevehhüm ettikleri yani ehl-i kelâmın vehim ve zan ettikleri gayriyet yoktur ki, Hakk’a cehil ve acz isnadı lâzım gelsin bu ayniyet ve gayriyet meselesi mertebe-i şehâdet fassında izah olunacaktır.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ


Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin