GöNÜlden esiNTİler. A’YÂn-i sâBİte kazâ ve kader necdet ardiç terzi baba necdet ardiç


Zîrâ "ayn"ın vücûdu, ancak Rabb'ı iledir; "ayn" ise dâima mevcuttur. Binâenaleyh rubûbiyyet de dâima bâtıl olmaz yani yok olmaz.(6)



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə19/32
tarix03.01.2019
ölçüsü2,1 Mb.
#88712
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   32

Zîrâ "ayn"ın vücûdu, ancak Rabb'ı iledir; "ayn" ise dâima mevcuttur. Binâenaleyh rubûbiyyet de dâima bâtıl olmaz yani yok olmaz.(6).

Ya'nî sırr-ı rubûbiyyet olan vücûd-ı ayn ebeden zail olmaz; ve o geçici olmadıkça, rubûbiyyet dahi zail olmaz.

Zîrâ ayn-ı mevcûdenin vücûdu hâriçte, ancak Rabb'ı iledir. Halbuki "ayn" ilm-i ilâhî mertebesinde, ruhlar âleminde, misal âleminde, şehadet âleminde ve berzah âleminde ve âhiret âleminde, velhâsıl cemî'-i tavırlarda dâima Rabb'i ile mevcûd ve bakîdir.

Bakın اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ (94/1) Biz senin kalbini açmadık mı? Deniyor, eğer açmamış olsa, biz bunların zerre kadarını bile anlamayız. Halbuki ayn İlm-i ilâhi mertebesinde âlem-i ervahda, âlem-i misalde, âlem-i şehadette, âlem-i berzahta ve âlem-i ahrette, vel hasıl cemi etvarda, yani bütün tavırlarda, yani bütün mertebelerde, daima rabbı ile mevcut ve bakidir. Bakın kabirde her yerde rabbı le birlikte bakidir. Yani rab varsa merbub vardır, merbub varsa rab vardır. O halde rab merbubunu hiçbir mahalde bırakmamaktadır. Ama biz farkındayız veya değiliz o ayrıdır. Tekrar edelim, zira aynı mevcudanın vücud-u hariçte ancak rabbı iledir, yani a’yân-ı sâbitenin mevcudiyeti yani o varlığın programı vücud-u hariçte, şimdi, a’yân-ı sâbite vücud-u bâtında ilmi olarak bâtında a’yân-ı sâbite yani Zat mertebesinde, a’yân-ı mevcudenin vücudu hariçte ancak rabbı iledir. yani faaliyette olması rabbı iledir, çünkü rabbı ile irtibattadır, rabbı onu hep kontrol etmektedir.

Halbuki ayn ilm-i ilâhi mertebesinde evvelâ a’yân-ı sâbite ilm-i İlâhi mertebesinde mevcut kaynak olarak, Zât’ında mevcut, âlem-i ervahta, âlem-i misalde, âlem-i şehadette, yani içinde bulunduğumuz âlemde ve âlem-i berzahta ve âlem-i ahrette, vel hasıl cemi etvarda, tavırlarda, yani bütün mertebelerde, daima rabbı ile mevcut ve bakidir. A’yân-ı sâbitenin mevcudiyeti vücudu, işte her bir varlığın kendine ait programının aslı, o asıl da Hakk’ın varlığında idi, işte İm-i İlâhide mevcut, sonra yavaş yavaş isneyniyyet olarak mertebeye indikçe, ilm-i ilâhi mertebesinde âlem-i ervahta, isneyniyyete geliyor şimdi, Âlem-i misâlde, bizim üstümüzdeki ruhlar aleminde, melekut aleminde, âlem-i şehadette, yani burada, âlem-i berzahta, yani kabir âleminde, bakın biz öldü gitti diyoruz, bakın rabbı onunla beraber gene oradadır.

Eğer rabbı orada onu bırakmış olsa diyelim o zaman ne rabbı olur ne merbubu olur, o kişi ortada kalmaz. Bakın yaşantılar batın aleminden nasıl takip ediliyor zuhurlar. âlem-i âhirette vel hasıl cemi etvarda, yani bütün tavırlarda, bütün mertebelerde, daima rabbı ile mevcut, ve bâkidir. İşte biz içinde bulunduğumuz şehadet âlemi itibariyle, ancak şu andaki aklımız kadar, bu hakkati aklediyoruz. Daha evvel gene bu bizimle idi onlar yukarıda İlm-i İlâhide, âlem-i ervahta, hani “ben sizin rabbiniz değil miyim” (7/172) dediğinde, Rablarımız bizimle beraberdi, Melekût âleminde yani misal âleminde, bir üst âlemde bizimle beraber, şehâdet âleminde de bizimle müşahedeye çıkmış olmaktadır.

Şu anda biz şu hakikati bilyor isek, biz gerçekten bu âlemde Hakkani, Rabban, Rahmani bir hayat yaşıyoruz demektir, eğer şunu biliyor isek. Bilmiyor isek, o zaten kendi faaliyetini işliyor, o bireyin bilmesi veya bilmemesine, onun da ihtiyacı yoktur. Onun için bilen ayn bilinen gayr diyorlar. Gayr mı olmak istiyoruz, ayn mı olmak istiyoruz. Yani a’yân-ı sâbitelerimizin a’yânı mı, olmak istiyoruz, bakın a’yân-ı sâbitenin a’yânı burada tahakkuk ediyor, bu şehâdet âleminde, ente hükmü mutlak olarak burada geçerlidir. Ve Ene hükmü, İnna hükmü, burada tahakkuk etmektedir. Yoksa bunların hepsi diğer mertebelerde vardır, ama birey olarak faaliyet sahası olmadığı için şâhitlik olmadığı için, yani müşâhede olmadığı için elle tutulur maddi varlık olmadığı ve bir belirli klişe halinde varlığımız ile ortaya çıkmadığımız için bir bütünün üzerinde olan varlıklar olduğumuz için, orada yaşam tahakkuk etmiyor.

Ama oradaki yaşam olmadan burası olmuyor. İşte onun için bu âlem gerçekten her zaman da anlatmaya çalıştığımız gibi âlemlerin en üstünüdür. Yani en son tecelligâh en kemalli yeridir. Ne varsa bu âlemde vardır, bu âlemi idrak ettiğimizde, bu hakikatleri idrak ettiğimizde, bu devam edecek. Bakın kabirde rabbımızın ne olduğunu idrak edeceğiz, orada ve cennet veya cehennem hangisine gidiyor isek oradada rabbımızı berzahda da diğer âlemde de bu idrakler yaşanmış olacaktır. Veya bu idraklerle yaşamış olacağız. “Nasıl yaşadıysa öyle ölür”, hadis-i şerifte diyor ya, “ Nasıl öldüyse de öyle haşr olunur” öyle kalkar diyor. Öbür dünyada da rabbımızla beraber olacağız çünkü biz onun kontrolundayız. Ancak insanda bir çok rablar olduğundan insanın hususiyeti diğer varlıklardan biraz daha fazladır.

Her varlığın mutlak olarak bir tek Rabb-ı Hassı vardır onun kontrolundadır, ama insanda bir çok Rabb-ı Haslar vardır. Kendi kontrolunda olan biraz daha üst derecede olan Rabb-ı Hası vardır ama ona yakın olan bir çok Rabb-ı Haslar daha vardır. Çünkü insan bütün Esma-ı Hüsnanın zuhur mahalidir. İşte bunların arasında bize seçicilik düşmektedir. Bakın seçemediğimiz an onları biz esma-ı ilâhiye Sıfat-ı İlâhiyeyi nefsani ma’nâda, yani beşeri ma’nâda “Ben” diye kullandığımız bütün bizdeki güçleri isimlerin zuhurlarını kendimize mal ettiğimiz zaman, buna esma-i nefsiye deniyor. Nefsi isimler, işte biz o nefsi isimleri Rab edinmiş oluyoruz kendimize, ama beşeri anlama indirerek o isimlere haksızlık yapmış oluyoruz. Hakkın olan o isimleri, biz kendimize almış oluyoruz. Bunların terbiye edilmesi gerekiyor. Bakın bir söz vardır, biraz ters gibi gelir, ama çok doğrudur, “İnsan esma-ı İlahiyeyi dahi eğitiyor" bakın bu kabiliyete haizdir, zâten de yaptığımız iş o değil midir. Zâten yapmaya çalışıyoruz ama ne yaptığımızın farkında değiliz.

Biz bizdeki nefsîleşmiş isimleri eğitmeye çalışıyoruz, eğitiyoruz da. Nefs-i emmâre şiddetli, ne yapıyoruz sen dur bakalım, tepesine vuruyoruz, “Lâ ilahe illâllah” işte oruçlarla zekâtlarla çalışmalarla, tövbelerle, tasavvufi tevhid çalışmalarıyla, isimleri terbiye ediyoruz, terbiyeli olan isimleri de diğer lâtif isimleri de yani kırıcı dökücü bağırıcı olmayan isimleri de kabiliyetlerini yükseltmiş oluyoruz. Bizdeki isimleri yükseltmiş oluyoruz. Meselâ bu ilimleri okuduğumuz zaman bizdeki “Alim” esmasının ilmini bir kat daha yukarıya çıkarmış oluyoruz. İnsan ne kadar müthiş bir varlık isimleri dahi eğitiyor, kendine ait olan isimleri eğitiyor.

Tabi Allah’ın kendi isimleri ayrı, onlar kendi işlerini biliyorlar ve yapıyorlar, cenâb-ı Hakk’ın bize emanet etmiş olduğu sınırlı olan isimleri, bakın biz eğitmiş oluyoruz, işte onlar bizim cemaatimiz olmuş oluyor. İbrahim (a.s.) mertebesinde oluşan hadise budur. Âdem (a.s.) a عَلَّمَ اَدَمَ الاَسْمَاۤءَ كُلَّهَا 2/31 adece isimler bildiriliyor ama eğitilmiyor. Varlığı bildiriliyor, Âdem (a.s.) bu isimleri Cennette biraz eksi kullandığı için onu yükseltme babında ikisi bir dua yapıyorlar, zâten onların ikisi bir dir. Yoksa Havva valide ayrı bir dua yapardı, Âdem (a.s.) ayrı bir dua yapardı. رَبَّنَا ظَلَمْنَاۤ اَنْفُسَنَا 7/23 Biz nefsimize zulum ettik, diye birlikte dua yapılıyor. İbrahim (a.s.) mertebesine gelindiğinde âyet-i Kerime açık olarak şunu ifade ediyor ki, اِنَّ اِبْرَهِيمَ كَانَ اُمَّةً 16/120 İbrahim başlı başına tek bir ümmetti, yani İbrahim (a.s.) bir ümmetti. Ümmetin birlikte olması için mutlaka onlara bir imam olması lâzımdır, bir baş lâzımdır, işte İbrahim (a.s.) ın Zât’ı imam, Esma-ı İlâhiyye de onun cemaati ve kavmi olmaktadır. İşte bu hakikati Cenâb-ı Hakk bizlere ilk defa bu yaşantının İbrahim (a.s.) da tahakkuk ettiğini ve kendisinin esma-ı ilâhiyenin imamı olduğunu ve ilk def’a imamlık bu yönde işleyiş itibariyle İbrahim (a.s.) da zuhura geldi. Ondan evvel insanlarda İlâhi olarak imam lâkâbı yoktur. Biz onu imam tayin ettik, imam kabul ettik “câiluke linnasi imame” (2/124) imam tayin ettik, ona bu vasfı verdik, “vettehazellahu İbrahiyme halile” ve onu dost edindik.

İşte İbrahim (a.s.) ın beşer ma’nâsında, dost iki ayrı varlık birbirine olan muhabbeti gibi zannediyoruz. İbrahim (a.s.) ın dostluğu böyle değil, likâ, mülâki, Halil, (4/125)hullet, tahallül, bu hadiseyi gerçekten o bölümünde Muhiddin-i Arabi hz leri şahaser bir şekilde anlatmış, Halil, hullet; tahallül, sevenin sevilende bütün özellikleri ile birlikte tahallul etmesidir. Yani şekerin çayın içindeki tahallülü gibidir. Şimdi su, evvelâ sade su iken kaynatıldığında siyah olan çayın kırmızı olarak geçmesi ve artık sudan ayrılamaz haline gelmesi, çay ile suyun birleşmesi, artık ona su denmiyor, çay deniyor.

Aslında o su+ çay dır. İçinde su da var çay da vardır. Sonra içine atılan şeker işte bu üç ayrı karışım tahallül, bir birinin içine düzenli girmesi budur işte. Halil budur. Yoksa bir elbise giydiripde üstten sarması değildir. İşte onun için evvelâ göklere baktı, yani esma-ı İlâhiyeye baktı, yıldızı gördü, ay’ı gördü, güneşi gördü, baktı ki, bunların hepsi isimden ibaret, yani geçici sönüp gidenlerden rab olmaz, diyerek rab-ul Erbab’a ulaştı bu makamda. İşte onun tahallül etmesi, bütün semavatta ve bütün arz da Hakk’ın bütün bu âlemin içine tahallül ettiğini sadece İbrahim’de değil, bütün varlıkta aynı şeyin olduğunu müşahede etti, ilk tevhidin babası budur, işte bu yüzden o lâkabı alıyor, Kâ’be-i Muazzamada iki makam vardır, birisi Makam-ı İbrahim, birisi Makamullah. Kâ’be-i Muazzama dediğimiz ilâhi Makam, Uluhiyet Makamı İnsân-ı Kâmil’in Makamı, birisi Uluhiyet Makamı, biri Muhabbet Makamı. Birisi Naz Makamı, biri Niyaz Makamıdır. Oraya gittiğimizde biraz sıcak olduğunda ay yandık diyoruz, hemen kaçacak yer arıyoruz, zar zor tavaf yapıyoruz, güneş altında, ama o iki makam kuruldukları günden beri güneş altında, yağmur, altında, çamur altında, soğuk altında, her şey altında hiç şikayetleri yoktur.

Birisi sararmış, aşkından sapsarı olmuş, birisi kararmış, kendini a’mâiyete çekmiş, naz makamına çekmiş, niyaz makamında sararmış solmuş, ikisi birlikte onların hali İlâhi muhabbeti ortaya getiriyorlar. Gelenler de O’nun muhabbetini seyr ediyorlar, ama farkında değiller. Oradaki ilâhi muhabbet kişileri cezbeden ama ne olduğunu bilmedikleri ilâhi muhabbet Makam-ı İbrâhim ile Makam-ı Hakk’ın orada Uluhiyet Makamı’nın birbirlerine ayna olması ve Makam-ı İbrâhim Beytullah’ın kapısının tam karşısında ve ayak izi de içinde orayı gösteriyor. işte “isr” budur orayı gösteriyor. ondan sonra da “esra” o da yukarısını gösteriyor.

Velhasıl insan oğlu o kadar büyük bir mashariyete sahip ki, Cenâb-ı Hakk O’nu bu yüzden vekil tayin etmiş, habib tayin etmiş, halife tayin etmiş, Halife, halfun yani hemen arkasında ma’nâsınadır. Eğer halife arkada ise önde olan kim? Allah’ın kendisidir, o zaman halifeye bakan, evvelâ halifenin önündekini görmesi lâzımdır. Ama halifanin önündeki cam misali, lâtif olduğundan cam görünmüyor, arkasındaki görünüyor. Camdan baktığında evvelâ neyi görüyorsun, dışarıdaki manzarayı mı? hayır evvelâ camı görüyorsun. Ama cam saydam olduğundan camı görmüyoruz, manzarayı görüyoruz. Ağaç gördük kuş gördük diyoruz. Halbuki evvela görülmesi gereken cam vardır.

Cam lâtif olduğundan onu idrak edemeden ötedekileri görüyoruz. Cam görüntünün bize gelmesine mani değildir. İşte İnsan-ı Kâmil’in önünde de, evvelâ Allah’ın cam misali lâtif hali vardır. O olmazsa merbub olmaz, yani Rab önde olmazsa merbub olmaz, onun için diyor, halfe arkadadır. Önde dese nezakete uymaz. İlâhi nezakete uymaz. Öndeki öndedir zaten. Ama görünen halifedir, neden arkada olan görülmektedir.

Halbuki ayn İlm-i İlâhi mertebesinde âlem-i ervahta, âlem-i misalde, âlem-i şehadette, âlem-i berzahta yani ikinci berzahta, birinci berzah âlem-i misal, yani bizden evvelki berzah, ara âlemi bizden sonraki berzah da kabir âlemidir, ve âlem-i âhirette vel hasıl cemi-i etvarda, yani bütün turlarda tavırlarda, daima rabbı ile mevcut ve bakidir. Ve bu "ayn" ile tahakkuk eden rubûbiyyet dahi böylece cemî-i tavırlarda dâima bakî olduğundan ebeden bâtıl olmaz. Yani o varlık öldü gitti diye o Rab bâtıl olmaz ebedi olarak vardır.

Binâenaleyh her hangi bir "ayn", taayyün-i evvel mertebesinde müteayyin olduktan sonra, sıfat mertebesinde taayyün-u evvel yani birinci program mertebesinde programlandıktan sonra hangi makamına, zuhur mahaline gelirse gelsin, intikâl ederse etsin, artık yok olmaz.

Her mevtının icâbına göre bir kisveye bürünur. Yani her maka-ma geldiğinde her mertebeye geldiğinde o mertebenin elbisesine bürünerek zuhur eder. Başka türlü faaliyete geçemez. burası da anasır mertebesi olduğundan işte buradan da anasırdan bir vücut verilerek toprak kisvesine bürünür. Bu mertebede görüntüye gelir demek istiyor.

Niyazi Mısri: “çar anasır bendine vurdular nur iken ismim niyazi dediler” diyor. yani dört unsur seyrine vurdular üzerine koydular, yani ondan yaptılar, asli ismimiz nur idi burada Niyazi dediler.

İşte Yunus Emre’nin de kısaca belirttiği gibi “Ete kemiğe büründüm Yunus oldum göründüm” işte böyle kolay ve lâtif olan ve biraz da mizaci yönde gelen sözleri biz sadece zâhirine bakıyoruz ama ifade ettiği ma’nâyı hiç düşünmüyoruz. O kadar müthiş ma’nâ vardır. Bu kadar da güzel anlatılır, “Ete kemiğe büründüm, Yunus oldum göründüm” kim diyor bunu acaba aslında bunu söyleyen kimdir, Rabb-ı Hassı yönüyle Rabb-ı Hası da gerçek rabbına bağlı olduğundan Rabb’ın kendisi diyor bakın. “Ben ete kemiğe bürünerek Yunus ismi ile göründüm” diyor biz de zannediyoruz ki Yunus bunu söylüyor. Yunus diye bir varlık olmadı, olmaz da olmayacak da. Öyle bir varlık da yoktur. Ama Yunus var ortada, Yunus ismini alan hakiki Yunus var, batındaki Yunus, işte dışarıda halife gözüküyor, Yunus halife olarak gözüküyor, halifenin önünde olan latif ve cam olan biz göremiyoruz, camın arkasında görüneni görüyoruz, görüneni gerçek zannediyoruz.

Halbuki görünende görünmeyen, gerçek olandır. Yani görüneni ortaya çıkaran görünmeyendir. Ehlullah’tan birisi öyle diyor, Enel Hakk bir dava değildir, hani bir davadır ya Allah’lık davasında bulunuyor, diye Enel Hakk dava değildir diyor, ene batılım demek davadır diyor. Çünkü ben batılım diye bir şey söz konusu değildir. Enel Hakk söz konusudur. Bütün bu âlemdeki varlıkların hepsi cuş-u huruş içinde enel Hakk, enel Hakk, deseler hepsi doğru, hepsi haklıdır, ama çıksalar da, bazıları ben batılım, ben batılım, dese işte bu davadır. çünkü bu âlemde bâtıl diye bir şey yoktur. Muhammediyet hem yukarıda olan tenzihte olan hem zuhurda olan Allah’ı tenzih ve teşbihi birleyip tevhid etmek, ilmin kemâlâtı bu Cenâb-ı Hakk’ı bütün mertebeleri itibariyle de bilmek budur.

Yoksa hepsine birer mertebeden bakmak, ayrı ve eksik kalmaktadır. Tenzih âlimleri bakın ilmi ilâhi hakkında, yarım âlimlerdir. Teşbih âlimleride yarım âlimlerdir, Tenzihi ve Teşbihi birleştirenler bütün âlimlerdir. Burada Mevlânâ’dan bir beyit alınmış,

Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyurur:

Beyt:

Tercüme: "Eğer benim câm-ı vücûdumu sâkî kırarsa, bundan dolayı gam yemem; zîrâ onun koltuğunun altında başka bir kadeh-i vücûd vardır.” “Ya'nî mevt-i sûrî ile bu vücûd-i cismânî harâb olursa, Hak âlem-i berzaha münâsib diğer bir vücûd verir."

İşte yukarıdaki ifadenin bu bir izahıdır. Hani İlm-i İlâhide âlem-i ervahta âlem-i melekutta, âlem-i misalde âlem-i şehadette âlem-i berzahta ve âlem-i âhirette ayrı ayrı vücutlar olarak o âlemin haline göre yaşayacaklar. Şimdi biz burada bize göre bu âlem zâhir âlem iken berzah Bâtın âlemdir. Şu anda bize göre bâtındır. Sistemimiz ona göre kurgulanmıştır. Ama âhirete intikal ettiğimiz de, berzaha geçtiğimizde burası bâtın olacak çünkü burası ile irtibat kuracak bedenimiz elbisemiz makinemiz olmadığı için burası bize kapalı yani bâtın olmuş olacak.

Orası bizim için şehâdet olacak yani oraya gidenler için, bu gün de öyle yarın da öyledir. Yani şurada bu gün birisi Rahmetlik olmuş olsa o bâtın âleminden buraya göre zâhir âleminden bâtın âlemine alınmaktadır. Buraya göre, ama aslına göre buradaki zâhir âlemden oranın zâhir âlemine gitmektedir. Ruhuna göre orası zâhir olmaktadır. Artık onun yaşantısı oradadır. Orası zâhir yani orayı müşahede edecektir. Şu anda müşahede edemediği bâtın olan âlemi orada müşahede edecektir. O zaman orası zâhir olacaktır. Melekleri görecek onlarla konuşacak, sorular cevaplar, bakın melek gelecek soru soracak, orada meleği görecek, demek ki orası ona göre zâhirdir.

İşte buradan giderken bu âlemde neyi idrak etmişse eksi veya artı olarak eksi yaşamışsa acıyı tadarak gidecek, yani ölüm tadışı acı olacak, ama kendini bilerek gitmişse ölüm tadı, tatlı olacaktır. Yani huzurlu olacaktır. Eğer benim cam vücudumu saki kırarsa yani bu varlığı kırarsa bundan dolayı gam yemem diyor, beni Cenâb-ı Hakk öldürse de, yani bu vücudumu alsa da gam yemem, ne olacak ölmedim ki bana bir şey olmadı ki diyor, zira O’nun koltu-ğunun altında başka bir kadeh-i vücut vardır. Bu vücutlar bir bakıma kadehtir, suyun kaba konduğu gibi ruhumuzun nurumuzun esma-ı İlahiyenin bunun içerisine konmasıdır. Bu vücut kadehtir.

Yani mevt-i suri ile yani zâhiri ölüm ile bu vücud-u cismani harab olursa cismani olan vücut harab olursa, Hakk âlem-i berzaha münasib diğer bir vücut verir ki, zâten herkese veriyor, ama bilen bunun ne olduğunu biliyor, ve kolayca giyiyor, o vücut elbisesini. Bilemeyene ise o elbise zor geliyor. Çünkü elbise olarak bunu bildiği için. Bunu bir türlü çıkaramıyor. Ama irfan ehli vüdud elbisesini, daha burada çıkardığından orada çıkarma diye bir sorun yoktur.

Cenâb-ı hakk idrak edicilerden eylesin inşeallah.

اَعُوذُ بِالَّلهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ



﴿١﴾ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Kaza ve Kader bahsi, Fususu’l Hikem İsmail Fassı cild 2 sayfa 142 ve 7. Paragraftan devam edelim.
Ve her marzî mahbûbdur; ve mahbûbun her işlediği şey mahbûbdur. Zîrâ "ayn" için fiil yoktur; belki fiil, o aynda, onun Rabb'i içindir. Binâenaleyh "ayn", fiil ona izafe olunmaktan mutmain oldu. Şu halde "ayn" Rabb'inin efalinden onda ve ondan zâhir olan şeyle râziyye oldu. Bu efâl marzıyyedir. Zîrâ her bir fâil ve sâni' kendi fiilinden ve san'atından razıdır. Çünkü her fâil ve sâni', kendi fiilini ve san'atını, onun mâhiyyet-i muktezıyyesinin hakkını kâmil kıldı اَعْطَى كُلَّ شَىْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدَى (Tâhâ, 20/50) Ya'nî "Hak Teâlâ her şeye halkını verdi." Ya'nî beyân etti ki, Hak her şeye halkını verdi. Binâenaleyh noksan ve ziyâdeyi kabul etmez (7).

Ya'nî her bir razı olan kimse terbiyesi altında bulunduğu ism-i ilâhînin mahbubudur. Yani razı olunmuş ise bir kimse veya bir varlık o muhabbet ehlidir. Yani zuhura getirdiğine muhabbet etmiştir ki zuhura getirmiştir, zuhura getirmiştir ki ondan razıdır. Bütün âlemdeki varlıklar budur. Bakın ne güzel bir ifadedir, bu ta ezelde “Küntü kenzen mahfiyyen” de “ben gizli bir hazine idim” belirtilen Hu hakikatinin bütün varlıkta bireyler olarak küllide zuhura çıktığını ifade ediyor. Yani her bir merzi razı olunan kimse veya zuhur, terbiyesi altında bulunduğu ism-i İlâhinin mahbubudur.

Ve o kimse mahbub olunca, yani zuhura gelen merbub yani o ismin zuhuru olan Rabbın zuhuru olan merbub o kimse mahbub olunca Rabba bağlı olan merbub Rabbın özelliklerini ortaya çıkardığı zaman Rab merbubdan razıdır. O kimse razı olunca mahbub olmuş olur, yani sevilmiş olur, o ismin îcâbâtından hangi ismin tesiri altında ise onun gereğini yerine getirdiğinden kendisinden sadır olan ef’al ve ahlak ve kelâm vs hep rabbının mahbubudur. Yani onu yöneten rabbının sevdiği şeylerdir ondan ne meydana gelirse. Zîrâ ayn-ı mevcûdenin belli başlı fiili yoktur. Yani ayan-ı mevcudenin bütün hepsinin bir tek fiili yoktur, her rabdan bu meydana gelecektir diye böyle belli başlı fiili yoktur. Çünkü meşhudumuz olan o "ayn"ın bir vücûd-ı müstakıîli yoktur. Yani şahidi olduğumuz ayn-ı vahidenin bir vücud-u müstakili yoktur.

Onun vücudu Rabb'i olan ismin suretidir; a’yân-ı vahidenin zuhura geldiği yerde ayn’ın bir vücud-u müstakili yoktur, neden, ilmî ma’nâdadır ayn’larımızın hakikatlerimizin müstakil bir vücutları yoktur. Onun vücudu, rabbı olan ismin suretidir. Yani Rabbı hangi ma’nâda ise o ma’nânın suretidir. Yani a’yân-ı sâbitenin vücudu yoktur, onun vücudu Rabb-ı Hass’ının hangi istikamet üzere ise meydana getirdiği zuhurdur onun vücudu. Rabbı olan ismin Rabb-ı hasının suretidir, ve o isim, o suretin bâtını ve ruhudur. Yani o hangi rab ise hangi Esma ise o isim o suretin batını ve ruhudur. Binâenaleyh o "ayn"da zâhir olan fiil, "ayn" ın Rabb'i olan ism-i ilâhînindir.

Bu surette her bir "ayn", kendisinden sâdır olan ef’âlin yani o a’yân-ı sâbitenin kendine izafet olunmayacağından mutmaindir. Yani izafet o ismin suretinedir, kendine değildir, zâtına değildir.

Bu hakikat bilinince, nazar-ı hakikatle bakıldığı vakit, yani meseleye hakikat yönüyle nazarıyla bakıldığı vakit hiçbir ferdin efâline i'tirâz muvafık olmaz. Yani herkes kendi istikametinde kendi doğrusunu yapmaktadır. İrfaniyet gözüyle bakıldığı zaman hiçbir ferdin fiiline itiraz edilemez.

Fakat nazar-ı şerîatle bakıldığı vakit, yani bir ölçüye vurulduğu vakit yani şeriat mertebesi ile bakıldığı vakit, Hadi ismi Mudil isminin efâline i'tirâz eder. Bu görülen şeylerdir, “sen neden namaz kılmıyorsun, sen neden şunu yapmıyorsun, bunu yapmıyorsun, sen şu kötülüğü yaptın işte sen iyi yaptın bunu güzel yaptın,” gibi sözler şeriat mertebesinde geçerlidir. Zîrâ şeriata tabi olan kimse Hadi isminin; ve kâfir ve fâcir olan kimse dahi Mudil isminin terbiyesi altındadır.

Birinin îcâbâtı diğerinin îcâbâtına zıttır. şeriat mertebesinde bu geçerlidir, yukarıdan bakıldığında her fiil a’yân-ı sâbitesinin mahbubudur, ama şeriat mertebesinden bakıldığı zaman böyle değildir, diye iki mertebenin, yani ef’âl mertebesinden şeriat mertebesinden bakış ile, rububiyet mertebesinden bakış ve yaşantıyı, burada çok güzel olarak açıklamaktadır. Ve sırât-i müstakimleri ve bu sıratların en son varacakları yeri başka başkadır. Birinin yolunun en son varacakları yer neş'et-i uhreviy-yede cennet ve diğerininki cehennem dir.

İmdi her bir "ayn", kendi vücûdunda, mürebbîsi olan Rabb-i hâstan zâhir olan şeyle, o Rabb'inin ef’âlinden râzîdir. Bu ef’âl marzıyyedir. Yani Rabbının ef’alinden razıdır. Yani zuhur etmiş olan kendisinde zuhur ettirenden razıdır. Bu ef’âl de merziyedir. Yani Rabbı tarafından o ef’âlde, razı olunmuştur. Yani o fiil varlığı neticeye gelmesi kendisini var edenden yani kendisinin meydana çıkmasından razı olmuştur, razı olunduğu için de Rabbı tarafından Merziyedir. Zîrâ her bir fâil ve sanatını yapan kendi fiilinden ve san'atından razıdır. Eğer razı olmasa onu yapmaz idi.

Ve her fâil ve yapıcı kendi fiilini ve san'atını, o fiilin ve san'atın mâhiyyeti neyi iktizâ ediyorsa, hakkını vermek suretiyle, mükemmel bir hâle getirdi. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı Kerim'de: اَعْطَى كُلَّ شَىْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدَى (Tâhâ, 20/50) buyurdu. Ma'nâ-yı şerifi budur ki: "Hak teâlâ her şeye halkını, ya'nî isti'dâdının iktizâsı olan hakkını verdi.” Şu âyetin izahını başka hiçbir kitapta bulmak mümkün değildir. Cenâb-ı hakk bütün a’yân-ı sâbitelere bu halkiyyeti verdi, sonra halk edildi de hidayetini de ona verdi. Bakın Hâdi yaptı, yani bütün zuhurların hepsi Hâdi ma’nâsınadır, ama nerede yukarıdaki ifade edilen hakikatler gereğince. Ama şeriat mertebesinde ise gene hepsinin halkını verdi ama bazıları Hâdi bazıları Mudil olarak kabul edildi. Nerede, teşriyede, şeriat mertebesinde. Ma’nâyı şerifi budur ki Hak Teâlâ her şeye halkını yani istidadının iktizası olan yani istidadının gereği olan hakkını verdi.

Ondan sonra da her şeye halkını verdiğini beyân etti." Hakkını verdi, hakkını vermesiyle de halk etmesini verdi, O hakkını vermeseydi halk olmazdı. Yani meydana getirdiğini beyan etti. Binâenaleyh her şey, kendi isti'dâdıyla neyi taleb etmiş ise, ondan noksan ve ziyâdeyi kabûl etmez. Yani zuhura gelen her şey istidadında neyi varsa onu taleb etmiştir, ne noksan ne fazlasını taleb etmez Yani ne noksan zuhur eder ne eksik zuhur eder diye bir çok yönleriyle burada Hakikat-ı İlahiyeyi faaliyet sahasında olan zuhurların özlerini bize bildirmektedir.



Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin