GöNÜlden esiNTİler. A’YÂn-i sâBİte kazâ ve kader necdet ardiç terzi baba necdet ardiç



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə21/32
tarix03.01.2019
ölçüsü2,1 Mb.
#88712
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   32

Mevlânâ’dan Beyt:

Eğer benim cam vücudumu sâki kırarsa bundan dolayı gam yemem, zira O’nun koltuğunun altında başka bir kadeh-i vücut vardır” yani mevt-i suri ile bu vücud-u cismani harab olursa Hakk âlem-i berzaha münasib diğer bir vücut verir. Çok güzel bir tabir, bu neden söz konusu oldu, yukarıda bölümün sonunda bahsettiği-miz şiirin meratib-i ilâhiyede değişiklikler arzettiğini açık olarak burada da bildirmektedir. Reankarnasyoncular bunu da almaktalar, bakın değişik değişik hallerden geçmekte diye kendilerine göre mesned kabul etmektedirler. Burası onların anladığı gibi de değildir. bunlar bir kişinin üstünde oluşan hadiselerdir, onlar bir tek yaşamda olan hadiselerdir.

Onlar bunun her bir bölümünü başka bir yaşamda getirerek 50 sene evvel 500 sene evvel bin sene evvel şöyle yaşadı, işte iki bin sene evvel burada padişahdı kraldı, diye bakın ve hep çocukarın lisanından söyleniyor. O çocuk çocukluğunda diyor ben işte onu görmüştüm yaşamıştım beş yüz sene evvel falan yerin prensesiydim diyor, kralıydım diyor, bunlar hep üç harflerin verdiği hayali imalar, yani bozgunculuk halleridir. İşte bir kimse irfaniyet yolunda bir eğitim almışsa bu hayellere dalmaz bunları ayırır, bunların hepsi vehimdir, ilham değildir. onlar bunları ilham zannederler, hepsi hayalidir. Onların bilgileri onlara kalsın Allah hepsine kolaylıklar versin biz kendi işimize bakalım.

İşte eğer benim cam vücudumu saki kırarsa, bu cam vücudu dediği ilk bakışta beden vücududur. Beden kâsesi, beden kadehi, ama yukarıdan itibaren baktığımız zaman a’yân-ı sâbitenin tecelligâhı olan sıfatlar, sıfatların tecelligahı olan isimler, bakın her bir tecellide kişi, ayrı bir elbise giymiş oluyor. Hangi mertebeye gelirse o mertebenin haliyle halleniyor. Varlığı ile varlık almış oluyor. Başka türlü de zâten olmaz. Esma âleminden isimlerden elbise giyiyor ef’âl âleminde de isimlerin zuhuru olan elbiseyi giyiyor. İşte bu giydiği elbiseler, neticede et kemik olarak son madde şehâdet elbisesi giyiliyor, işte bu elbisenin aldığı eğitimlerle kendi olmadığı, bunun bir elbise olduğu bu elbisenin içerisinde, kendine ait olan bir sahanın olduğunu, bu sahanın da gönül akıl ve idrak olduğunu, aslında bu halin sadece idraktan ibaret olduğunu anladığı zaman, evvelâ bu elbiseden biraz kurtulmuş oluyor. Yani yukarıya doğru hafifleyip çıkmaya başlıyor. Rahman suresinde 33. Ayette buyurur,

اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ فَانْفُذُوا لاتَنْفُذُونَ اِلابِسُلْطَانٍ

İşte “hadi çıkın bakalım dünya kuturundan dışına çıkabilecek misiniz illâ bir sultan” diye bahsedilen evvelâ bu beşeriyet kutrundan yani beden kuturundan çıkmamız gerekiyor. İkinci olarak biraz lâtif olan nefis kuturundan çıkmamız gerekiyor, üçüncü olarak ruh kuturundan çıkmamız gerekiyor, ruh kuturundan derken maddi varlığımızı meydana getiren ruh-u hayvani kutrundan çıkmamız gerekiyor. Bunlardan çıktıktan sonra hür oluyoruz o zaman insani ruhumuz bizde faaliyete geçiyor, işte Esma-ı ilâhiyeleri idrak ederek urucumuz yukarıya doğru devam ediyor ise o mertebelerden aldığımız elbiseleri, madde âleminden esma âlemine çıkarken, madde âlemini burada bırakıyoruz, maddi elbiseyi, ama biz gene bunun içindeyiz, ama şuur olarak bu elbisenin biz olmadığımızı, bunun bir elbise olduğunu anlıyoruz, bunu anladığımız zaman da, zâten bunu çıkarmış oluyoruz.

İllâ ölümle toprağa karışması değildir. bu bizi hafifletiyor, esma mertebesinde nefis elbisesini çıkarıyoruz, nefsi duygular elbisesini çıkarıyoruz, bir elbise ağırlığını daha üstümüzden atmış oluyoruz. Sıfat mertebesinde nur veya Ruh elbisesini çıkarıyoruz, işte her yükselişte bu miraç ve nihayet a’yân-ı sâbite idrakine ulaştığımızda bütün bu elbiselerden fâni olmuş oluyoruz. Fenâ fillâh dedikleri işte İseviyet mertebesi budur. Eğer Cenâb-ı Hakk burada bırakır ise orada o kişi meczub halde hayatını sürdürüyor, artık o mertebede olan kimsenin o mertebesi sürünceye kadar hiçbir mükellefiyeti kalmıyor. Meczub ve Hakkta fani olduğu için yani kendine ait bir varlığı kalmadığından mükellefiyeti de düşmüş oluyor. Mükellefiyet varlığı olanadır, varlığı olmayanın mükellefiyeti de olmaz. Ölmüş olan kimseler artık namazla mükellef değillerdir.

Ancak burası kişinin kendi kendine başaracağı yapacağı bir şey değildir. hemen ayağı kayar artık sözler başlar, ben artık Hakk ile Hakk oldum kime ibadet edeceğiz gibi sözler, eğer sağlam olarak buraya gelmemiş ise mutlaka kaydırır. İşte bazı yollarda görülen sadece sözlerinin söylenipte gerçek ma’nâda yaşanamadığı kaydığı hallerde bunlardır. Kime namaz kılacağım, tekrar biz ilk okula mı gideceğiz, işin başına mı döneceğiz, gibi ben profösör olmuşum alfabe mi okuyacağım denir. Halbuki bilmiyor ki profösör de olsa gene de alfabe ile okuyor, birinci sınıfta okuduğu rakamlarla, sayılarla on a kadar olan sayılarla nereye gelirse gelsin gene onları kullanıyor.

İşte her mertebede o şer’i hükümlerin başka şekilde yaşanması idraki vardır. Eğer bırakılsaydı peygamberimiz bırakırdı ve “Gözümün nuru namaz” demezdi. “Dinin direği namaz” demezdi. “Namaz mü’minin miracıdır” demezdi. İşte öyle diyenler namazı sadece hareketler manzumesi olarak düşünen kimselerin sözleri oluyor. Namazın hakkını anlayamamaktadırlar, Kur’ân-ı Kerîm bize üç mertebeli namazdan bahsediyor, birisi beş vakit namaz, yani sizin üzerinize namaz farz kılındı diye ayette geçiyor. Nisa suresi 77. âyette Namz kıl zekât ver diye emrediyor. وَاَقِيمُوا الصَّلَوةَ وَاَتُوا الزَّكَوةَ ayrıca حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلَوةِ الْوُسْطَىBakara sûresi 238 de, Ve salatı vustaya devam ediniz diyor, bir de daimi namaza da devam edin diyor Mearic (70) Suresinde 23. âyette. اَلَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلاتِهِمْ دَاۤئِمُونَ Üç mertebede ayrı namaz vardır. Salât-ı dâimun; kişinin bakâbillâh mertebesinde hakkani varlığı ile hayatını sürdürdüğü devrelerde devamlı Hakk ile beraberdir, namaz Hakk’ın huzurunda olmak değilmidir, kişi de Hakk ile beraber ise, bakın huzurunda demek bile doğru değildir, birlikte Hakk ile işte dâimi namaz dediği o namazdır. Hangi namaz senin indinde makbuldür, denildiğinde Risâle-i Gavsiye’de Cenâb-ı Hakk buyurmakta ki “Ya gavsi içinde kılanın kaybolduğu namazdır” deniyor yani kişinin olmadığı, kişinin beşeri kişiliğinin olmadığı namazdır. İşte Ubudet namazı ve Hakk’ta bâki olan kişinin Hakk olarak kıldığı namazdır, beşer olarak değildir.

Bu namaz terk edilir mi, böyle bir hüküm yok ki, falan yere geldi de kişi namazını terk etti, işte fenâfillah mertebesinde kişi eğer fâni olduğunda âciz kaldığında, işte o zaman diyor “DUR RABBİN NAMAZDA” Yani kişinin vekili kendi rabbı hası olup O’nun namazını O kılıyor. Mi’rac gecesi o perde gösterildi de açılmadı, onun arkasındakini söylüyor, perde açılmıyor ama orada ne olduğundan bahsediliyor. Dur perdeyi açma açmana gerek yok Rabbın namazda deniyor, yoksa rabbın namazda demezdi. Dur orası gizli derdi. Söylenmez derdi, perde var ama arkasında ne olduğunu söylüyor. O zaman perde yok demektir. Peki perde nedir, işte herkesin anlayamayacağı bir tarzda namaz olduğu böylece perdelenmiş oluyor.

İşte bundan dolayı gam yemem, yani sâki cam vücudumu kırarsa yani bunu besleyen sulayan vücudunu hayatını devam ettiren, bu vücudu kırarsa bundan dolayı gam yemem, zira onun koltuğunun altında başka bir kadeh-i vücut vardır. Yani mevt-i suri ile yani suret ölümü ile bu vücud-u cismâni harab olursa yani bu beden nefsten Ruhtan ayrılırsa Hakk âlem-i berzaha münasib bir vücut verir. Bundan sonraki vücuttan bahsettiği gibi mi’rac olarak yukarıya çıktığımızda peygamberimizin de buyurduğu gibi “yanarsam ben yanarım” hükmü ile Mevlânâ Hz lerinin buna muadil belirttiği “Mustafa’nın koltuğunun altında başka bir elbisesi vardı onu giydi oraya çıktı,” dediği de bu hakikatin uruç esasındaki halini belirtmektedir.

İşte bizlerde bu hakikatleri anlayabildiğimiz kadar Hakk’a yaklaşmış oluruz, yaklaştığımız kadar da kendimizi fâni etmiş oluruz. Cenâb-ı Hakk cümlemizi bu hakikatlerle hakikatlendirsin İnşeallah.

-------------------

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ



Sohbetimize kaldığımız yerden devam edelim, mevzu aynı olmakla birlikte bölüm biraz değişiyor, yine Fususu’l Hikem cilt 2 sayfa 267 burası Hud fassı başlangıcı, Kaza ve kaderin Rabb-ı Hass bölümü olduğundan onu da buraya ilâve ediyoruz.

Bu Kelime-i Hûdiyye'de "hikmeti ahadiyye" faâsıhtır (köklü bilgisi olan). “Hud” kelimesi içinde mevcut olan “Hikmet-i Ahadiye” nin yani Ahadiyet hikmetinin beyanında olan fastır, bölümdür. Aslında fas kelimesi fasıl manasına değil yüsüğün orta yeri ma’nâsınadır, “Füsus” dediği faslar, yani yüsüğün taşının takıldığı yer, ma’nâsınadır. Yani o kadar değerlidir, yoksa peygamber hayatlarının fasılalı anlatışı değildir. Fas ile fasıl başka bir şeydir. Burada fassından bahsediyor. Her bir peygamberin kendine ait hususiyeti olduğunu Fususu’l Hikem bize çok açık çok net arifane bir şekilde bildiriyor biz de ondan haberimiz oluyor. Cenâb-ı Hakk Hud peygambere Ahadiyet hikmeti vermiş, bunları tesbit edip bulmak aslında çok büyük bir hadisedir, onun için bunlar nefsi ve beşeri bilgiler değil İlâhi bilgiler Hakk’ın ilhamı ile ancak anlaşılacak bilinecek şeylerdir.

Öğretme ile, öğrenme ile de olacak şeyler değildir. Ancak yolu öğretme ve öğrenmeden geçiyor, kişi belirli bir yere gelip kendinden fâni, daha evvelce de belirtilmiş olduğu gibi fenâfillâh mertebesine geldiğinde, artık onda kendinden tecelli edecek herhangi bir şey olmadığından ki, nefsi olmadığından zâten böyle bir şey söz konusu değildir, orada tecelli eden zuhurda olan o rabb-ı hassın rabbısı kendisi olur, ve onun tasarrufu altına girer. Yani kişinin kişiliği kalkmaz, kalkar ama karşıdan bakan, onu eski kişi gibi görür. Ama o eski kişi çoktan gitmiş, yerine Hakk’ın o isminin kemâl zuhuru gelmiş olur. işte Hud (a.s.) ın hakikatinde de Hikmet-i Ahadiyye olduğu burada da bize beyan ediliyor.

Bu kelime, kelime-i Hudiyede yani “Hud” kelimesinde "hikmeti ahadiyye" raâsıhtır, Ahadiyet hikmeti geniş olarak belirtilmiştir. Vechi budur ki, yani özü hakikati yahut yönelinen hali budur ki : Hûd (a.s.) merbubat-ı kesire mezâhirinde Vâhid'in rubûbiyyetini müşahede eder idi. Bakın ne kadar büyük bir ilim vermektedir, tevhid ilmi, birlik vahdet ilmi irfaniyet ilmi vermekte, bakın Hud (a.s.) şurada doğdu burada gitti. öyle şöyle yaptı kavmini davet etti kabul etmediler, gibi tarihi fiilini anlatan yazılar değil, hakikatini ve özünü anlatan bilgilerdir. Gerçekten çok yüksek bilgilerdir.

Vechi budur ki Hud (a.s.) merbubat-ı kesire mezâhirinde yani çok Rabların zuhurunda, merbubat rablar demektir, yani zâhirde çok Rabların Vahidin rububiyetini müşahede eder idi. Merbubat-ı kesire mezâhirinde, yani çok Rabların zuhurlarında, hani daha önce bahsedildi ya, her bir isim bir rabdır o ismin suretlenmiş hali de o varlıklardır diye Vahidin rububiyetini müşahede ederdi. Yani bütün bunların Vahid’e ait olduğunu müşahede ederdi. Her ne kadar bunlar dışarıda tek tek ayrı ayrı şeyler gibi görülmüş ise de ama bu Rabların Vahidin kaynağından çıktığını yani yine bir yerde olduklarını müşahede eder idi. Bakın bunu müşahede etmek dahi çok büyük bir ilimdir.

Yani Ahmed Avni Konuk’un dolayısıyla Muhdin-i Arabi Hz lerinin bu hakikatlere dikkat çekmesi, Ahmed Avni Konuk’un da baştaki isim cümlesinin açıklamalarını bizlere bırakması, onların ne kadar bu işlere vakıf olduğunu açık olarak göstermektedir. Bir kimse bunları bilebilir ama kayıda geçiremez. Bilmek başka bir de onu aktarmak başkadır, Vahid’n rububiyetini müşahede eder idi, Hud (a.s.) ın fikir iklimine ulaşmış oluyor. Hud (a.s.) ın bilgisine ulaşmış oluyor, fikrine ulaşmış oluyor. Ne büyük bir hadisedir. Yani Hud (a.s.) ın hakikatini idrak etmiştir. Ama bu yolu açan da Muhidin-i Arabi Hz lerinin müşahedesi, mükâşefesi, keşfidir, bunlar tamamen keşfe ait bilgilerdir, yoksa nefse ait olan bilgiler buralara zâten ulaşamaz.

Nefis sadece beşeriyet alemindeki tekrarları bilir, başka bir şey bilmez. Çünkü yukarıda sahası olmadığı için zâten bilemez. Yukarıdaki saha kşinin hakikati ile ilgili, hakikati insaniyesi ile ilgilidir. Vahid’in rububiyetini müşâhede eder idi, diyor bakın, Hud (a.s.) hakkında hüküm veriyor, aslında, hüküm veriyor da biraz yanlış kelimedir, yani bize orada olduğunu bildiriyor, yani düşündüğü mertebenin, Hud (a.s.) Hudiyet hakikatini müşahede etmiş ve Hudiyet hakikatinde bu vardır, Hud (a.s.) da o kaynaktan olduğu için dolayısıyla bildiği zahirde Hud (a.s.) değil Hudi hakikatleri bilmesidir.

Ya'nî her bir mahlûku terbiye eden, onun tâbi' olduğu bir ism-i hâssıdır. İşte Vahid’in rububiyetini müşahede eder idi dediği bakışı bu, her bir mahluku terbiye eden onun tabi, olduğu bir ism-i hassasıdır. Hani bir evvelki sohbette Rabb-ı Hass mevzuu vardı ya aynı şey burada da tekrar ediliyor, o konu İsmail Fassında idi burada Hud fassında tekrar ediliyor. Her bir mahluku terbiye eden onun tabii olduğu bir ism-i hassıdır, yani kendisine has bir ismidir. Esmâ-i ilâhiyye hesap edilmez ve sayısız olduğundan onların terbiyeleri tahtında bulunan yani bu isimlerin terbiyesi altında bulunan mazharlar, zuhur yerleri dahi öylece sayılabilir değildir.

Binâenaleyh her bir "isim" bir Rab'dir. İşte اَرْبَابٌ مُتَفَرِّقُونَ خَيْرٌ اَمِ اللَّهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ 12/39 âyetinde buyurur. Yusuf (a.s.) hapsihaneden çıkarken ki, o hapishaneyi okul yaptı bir kısım mahkum orada gerçeği öğrendi Yusuf (a.s.) irfan ehli nereye giderse o çevresi hemen okul olur. Binâenaleyh her bir "isim" bir Rab'dir. Bu surette merbub dahî kesîr olur. Yani Binâenaleyh her bir "isim" bir Rab'dir dolayısıyla bu Rablara bağlı olan merbub yani onun rabbın da zuhur mahali olan merbub dahi çok olur, İşte Hûd (a.s.) bu merbubatın mazharında yani bu Rabların zuhurunda erbab-ı kesireyi yok edip, bir rubûbiyyet müşahede etmiş idi. Bakın burada kesretten Vahdete geçişi göstermektedir. Lâf olarak Vahdetten kesrete, kesretten vahdete diye bunlar cümle olarak konuşulur, ama bu geçişler nasıldır ve hangi idrakta olması lâzımdır, kişilerin kesrette yaşayan kimse nasıldır, vahdette yaşayan kimse nasıldır, Hud (a.s.) bu merbubatın yani bu Rablara bağlı olan mezâhirinde, yani zâhirlerinde zuhurlarında erbab-ı kesireyi bertaraf edip, yani çokluk varlıklarını bertaraf edip bir tarafa koyup bir rububiyet müşahede etmiş idi.

Yani onların hepsini bir rab’ta toplamış idi ki bunun ismine de Rab-ul Erbab denir. Kur’ân-ı Kerîmde bir çok âyet-i Kerîm’e vardır ki, bahsedildiği yerin lisanındandır. Yukarıda okuduğumuz âyet Kur’ân-ı Kerîm’de Allah kelâmıdır, ama Yusuf (a.s.) ın lisanından çıkmıştır. İşte Cenâb-ı Hakk böyle bazı kullarının sözlerini Kur’ân-ı Kerîm’ine almıştır, bakın Onlara ne kadar büyük değer vermiştir, fikirlerini de kabul ettiğinden Muhkem âyet olarak Muhkem kılmıştır. Yani kıyamete kadar geçerli hükümler haline getirmiştir. Nasıl Lokman Hekim’den, Lokman Suresinde Lokman peygamber den bahsederken O’nun lisanından Lokman şöyle dedi ki diye geçmektedir ve diğer Musa’nın karşıtı Firavunun sözünden kendi sözü ile اَنَا رَبُّكُمُ الاَعْلَى Nebe /24 âyetinde “ene rabbikumül ala” bu firavunun sözü hani Allah kelâmı, işte Allah kelâmı ibret olsun diye, firavunun sözünü numune olarak bize gösteriyor. yoksa onu Allah düzenlemiş değildir. Burada da Hûd (a.s.) ın şu sözlerini Allah düzenlemiş değildir ama, kitabına almıştır, neden çünkü bu âyette İlâhi hakikatlerden bahsetmektedir, tasavvuf kitaplarında çok çok geçer misal olarak verilir, ama yaşantısına gelince sadece nakli yapılır ondan haberdar olunmaz. Çok yerlerde çok defa olunmaz. Hûd suresi 11/56 âyetinde buyurulur,

مَامِنْ دَاۤبَّةٍ اِلا هُوَ اَخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا اِنَّ رَبِّى عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

İşte bu Hûd (a.s.) ın lisanından çıkmış, Kur’ân-ı Kerîm’de bunu peygamberimize bildirmiş böylece Surenin ismi de bu yüzden “HÛD” Suresi olmuştur. 11. sure 56. âyet, yani “Hiçbir zi hayat yoktur, yani hayat sahibi yoktur, illâ ki, Hakk onun nasiyetinden tutmuştur.” Nasiyesi dediği alnından saçının perçeminden tutmuş-tur ve götürmektedir.



Nitekim Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de ondan naklen beyân buyurur, hayat sahibi yoktur ki Hak onun alnından perçeminden tutmuştur” Benim Rabb'im muhakkak sırât-ı müstakîm üzeredir". İmdi "Ahadiyyet" üç mertebe üzerinedir: Hûd (a.s.) benim rabbım diye rabb-ı hasından bahsediyor. Diyor ki benim rabbim diye vasf ettiği mertebe neresidir. Esma mertebesi mi, Sıfat mertebesi mi, yani rab mı, rabb-ül erbabmıdır, yani rab mı yoksa Rabların rabb-ı olan rab-ül erbab mı? Allah mı? Hiçbir hayat sahibi yoktur ki illa ki Hakk onun nasiyesinden ahizdir ve benim rabbım muhakkak sırat-ı mustakıym üzeredir. Hûd (a.s.) ın ulaştığı irfaniyet bu âyet-i kerîme üzerinden bizlere açık olarak bildiriliyor.

Şimdi bunun izahına geliyor ki çok güzel bir bölümüdür, Ahadiyet üç mertebe üzerinedir, hani mündemiç dedi ya bünyesinde mevcut olan hikmet-i Ahadiye yani Hud (a.s.) ın varlığında mevcut olan ahadiyet hikmeti şimdi oraya geliyor, bu kısa bilgiyi verdikten sonra. Ahadiyet üç mertebe üzerinedir,



Birincisi: "Ahadiyyet-i zâtiyye"dir. Bunda asla kesret i'tibârı yoktur. قُلْ هُوَ اللَّهُ اَحَدٌ (İhiâs, 112/1) bu mertebeyi beyân eder. İşte biz ihlas suresini okuduğumuz zaman قُلْ de ki ey habibim, هُوَ اللَّهُ o öyle bir Allah ki, اَحَدٌ Yani Uluhiyet mertebesinden Ahadiyet mertebesi bildirilmektedir. Ahadiyet mertebesinden Uluhiyet mertebesi değil. Ahadiyet mertebesinde Uluhiyet daha henüz yoktur,. İşte o Allah ki Uluhiyet mertebesinin üstünde Ahadiyettir. O’nun hakikati. O’na da Vücud-u Mutlak Zat-ı Mutlak denmektedir. Orada isim, resim hiçbir şey yoktur Ahadiyet mertebesinde. İşte Ahadiyet-i Zatiyedir, bunun burada asla kesret itibarı yoktur.

هُوَ اللَّهُ اَحَدٌ birincisinde ihlas suresi başındaki bu mertebeyi beyan eder. Ve bu ahadiyyet-i zâtiyye, Zâti olan Ahadiyet yani Ahadiyetin Zât’ı mutlakıyyeti hasebiyle, Yani O’nun mutlak bir Ahadiyeti var, o mutlak Ahadiyeti itibariyle oraya Vâhid için hiç bir vasfı ve na'tı, övgü sena gibi kabul etmez; belki bu ahadiyyet Vâhid'in aynıdır. İşte bu tevhide "tevhîd-i zât" derler. Hani tevhid-i Ef’âl, Tevhid-i Esma, Tevhid-i Sıfat, Tevhid-i Zat diye sıralanır ya İşte gerçek ma’nâda tevhid-i Zât’ın ne olduğu burada belirtiliyor. Vahid için hiçbir vasfı ve natı yani övgüyü ve senayı kabul etmez. Belki bu Ahadiyet Vahidiyetin aynıdır, işte bu tevhide Tevhid-i Zat derler. Ahadiyet mertebesinin ne olduğu burada kısaca izah ediliyor. Ahadiyet üç mertebedir, birincisi bu anlatılan



ikincisi: yani Ahdiyet mertebelerinden ikincisi; Esma ve sıfatın mertebe-i Ahadiyyetidir. Yani Esma ve sıfatın bütünlük mertebesidir. Birincisinde bunlardan hiçbir şey yok, ikincisinde ancak Esma ve Sıfat mevcut, ne kadar esma ve sıfat-ı İlahiye varsa kesret-i na mütenahiyesi yani sonsuz olan kesreti ile, zât ile birdir. Yani sonsuz isim ve sıfatlarının çokluğu vardır, ama Zât’ı ile birlikte yani Ahadiyet Zât’ındadır. O çokluk kesret, kendi kendileri olarak zuhura çıkmış değildir. Yani Zât’ında Zât’ı olarak birdir.

Ve esmanın çokluğu taakkul nisbet i'tibâriyîe sabittir. Yani akılda ve benzer olarak bu itibarla vardır sadece. Ahadiyet mertebesinin bir kendine ait mutlak üzerinde Ahadiyet-i Zâti, üzerinde hiçbir şey olmayan ancak bütün varlığın kaynağı orası olduğundan Zat ile birdir, ve esmanın kesreti akıl ve nisbet itibariyle orada vardır. Yani iç bünyesinde düşünce olarak vardır sadece. Birincisinde yani mutlak Ahad’da Ahadiyette Zât’ı itibariyle hiçbir şey yoktur, ama orada bütün varlık oradan kaynaklandığına göre, onun bâtınında bütün isim ve sıfatlar sonsuz çokluk olarak vardır, ancak bu akıl ve nisbet itibariyle sâbittir. Peki bu akıl hangi akıl, Akl-ı külde zuhur olarak da değil, bakın sadece Akl-ı küllün aklında olan nisbet ve varlıklarıdır.

Bakın ârifler neleri incelemişler, ne kadar güzel bilgiler veriyorlar. Ahadiyetin birinci halinde Zât-ı Mutlak olan Ahadiyet Zât’ı olarak mevcut orada hiçbir taat, naat yani bir çıkış yok, ikincisinde ise Ahadiyetin ikinci mertebesinde ise, Esma ve Sıfat mertebesinin Ahadiyetidir, yani onun tekliğidir, o ise onun kendindeki aklında ve nisbetleri itibariyle sabittir, ki orasını beşer idrak edemez. Ancak işte böyle kenarından köşesinden nisbetlerle, yani kıyaslarla, biz de anlamaya çalışıyoruz. Yoksa Zat-ı Hakk ıtlakı sebebiyle yani Hakk’ın Mutlak Zat’ı hasebiyle bu gibi nisbet ve itibaratı akliyeden münezzehtir. Esmanın kesreti taakul ve nisbet itibariyle sâbittir yoksa Zât’ı Hakk ıtlakı hasebiyle yani mutlak Hakk’ın Zatı yönüyle, bu gibi nisbetler ve itibar-ı akliyeden münezzehtir.

Bu i'tibâra göre Allah Vâhid'dir. Yani isimlerin ve sıfatların akıldaki itibaratı yönüyle Allah vahiddir. Ve هُوَ اللَّهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ (Zü-mer, 39/4) “O, gücü her şeye yeten tek Allah’tır.” bu mertebeyi beyân eder. Yani bu âyet-i kerime, bu mertebeyi beyan eder. Bakın âyetlerin hangi mertebeler ile ilgili olduğunu anlamamız neticesinde, ancak biz âyet-i kerimeyi yerine oturtur ve ne demek istediğini az da olsa anlamış oluruz, yoksa sadece âyetleri okuyup geçerek ef’âl mertebesi itibariyle şunu yap bunu yapma, işte şunu kıl bunu kılma, gibi ifadelerle âyet-i kerîmeleri değerlendirirsek o zaman biz sadece şeriat mertebesinden âyetleri meal âyet okumuş oluruz. Zîrâ makhûr olmayınca kahhâriyyet zâhir olmaz. Gerçekten ifade çok muhteşem, هُوَ O öyle bir Allah ki, اللَّهُ الْوَاحِدُ Vahiddir, yani Vahidiyet makamından bahsediyor, yani Uluhiyetin Vahidiyet makamından bahsediyor. “o Allah vahiddir” şeran bakıldığı zaman “Allah birdir” o kadar bitti. Halbuki burada birlik makam

birliğidir. Hani insan için de bahsediliyor ya خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ 4/1 biz onu bir nefsten halk ettik. Halbu ki o Vahidiyet nefsinden halk edilmiş, bakın Uluhiyeti dahi zuhura getiren Uluhiyetin de kaynağı olan yani yayılım açılım sahası olan Vahidiyet mertebesinden siz halk edildiniz. Demek suretiyle insanın kaynağını Zat’a bağlamış oluyor. Yoksa o tek nefsten halk edildi, diye mana çok baside indirilmiş oluyor. Yani indirilmiş de değil törpülenmiş kökünden kesilmiş oluyor. Çok zayıf bir anlamla kalıyor, tek nefis deyince işte Âdem’den Havva oldu, Havva’dan çocuklar oldu, bu geliyor aklımıza halbuki bunu da kapsamına almakla birlikte esas bahsettiği Uluhiyetin Vahidiyet hakikatinde yerimiz olduğunu bize bildiriyor. Vahidiyet nefsi demek odur.

Buradaki “Hüve” O Allah ki “Hu” ve “ve” nin kendilerine ait bir çok ifadeleri vardır ayrı ayrı, buradaki “Hu” hüviyet-i Mutlakayı belirtiyor, Mutlak hüviyeti belirtiyor. Hu” Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ı, O olarak ifade edilmekte, nasıl şahıs zamirleri ben, sen o, burada “O” diye ifade edilen, bütün bunların hepsini kapsamına alan yani ben, sen, o, yu kapsamına alan beni de seni de o’nu da kapsamına alan bütün varlıkların kendi bünyesinde olan O, “Hu” olan Allah. İşte O’nun da hüviyeti O, O’nun hüviyeti hakikati, işte o hüviyetin sahibi olan Allah öyle bir Allah ki “Vahidun” tektir, yani birdir. Bir dediğimiz zaman biz sayısal bir şey aklımıza gelir yani Allah birdir ikincisi yoktur, diye alırız. Ama burada bahsettiği Vahid, buradaki bütün mertebelerin ana kaynağı olan bir mertebeden bahsetmektedir. Bünyesinde de bütün kesretin olduğu birlikten bahsetmektedir.

İşte Vahid olan o Allah’ın الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ ve Kahhar ismiyle faaliyeti olan bir Allah’tan bahsediyor. Bakın burada bile üç mertebe vardır. Vahidiyet, Uluhiyet ve Kahhariyet, bir de hüviyet-i mutlaka dört mertebe var, bir âyetin içerisinde. Eğer bunları bilmezsek bu âyeti çözmemiz ezbere olur, o çözmek de olmaz sadece söylemek olur.

Zira makhur olmayınca kahhariyet zâhir olmaz. Makhur, olmayınca, demek kahredilecek bir yer olmayınca Kahhar olmaz. Yani Kahhar varsa mutlaka onun merbubu olan yani bağlantısı olan makhur da, kahredilen de olacaktır. Ancak bu kahhar ve makhur bizim anladığımız beşeri ma’nâda bir oluşum değildir, biz, sen bana bunu yaptın ya, ben de sana bunu yapayım gör bak, kahrederim ben seni, gibilerde böyle çok basit hadiseler değildir. yani bu beşeri kahhar ve makhurla karıştırmamak lâzımdır. Ama bunu ilk duyan kimse öyle beşeri Kahhar’ın muntakıym ismi olarak alır, sen bana bunu yaptın ben de senden intikam alayım, kırayım kafanı da gör bak kırayım camlarını da gör bak, gibilerde olur.

Zira makhur olmayınca yani kahredlecek yer olmayınca kahhariyet zâhir olmaz. Bakın Kahhar kendi makamında kendi yerinde batınında duruyor iken, ondan kimsenin haberi olmaz. Ama bir yer olur da, o yer kırılırsa Kahhar’ın varlığı o zaman meydana gelir. Yani kırılmakla parçalanmakla Kahhar’ın varlığı o zaman meydana çıkar. Demek ki Cenâb-ı Hakk evvela makhuru ortaya getiriyor, yani kahredilecek sahayı ortaya getiriyor, ki ondan sonra ustasını getirsin de onun üstünde faaliyette olsun diye. Zira makhur olmayınca Kahhariyet zâhir olmaz. Yani Kahhariyet faaliyete geçmez.

Ve makhurun, kahredilmişin vücudu ise nisbî ve i'tibârîdir, kıyasidir, yani varlığı kabul edilir, Ve bu mertebede "vahdet" Vâhid'in natıdır, (sena övgü), "zât"ı değildir. Zira makhur olmayınca kahhariyet zâhir olmaz. Kahhar esmasında böyle olduğu gibi bütün isimlerde de aynıdır. Hâdi isminin zuhuru olmadıkça Hâdi zuhur etmez. Mudil isminin de merbubu olmadıkça o rab orada zuhura gelmez. Yani mudillik zuhura gelmez. Yani Mudillik olmayınca Mudil zuhura gelmez. Hâdilik yani hidayet ehli zuhurda olmadıkça, Hâdi ismi zuhura gelmez. Yani bu âlemde ne kadar faaliyet varsa, o faaliyetlerle o rablar ortaya çıkmaktadır. Ancak Rabların da kendi varlıkları olmasa onların hükmüyle ortaya çıkan merbublar da ortaya gelmez. Yani ortada olan görülen varlığı eğer onun rabb-ı hası meydana çıkarmamış olsa rabb-ı has bilinmez.

Ama meydana çıkmış o varlığı da rabb-ı hası programlamayıp ortaya çıkarmasa o merbub ortaya çıkmaz. Yani her ikisi de bir birine lâzımdır. İşte ehlullahtan birisi biraz naz ehliymiş herhalde ki “Ben olmasaydım sen olmazdın” diyor, ama O’da diyor ki “ben olmasaydım sen de olmazdın” diyor. O halde sana da bana da yani “Ene” ye de “ “ente” ye de ihtiyaç vardır bu âlemde. Bunların özünde de “Hu” vardır. Cenâb-ı Hakk “Ene” siyle, “ente”siyle “Hu” suyla hüviyeti ile bütün bu meratib-i ilâhiyeyi inşeallah en güzel bir biçimde olabildiği kadar güzellikte alabildiğimiz gayretimiz nisbetinde idrakimiz nisbetinde bize en güzel şekliyle versin inşeallah.

NOT= Ahadiyyetin üçüncü hali ileriki sayfalarda gelecektir.

-------------------

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ



Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin