GöNÜlden esiNTİler. A’YÂn-i sâBİte kazâ ve kader necdet ardiç terzi baba necdet ardiç



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə18/32
tarix03.01.2019
ölçüsü2,1 Mb.
#88712
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   32

Velâkin ahadiyyet-i İlâhiyyede kimse için kadem yoktur. Zîrâ biri için ondan bir şey vardır; ve diğeri için de ondan bir şey vardır, denilmez; çünkü O teb'îz, ayrışma kabul etmez. İmdi O'nun ahadiyyeti bi'I-kuvve olan cemî'-i esmanın mecmu'-udur (3).

Cenâb-ı Şeyh (r.a.), yukarıda "Allah" ismi ile müsemmâ olan vücûdun, zât ile ahadî ve esma ile kül olduğunu beyan buyurmuş idi. Yani geçmiş bilgilerde daha evvelki sayfalarda Allah ismi ile müsemma olan, yani Allah ismi ile isimlenmiş olan vücudun buradaki vücut; vücud-u Mutlaktır, bu beşer, madde vücut ma’nâsına değildir, Vücud-u Mutlak denilen bütün varlığın aslı olan gözle görülmeyen fakat mutlak olan vücuttur, bu mutlak vücut, sonra vücud-u izâfi, sonra vücud-u şuhudi, olarak zuhura gelmiştir. Bu vücud-u mutlak Allah’ın Zât’ında olan kendi varlığıdır. Görülmesi, bilinmesi, parçalanması mümkün olmayan mutlak tek bir vücuttur, Allah ismi ile müsemma olan vücudun, şuhut ismiyle değil müşahede edilen vücut, denildiği zaman biz gözle görülür bir şey zannediyoruz, bu öyle değil isim benzerliği vardır, Allah ismiyle isimlenmiş olan vücud, yani Allah’ın Zat’ındaki kendi Zat’i halidir. Onun ne olduğunu bilemiyoruz. İsim olarak böyle bildiriliyor, Vücudun Zat ile ahadi, yani bu vücut zat ile Ahad, yani Zat ile bir, Zat’ında bir, vücut ama parça parça zuhura gelmiş, her ismin bir başka ma’nâda şekil göstermiş hali değildir. hepsi kendi bünyesin-dedir. Mutlak vücud tecelli olmamış ahadi, Ahad mertebesindeki vücuddur. Ne ile, Zat ile Ahadi, Esma ile kül olduğu beyan buyurulmuş idi.

Yani bu vücud Zat ile Ahad, isimleri ile kül, yani ayrı ayrı isimler olmasına rağmen, isimler bir bütün külli bir isim olarak, böyle olduğunu beyan buyurmuş idi, yani şu iki cümle ile daha evvelce Allah ismini, Allah’ın özelliğini daha önce beyan buyurmuş idi. Burada ise Ahadiyet-i İlâhiye-i Zâtiyede, İlâhi Zâti Ahadiyette kimse için, kadem yani vücut ve sübut olmadığını, kadem ayak demektir, yani kimse için orada bir varlık olmadığını, o sahaya hiçbir ayağın basmadığı, ayağın dahi mevzubahis olmadığı bir mertebeden bahsediliyor.

Şimdi de ahadiyye-i ilâhiyye-i zâtîyyede yani ilâhi ahadiyet Zât’ında kimse için kadem, ya'nî vücûd ve sübût, olmadığını; yani varlık ve sâbitlik, yani kimlik olmadığını, ve meselâ falan suret için falan şey, esma âleminde bunlar meydana geliyor, ve falan suret için dahi falan şey, sabit olmuştur denilemiyeceğini; çünkü orada böyle bir şey yoktur, var ama bâtında vücud-u mutlaktadır ve çünkü ahadiyyet parçalara bölünme kabul etmiyeceğini beyân buyururlar. Ahadiyet mertebesi bir bütün Vücud-u Mutlak sâbit burada herhangi bir ayrışma ayrılma diye bir şey yoktur. İşte orada varlık kademi yoktur, yani şu falan şey için şudur, filan şey için budur diye bir ayırma yoktur.

Ma'lûm olsun ki, ahadiyyet mertebesinde ne isim ve ne de resim yoktur. Bu mertebeye verilen "vücûd-ı mutlak" ismi, zihinlere anlatmak için vaz' olunan bir ıstılâh-ı mahsûstan ibarettir. Yani vehimlere anlatmak için bir isimdir, bu mertebe sadece Ahadiyet mertebesi. Yani vehmin, aklın oraya ulaşması mümkün değildir. yani kişiler hayellerinde böyle mutlak bir vücudun olduğunu, anlamaları içindir deniyor. İşte biz vücud dediğimiz zaman bir şekil bakıyoruz, mevcud arıyoruz, bu vücud-u mutlak denen şey mutlak kendine ait mutlak olan bir şeydir. Ne olduğu zuhurlar tarafından bilinmesi mümkün değildir.

Şimdi şöyle diyelim bu vücud-u Mutlak denen şey, bu sehbanın üstü vücud-u mukayyet, vücud-u izafi, vücud-u şuhudi denilen şey bu sehbanın altıdır. Altta olanın yukarısını anlaması mümkün değildir. yani beşere ait herhangi bir özellik, oraya ulaşması mümkün değildir. Anlatımları var ancak bu anlatımlarla, kişi kendi şuurunda onun varlığını sadece kabul etmekte, ama niceliğini niteliğini hiçbir şekilde ortaya getirememektedir, eğer getiriyor ise, kendi hayalinden kendi varetmiş olur. İşte gerçek tenzih budur, tenzih-i mutlak işte tenzih mertebesi burada اِنَّ اللَّهَ لَغَنِىٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ 29/6 âyetinde buyurur. “Allah âlemlerden yani suretlerden ve şekillerden münezzehtir” işte biz bunu hayali ve vehmi olarak, Allah âlemlerden ganidir diye oraya, ötelere atıyoruz, bu âlemlerle hiç ilgisi yoktur diyoruz, bu hiçbir şekilde gerçek ma’nâda islâmi bilgiye ve anlayışa uymayacak bir anlayış tarzıdır. Ama ne yapalım ki zâhirde çok basit olarak, Allah’ın varlığı ötelerde yani en azından bir Allah’ın varlığına inanma yolu olduğu için, yapacak diyecek bir şeyimiz de yoktur.

Burası şuhudi vücud, mutlak vücudun kayıtsız ve şartsız olan vücud-u mutlakın ahadiyet mertebesindeki vücud-u mutlakın suretlenmiş olan şuhudi vücududur bu âlemler. Ama mutlak vücud bu âlemlerle kayıd altına girmiş demek değildir, yani bu âlemlerde göründü de, bu âlemlerin bâtını oldu da, bu âlemlerin içinde sınırlandı ma’nâsına değildir. Ahadiyette Cenâb-ı Hakk diye isim de yoktur, Allah ismi de yoktur, sadece “Ahad” tek ma’nâsınadır, bakın orada “bir” de değildir, tektir, Vahidiyet mertebesi “Vahid” bir, “Ahad” tek demektir. Bir’in birleri olmakta ama tek’in tekleri olmamaktadır. “TEK” bir tanedir, ama “BİR” bir, bir, bir diye tesbih tanelerinde olduğu gibi bir sürü “bir” vardır. İşte Vahid ile Ahad arasındaki fark budur. Hani اَحَدٌ قُلْ هُوَ اللَّهُ dediği bu AHAD’dır. Yoksa bizim anladığımız ma’nâda değildir. İhlas Suresinin en sonunda وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ gene “AHAD” işte eşi olmayan “AHAD” tektir. Vahidiyetin ikisi üçü dördü beşi vardır, vahidiyette zâten kesret başlıyor. isneyniyet mertebesi, ikilik, üçlük, beşlik mertebesi orada başlıyor. “Ahad” tek, “Vahid” bir ama oradaki bir bütün birlerin bir olduğu bir birdir. Vahidiyetin de içinde kesret yoktur. Bütün âlem külli olarak. bir birdir. Vahidiyet mertebesinden bakıldığı zaman. Bu mertebeye verilen Vücud-u Mutlak ismi bakın evhama anlatmak için, yani fehim olarak idrake anlatmak için sadece bir ıstılahtır. Vaaz olan bir ıstılah-ı mahsusadan ibarettir, oraya tahsis edilmiş bir ıstılahtır, yani bir isimden ibarettir, din terminelojisinde kullanılan bir kelimedir. Bunu bir başka şekilde de ikinci bir isim veya sıfatla anlatmak mümkün değildir. Zat kendi mertebesine kendine bu ismi vermiştir. “Ben orada AHAD’ım “diyor peki o AHAD’dır, kim söylüyor bunu Kur’an-ı Kerim’de kendisi söylüyor. Yani Uluhiyet mertebesinden Allah’tan kelâm yoluyla sıfatsızlık bize geliyor kelâm sıfatıyla, “Ahad” ismiyle anlatılıyor. Bakın İhlâs suresinin hakikati nerelere gidiyor.

Ahad’dır diyor ama Allah kendini Ahadiyetle vasf ediyor, diğer şekliyle Ahadiyet kendini Uluhiyetle vasf ediyor. vasf edilen vasf edilmişi, gene kendi anlatıyor. Allah vahidiyet, Uluhiyet mertebesinden diyor ki “O Ahad’dır” yani benim hakikatim Ahad’dır diyor, Allah diyor bunu kul demiyor, çünkü kulun o ilmi bilecek hali yoktur. İşte Kur’ân-ı Kerîm o kadar müthiş, ilâhi bilgiler veren bir kitaptır, sadece muamelât bilgisi değildir, yani sosyal yaşam bilgisi değildir, peki ne bilgisidir? mertebeler arası, uluhiyet bilgilendirme klavuzu diyelim, yahut özelliği hassası, bilgisidir diyelim.

Binâenaleyh bu mertebede fiilen sâbit olmuş bir vücûd yoktur Ahadiyet mertebesinde. Ne kadar kesret-i nisebiyye ve vücûdiyye varsa, yani ne kadar nisbi benzer, vücudiye varsa cümlesi O'nda toplu olarak kuvvededir. Yani O’nun batınında özündedir, hakika-tindedir. Orada her şey mevcuttur. “tekbir “diyoruz, tekbir getirdiğimiz zaman ne diyoruz;? “Allahüekber” diyoruz değil mi, şimdi ilk baktığımızda bir çok Allah’lar var da bizim Allah’ımız en büyük, “Allahüekber” Allah en büyük demektir. O zaman birkaç tane Allah var ki, en üstünü bizim Allahımız olmuş olsun. Tabi ki öyle değildir, hemen bu anlaşılıveriyor. “Allahüekber” Allah Allah’ ise “ekber” demeye gerek yok, çünkü misli yok, misli olanın arasında büyük küçük diye söz konusu bir şey olur, Allah bir ise büyük demeye küçük demeye zâten gerek yoktur, çünkü bir benzeri yok ki aralarında bir ayrım gereksin.

Bir mertebe itibariyle, zuhur mertebeleri itibariyle bütün Esma-ı İlâhiyenin Sıfat-ı İlâhiyenin isimlerinin içinde “Allah” ismi en büyük isimdir. Yoksa başka başka Allah’lar var da O en büyük değildir. Esma-ı İlâhiyenin içinde en büyük isim, yani faaliyet sahasında olan en büyük isimdir, yoksa faaliyetin üstünde olan isim “AHAD” ismidir, Allah isminden daha üstündür bu mertebede. Abdül Kerim Cili İnsân-ı Kâmil kitabında bu bahsi çok güzel ifade etmiş, “Bir mertebede Allah ismi Ahad isminden üstündür” diyor. “bir mertebede de AHAD ismi Allah isminden üstündür”

Şimdi ona bakalım, “Tekbir” diyoruz değil mi, işte “tek’bir” kelimesinin içinde biz bu mertebeleri zâten ifade ediyoruz ama farkında değiliz. “Allahuekber” Ahadiyet mertebesinde TEK, Vahidiyet mertebesinde BİR, oldu “TEK’BİR”. İşte “Allahuekber” dediğimiz zaman duygusal ma’nâda benim Allah’ım büyüktür demek değildir. tabi o da geçerlidir, her mertebede bir başka geçerlisi vardır, ama irfan ehline göre tek bir olan zâten odur, onun için tekbir getiriliyor. Bayram namazlarında şurada burada yapılan tekbirler bu ma’nâdadır. Ahadiyet mertebesinde TEK, Vahadiyet mertebesinde BİR, bunun lâfsi dönüşümü de “Allahüekber”. Şimdi ahadiyet mertebesinin, Uluhiyet mertebesine göre üstünlüğü, Ahadiyet mertebesi bir bütün olarak misal veriyor, bir duvara benzetirsek, duvarın içerisinde boya var, kum var, çimento var, tuğla var, yani malzemenin hepsi içerisinde mevcuttur. Ama batınındadır, içeridedir gözükmüyor. Onun içinde zuhurda olan Allah esması da vardır. İşte bu mertebede bu misalde AHAD ismi Allah isminden üstündür. Ama diğer şekilde ise Ahadiyet isminin zuhuru Allah isminde göründüğünden yani Allah ismi vasıtasıyla Ahadiyette ne varsa zuhura çıktığından, Ahadiyetin zuhura çıkmasına sebep olduğundan “Allah” ismi üstündür.

Eğer Ahadiyetin Uluhiyet ile zuhura çıkması olmamış olsa Ahadiyet bilinmemiş olacaktır. İşte şu konuşmalarımız, Allah esmasının zuhuru altında olan konuşmalar, ve idrak etmeler olduğundan biz bu şekilde Ahadiyeti anlamaya çalıştığımızdan vesile olduğundan daha faydalıdır. Yani üstün de tabiri kullanılır, ama üstünlük altlık diye isimler arası bir çekişme olmasın diye, daha faydalıdır Allah isminin zuhuru, zâten öyle olmasaydı bu âlemler Allah isminin zuhuru olmazdı. Ve esmâ-i ilâhiyye yekdîğerinden farklı bir halde değildir; yani o mertebede bütün esma-ı ilâhiye birbirinden ayrılmış değildir, zuhura çıktığı zaman birbirinden ayrılıyor, ve hepsi O'nun aynıdır. Ve zât-ı ahadiyyet cüzlere ayrılan olmadığından, orada bir cüz'ü falan, ve bir cüz'ü de falan şey içindir denemez. Binâenaleyh "Allah" ismi ile müsemmâ olan zâtın ahadiyyeti, O'nda kuvvede bulunan kâffe-i esmanın mecmû'udur. Zîrâ yukarıda beyân olunduğu üzere esma ile küldür.

اَعُوذُ بِالَّلهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ



﴿١﴾ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Bu akşam 27/10/2011 Perşembe akşamı Hatice annemizin evindeyiz, bu bölümün mevzuu Kazâ ve Kader hakkında idi ona devam ediyoruz, ilgisi olması cihetiyle Fusus’l Hikem cilt 2 İsmâil Fass-ı sayfa 140 2. Paragraftan devam ediyoruz.

Misâl: Bir çekirdeğin içinde dallarıyla, yapraklarıyla, çiçekleriyle, meyveleriyle beraber bir ağaç vardır. İncirin içini açtığımızda minicik çekirdekleri var ya işte onun içerisinde ağacı da var, yaprakları da var, dalları da vardır, kendi incir meyvesi de vardır, kendi kendini halk etmektedir, bakın o çekirdek. Yani o çekirdek toprağa ekildiğinde, o çekirdek bozulmaktadır, bir kısmı aşağıya doğru uzayan bir kısmı yukarıya doğru uzayan, dallar budaklar salmakta, büyümekte yaprakları çiçekleri olmakta çiçekleri meyveye dönmekte, bakın başlangıçta o çekirdek bozulduğu halde çatladığı, patladığı halde aynı çekirdek gene kendi aynını imal etmektedir. Nasıl bir ilim ki, kimse de buna müdahele etmemektedir. Kendi kendine olmaktadır. Yapraklarıyla çiçekleriyle meyveleriyle beraber o elimizdeki çekirdek içerisinde bir ağaç vardır.

Fakat bu ağaç kuvvededir, yani iç bünyededir, henüz fiile çıkmamıştır; o ağaç dalları olarak zahiren o çekirdeğin içine sığmaz. Fiziken sığmaz, ama bâtını itibariyle o, o çekirdeğin zâten içindedir. Bakın Cenâb-ı hakk’ın sanatı ne kadar büyük, bir minicik çekirdek içerisinde 40-50m boyu olan genişliği 20-30 m olan ağaçları o çekirdeğin içine sığdırmıştır. Fakat bu ağaç kuvvededir yani çekirdeğin içindedir işte bu çekirdeğin içinde olan orada gözükmeyen ağaç izâfi yokluktadır. Mutlak yoklukta değildir. Elimizde çekirdek var, ağaç yok ama kuvvede, ama o çekirdeğin içerisinde vardır, fakat göremediğimiz için buna izâfi yokluk deniyor. Yani isimlendirilmiş yokluk, şu anda yok ama gelecekte çıkacaktır. İşte mutlak yokluk ile izafi yokluk arasındaki fark budur, bütün âlem bu izafi yokluktan meydana gelmektedir, mutlak yokluktan değildir.

Bu âlemde yaratılma diye de bir şey yoktur. Yaratılma daha evvel olmayan bir şey ve bizim Allah’ımızda olmayan bir şey olması gerekiyor, bir başka Allah olacak, bizim Allah’ımızda olmayan bir şey olacak, ondan emanet alacak, ödünç alacak, kendinden de bazı şeyler koymak suretiyle, kendinde olmayan Allah’ta olmayan bir şeyi ortaya çıkarmış olacak. Yaratma bunu gerektirir. Ama bu âlemde böyle bir şey söz konusu değildir. Yaratma diye bir şey yoktur, yoktan var etme varlıkta “yok” diye bir şey yoktur. Mutlak yok diye bir şey yoktur. Yokluk iki türlü izâfe ediliyor, birisi Mutlak yokluk, birisi de izâfi yokluktur. yani şu anda yok, var ama göremediğimiz için biz ona yok diyoruz. Mutlak yok değildir. bu âlemde mutlak yok diye bir şey de yoktur.

Yani mutlak ma’nâda yokluk diye bir şey yoktur. Sadece isim vardır, mutlak yokluk diye bir isim vardır, ama gerçekte bu yoktur. Fiilen, fiziken, şuhuden, gayben de yoktur. Şimdi yokluğu kabul edersek şu odanın içine yok diye bir saha çizmemiz lâzımdır. Yok diye o sahayı çizdiğimiz zaman o çizgi onun varlığını gösterir. Zâten yok olmadığını gösteriyor. yok diye bir şeyin mümkünü yok, eğer yok diye bir şey kabul etsek bile, yani geçici olarak, o zaman o bizim Allah’ımızın hükmünün dışında olan bir hüküm olacaktır, o yokluğa bir vücut Uluhiyet isnat etmiş olmamız lâzım gelecektir. Yoku var olarak kabul edersek bu mülkün içerisinde ayrı bir Allah olmuş olacak. Öyle bir şey de mümkün olmadığına göre yani mutlak ma’nâda yok diye bir şey yoktur.

İzâfi ma’nâda yok, o da şu anda yok, şimdi yok. Ama gelecekte var olacaktır. İşte Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an-ı kerim’de “Ceal” dediği şey budur. Murad etmesi, yani zuhura gelmesini murad etmesidir, tefsirleri açtığımız zaman, genelde bu kelime hakkında, yarattı ifadesi kullanılıyor. Ne kadar yanlış, her yönüyle yanlıştır. Bu bilgi içerisinde gerçek hakiki bilgiye ualaşmak mümkün değildir, hayalimizde bir Allah var ediyoruz, O Allah şunu yarattı, bunu yaratmadı, diye o kelimeleri de biz hayalimizde uyduruyoruz, bu şekilde de Allah’a ulaşacağımızı zannedyoruz. Gözümüzün önünde olan Rabbımızı ötelere atıyoruz, yokluğa gönderiyoruz, izâfi yokluğa gönderiyoruz.

İşte bu ağaç çekirdekte kuvvededir, çekrdekteki ağaç onun batınındadır, kuvvesindedir, henüz fiile çıkmamıştır ve icmaldedir, yani toplu cem halindedir. Çekirdeğin içinde hepsi cem halinde topludur. Henüz tafsile gelmemiştir. Açılmamıştır, tafsilata gelmemiştir, teferruata geçmemiştir. Ve çekirdek içinde mündemiç olan bu ağaç, o çekirdiğin aynıdır. Ve onun dalları, yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri birbirinden üstün değildir. Hatta o çekirdeğin dalları yaprakları meyveleri dahi ağacın dalından yaprağından üstün değildir. hepsi birdir çünkü aynı şeyin özellikleridir.

Çekirdeğin zâtı ahadiyyet üzeredir; çekirdeğin bütün bunları toplu halde tuttuğu bir zâtı vardır, nasıl her varlığın merkezi var zâtı vardır, işte o çekirdeğin zatı bunları bünyesinde tutan ahadiyet üzeredir. Çekirdeğin içinin yarılmasıyla işte belirli toprak içinde kaldığı süre sonunda rutubetin ısının uygun olması ile aldığı bir uyarı var, çekirdeğin açılma vaktinin geldiğinde aldığı bir uyarı vardır. Hani bahar gelince toprağa cemre düşüyor, evvela havaya sonra suya daha sonra da toprağa düşer cemre, işte cemre dedikleri şey budur. Yani bütün mevcudattaki hayata geçecek olan gerek çekirdek gerek böcekler gibi şeyler onları uyarıyor, o cemre dediği şey, vakti gelince onları cem’an uyandırıyor.

Hepsi de birlikte nüfus ederek onları uyarıyor, nasıl bilgisayar Mouse ını tıkladığımızda bir programı açarız, işte onu uyarıyor açılmasını sağlıyor. İşte cemre denilen şey budur. Düşen şeyi fiziki olarak gören var mı, ama eskiler bunu tesbit etmişler, nereden böyle tasavvufi yoldan tesbit etmişler, tecrübelerle de o günlere denk geldiğini müşahede etmişlerdir. Hersene aynı günlere geldiği için o anda bir uyanıklık olduğu için işte burada madeni ruhun uyanmaya başlamasıdır o cemrelerin düşmesi. Ve o belirli bir ısı ile harekete gelmesi, hepsi birden birlikte, adeta toprak altında sözleşmişler gibi çıkmaya başlıyorlar.

Bakıyorsunuz buğday tarlası bir karış yükselmiş hepsi aynı yükselmiş genelde neden birisi uzun birisi kısa kalmamış, ama yarım cm veya bir cm fark edebiliyor, ama genelde hepsi aynı boydadır. Demek ki aynı anda hepsi uyarılmış hepsi aynı anda faaliyete geçmiştir. Birisi bir ay evvel bir bölümü tarlanın uyarılmış olsa bir bölümü bir ay sonra uyarılmış olsa bir bölümü kısa bir bölümü yüksek olacaktır. Çekirdeğin zâtı ahadiyet üzeredir. Zâtı bir bütün üzeredir, çekirdeğin sıfatlarının açılması var, çekirdeğin üzerinde de bütün bu esma-ı ilâhiye vardır, nisbi ma’nâda azar azar da olsa her şeyde her şey vardır.

Yani bütün varlıkta her zerrede Cenâb-ı hakk’ın bütün esma-ı ilahiyesi mevcuttur. Nasıl bir saltanattır zerreye bütün esma-ı İlâhiye sıfat-ı ilâhiye Zât-ı ahadiye sığmış vaziyettedir. Yani her bir zerre bir ilahi programdır. Eğer öyle olmazsa, şimdi bir bahçe düşünelim 300 m2 bir yere soğan sarımsak ekiyorsunuz, değişik yerlere eksenizde soğan sarımsak her ektiğiniz yerden çıkar. Neden bir tarafında sadece sarımsak diğer tarafından sadece soğan çıkmıyor, nereye neyi ekerseniz hepsi çıkıyor. Karışık ektiğimizde de aynı toprak, aynı su, aynı güneş, ama renklerine bakıyorsunuz farklı farklı oluyor, bunlar bizim gözümüzün önünde, bize hibe edildiği için fazla değer arz etmiyor, ama bir yok olmaya başladığında o zaman kıvranmaya başlıyoruz. İşte seralar gitti patlıcan şu kadar oldu, üzüm bu kadar oldu, nefsimize tesir ettiği zaman yani biraz bizden fazla para çıktığı zaman aa.. eksilmiş diyoruz. Ama fazla olduğu zaman düşünmeden çöpe bile atıyoruz.

Çekirdeğin zâtı ahadiyet üzeredir, sıfatlarıyla ve isimleriyle ve fiil olarak ortaya çıkmaktadır. O’nun her sıfatı her esması her fiili kendi istikametinde ortaya çıkıp o ağacı oluşturuyor. Zâtında toplu olanlar sıfatları isimleri ile beraber ortaya çıkıyor. Şimdi kökü kahverengi oluyor, taze dallları ve yaprakları yeşil oluyor, meyveleri cinsine göre her renkten alabiliyor, sonra meyveleri ekşi tatlı kendisine göre oluyor. İşte bunları oluşturan hangi esmanın hükmünde iseler kontrolunda iseler bunu o esmalar yapıyor. İlâhi isim ne istikamette ise üretecekse o orada faaliyete geçiyor ve onu üretiyor.

Biz de bakıyoruz ki kirazlar olmuş, çiçek açmış çağla olmuş, kızarmaya başlamış, olgunlaşmış, topla ye, fakat kendisinde bilkuvve olan ağacın ve teferruatının ve bu ağacın meyvelerindeki çekirdeklerden zincirleme nihayeti olmayarak zuhur edecek olan ağaçların ve onların teferruatının tamamının mecmû'udur. Bakın şimdi bir çekirdek böylece de bir defa bir sene ekildi, bir ağaç meydana geldi, o ağacın çekirdeklerinin hepsi toplandı ve bir tek noktaya ekilen çekirdek yüzlerce çekirdeğe dönüştü bir sene içerisinde o yüzlerce çekirdeği yüzlerce yere ekip on binlerce, milyonlarca çekirdeğe ulaşmak mümkündür. Milyonlarca çekirdekleri tekrar toprağa ektiğimizde kısa bir sürede bir tek çekirdek bütün dünyayı kaplayacak kadar üretim meydana getirmektedir.

Ağacın çekirdeğinden müteselsilen, yani onun çekirdeğinden diğer ağacı onun çeklerinden diğerini, böyle böyle sonsuz olarak, nihayetsiz olarak, zuhur edecek olan ağaçların ve onların teferruatının kâffesinin mecmuudur o tek bir çekirdek. Hepsi onun içinde mevcuttur. Diyelim ki bir ceviz çekirdeğinden bir ağaç oldu, o büyüdü binlerce ceviz verdi, binlerce cevizi ektik milyonlarca ceviz verdi, misli misline artarak yani bir tek cevizden bütün dünyayı ceviz ağacı yapmak mümkündür mevsim uygun olsa. İşte o bütün dünyanın ceviz ağaçları bakın başlangıçtaki bir tek çekirdeğin içindedir. İşte bu Allah’ın sanatıdır. İşte bir olan Âdem (as) dan bütün bizler ve kıyamete kadar gelecek olan nesillerde Âdem (a.s.) ın kendi varlığında Âdem çekirdeğinde mevcuttu.

İmdi Cenâb-ı Şeyh (r.a.) yukarıda her bir mevcudun bir Rabb-i hâssı olup, yani âlemde ne varsa her bir mevcut gerek canlı, gerek cansız, insan ve diğer varlık türünde ne varsa her bir mevcudun bir rabb-ı hassı olduğunu bildirmişti. Rabb-ı Has, yani o mevcudun has terbiye edicisidir. Yani öz rabbıdır. Nasıl ki bir çocuğun has rabbı öz, ilk rabb-ı hassı annesi ise ve o çocuk farkında bile olmadan “anne” diye ilk sıkıştığında sarılıyorken, baba da rabbı ama babaya gitmiyor, babaya ikinci tercih olarak anne yönlendirir ise gidiyor. O mevcudun rubûbiyyet-i mutlakadan yani mutlak rablıktan o varlığın nasîbi, ancak o ism-i hâs olduğu kadardır. Yani herhangi bir varlığın ism-i hassı o mevcutta ne kadarsa onun nasibi o kadardır.

Şimdi de mevcudattan her birisinin, kendi Rabb-i hâssı olan isme göre saîd olduğunu ve her bir mevcûddan Rabb-i hâssı râzî bulunduğunu beyân buyururlar. Ve mevcudatın, kendi Rabb-i hâslarının sırât-ı müstakimi üzerinde nasıl yürüdükleri, Fass-ı Hûdî'de tafsil olunmuştur. Şimdi her bir mevcuttan rabb-ı hassı razı bulunduğunu beyan buyuruyorlar. Varlıkta ne kadar mevcut varsa bu mevcutlar kendilerini rabbı hasları meydana getirdiği için hayat bulma sebebi rabb-ı hasları olduğu için her bir mevcut ne şekilde olursa olsun, zuhura gelmelerine rabb-ı hassı sebep olduğu için her bir mevcut kendi rabb-ı hasından, kendini ortaya getirdiği için. memnun olmaktadır.

Her birisinin kendi rabb-ı hası olan isme göre said olduğunu kendine göre said olduğunu, ama diyelim ki orada Mudil ismi zuhur etti, Mudil, Hâdi ismine göre Mudildir, kendine göre her bir varlık kendini ortaya çıkardığından hepsi said olmaktadır. Yani kendisi itibariyle saadet ehlidir. Neden, zuhura çıktığı için saiddir. Bakın hayat neşesini kazanmış oluyor, bundan büyük saadet olur mu, yani varlık bâtında iken hangi tür varlık eşya olursa olsun zuhura geldiğinden raksetmekte neşe bulmaktadır. Eksi veya artıyı biz meydana getiriyoruz. Burada eksi ve artı hükmüne giriyor.

Ama kendi özü itibariyle her varlık rabb-ı hassı hükmünde saiddir. İsimleri değişik olabilir, zıt isimler olabilir, kendi kemalinin saididir. Eğer oraya bir başka bir şey yapılsa o zaman zulum edilmiş olur. Her bir mevcuttan rabb-ı hası razı bulunduğunu beyan buyururlar. Şimdi bu mevcudu meydana getiren bir rabb-ı has var, işte o rabb-ı hass bu mevcutta zuhura çıktığı için o rabb-ı has o mevcuttan razıdır. Rabbı hası faaliyete bu mevcutla çıktığı için razıdır. Mevcut da kendi rabbından razı çünkü mevcut olmayı meydana çıkardı. O zaman bir bakıma göre rabb-ı has merzi, mevcut da razıdır, yani rabbından razıdır. Bir bakıma rabb-ı has zuhura çıkardığı için merzi, rabb-ı has razıdır.

Yani her iki taraf da değişik şekilde hem razı hem de merzidir. İşte gerçek raziye, merziye mertebesi budur. Yoksa kitaplardaki sadece bir yaklaşımdır. Her mertebenin raziyesi merziyesi vardır. sadece dördüncü dersteki raziye merziye değildir. O bir hakikati belirtmek içindir ve oraya dikkat etmek içindir oradaki raziye merziye mertebesi. Mevcudat ayrıca kendi rabb-ı haslarının sırat-ı müstakıymi üzerindedir, yani onun nasiyesinden tutmuş çekmek-tedir diye hud suresinde belirtilmektedir, مَامِنْ دَاۤبَّةٍ اِلا هُوَ اَخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا اِنَّ رَبِّى عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ 11/56 perçeminden tutmuştur, Rabları onu kendi yollarına götürmektedir, bu da onun sırat-ı müstakıymi yani her varlık sırat-ı mustakıym üzerinedir. ancak biz sırat-ı mustakıymi tek taraflı “Hadi” isminin zuhuru olarak sırat-ı mustakıym o mertebede öyledir, ama her varlık kendi sıratının üstündedir. Kendi yolunun üstündedir, eğer bütün sıratlar tek yöne gitmiş olsalar, zâten bu âlem tek taraflı olurdu, böyle bir şey de olmazdı. Yani sırat-ı mustakıym her varlığın kendine göredir ve her varlığın kendi sıratı da bir başka yöne gitmektedir. Kendi doğrultusunda gitmektedir.

Program olarak rabb-ı has esma-ı ilâhiye isimdir. ama bunun meydana çıkması için amele olan toprakta anasır-ı erbadır. Mevcutların hepsi kendi istikametinde saiddir, ama orada zahire göre görülen ters de olsa kendinin saididir. Yani kendine göre saiddir, karşı tarafa göre düşük de olsa o kişi kendi yolunun saididir. Şimdi bu saksı mavi boyanmış, ötekisi siyah boyanmış, öteki lâcivert öteki mor boyanmış ama bunlar bir birlerine göre farklı, zıt durumdalardır, işte hepsi kendi doğrusu üzeredir. Kendi doğrusu da onun saadetidir. Mavi boyanın mavi olarak çıkması mavinin saidliğidir. Siyahın siyah olması saidliğidir. Beyaza göre kesif, zulmettir siyah, ama kendi saididir. Bunlar bilinmezse gerçek ma’nâda bu âlemde yaşadığımızın bir ma’nâsı olmaz, bu dünyadan ezberle yaşamış gelmiş gitmiş oluruz.

Ve saîd Rabb'i indinde marzî olan kimsedir. Halbuki hazret-i vücûdiyyede, Rabb'i indinde marzî olmayan kimse yoktur. Zîrâ o Rab, onun üzerine rubûbiyyetini ibkâ eder, baki kılar. Böyle olunca o kimse, Rabb'i indinde marzidir. Marzî ise saîddir yani razı olunmuş ise saiddir.(4).

Ya'nî saîd kendisini terbiye eden ism-i hâs indinde marzî olan kimsedir. Bakın ism-i hassın indinde, yanında her hangi bir kimse burada insanlardan bahsediyor, yukarıda eşyadan da bahsetmişti. Said şuna derler ki diyor; kendisini terbiye eden ism-i has indinde merzi olan kimsedir. Yani kendisini terbiye eden ism-i has indinde marzi olan yani razı olunmuş olan kimse saiddir. Yani bir zuhur ortada görülen bir isim bir insan o insan hangi ismin tesiri altında ise o ismin tesirini zuhura çıkarması onun merzisidir, yani isim ondan razıdır. Razı olunan ise saiddir. Zîrâ o ism-i hâs onun nasiyesinden tutup, kendi sırât-ı müstakimi üzerinde yürütür. Burada kendi derken ismin kendisidir. İsim mevcudu nasiyesinden tutmuş kendi istikametinde onu götürür.

Ve merbûbun yani rab olan o isme bağlı olan merbub yani o kişi bu yol üzerinde yürüyüşü cebrîdir. Ama rabb-ı has, a’yân-ı sabite mec’ul olmadığından bu cebriyet kendinden yine kendinedir. Yani ikinci bir varlık yoktur ki cebir olmuş olsun. Cebir ikilik gerektiriyor. Merbubun bu yol üzerinde yürüyüşü cebridir. Şöyle diyelim; bir üzüm fidanı aldık aşıladık, o üzüm fidanının içerisinden geçen öz suyu var, o öz suyunun içinden geçeni onun rabbı hası toprağa emrediyor ki şu sudan buraya vereceksin şu kimyayı karıştıracaksın o çubuk siyah üzüm yapacak, sarı üzüm yapacak beyaz üzüm yapacak, diye rabb-ı hası orada onu tesbit ediyor.

İşte diyor ki kırmızı üzüm çıkacaksa rabb-ı hassı kırmızı üzüm çıkaracak suyu oraya koy diyor, cebir dediği budur, halbuki bu cebir ifadesi ile kullanılan mevcudun mahsulün alınması için lâzım gelme mecburiyetidir. O suyun o kökten geçerken o üzümü o elmayı yapması için o tür eczayı oraya vereceksin demesi rabb-ı hass programı, işte o mecburiyettir. Eğer ona cebretmese elmadan portakal portakaldan elma çıkar. İşte bu da dışarıdan bir cebir değil, kendi programının iradesi manasına bir cebirdir.

Binâenaleyh Rab olan o ism-i hâs merbubundan razıdır. Şimdi orada üzüm meydana geldi ya o rabdaki program da o toprağa havaya suya dediki şu eczayı oraya göndereceksin, oradan neticede üzüm geldiği zaman o rabb-ı has o üzüm olduğundan ondan razıdır. Üzüm merzi, esma razı olmuş oluyor. Şimdi bu esma yönündendir, üzüme baktığımız zaman üzüm kendisini meydana getiren esmadan razı, üzüm merzidir. İşte kul da böyledir.

Bunu idrak etmiş, zannediyorum Hz Ömer (ra) başlamış dönmeye ene razı, ente razı, ben razı , o razı diye raksa başlamış.

Ve mevcudattan her birisi, böylece kendi Rab'leri olan esmâ-i hâssanın indinde merzidirler. Birinden misal vermek suretiyle, bütün varlıklar aynı şekilde olduğundan, her varlık kendi rabb-ı hassından razıdır, ve rabb-ı hass da merzidir, yani razı olunmuştur, neden mevcut rabb-ı hasından razı olduğundan o da razı olunmuş-tur. Bunun tam karşılığı da, rabb-ı hassı kendi bâtınında özünde olan özellikleri, o fiilde o kişide, o varlıkta, ortaya çıkardığından, rabb-ı hassı o varlıktan razı olmuştur. O zaman rabb-ı hassı o varlığın merzisi olmuştur.

Zîrâ o Rab merbubun, yani kendisine bağlı olanın üzerinde ale'd-devâm rubûbiyyeti ile kâim ve bakîdir. Yani daha önce de dediğimiz gibi o buğday oraya ekiliyor, toprak altında 1-2 ay kalıyor, hiç ilgi kesilmiyor o topraktaki tohumdan, o rabb-ı hası itibariyle hiç ilgi kesilmiyor. Ne zaman o ağacın meyvesi olgun hale gelecek o dönem işi o zaman bitiyor. İşte o cemrenin düşmesi rabb-ı hasların ilgilenmeye başladığı, gene ilgileniyor da, yoğun faaliyete başladığı zaman, cemrenin düşme zamanıdır. Aslında çekirdek, çekirdekiği halinde dahi rabb-ı hassı onunla ilgilidir. Ama faaliyet olmadığı, şartlar oluşmadığı için durağan bir ilgidir, eğer onun ilgisi olmasa o kısa bir sürede bozulur gider işe yaramaz hale gelir, içindeki terkip değişir, o çekirdeğin içinde üreticilik vasfının olması sağlam olması, rabb-ı hassının onunla ilgili olduğunun delilidir.

Ama bu ilgi bâtındadır yani faaliyet ağaç olması ile ilgili değil batınında yaşatmak suretiyledir. Eğer merbubdan razı olmasa idi, onun üzerinde terbiyesini dâim ve kâim kılmaz idi. Demek ki o merbub olan rabbın uzantısı tesiri altında eğitimi altında olan o eğitimi alıyor ki rab da onunla meşgul oluyor. Eğitimini kestiği anda, rab da ilgisini keser, daim ve baki olmaz. İşte okuldaki talebelerin hali aynı ile vakidir.

Ve merbub olan kimse, yani rabba bağlı olan kimse, mademki Rabb-i hâssının rubûbiyyetini kâbiliyyeti ile kabul etmiştir, yani rabb-ı hassın bağlı olduğu merbub ona tabi olanı kabiliyeti ile kabul etmiştir, rabb-ı hassın rububiyetini yani terbiyesini kabiliyeti ile kabul etmiştir, elbette onun indinde kendisinden razı olunmuşdur; ve kendisinden razı olunan kimse ise saîd olur. bir bakıma talebe razı öğretmen merzi, yani razı olunandır, öğretmen yönünden bakıldığı zaman öğretmene göre talebe öğretmeninden razı, öğretmende talebeden razı o zaman talebe merzi öğretmen razıdır. İşte Hakk ile kulu indindeki hal de budur.

Biz yaptığımız işlerle rabbımızı gerçek manada razı ediyor isek biz merziyiz, rabbımız bizden razı biz de merzi razı olunmuş oluyoruz. Rabbımızın bize verdiği lütuflar dan biz ondan razıyız, ona göre de biz merzi, o bizden razı, biz razı O merzidir. Yani mertebeler iki taraflı da böyledir. Bununla beraber diğer isme nazaran şaki olması, başka bir mes'eledir. Her ism-i has zuhura getirdiği yerden razıdır, zuhur da ondan merzidir.

Ve âyet-i kerîmede وَلا يَرْضَى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَ (Zümer, 39/7) Ya'-nî "Hak Teâlâ ibâdının küfrüne razı olmaz" buyrulması bu hakîkata münâfî değildir. yani bu hakikate ters düşmez.

Çünkü Alemlerin rabbı olan Allah Zü'l-Celâl Hazretleri erbab-ı hassanın cümlesinin icabatından râzî değildir. neden çünkü Allah esması diğerleri rab esması rablar da genel olmadığından özel olduğundan ayrı ayrı her rab kendi merbubundan razıdır. Ayrı ayrı birer birer, ama Allah Teâlâ Hz leri hepsinden razı değildir. şeriat-ı ilâhideki hukuku muhafaza ediyor. Yani bâtınen böyle biliniyor, zâhiren de bildirildiği gibi, Allah küfründen razı olur mu ayetinin ifadesini de boşta bırakmamış oluyor. Onun da sebebini söylüyor. Allah zül Celâl hz leri genel şeriat üzere hükmü olduğundan, ve onun emir ve nehiyleri olduklarından, bu âlemdeki varlıkların bazılarından razı, bazılarından razı değildir. Ehli küfrün küfrüne razı olmadığını ifade ediyor.

Şimdi özetle ism-i haslar ayrı ayrı kendilerine bağlı merbublarından hepsi razı ve merzi, ama yukarıdan bakıldığı zaman Allah bunların bazılarından razı, bazılarından değildir. Çünkü Allah rabb-ul alemiyn bütün terbiye edicilerin terbiye edicisi olduğundan genel olarak O’nun bir hükmü olması gerekiyor. Madem ki âlemin mutlak sahibi O’dur, o zaman O’nun hükmü geçerlidir. Tekrar edelim rabb-ul erbab olan Allah zül Celal Hz leri erbab-ı hassanın cümlesinin icabatından razı değildir. Yani has Rabların hepsinin yaptığı işlerden razı değildir, velâkin o isimlerin zuhuru icabatı Zat’ının müktezatındandır yani isimlerinin zuhurlarının icabı o isimlerin Rabların zatlarının icablarındandır, gerekliliklerindendir.

Velâkin o isimlerin zuhûr-i gerekleri zâtının gereklerindendir. Hani Cenab-ı Hakk bazı fiillerden razıdır bazılarından razı değildir diye de bir hüküm vardır, bu hüküm bu ayet-i Kerime ile belirtiliyorsa da bu hüküm başka bir manadadır, diye orayı izah ediyor.


اَعُوذُ بِالَّلهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ

﴿١﴾ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ


Bu akşam 28/10/2011 Cuma akşamı bu bölümde devam etmekte olan Fusu’l Hikem 2. Cilt sayfa 141 Rabb-ı Hass ancak ana mevzu Kaza ve kaderdir.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
Ve bunun için Sehl dedi: Her bir "ayn"a hitâb eder. Lev ve zahare üzerine idhâl etti; ve “lev” harf i imtinâ'dır, “lev” eğer manasınadır, imtina' içindir. Eğer şu olursa ben bunu yaparım manasında yani imtina biraz şüphe ile tereddütle meseleye bakmak ve ihtiyatla bakmak. Halbuki o sır zail olmaz. Binâenaleyh rubûbiyyet de bâtıl olmaz (5).

Cenâb-ı Hakk bu gibi zekâ ve gayret gerektiren konularda ufkumuzu açsın O’nun anlayışı ile bize anlatsın yoksa beşeri anlayışımız ile bunları anlamamız mümkün değildir, yani İlâhi aklın, diğer bir ifade ile Akl-ı Küllün bizlerdeki açılmasıyla bunların olması ancak mümkündür, yani Akl-ı İlâhi, Akl-ı Kül bizlerde o yönü açmazsa o açılımları yapmazsa biz gene anlayamayız. Ancak yapmamız lâzım gelen şey elimizden geldiği kadar gayret edip devamlı kapının tokmağını çalmaktır, tâ ki, yeter artık bıktım senden, al şunları vereyim de kurtulayım, deyinceye kadar rabbımızın kapısını çalmamız gerekiyor, inşeallah cenâb-ı Hakk bunları bize idrak ettirsin. Ya'nî her bir ism-i hâssın rubûbiyyeti, merbubu ( rabba bağlı olan yerin) üzerinde bakî olduğu için Sehl b. Abdullah Tüsterî (k.s.) buyurdular ki:

"Muhakkak rubûbiyyet için bir sır vardır; ve o sır dahi sensin; işte rububiyet hakikatlerinin en geniş ma’nâda zuhura çıktığı yer insandır, bütün âlemde rububiyet hakikatleri ortaya çıkmaktadır, ancak diğerleri daha evvelki sayfalarda olduğu gibi, cebri olarak ortaya çıkmaktadır. Burada ki cebir iki ayrı varlık arasında ortaya çıkan değil, onu yapmak zorunda başka türlü bir seçeneği yok, o insan dışı varlıkların. Yani kendilerini kontrolunda tuttuğu rab hakikati ne ise ondan da o çıkmaktadır. Cebir dediği budur. Yani varlığın seçme hakkı yoktur, ama insan böyle değildir, o sır dahi sensin dediği, ve eğer o sır zail olaydı yok olmuş olsaydı rubûbiyyet bâtıl olur idi. Yani hükümsüz olurdu. Yani rububiyetin tecelli edeceği yer olmasa, zâten rububiyet de olmaz idi. Eğer rububiyet varsa tecelli ettiği yer de vardır, tecelli ettiği yer de rububiyetin varlığının zâten mutlak ispatıdır.

" Hz. Sehl "ente" kavli ile her bir ayn-ı mevcûdeye hitâb eder. Ente bilindiği gibi muhataptır, karşıdaki taraftır, ENE ben demek, ENTE sen demektir, HU da O demektir. Ente kavliyle yani sen kavliyle bütün mevcudadı murad eder. Yani her hangi bir rab kendisindeki özellikleri zuhura getirmeyi murad ettiği yerde veya kendisine düşen hissesini ortaya çıkarmak için ona “ente” demektedir. İşte kontrolunda olan yani Esma-ı İlâhiyenin Rabların her bir esma bir rab, kendi kontrolunda olan rabb-ı hassı meydana getireceği varlığa ente, hepsi ente demekte o halde bütün âlemde ne varsa hepsi ente hükmündedir. “sen “ hükmündedir. Eğer ente hükmü olmayıpta “ene” hükmü olmuş olsaydı sadece bu âlemde o zaman zuhur olmazdı. İşte Elif, Be, Te, de bu sırayla gitmektedir. Elif; Ene, Te; Ente, Ene ile ente arasında “Be” vardır. Yani “be” ile ma’nâsına olup, Elif, Te ile ortaya çıkmaktadır. Yani “Be” ikiliği ortaya getirmektedir. Zâten sayısal değeri de ikidir. Altındaki nokta Uluhiyet noktası, gövdesi de bütün ilâhi hakikatleri kavramış yani gemi gibi, bütün ilâhi hakikatleri kabullenmiş ve üçüncü harfe aktarıyor.

O zaman “Ente” oluyor. Yani bütün bu âlem neyin tesiri altında ise, yani hangi esmanın zuhuru tesiri altında ise eğitimi altında ise, o esmanın ente’si olmaktadır. İşte Allah esmasının ente’si de insandır. İşte onun için diyor “ente” sen. “Ene” ben demek, “Ente” sen demektir. Neden ente diyor? kendindeki hususiyetlerin insanda zâti yönden ortaya çıkmasından sen diyor. “Ente”, sen deyip kendi varlığından ayırıyor, ama ikilik olarak değil, yani kendinden ayırdı da ikinci varlık ortaya çıktı şekliyle değil, Adem (a.s.) dan Havva validemizin ayrılması, ikilik bir varlık olarak değil, Havva valide Âdem (a.s.) dan ayrılmakla iki olmadı, kendindeki birin bir başka bir olarak zuhura çıkmasını sağladı. Yani Havva valide âdem (a.s.) ın ikincisi değil, yani ondan ortaya çıktığında bakıldığı zaman iki varlık gözüküyor, ama değil, neden kendinin bir başka özelliği itibari ile, havva suretiyle görünmesinden başka bir şey değildir.

Eğer Âdem ve Havva mutlak ma’nâda ayrı varlıklar olsaydı, nasıl ki Âdem (a.s.) ın programını yaptı, Cenâb-ı Hakk “Venefahtü” dedi belirtti, o zaman Havva valide için de bir başka şekliyle Havva’yı da halk ettik derdi. İkisi de ayrı kanallardan gelmiş olurdu, ama böyle bir şey yoktur, tek bir kanaldan geliyor, tek programdan geliyor. Âdem Havva’ya “Ente” dedi, ama sonra ikisine “İnna”dedi “Biz” dedi. Onların ikisi “İnna” dır. “Ene” ve “Ente” gözükür ama “İnna” dır. İşte اِنَّاۤ اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ ve اِنَّا لِلَّهِ ve اِنَّاۤ اَنْزَلْنَاهُ ve biz indirdik diyor, bunu tasavvufi genelde olana, ama sadece tasavvuf genelinde, şeriat tarikat geneli değildir, onlar ayrı onların zâten bu sahada işleri yoktur, burası tevhid konağı, tevhid pazarı, tevhid mahallesidir, bu mahalde de tevhid geçerlidir, bu pazarda kesret yoktur, ne alınır ne satılır yok ki, nesi alınsın nesi satılsın, bu pazarda can alınır, can satılır . Tevhid alınır tevhid satılır. Nusret babamın bir sözü verdır, hani tavla oyunu vardır ya “herkese şeş beş gelir bize hep yek geliyor“ diyor. İşte orada birinci ma’nâda, yani bâtini olarak birinci ma’nâda “İnna “ biz sıfatları ile birlikte, sıfat-ı Zâtileri ile birlikte, yani baş bakanın bakanları ile birlikte bakanlarını onura etmesi bakımından “Biz yaptık” bakanlar kurulu olarak biz bu faaliyetleri yaptık diye açıklamasıdır.

İstese baş bakan diyebilir ki “ben yaptım” bunları, neticede kendisinin imzası vardır. Ama bakanlar üzülebilirler, yani iç bünyelerinden dışarıya çıkarmasalar da kırılabilirler, “bizim de bu kadar uğraşmamız var”, her bir bakan kendi sahasında başarılı olmuşsa bunun taltif edilmesi de gerekiyor. işte o zaman baş bakan “Biz yaptık” dediğinde onlar kendi seçtiği bakanlar isterse hepsini birden görevinden alıverir, elinde o yetkisi vardır, bakanlar kurulunu iptal eder gider, yeni bir bakanlar kurulu oluşturur. İşte onları onura etmek için “Biz” “İnna” muhakkak ki biz yaptık bu işleri diyor.

Bu tasavvuf Zat ve Sıfat mertebesi itibariyle gene dışa dönük bir anlayıştır, ama bunun daha özde daha birey daha ferdi anlayışı biz demesi “İnsân-ı Kâmil ile birlikte yaptık bu işi” diyor. işte Sehl bin Tüsteri “Ente” dediği, “Ene” ve “Ente” ikisinin birleşmesi “Biz” diyor orada “Ben” diyemiyor artık. Neden çünkü tecelli var artık zuhura çıkmış, Ben derse sadece o tecelliyi yine dışlamış olur. o tecelliyi de ayrı olmayan bir birliktelik içerisinde “Biz” diye ifade ediyor. ama bunu ehl-i zâhir yani şeriat mertebesinde “biz” yaptık deyip geçip gidiyor. Mealini veriyor işte “Kadir gecesinde biz indirdik” diye bire bir ma’nâ verip geçiyor, biz de oh, kadir gecesinde 83 senelik sevap var diye oraya takılıyoruz, orası da bize perde oluyor. Genel ma’nâlarını anlamakta orası perde oluyor. Neden,? çünkü 83 senelik menfaat var da ondan. Bir gecede 83 sene kazanacağım diyoruz, diğer ma’nâlar gitti. Halbuki “İnna” sözünü idrak eden bir kimse için ne 83 ne milyar 83 sene sadece onu idraketmesi onların hepsinin üstünde bir değere sahiptir.

“enzalna, Hu, fi “ işte biz bu anlayışla bu anlayışın içinde “ente” nin gece olduğu sürede “ente” ye indirdik. Yani Fenâfillâhta olan “Ente” ye indirdik bunu. İşte en sonunda da Fecr güneş doğuncaya kadar ruh ve melaike inerler de inerler, dediği o Ruh’un ve meleklerin Esma-ı ilâhiyenin de indiğidir orada melek kuvvet demek, Esma-ı İlahiyenin her biri de kendi bünyesinde kuvvet demektir, rab rububiyet mertebesi itibariyle. Ruh’un inmesi de bunlar, zâhir olarak da bir geniş hali vardır, ama bize lâzım olan bireyi ilgilendiren halidir, işte ruhun inmesi zâten insanda mevcut olan Ruh-ul Sultan “Venefahtü” nün bir ismi “Ruh-ul Sultani” onun üzerine Ruh-ul Kuds yani Kudsi Ruh, iseviyet mertebesi itibariyle fenâfillâh Muhammediyet mertebesi itibariyle de Ruh-u A’zam’ın inmesidir.

Yani O’nun idrakının anlayışının inmesidir, işte bunlar indikten sonra zâten o kişi Bakabillâh olmaktadır. Yani aydınlığa çıkmakta, baka’ya çıkmakta Bakabillâh olmakta, işte o zaman bir başka yönü “İnna” nın bu “İnna” yı söyleyen başta Ulûhiyyet mertebesi yani nazil olurken Uluhiyet mertebesi, “İnna” biz indirdik diyor. İndi biz okuyorken ne olacak “inna” diye okurken sendeki Uluhiyet mertebesi ile “Biz” diyorsun. İşte bunlar kafayı sarsar, kafayı vurdurur. Vay benim kalın kafam diye, içinde neler varmış da benim haberim yokmuş, diye.

Peygamber efendimiz bir gün böyle tevhidi konulardan bahsederlerken “Ya Eba Zer atının dizginlerini çek, fazla koşmaya başladın,” evet biz yolumuza devam edelim,

"Zahera", "zâle" mazi demek, ya'nî "zail oldu" ma'nâsına gelir. Ya'nî Hakk'in "rubûbiyyet" sıfatıyla istisâfı yani sıfatlanması merbubun vücûduna mütevakkıftır. Rububiyet sıfatıyla vasıflanması için merbub olması lâzımdır. Merbub olacak ki o sıfat faaliyete geçmiş olsun. Aksi halde isimden ibaret kalır rububiyet. Merbub olacak ki rububiyet faaliyete geçtiğinde onun sıfatı olsun. Binâenaleyh merbub mevcûd ve bakî oldukça, rubûbiyyet dahi mevcûd ve bakî olur.

merbub zail oldukda rubûbiyyet dahi zail olur. yani rabbın tecelli edecek mahali yoksa rab da geçmiş olur. Şu halde rubûbiyyet için olan sır, senin vücûdundur. Eğer bu vücutlar olmamış olsa o zaman rab da yok demektir. Bu vücutların varlığı rabbın varlığının kesin delilidir. bu vücutlar var ki rab vardır, rab vardır ki bu vücutlar vardır. İkisi de bir birinin kesin ispatıdır. Hiçbir varlık kendi kendine var olmadığına göre, hepsinin bir terbiye edicisi olduğuna göre, ortada bir rab varsa! yani ortada en azından bir makine varsa onun fabrikası da vardır. Makina zâten fabrikanın ispatıdır. Makine olmasa fabrika da yoktur, makina yoksa fabrika da yoktur, birbirlerinin varlığı ikisini de ispatlamaktadır.

İşte ortada insan varsa Allah vardır, Allah var ise insan da vardır. İşte insan Allah’ın varlığının en büyük delilidir. işte senin rububiyet için olan sır senin vücudundur, dediği budur. Eğer senin ayn-ı mevcudun olan o sırr-ı rubûbiyyet zail olacak olsa, rubûbiyyet bâtıl olurdu. Yani hükümsüz olurdu böyle bir şey olmazdı. Halbuki Hak merbub üzerinde rubûbiyyetini bâki kılmakla o sır zail olmaz. İşte Cenâb-ı Hakk merbub üzerinde rububiyetini bâki etmekle o sır zail olmaz, yani üzerinde bâki kıldığı için yani geçerli kıldığı için bu rububiyet zail olmadı.

Ve bi'n-netîce rubûbiyyet de bâtıl olmaz. Bunun için Sehl b. Abdullah Tüsterî hazretleri "Lev zahera" deyip "zahera" kelimesine harf-i imtina' olan "lev"i idhâl etti. “Zahera” zâhir oldu ma’nâsına dır, eğer zâhir olmasa idi, ma’nâsına, yani varlıkta zâhir olmasa idi, rab iptal olması gerekecekti. Ve bununla sırr-ı rubûbiyyet olan ayn-ı mevcudun zail olması mümteni, yani imkânsız olduğunu murâd eyledi, bildirmiş oldu. Yani bununla sırr-ı rububiyet olan ayn-ı mevcudun yani rububiyetin sırrı olan mevcudun aynının a’yanının zail olması mümteni olduğunu yani imkânsız olduğunu yani merbubun vücudunun yok olmasının imkansız olduğunu belirtmiş oldu.

Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin