GöNÜlden esiNTİler. A’YÂn-i sâBİte kazâ ve kader necdet ardiç terzi baba necdet ardiç


Büyükte ve küçükte ve umuru bilende bilmeyende Allah'ın "ayn"ı zâhirdir (2)



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə24/32
tarix03.01.2019
ölçüsü2,1 Mb.
#88712
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   32

Büyükte ve küçükte ve umuru bilende bilmeyende Allah'ın "ayn"ı zâhirdir (2).

Ya'nî bu "halk" dediğimiz eşyanın bu âlemde görünen ne varsa ister büyüğü olsun, ister küçüğü; ister emirlere vâkıf olanı olsun, yani ister bu işleri bilen olsun ister olmayanı; yani ister kendinden gafil olsun yani ne olursa olsun hepsinde, Allah'ın "ayn"ı zâhir ve zâtı ve "hüviyyeti hâzırdır. Efendim orada şu var burada bu var o da Allah mı, Hakk mı,? burada dediğine göre Hakk, eğer o başkadır dersek nefsimize ters gelen şartlandığımız, hani ilâhi ile süfli şeyler arasında şartlandığımız şeyler diyelim, bir kemik yere atılmış o da Hakk mı şimdi, değil dersen ne olacak şimdi, Hakk değilse kemiği nereye koyacağız, o zaman kemiği İlâh edinmemiz gerekecektir, bakın başka yolu yoktur, eğer Hakk’ın dışında dersek. yani ona kendi kendini halk eden, kendi ile var olan bir varlık olarak kabul etmemiz gerekecektir,

Bakın küçücük bir düşünce bizi nerelere götürüyor, veya insanı nerelere getiriyor, Hakk’ın tecellisinden başka bir şey değildir. هُوَ الاَوَّلُ وَالاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ 57/3 “O evveldir, âhırdır, zâhirdir, bâtındır, ve o her şeyi bilendir.”

O onu öyle yapmaya da kadir, bir başka türlü yapmaya da kadirdir. Bize iyi görünenleri bizim İlâh’ımız yaptı kötü gelen şeyleri başkasının Allah’ı yaptı deme şansımız var mı,? varsa o zaman biz şirk ehliyiz, iki Allah kabul ediyoruz demektir. Kötü gelenleri yapan Allah Mecusilerin dediği gibi zulmet, nur Allah’ın, onlar öyle kabul ediyorlar. Hepsinde Allah’ın aynı zâhir ve Zât’ı ve hüviyeti hâzırdır. Bakın hem zâhir ve hem de hâzırdır.

Ancak, peki o kemik Allah mı? Değilse neden değildir, Uluhiyeti mutlaka yönüyle o Allah değildir, Zât-ı Mutlak yönüyle Zât’ı yönüyle Allah değildir, ama zuhuru ve bir ismi yönüyle teşbih mertebesi itibariyle, benzetme ve kayıtlı hükmüyle, Zât-ı Mutlak değil, Zât-ı Mukayyedin orada görünmesinden başka bir şey değildir. Allah değil, mutlakiyeti yönünden Zât-ı Mutlak yönünden değil, hiçbir şey değil aslında, ne iyisi ne kötüsü, diğer taraftan bakıldığında da, iyi kötü diye bir şey de yoktur, biz nefsimize kötü gelen istemediğimiz şeylere kötü diyoruz nefsimizin istediği şeylere de iyi diyoruz.

Meselâ gübre ile tatlıyı yan yana koyduğumuz zaman, yahut gübre kokusu ile, gül kokusunu yan yana koyduğumuz zaman, nefsimiz bunların birini tercih ediyor, neden çünkü işine öyle geliyor, ama o kötü koku dediğimiz şeyi, ehli alıyor diğer kokulara karıştırıyor herkesin isteyerek kokladığı, kokuyu meydana getiri-yor. Özü cüzlere ayrıldığı zaman işte o kötü kokudan başka bir şey değildir. Ne kadar kötü kokuyor deyip, tiksindiğimizde aslında onun kemâlini tasdik ediyoruz da farkında değiliz. Çünkü o da bir kemâldir. Yani bir şey ne kadar ekşi kokarsa orada o kadar kemaldedir, o gül kokusu ne kadar güzel kokarsa o da gülün kemalidir ama hepsinde bir kemal vardır, neye göre? kendi mertebesi itibariyle kemaldedir.

İşte gerçek ma’nâda tevhid bütün bu zıtları bir arada toplayıp hepsi Hakk’ın bir isminin gereği zuhuru diye bilmektir. Bir ölçü vermişler kendini test etmesi için kişinin kendi bünyesinde ne kadar zıtları birleştirebilirse, tevhidliği o kadardır, tevhid ehli o kadardır. Bu bir ölçüdür. ister büyüğü olsun, ister küçüğü; ister emirlere vâkıf olanı olsun, yani ister bu işleri bilen olsun ister olmayanı; yani ister kendinden gafil olsun yani ne olursa olsun hepsinde, Allah'ın "ayn"ı zâhir ve zâtı ve "hüviyyeti hâzırdır. Yani Allahın hakikati zâhir meydanda yani Zât’i ve hüviyeti de hazırdır.

Ve nefes-i rahmanisi yani ilk olarak âlemlere Cenâb-ı Hakk evvelâ başlangıçta “Huuu” diye nefesini saldı kişi de kendi “huh” dediği zaman soğuk cam üzerinde bir yoğunlaşma oluyor, onun gibi işte Allah’ın kendi bünyesinde ne varsa Rahmaniyet lisanından yahut kanalından, ağzından “Huuu” diye bütün âlemlere yaydı, bunların hepsi bütün âleme yayıldı, ancak biri bir tarafa gitti, biri bir tarafa gitti biri bir tarafa değil, her tarafa gidende hepsinden vardır. Bir tarafa “Cemal” ler gitti, bir tarafa “Celaller” gitti değil her zerrede hepsinden vardır. Zâten öyle olmazsa aynı toprağın içinde bir tarafta gül bir tarafta meyve olmaz. Bölünseydi gül yetişen yerde meyve olmazdı. Coğrafi özellikler nedeniyle bazı farklılıklar olabilir.

Ve tecellî-i ilâhîsi ile zuhuru eşit surettedir; zîrâ halk-ı Rahmân'da halk edilişte benzerlik yoktur, hepsi değişiktir. Cenâb-ı Hakk bir tecellisini ikinci defa etmez, ebeden etmez, zâhirde baktığımız ne varsa hepsi birbirinin aynı imiş gibi görsek de, hiç biri birbirine benzemez. Bir ağacın bütün yapraklarını üst üste koysak hepsinde farklılık görürüz. Ve her bir zerre ancak onun zâtiyle mevcûddur. Eğer bir zerre varsa yani en küçük parça veya daha büyüğü neyse onu meydana getiren bir varlık olmamış olsa o varlık zâten olmaz. İşte o varlığın olması kendisini meydana getirenin ilk ispatı odur. Bir malzeme onu üretenin fabrikanın en büyük ispatıdır. Mademki bizler varız yer yüzünde o halde bizi var eden bir varlık vardır. İşte bizler Allah’ın varlığının en büyük delilleriyiz. Başka delile gerek yok kendimiz en kuvvetli deliliz.

Allah’a inanmayanlar için o da bir imandır yokluğa iman etmiştir, ama batıl bir imandır geçersizdir. İnanmadığı rab ona ahirette ne yapsın ki. Ve zât-ı Hak onların her birerlerinde birer isim ile mütecellîdir; bu âlemde ne varsa zâhirde ve bâtında, zerreden kürreye kadar ne varsa her birerlerinde birer ismi ile yani o varlığın sırat-ı mustakıymi hali tavırları ne için halk edilmişse, birer isim ile tecellidir, yani o isim ile tecelli etmiştir tecelli demek ayna olmak, meydana getirmek, çıkarmak yansıtmak zuhura getirmektir, ve o isimler, o mazharların ruhları ve idare edicileri-dir. Yani o esma-ı ilâhiye o varlıkların ruhları ma’nâları yani hakikatleri ve müdebbirleri, yani tedbir edicileri yönlendiricileri ihtiyacını görücüleri, programını takip ettirdikleri melekleri kuvvet-leridir.

İşte biz gece yattığımız zaman rahat rahat yatıp uyuyoruz ama melâike-i kiramın hiç birisi uyumuyor. Hepsi görev başındadır. O toprak içindeki o tanenin etrafında, melaike-i kiram fıldır fıldır dönüyorlar. Bize hizmet ediyorlar, işte müdebbir dediği budur. Hangi eczadan hangisi çekilecek, o toprakta o eczaların tamamı vardır, yani o meyvenin ya da, hububatın yetişmesi için lâzım olan eczayı çekiyorlar topluyorlar, kanala getiriyorlar o kılcal kökler vasıtasıyla ana köke alınıyor, onun içinden de yer çekiminin aksine yukarı doğru hareket ettiriyorlar ve yeni dallar üretiyorlar.

Efendim onu tabiat yaptı, güneş çıktı yağmur yağdı, hava ısındı bu zâten bitki tarafından hep kendi kendine yapılır, diyenler işin batınını bilmeyenler perde ehilleridir. Bakın orada sistem tersine çalışıyor, su genelde yukarıdan aşağıya gider, ama kökte tam tersidir, aşağıdan yukarıya doğru gidiyor, sonra bu olay ağacın her dalında ve yaprağında vardır. Kılcal kökler rutubetli toprağın içine dağılan suyu oradan nasıl ayırıp alıyor sonra, metrelerce yukarı pompalıyor. Sonrada onunla kalmıyor ekşi, tatlı, acı tatlar nasıl meydana geliyor. O renklenmeler nasıl oluyor. Aynı gövdeye aşı yapıldımı birinde sarı diğerinde kırmızı kiraz oluyor.

Ve bu mazharlar da o isimlerin suretleridir. İsimler onların ma’nâları ruhları, görünen madde olan da zuhur, yani mazhar orada zâhir olan da o ismin suretleridir. Yani elma diye gördüğü-müz Rezzak isminin oradaki suretidir. meselâ arıları görüyoruz uçuyorlar, o arılar Rezzak isminin orada uçan ma’nâlarıdır, ayrıca arı diye kendine ait bir şey yoktur, ama biz eşyayı birbirinden ayıralım, karıştırmayalım diye, hepsine uçan Rezzak, duran Rezzak kalkan Rezzak yenen Rezzak içilen Rezzak dersek bunlar karışır onun için bunlara ayrı isimler verilmiştir. Binâenaleyh her bir zerre, tâbi' olduğu ismin sırât-ı müstakîmi üzerinde yürür bu da onun doğru yoludur, hepsinin doğru yolu değildir.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ



Bu gün 02/06/2012 Cumartesi Fususu’l Hikem Hud Fassı sayfa 269 kaldığımız yerden devam edelim bir evvelki sohbetimizle bağlantısı olması bakımından bir paragraf yukarıdan alalım düz olarak okuyalım Cenâb-ı Hakk her birerlerimize bu hakikatleri anlayabilmek için idrak genişliği versin

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ



Büyükte ve küçükte ve umuru bilende bilmeyende Allah'ın "ayn"ı zâhirdir (2).

Ya'nî bu "halk" dediğimiz eşyanın ister büyüğü olsun, ister küçüğü; ister umura vâkıf olanı olsun, ister olmayanı; hepsinde, Allah'ın "ayn"ı zâhir ve zâtı ve "hüviyyeti hâzırdır. Ve nefes-i rahmanisi ve tecellî-i ilâhîsi ile zuhuru eşit surettedir; zîrâ halk-ı Rahmân'da halk edişinde benzerlik yoktur. Ve her bir zerre ancak onun zâtiyle mevcûddur. Ve zât-ı Hak onların her birerlerinde birer isim ile mütecellîdir; ve o isimler, o mazharların ruhları ve idare edicileri. Ve bu mazharlar da o isimlerin suretleridir. Binâenaleyh her bir zerre, tâbi' olduğu ismin sırât-ı müstakîmi üzerinde yürür.

Bunun için Allah'ın rahmeti, hakir ve azimden her şeye vâsi' oldu (3).

Yani hakir gördüğümüz de yüce gördüğümüz de ne varsa hiç birini ayırmadan bütün âleme rahmeti vâsi oldu yani kapladı. وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضَ 2/255 “O nun kürsisi semâvat ve arzı kaplamıştır” âyetin bir başka açılımıdır bu. O âyet-i kerimeyi bu anlayışla okuduğumuzda âyetin bizdeki açılımı ve hakikati çok daha başka olacaktır. Rahmet iki kısımdır: Allah’ın Rahmeti diye izah etti ya Hakir ve Azimden yani hakir ve yüceden her şeye vasi oldu, işte bu rahmet Allah’ın Rahmeti iki kısımdır. Birisi "rahmet-i zâtiyye", Yani Cenâb-ı Hakk’ın Zât’i rahmeti, diğeri "rahmet-i sıfâtiyye"dir. Yani sıfat yoluyla verdiği rahmetidir. Birisi Zat mertebesinden verdiği Rahmet diğeri ise sıfat mertebesinden verdiği rahmet-i sıfatiyesidir. Ve bunların her birisi dahî iki kısımdır: Yani Rahmet-i Zat’iyye de iki kısımdır, rahmet-i Sıfatiyye de iki kısımdır.

Birisi "rahmet-i âmme", yani umumi rahmet, diğeri "rahmet-i hâssa"dır. Yani hususi rahmettir. yani rahmein birisi umuma verilen rahmet diğeri de özde varlıklara tahsis edilmiş hususi hassadır rahmet-i hassadır. Şu halde rahmet bu dört asıl üzerine bina edilir. Burada her şeyi vasi/kaplama, olduğu beyân buyurulan rahmet, rahmet-i zâtiyye-i âmmedir. Yani Zât’i rahmetin umumi olanıdır. Bu rahmete nail olmak, amel ile değildir. yani kişi ben namaz kıldım ibadet ettim işte zekât verdim şunu yaptım bunu yaptım oruç tuttum da Cenâb-ı hakk’ın Zât’i rahmetine ulaştım değildir. Bu oruç tutana da, tutmayana da, hakir olana da, yüce olana da, gelen bir rahmettir. Allah’ın Zât’ından gelen umumi rahmettir. Rahmet, Rahmet-i Zât’iye-i Umumidir, bu Rahmet’e nail olmak amel ile değildir.

Zîrâ bu a'yâna, yani a’yân-ı sâbite dediğimiz varlığın ilk programlarına, yani özlerine hakikatlerine Hak Teâlâ Hazretleri, rahmet-i rahmâniyyesi ile vücûd i'tâ buyurdu. Nefes-i Rahmani tüm âlemlere “Huuu” diye saldığı zaman onlara birer kimlik birer vücud verdi. Halbuki bunların bu vücûda nail olmaları, evvelce kendilerinden meydana çıkmış, olmuş bir beyenilen amel karşılığında değildir. Nefes-i Rahmaninin bütün âleme verilişi o varlıkların, daha evvelce yapmış olduğu amel ki, kendileri zâten yok, bu yüzden yapmış olduğu ibadet ve sâlih amele bağlı değildir. Bunların bu vücuda nail olmaları evvelce kendilerinden sadır olmuş meydana gelmiş bir ameli mukabilinde değildir.

Belki Allah’ın yüce bir yoldan nimetidir. İmdi bu a'yânın yani a’yân-ı sâbitelerin vücûdu, vücûd-ı mutlakın, yani mutlak varlığın mutlak vücudun, tenezzülâtından yani bir mertebe tecellisinden açılımından meydana geldiği, husule geldiği ve vücûd-ı Hak eşyanın tümüne sâri olduğu için, yani bütün eşyada mutlak olarak varlığında şüphesiz mevcut olduğundan, bu rahmetten murâd dahî zâhir olmanın başlangıcı olan, vücud-ı mutlaktır. Burada vücud-u Mutlak denmesi bütün âlemlerin kaynağının olmasıdır burada vücud dendiği zaman mevcud olan madde ma’nâsında bir şey aklımıza getirmeyelim.

Vücud üç şekilde belirtilmekte birisi vücud-u şuhudi dediğimiz bu âlemler madde âlemler, diğeri vücud-u izâfi dediğimiz, bunun üstündeki esma âlemi, âlem-i melekût, vücud-u mutlak ise bütün bu âlemleri bünyesinde toplayan ve meydana getiren görüntüde olmayan, bilinmeyen yani ne olduğu bilinmeyen, ancak varlığı mutlak olan, bunu ifade etmek için “Mutlak” diye ifade edilir. Yani bu vücud-u Mutlak bilinen görülen bir şey değildir. Cenâb-ı hakk’ın ezeldeki tarifi vücud-u Mutlak’tır. Zât-ı Mutlak diye belirtilen o hakikatin kendi bünyesindeki ilm-i ilâhisinde hatta daha da yukarısında, Ahadiyetinden bahsedilen mutlak vücuttur. İşte bütün bunlar vücud-u mutlakta A’mâiyette, bâtında iken Cenâb-ı Hakk nefes-i rahmaniyesi ile bunları bütün âleme irsal eyledi, gönderdi. İşte bu rahmetten murad dahi mebde-i taayyunat olan, vücud-u Mutlak, yani bütün bu âlemlerin kaynağı olan mutlak vücuttur.

"Hiç bir zî-hayât yoktur; illâ Hak onun nâsıyesini tutucudur; benim Rabb'im muhakkak sırât-ı müstakim üzeredir. (4).

مَامِنْ دَاۤبَّةٍ اِلا هُوَ اَخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا اِنَّ رَبِّى عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ 11/56 "Hiç bir zî-hayât yoktur; illâ Hak onun nâsıyesini tutucudur; benim Rabb'im muhakkak sırât-ı müstakim üzeredir.

Hûd (a.s.)ın hikmeti, bu âyet-i kerîmeye bina edilendir. Bu fassın evvelinde Hikmet-i Hudiye diye bahsedilmişti bu da Hkmet-i Hudiyenin Ahadiyet beyanındandır. Yani Ahadiyet teklik beyanın-daydı. Yani Hikmet-i Hudiyeyi ahadiyet hakikati ile bağlamışlardı, burada onun izahına tekrar geçiyor, Hud (a.s.) ın hikmeti her peygamberin kendine ait bir hikmeti olduğundan Hud (a.s.) ın hikmeti de Ahadiyet hakikatidir. Bu âyet-i kerîmeye müptenidiri yani buna dayanmaktadır. Yani Hud (a.s.) ın hakikati bu âyet-i kerîme ile belirtilmektedir.

Cenâb-ı Hakk her bir peygamberi Kur’ân-ı Kerîm’inde bir veya birkaç veya bir çok âyetleri ile onların hakikatlerini bize bildiriyor. Ama biz sıradan Kur’ân-ı Kerîm okuduğumuz zaman bu hikmetlerin hiç birinden haberimiz olmuyor, sadece sevap günah cetveli yazıyor, okuduğumuz zaman şu kadar sevap var okumadığımız zaman şu kadar sevap yok diye bekliyoruz, ama esas sevap ve güzellik, bu âyet-i kerîmeleri okuduğumuz ve ma’nâlarını idrak ettiğimiz zamandır. Ma’nâlarını idrak etmeden okuduğumuzda, dilimizin ucundan bunları döndürüp, döndürüp söylemiş oluyoruz, ne aklımızda, ne gönlümüzde hiçbir şey yok, dilimizden çıkan bir ses, saft ise bize harfler ve kelimeler adedince melâike-i kiram sevap yazıyor.

Harfleri sayıyor, ama bu harflerin içinde mevcut olan kelimeler, kelimelerin içinde mevcut olan ma’nâlar ne, esas bize o lâzımdır. Harf sayısı, kelime sayısı, tabi onlar da lâzım, onlar sırasız olursa âyet-i kerîmeler bozulur, düzgün okunmaz, sıraları ile okunacak ama, bütün bunlardan gaye, irfan için yani bilinmek için, Kur’ân-ı Kerîm bize sadece sayıları sayısal hesap cetveli olarak gelseydi kim hangimiz, hangi âlim nasıl fetva verecekti, nasıl hüküm verecekti, yani sadece sayılardan ibaret olsaydı Kur’ân-ı Kerîm, bin sayı say işte şu kadar karşılığı var, beş bin tane kelime harf oku şu kadar sevabı var, o zaman dini hükümler nereden çıkacaktı,

İşte dini hükümlerin çıkması, muhabbet ve gönül hükümlerinin çıkması, irfaniyetin çıkması, âyetlerdeki ma’nâlara bağlıdır. Yani bir kısmımız harf sayıları değerince, sevap kazanıyoruz okuduğumuz zaman, bir kısmımız hem harf sayı değeri olarak, sevap kazanıyor, hem de ma’nâsını kazanıyor, yani içindeki hakikatini kazanıyor, hangisi daha güzel, tabi ikisi de güzel, hiç yapılmayana göre, ama güzelin güzeli, iyinin iyisi, kemalin kemali varken, daha aşağılara düşük olarak, her hangi bir fiili yapmak yakışmaz. Tabi olabildiği kadar kişi iyi niyetiyle, ne yaparsa onu yapmış olur, ne yaparsa da kendine yapmış olur. Hud (a.s.) ın hikmeti bu âyet-i kerimeye mübtenidir, yani mevcuttan hiçbir şey yoktur, illâ ki Allah Teâlâ Hüvviyyet-i Zât’iyesi ile onun nasiyesine ahizdir. Yani nasiyesinden tutmuştur. Yani alnından perçeminden tutmuştur götürür. Ve Esması hasebiyle onda tasarruftadır.

Tahkîkan benim Rabb'im doğru yol üzeredir. Bu Hud (a.s.) ın lisanından, daha evvelki İsmâil bölümünde bundan bahsederken Hud (a.s.) ın bu husustaki kemâlâtı da belirtilmişti. Yani bu âyet-i Kerîm’e yahut bu Cümleyi, Hud (a.s.) söylemiş Cenâb-ı Hakk da O’nun sözünü, Hakk olduğu için, doğru isabetli olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’ine almış, işte Hud (a.s.) onun için bu âyetle anılmaktadır. Rabbım sırat-ı mustakıym üzeredir, Çünkü her bir ismin kendisine mahsûs yolu vardır. Ve bu tarîk-ı mahsûs dahî onun doğru yoludur. Yani ona tahsis edilmiş olan, bu tarik onun sırat-ı mustakıymidir yani onun doğrusudur.

Her bir varlığı Cenâb-ı Hakk nasiyesinden tutmuş, ismi itibariyle alnından tutmuş götürmektedir, ve rabbım muhakkak sırat-ı mustakıym üzeredir. İşte bu hakikati bu âlemde ilk defa idrak eden Hud (a.s.) oldu. Her peygamber yeni bir şey getirmiştir, bu şey denilen de meratib-i ilâhi, yani ilâhi mertebelerdir, her bir peygamber insanlık âlemini bir mertebe yukarıya çıkarmıştır, o yüzden bütün bunları bünyesinde toplayan, tek din sadece islâm dinidir, bu âlemde diğer dinler diye çoğul dinler yoktur, ancak Hıristiyan ve Yahudiler, ırkçılık üzere kendilerini ayırmışlar ve bu ayırmalarının bir başka sebebi de islâmiyeti kabul etmemek için ayırmışlardır. Bizim dinimiz var biz islâmiyeti istemeyiz demişlerdir, halbu ki onların dini diye ayrı bir din yoktur. Yahudi, Musevi diye bir din yoktur, çoğul olarak semavi kitaplar vardır, semavi dinler yoktur.

Bakın bu âlem öyle güzel bir korodor ki, ama biz farkında değiliz bu ahengin, bir tarafta kuşlar korosu, bir tarafta hayvanlar korosu, bir tarafta insanlar, bir tarafta gök yüzü korosu, hepsi bunların içindedir. Şimdi koro diyelim bir beste alıyor eline, hangi enstrüman nereye işaretlenmiş ise, o besteyi orada onlar söylüyorlar diğerleri bırakıyorlar, veya hepsi sıradan okuduklarını düşünelim şimdi birisi “sol” notası geldiği zaman oradaki “mi” ye basarsa ne olur, bütün koroyu bozmuş olur. işte biz de nefsimizden yaptığımız her işte, bu ilâh-i koroyu bozmuş oluyoruz. Ama bunun farkında değiliz. Neden o koroyu dinleyenler de, o koroyu bozuyorlar da ondan. Bozukluk üste çıktığından bozukluk oranı fazla olduğundan bozukluk normal gibi geliyor. “Re” notasına bastığı zaman, Rahmaniyet, “Mi” notasına bastığı zaman Hakikat-i Muhammediye korosu, bunların dışında yapıldığı zaman sistem karma karışık oluyor. İşte burada bir bakıma teşbihan Hud (a.s.) herkesin notasının ayrı bir nota olduğu ve o enstrümanın o notası o sesi veriyor,

Ve bu âyet-i kerîmede "dâbbe"nin, her "şey'-i mevcûd" ile tefsiri, وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ (İsrâ, 17/44) âyet-i kerîmesine müsteniddir; zîra tesbîh ve hamd etme, hayâta bağlıdır, مَامِنْ دَاۤبَّةٍ اِلا هُوَ اَخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا اِنَّ رَبِّى عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ 11/56 burada “dabbe” dediği varlıktır, “dabbe” kelimelere bakıldığı zaman debelenen gibidir, ancak diğer ifadeler ile iki ayak üstünde duran varlık ma’nâsınadır. İnsan denmiyor, burada dabbeden bahsediliyor. Yani İnsân-ı kâmil olmamış insandan bahsediliyor. İnsân-ı kâmil ise, kendi nasiyesinden kendi tutar. Rabbı tutmaz. Çünkü o o mertebeyi aşmıştır, eğer öyle olsaydı dabbeden insan diye bahsederdi kelime olarak. مَامِنْ دَاۤبَّةٍ Öyle bir şey ki bu anlatılan şey yani dabbeden ne varsa bütün varlıkta ne varsa اِلا هُوَ اَخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا onun alnından tutmuştur. Alnından tutmuştur yerine saçının arkasından tutmuştur deseydi ne olurdu, o zaman doğru olmazdı, doğru olmadığı içinde nasiyesinden alnından diyor. nasiyesinden tutmaktaki gaye zahir olarak tefsirlerde saçından perçeminden tutmuştur çeker yani tutacak yer bulmuştur ordan çeker derler halbuki o değildir, hakikatteki manası, ayan-ı sabitesinden tutmuştur, nasiyesinde, beyninde hakikatinde olan ilm-i ilahiyeden tutmuştur, daha orada aslınada bir varlık bile yok ki olmayan bir varlığın neresinden tutsun. Ayan-ı sabitesinden tutmuştur ki programlayan da kendisidir. Ve bu tarik-i mahsus yani o varlığın kendi yoluna tahsis olunan dahi onun sırat-ı mustakıymidir.

Bu ayet-i kerimede dabbenin her şey ile mevcud ile tefsiri yani mevcut olan her şey ile dabbenin tefsiri yani dabbe kelimesinin bir başka yönden izahını isra suresi 44. Ayeti tefsir sdiyor. Yani Kur’an kendi kendini tefsir ediyor. وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ hiçbir şey yoktur ki اِلا ancak, يُسَبِّحُ onu tesbih eder. Yani bu âlemde hiçbir şey yoktur ki O’nu tesbih etmesin. Peki nasıl tesbih ediyor بِحَمْدِه O’nun hamdı ile tesbih ediyor. bakın burada dabbeden de bahsetmedi, insandan da bahsetmedi, hiç bir varlıktan tahsis olarak özel br varlıktan bahsetmedi. Peki neden bahsetti, مِنْ شَىْءٍ herhangi bir şey yoktur ki, bu âlemde şey’iyyet ile ifade edilen hiçbir şey yoktur ki يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ onu tesbih eder nasıl بِحَمْدِهِ onun hamdıyla tesbih eder. Diğer şekliyle bakarsak bakın “zikreder” demiyor, tesbih eder diyor, neden tesbih eder diyor, çünkü zikir iradeli varlığın işidir, tesbih ise bütün varlıkların işidir. Arada o fark vardır. يَذْكُرُونَ اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِى خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ رَبَّنَا مَاخَلَقْتَ هَذَا بَاطِلا سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ 3/191 onlar ayakta otururken yanları üzerinde yatarken Hakk’ı zikrederler. Ve alemlere ibretle bakarlar sen bu alemleri boşuna halk etmedin diye düşünürler. Zikir düşünen varlıklara aittir. Tesbih ise fıtri olarak bütün varlıklara ait ve bunun dışına çıkması mümkün değildir. İşte şey’iyyet yönüyle bizler tesbihattayız, yaptığımız her iş bir tesbih hükmünde ama düşünen iradeli varlıklar olarak da zikirdeyiz. Zikirile tesbih arasında büyük farklar vardır ancak biz bunları karıştırıyoruz, ne yaptın tesbih çektim diyor. zikir çektim tesbih çektim diyor işte o kelime yanlış tesbih çekilmez يُسَبِّحُ orası tenzihtir, yeri gelmişken küçük bir bilgi daha olsun; namazın iki bölümü var ki tesbih bölümüdür bunlar. Neresi rükü ile secde namazın tesbih bölümüdür. Tahiyyat ve kıyam zikir bölümüdür, ama genel olarak namazın ismi zikir olduğundan zaten zikir tesbihi de kapsamına almaktadır. Ruku da tesbihat, secdede yine tesbihat söylüyoruz, o zikir değil tesbihtir. Ancak bu tesbihleri insan olduğumuz için biz bilinçli yapıyoruz, ama bütün âlemdeki varlıklar tesbihlerini kendilerine göre bilinçli yapıyorlar. Aslında bu fıtri bilinçtir, gene kendi tesbihleri değildir. yani kurgularının neticesinde bir tesbih yapıyorlar, işte tesbihi de zikri de en kemalli yapan insandır. Onun da kemâli İnsân-ı Kâmil’dir. وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

“Bi hamdihi” burası biraz zor işte, hadi Sübhanâllah, Elhamdülillâh dedik de bu âyete ulaşamıyoruz بِحَمْدِهِBunun Arapçası ne demek “Onun hamdı ile” burada şart koyuyor, “Onun hamdı ile tesbih edin” diyor. Zâten diğer mahlukat o olduğundan onun hamdı ile çekiyorlar, çünkü kendileri ortada yoktur, ama biz varız, biz ne yapacağız? işte biz de evvelâ hamdın ne olduğunu öğrenmemiz gerekecektir. Sonra onun hamdının ne olduğunu öğrenmemiz gerekecektir. Çünkü şartı o, senin hamdın ile değil O’nun hamdı ile Rabbın hamdı nedir, zâten devamlı söylüyoruz, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 1/1 âyetinde rabbının hamdıdır. Bizim hamdımız değildir. ama biz onu kendimizin hamdı zannediyoruz. لِلَّهِ اَلْحَمْدُ Orada



lil” لِلَّهِ ne demek “hamd Allah’ın kendine mahsustur” kul hamd edemez. Bakın hamdı ancak Allah yapar, zâhir âlimleri ikilik üzere ma’nâ verdiği için bunu anlayamaz. O halde hamdı Allah yapmaktadır, hamd övgü değil mi? beşeriyetimizle biz rabbımızı övüyoruz, ama O da hakikati ile bizi övüyor, biz işin farkında değiliz, yani ne yüce varlıklarız rabbımız bizi övüyor, kemalli bir zuhur yeri halk ettim, orada en geniş ma’nâda zuhurdayım diye ve bunun da çok açık ifadesi Cuma günleri bir müezzin efendi okuyor,

hutbeden inerken imam efendi de, aynı âyeti ikinci defa okuyor


اِنَّ اللَّهَ وَمَلۤئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِىِّ يَاۤ اَيُّهَا الَّذِينَ اَمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا 33/56 bizlere de bunun yolunu açıyor. “Allah ve melekleri peygamberi üzerine salat-ı selam getirirler “ bakın hem uluhiyet aleminden hem melekut aleminden peygamberimize dolayısıyla insana selam var, Allah ve melekleri insana selam veriyor, övüyorlar, Allahtan başka hiçbir varlık insanı övemez. Yani ona hamd övgü yapamaz, neden çünkü insanı en güzel bilen kendi var eden Allah’ın kendisidir. Bir makineyi bir mühendisten başka onu icat eden mühendisten başkası övemez. Yani özelliklerini bilemez anlatamaz, işte insan makinesini ve ruhaniyetini cenab-ı Hakk’ın kendisi var ettiğinden en güzel öven O’dur. Yani “ben insanımı şöyle şöyle halk ettim” zâten yapılan da odur. İşte بِحَمْدِهِ O’nun hamdıyla etmek şey’iyyet bakımından her şey yani halk edilmiş olan Cenâb-ı Hakk orada, hangi ismi ile zuhurda ise o ismin övgüsüyle, hamdını yapmaktadır. İnsan ise yani, diğer varlıklar, Hakk’ı hamd etmekte övmekte, Hakk ise insanı övmektedir. Bakın bu konuşulanlar zâhir ehline göre hata sayılır, ama o onların sorunudur, neden ikilik üzere bakarlar, çünkü oranın doğrusu odur, orada da bir yanlışlık yoktur, ama Kur’ân-ı Kerîm sadece ikilik üzere değil, teklik üzere ahadiyet birlik vahidiyet üzere gelmiştir, rabbimizin hakikati zâten odur. Ancak genel olan resmi din kabulü vardır, insanlar tarafından kolayca anlaşılan, gökte Allah yerde kul ikilisi içerisindedir, şeriat dini, zâhir dini ama tevhid dini ki, dinimiz tevhid dinidir, zâhirde lisanen tevhid dini söylenir, ama hakikatte ise, bu tevhid dini yaşanır. Teklik dini olduğundan ikiliğe yer olmaz, ikiden birinin kalkması lâzım geldiğinden, hangisi kalkacaktır, kul kalkacak ki hakk bâki kalsın. Kul ben varım derse, Cenâb-ı Allah her şeyin sahibi olarak “Ben varım” diyor, zâten bunu söylemek onun hakkıdır. İşte bizler Hakk’ın indindeki yerimizi öğrendiğimizde veya öğrenmeye çalıştığımızda ne kadar büyük değerlerin içinde olduğumuzu ancak o zaman idrak ederiz وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ17/44 âyet-i kerimesine müsteniddir yani bu âyet-i kerîmeye dayanmaktadır yukarıdaki “dabbe” kelimesi. Zira “tesbih” ve “tahmid” bakın tesbih etmek ve hamd etmek hayata mütevakkıftır. Yani tesbihi olan ve hamdı olan hayat sahibidir, ki bu âlemde hayatı olmayan da hiçbir varlık yoktur. Efendim işte dal kurudu da düştü yere, yaprak kurudu da düştü yere öldü yok, bir başka yaşamdan bir başka yaşama geçti, hani tabiatçılar ayırıyorlar ya canlı varlıklar cansız varlıklar diye, bu âlemi, taşlar topraklar şunlar bunlar cansız varlıklar, ağaçlar hayvanlar da canlı varlıklar, o zaman Mevlânâ Hz leri de diyor ki “ey tabiatçı cansız dediğin bu taş toprak canlı olan insanı nasıl meydana getiriyor

İşte ben gördüğüme bakarım, görmediğime bakmam diyen tabiatçı, böylece fikrinin ne kadar çürük olduğu ortaya çıkmış oluyor. Yani tesbih etmek de hamd etmekte hayata bağlıdır. Ancak zikir etmek idrake bağlıdır. Hayat olacak ve hayatın üstünde bir de idrak bilinç olacak, Ve cemâdat ile nebatat dahî kendilerine mahsûs olan bir hayat ile haydirler; eğer öyle olmasa cenab-ı Hakk’ın “Hayy” sıfatı orada iptal olurdu. Böyle bir şey de söz konusu olmadığından her şey kendi istikametinde kendi hayatiyledir.

Şu kadar ki, insana varıncaya kadar olan hayat mertebeleri, kemâl bakımından, basamaklar üzerinedir. Binâenaleyh nebatat hayatı, cemâdât hayatına; ve hayvanat hayatı, nebatat hayatına; ve insan hayatı hayvanât hayatına kemâlen önde bulunma ve üstünlük eder. Velhâsıl eşya nın tümü, zevk ehli, ve müşahede ehlinin yanında, bütün âlem hayat sahibidir; yani onlar bu sırrı bilirler veya bu yaşantıyı idrak ederler, ve onun ruhu Rabb-ı hassı olan ism-i ilâhî isimlerdir.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ



Cenab-ı Hakk her birerlerimize idrak ve şuur nasib etsin inşeallah, yukarıda bahsedilenlerden şöyle bir sual çıkabilir, düşüncesi ile başkaları sormadan Fususu’l Hikem’i tercüme yapan Ahmed Avni Konuk muhtemel suali kendisi soruyor, yani her hangi bir kimse bu hususta böyle bir soru sorabilir.
Suâl: Bu âyet-i kerîmede nakledilen, bildirilen Hûd (a.s.)ın kavlinde "Rabb" ancak kendi nefsine izâfe kılınmış ve her şeyin bir rabb-ı hassı bulunduğu açık açık beirtilmemiştir. Yani her varlığın kendine ait bir rabbı hassı olduğu bildirilmemiştir diyor.
Cevap: Esmâ nın tümü Esmâ-i ilâhiyye "Allah" ismi tahtında toplanmıştır. Mescid secde edilen yer, cami secde edilen yerlerin toplu olarak bulunduğu yerdir. Aslında secde edilen yer İseviyet mertebesidir, Cami Muhammediyet mertebesidir. Mescid iseviye mertebesi yani secde fenâfillah, demektir neden mescid deniyor, namazgah denmiyor, ama namazın bütün fiilleri işleniyor, eskiden ordu ile namaza çıkılan açık alanlara namazgah demişler. Binâenaleyh cemî'-i esmanın yolları , "Allah" isminin doğru yolunda (sırât-ı müstakim) tahtında vâki' olur. yani bütün isimler Allah isminin altında kendi yollarında vaki olur.

Ve Allah ism-i câmi'inin mazharı ise, ancak insân-ı kâmildir. Diğer yukarıda bahsedilenler şey’iyyet, ayrı ayrı varlıkların kendilerine has rabb-ı haslarından bahsedilmişti, ama Allah ve cami ismi olan Allah ismi caminin masharı yani O’nun zuhur yeri ise ancak İnsân-ı Kâmildir. İşte Cenâb-ı hakk’ın اِنَّ اللَّهَ وَمَلۤئِكَتَهُ dediği bu insana ait olan bir övgüdür. Az önce oraya gelmiştik unutuldu iki defa Cuma namazında bu âyet-i kerimenin 33/56 okunması cem namazı topluluk namazında, önce müezzinin okuması, halktan Hakk’a olan ilânı, bu âyet-i kerime, imamın okuması ise, Hakk’tan halka olan ilândır. Bakın her iki yönde Allah’ın ve meleklerin İnsân-ı Kâmil’i övdüğü her iki yönden böyle kolayca anlaşılmaktadır. Allah ism-i Caminin masharı ise ancak İnsân-ı Kâmil’dir.

Yüsallû” (Sahibinin zâtıyla zuhur ettiği mahallin adıdır.



Ve bu ism-i cami' insân-ı kâmilin Rabb'i olup, bu zât-ı sâadet-meâb yani saadetli meab, ilâhi isimlerin tümünün mazharıdır, zuhur yeridir. Onun için peygamberimizin cevâmiul kelîm olması bu yönden olduğunu, açık olarak belirmektedir. Yani bütün isimler kendinde, sıfatlarıyla birlikte her şeyi ile birlikte bunların zuhur yeri olduğundan, kendisi cami isim cevâmiul kelîm her bir isim ve sıfat da birer kelime olduğundan, bütün kelimelere cami, yani sıfat ve isimlerin hepsine camidir. İsm-i cami bu ism-i cami' insân-ı kâmilin Rabb'i olup, bu zât-ı sâadet-meâb yani saadetli meab İnsân-ı kâmil ilâhi isimlerin tümünün mazharıdır, zuhur yeridir.

Ve Hûd (a.s.) ise vaktinin bir şerefli nebisi ve "Allah" ism-i câmi'inin mazharı olan insân-ı kâmil idi. Yalnız O’nun insân-ı Kâmilliği kendi mertebesi itibariyledir, onu da bilmemiz lâzımdır. Eğer bütün kemâlât mertebelerini bünyesinde toplamış olsaydı, kendisinden sonraki peygamberlere ihtiyaç ve gerek kalamzdı, ve peygamber efendimiz de gelmezdi. İnsân-ı Kâmil’in en kâmillisi Kemâllisi peygamberimizdir, İnsân-ı kâmil de sadece O’dur. O’nun dışındakilere de kâmil insân diye teleffuz etmemiz gerekmektedir. İnsân-ı Kâmil bütün bu âlemlerin aldığı isimdir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın Sıfat mertebesine tenezzül ettiğinde oranın diğer ismi Hakikat-ı Muhammediye, Ceberut âlemi, Ervah âlemi, gibi isimleri vardır, işte İnsân-ı kâmil odur, asli olan yani bütün âlemleri bünyesinde temsil eden makam İnsân-ı Kamil bunun zuhur mahali Hz Muhammed’de birey olarak İnsan-ı Kâmildir. Diğerleri kâmil insânlardır. İşte burada bahsedilen İnsân-ı Kâmil, Hud’iyet mertebesi itibariyle Kâmil insândır.

Binâenaleyh, Rabb'i kendi nefsine izafe etmekle, kendinin mazhar olduğu ism-i cami' olan "Allah" isminin sırât-ı müstakîm üzere olduğunu açıkça; ve erbâb-ı esmadan her bir Rabb'in yani isim rabbların rabb-ı hasların kendi sırât-ı müstakimi bulunduğunu dahî zımmen beyân buyurmuştur.

Suâl: Mademki her isim kendi sırât-ı müstakimi üzerinedir; ve o ismin taht-ı terbiyesinde bulunan kimse dahî onun sırât-ı müstakimi üzerinde yürür; şu halde böyle sırât-ı müstakimi üzerinde da'vetten ne fâide hâsıl olur? o zaman neden davet edilsin zaten kendi doğru yolu üzerinde gidiyor hepsi, yani böyle bir sual sorulabilir,

Cevap: Da'vet ism-i Mudıll'den ism-i Hâdî'ye; ve ism-i Câbir'den ism-i Adl'e; ve ayrı ayrı yollardan اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ (Fatiha, 1/5) âyet-i kerîmesinde beyân buyurulan ve bütün yollara cami' bulunan sırât-ı müstakime, ya'nî "tevhîd-i zâtı" ve mazhar-ı Muhammedi tarikınadır. Daha açıkçası tarîk-ı noksandan tarîk-ı kemâle da'vet olunur. Bakın davet ism-i Mudıll'den ism-i Hâdî'ye, peygamberimiz Mekke-i Mükerreme’ye peygamber olmazdan evvel yani kendisine peygamberlik gelmezden evvel herkes kendi sıratında yürüyordu, yani bir dertleri yoktu, ticaret yapıyorlar, alış veriş yapıyorlar Kâbe’ye Hacca gelenler o günün âdetleri üzere putperestlik üzere dualarını ibadetlerini yapıp gidiyorlardı, o zaman hepsi kendi sırat’ları üzere idiler. Yani kendi Rablarının sırat’ları üzere idiler. İşte peygamber efendimizin gelmesiyle Hâdi ve Mudiln hakikatleri ortaya çıktı. bu da davet ile oldu. Davet olmasaydı bu günlere kadar bunlar o yaşantı aynen devam edecekti.

Davet geldiği zaman işler ayrıldı. Daha evvel böylece bir davet yok iken, yani tevhide davet yok iken, herkes kendi âleminde gidiyordu, kimse kimseye de karışmıyordu. Çünkü bu işde bilinmiyordu o zaman tevhid-i hakiki de bilinmiyordu. Peygamber efendimiz tek ve Vahid ve Ahad olan Allah’ın varlığını ortaya getirince, diğer rablar kendi istikametinde giden, diğer Rabları Rabların rabbı olan Allah’a davet etti. Mudil’i de davet etti, Hâdi’yi de davet etti, hepsini davet etti. Davet ism-i Mudil’den İsm-i Hâdi’ye oldu. Yani peygamber efendimiz Mudil isminde olanları, ancak o zaman, kimse Mudilde Hâdide olduğunun da farkında değildi, Hâdi’yi getirdi Efendimiz, yani hidayeti getirdi ve hidayete yöneltti.

Hidayete davet etti. İşte kim ki Hâdi isminin tesirinde olanlar, hemen kabul ettiler, Mudil isminin tesirinde olanlar, kabul etmediler. Ancak daha sonraları tebliğden seneler sonra, mudilde olanlar da Hâdi’ye geldiler. Bazıları hemen gelmedi. Bazılarında biraz terddüt geçirdiler, bazılarının müşahedeleri gerekti, islâmın iyi bir şey olduğuna dair, onlar görüldükçe mudilde olanlar hadiye geldiler. Peki bu ne demek oldu, biraz mücadele gerekti. İşte bize düşen budur, mücadele, çünkü içerisinde mudil zâhirde olanların bâtınında Hâdi de vardır, kimin ki Hâdi bâtınında idi, onun zâhire çıkması biraz zorladı, ama kimin Hâdisi daha yukarıda idi onlar hemen kabul ettiler. Yani her bir insanda bütün esma-ı İlâhiye mevcut ama kimin hâdisi daha yukarıda idi, onlar hemen kabul ettiler. Yani her bir insanda bütün esma-ı ilâhiye mevcut ancak bazılarında bazı esma-ı ilâhiye daha yukarıda olduğu için onun rabbı o olmakta ve nasiyesinden yani alnından tutup götüren de o olmaktadır.

Ancak insana gelince, diğer varlıkların hepsi böyle, insan da böyle, ancak insanın rab değiştirme şansı vardır. Yani imkânı vardır, sahası vardır. Neden, çünkü emr-i teklifi insana yapılıyor. İşte rab değiştirme imkânı emr-i teklifiye uymasıyla, mümkün oluyor. Bu da gayreti ile mümkün oluyor. İşte insanın mücadelesi buradadır, insanın değeri de buradadır. Kendinde bulunan Mudil Esması O’nu devamlı delâlete çağırıyor, bu kavga da bir türlü bitmiyor, belirli bir yerde bitiyor da, artık Mudil ismi ümidini kesmiş oluyor, biz bunu Hâdiye kaptırdık deyip saha dışına çekiliyor.

Ama öyle bir tetikte beklemekte ki, ilk fırsatta delâlini gene ortaya çıkarıyor. Çünkü işi odur. işte insanın cennet kazanması, yani ahirette iyi bir yer kazanması, bu mücadelesine bağlıdır. Onun için zaman zaman aşamalar yaparız, bakarsınız pat hemen mudil çıkmış, almış direksiyonu eline götürüyor, bu taraflara mecnunun devesi gibi, hani hikâyeyi bilirsiniz.

Mecnunun canı Leylânın tarafına doğru, seyir etmek istemiş, binmiş devenin üstüne, yularlarını sıkmış haydi bakalım istikamet Leylânın köyüne doğru, Mecnun sallana sallana devenin üstünde giderken Leylâ, Leylâ diye kendinden geçmeye başlayınca, devenin yularları gevşemiş deve, hemen geriye dönüyor, Mecnun gözünü bir açıyor, yol değişmiş, deveyi tekrar istikametine döndürüyor, bir müddet gidiyorlar gene Mecnun uyuklamaya başlıyor, devenin yularları boşta kalıyor, deve gene hürriyetine kavuşuyor deve gene geri dönüyor.

Mecnun gene uyunup bakıyor ki, gene eski geldiği yerde, tekrar düzeltiyor, bakıyor ki gene aynı hadise oluyor, iniyor deveden aşağıya “senin gözün arkada benim gözüm önde” diyor. devenin yavrusu varmış, deve yavrusunu düşünüyor, leylâyı düşünür mü? deve. Yani senin yolun başka benim yolum başka, sen yoluna ben yoluma diyor ve yayan olarak yoluna devam ediyor.

İşte bu deve yuları boş bıraktığımız zaman hep nefsinin peşinde koşar. Ama Yuları boş bırakmazsak bizim emrimizde olur, bizim tarafımıza gider. Yani bizim leylâmıza bizim rabbımıza rabb-ı hassımıza oradan rabb-ul erbaba gider.

İşte insanın özelliği diğer varlıklardan özelliği rabb-ı hasını bile irade ile seçme imkânı vardır. Ayrıca başka bir şey daha, bütün esma-ı İlâhiye insanda mevcut ya, işte birey olarak kendine ait isimleri eğitme gücü insanda vardır. Allah’ın isimlerini değil, Allah’ın isimlerinin yansıması olan, ve onlardan bölümler parçalar bize verilmiş olan, hisseler ham olarak düşünelim o esma-ı İlâhiyeyi olgunlaştıran insandır. Yani isimlerin hakikatine asaletine uyacak şekilde kullanılması, Cebbar dahi olsa Kahhar dahi olsa onu bile nezaketen kullanması, diğerleri zâten tam nezaket içerisinde kullanması, böylece de esma-ı İlâhiyenin hakkını vermiş sadece insan olmaktadır.

Diğer varlıklar zâten esma-ı İlâhiyenin hükmü altındadırlar, yani Rablarının hükmü altındadırlar. Ama insanda Allah cami esması olduğundan, bütün isimler onun hükmü altındadır, ve de serbesttir. O halde mes’uliyet, tamamen bize ait oluyor, gaflette kalır isek, olmaması lâzım gelen Mudil ismi bize hâkim oluyor ki, biz onun hâkimi iken ve bizi alıp götürüyor bir tarafa, tabi ki biz bundan mes’ulüz. Cenâb-ı Hakk halifem demiş, habibim demiş, insana müstesna bir varlık, ve en kemalde olan bir zuhur yeri, ve kendinin sırrı olarak halk etmiş, biz süfliyat peşinde nefsimizin istikametinde koşarsak, tabi ki bize çok yazık, gerçekten çok yazık olur. işte Cenâb-ı hakk’ın vermiş olduğu bu ilâhi imkânları kullanma süresi de bellidir, bundan evvel bir şey yapamıyorduk, gene vardık ama ma’nâ âleminde ama, elimiz ayağımız makine olmadığı için motor araba bir yere gidemiyordu. Bu arabayı verdiler, belirli bir şekilde dediler ki, sırat’ın burası yolun sırat-ı mustakıymin Hakikat-ı Muhammediye yolu, ki bu Allah’ın Zât’ına giden yoldur, diğer bütün yollar Zât’ına gitsede kendi mertebesi itibariyle çok uzun yollardan gitmektedir.

Ama sırat-ı Mustakıym olan sırat-ı Muhammedi, oradan da Sıratullah Allah’a giden en kestirme en tereddütsüz bir yoldur. Davet ism-i Mudilden ism-i Hadiye ve İsm-i Cabir’den ism-i Adl’e yani Cebbar isminden Adl ismine ve turuk-u müteferrikadan yani tefrika olan yollardan اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ 1/5 âyet-i kerîme-sinde beyan buyurulan, ve kaffe-i turukun yani bütün yolları cami bulunan, sırat-ı Mustakıym yani tevhid-i Zat’i, yani Zat tevhidi ve mazhar-ı Muhammedi tarikatıdır. İşte insanın yolu budur, ayrıca şunu belirtelim, insanın yolu budur derken, Âdem (a.s.) dan beri gelen bütün insanların yolu bu değildir. gerçi onların da yolu sırat-ı Mustakıym iken, kendi istikametleri üstünde ancak kendi peygam-berlerinin kemâli kadar bakın bunu çok iyi bilmemiz lâzımdır.

Bu sırat-ı mustakıym ve mazhar-ı Muhammedi yolu, yani Muhammediyet zuhurunun mazharının yolu, ümmet-i Muhammed’e aittir yani bizlere aittir, yani âhır zaman ümmetine aittir. Böyle bir yücelik şeref hiç bir ümmette aslında onlar ümmet değil, hiç bir kavimde yoktur, ümmet sadece ümmet-i Muhammede ait sadece bize aittir. Ümmet demek ana demek “üm” ana demektir. “ümmi” anaya mensub demektir. Yani buradaki ana Allah ism-i camidir O’ndan meydana gelmiştir işte “Ümmet” Allah’ın Zât ismine bağlı olan bir ümmetiz. Diğer kavimler esma-ı İlâhiyeye bağlıdır, bundan dolayı onlara kavim denir, Ama ism-i Zat olan Allah’a bağlı olduğu için “Ümmet” aradaki fark budur. Bu ümmet-i Muhammed, daha açıkçası tarik-i noksandan tarik-i kemâle davet olunur.

Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin