GöNÜlden esiNTİler. A’YÂn-i sâBİte kazâ ve kader necdet ardiç terzi baba necdet ardiç


Rûmîlerle Çinlilerin nakkaşlık ve ressamlık-tasvir, san’a-tında iddiaya girişmeleri



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə23/32
tarix03.01.2019
ölçüsü2,1 Mb.
#88712
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   32

Rûmîlerle Çinlilerin nakkaşlık ve ressamlık-tasvir, san’a-tında iddiaya girişmeleri.

“Çinliler: Biz daha mâhir nakkâşız dediler. Rûmîlerde: Biz daha Ustayız da’vâsını ettiler.” “Pâdişah dedi ki: Bu bahiste imtihan yapacağım. Bakalım sizden hangi taraf, iddiasında doğru ve üstün çıkacak.” “Rûm diyarından ve Çin ülkesinden olan nakkaşlar bir araya geldiler. Rûmîler bu ilme daha ziyâde vâkıf idiler.” “Çinliler: Bize mahsus olmak üzere bir oda veriniz. Bir oda da sizin olsun dediler.” “Kapıları karşı karşıya iki oda vardı. Bunlardan birini Çinliler, öbürünü Rûmîler aldı.” “Çinliler padişahtan yüz türlü boya istediler. O mes’ûd hükümdar da hazinesini açtırdı.” “Her sabah Çinliler için hazineden müretteb boya ta’yini vardı.”

“Rûmîler dediler ki: Ne nakş ne boya lâzımdır. Bizim san’atimizde pası ve küdûreti def’etmekten başka bir şey işe yaramaz.” “Kapıyı kapadılar ve duvarları cilâladılar. Felek kubbesi gibi nakşu elvandan-renklerden sade sâfi oldular.” “İkiyüz türlü renkten renksizliğe yol vardır. Reng bulut gibidir, bîrenk-renksizlil ise aydır.” “Bulutta ziya ve nûrdan her ne görürsen onu yıldızdan, güneşten ve aydan bil.” “Çinliler işlerini bitirince sevinçten davullar çaldılar.” “Padişah geldi Çinlilerin boyadığı odaya girdi. Orada öyle nakışlar gördü ki, onların inceliği ve güzelliği aklı ve Fehmi hayran ediyordu.” “Sonra Rûmîler tarafına geldi. Ara yerdeki perdeyi kaldırdılar.” “Çinlilerin yapmış oldukları resimler ve işler, o cilâlanmış ve safvet peyda etmiş duvarlara aksetti.” “Padişah Çinliler tarafında ne gördüyse burada daha iyi ve parlak görünüyor, âdetâ nazarı gözden kapıyordu.” “Rûmîlere gelince ey peder; onlar sôfilerdirki işittiklerini hıfzetmek için tekrarlamaktan ve birçok kitab okumaktan müstağnîdirler. Sûreta hünersiz ve ma’rifetsiz görünürler.” “Lâkin göğüslerini, ya’ni kalblerini zikrullah ile cilâlamışlar, tama, haset, hırs, ve kîn gibi ahlâk-ı rezîleden temizlenmiştir.” “O aynanın sâfî ve mücellâ olması kalbin vasfıdır ki, öyle bir kalb, nihayetsiz sûretlerin in’ikâsına-aksine mahal olur.” “Gönül onunlamıdır, yoksa gönül o mudur? Diye akıl burada susmuş, yâhud sapıtmıştır.” …………………..

---------

İşte Kâmil insân olmak için sâlik, evvelâ “nakkaş-tasvirci-ressam” olmalı, daha sonra da kendisi “ayna” olmalıdır. Ressamlığında hangi mertebenin resimlerini yapıyor ise o mertebe hakkında tecrübesi oluyor demektir. Böylece mertebeleri katettikten sonra, o mertebelerin bütün nakışları bâtınına intikâl etmiş olur. Bundan sonra resme ihtiyacı kalmadığından yeni ressamların resimlerini yansıtıcı-aktarıcı bir ayna olur.

Böylece bu özet yazılar ve gelen yazılarla hamdolsun bu kitabımızda tamamlanmış olmaktadır. Yazı göndererek katkıları olan bütün dostlarımıza ve evlâtlarımıza teşekkür ederiz ve daha nice idraklere ulaşmalırını rabb’ımızdan rica ederiz. Görüldüğü gibi bu çalışmalar, herhangi bir imtihan değil, sadece fikri gelişmelerimizi sağlamak için yapılan çalışmalardır. Belki aralarında birbine ters gibi gelen bazı düşünceler olabilir, ancak bu yazıların hepsi kişilerin kendi özel yaşantıları istikametinde olduklarından, bulundukları hâl itibariyle, başka kişilere ters gelse de, hepsi o kişilerin kendi doğrularıdır.

-------------------

اَعُوذُ بِالَّلهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ



﴿١﴾ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Bugün 31/05/2012 Perşembe günü sohbetimize kaldığımız yerden devam edelim, bilindiği gibi sohbet mevzuu Kazâ ve Kader hakkında, ve onun devamı olan Rabb-ı has lar istikametindedir. Bir evvelki sohbette kelime-i Hud’iyede mevcut olan “Ahad” diye ilk sayfasından başlamıştık, Fususu’l Hikem Hud Fassı sayfa 267 den başlamıştık orada Ahadiyet mertebesinin üç halinden bahsediyordu, 1. Sini ve 2. Sini görmüştük 3. Sü ile devam edelim inşeallah, Cenâb-ı Hakk her birerlerimize bu mevzuları idrak edecek aklı bahşetsin. Ve gönül genişliğini nasib etsin, ihtiyacımız olan zekâ ve aklı da versin, ve genişletsin çünkü bu mevzular kevnin mevzuları değildir, mahluk mevzuları değildir, Halıkıyn mevzularıdır, Halıkyn mevzularını anlamak için de özel Halıkıyn aklına ihtiyacımız vardır. Ancak o bizlerde zâten vardır, yeter ki biz onu çalıştıralım mesele odur.

Yeri gelmişken şöyle diyelim, beşeriyet aklı vardır, akl-ı cüzdür, beşeriyet aklı çok sınırlıdır, şunu yapayım, bunu yapayım, onu alayım, bunu alayım, onu yiyeyim bunu giyeyim öyle gideyim diye işte gece şunu yapayım gündüz bunu yapayım diye, tamamen fizik beden üzerine kurgulu bir düşünce tarzıdır. Bu akl-ı cüz çok küçük bir akıldır. Ama ne var ki genelde insanlar bu akl-ı cüz ile yaşa-maktalardır. İşte akl-ı cüzü Akl-ı Kül’e bağlamak gerekiyor, ki İlâhi hakikatleri o kül akıldan alıp, ve ondaki bilgiler ile gelişmemizi sağlamak gereklidir. Bu kısaca günümüzde çok yaygın olan ilmin de bir harikası olan bilgisayar ile de çok güzel anlaşılabiliyor.

Bilgisayarın internet bağlantısı yoksa akl-ı cüz, internet bağlantısı varsa Akl-ı Kül’dür. Eğer internet bağlantısı yoksa o bilgisayara, biz ne yüklemiş isek onu bize veriyor, başka bir şey yok. İşte bu akl-ı cüz, ama internete bağlanmışsa, bütün dünya bilgileri hepsi önümüze sahneye açılıyor. Bütün o bilgilerin bir tek ekranda gözükmesi mümkün değildir, hepsi program olarak içeride internetin iç bünyesinde, ama ne zaman ki hangi bilgiyi açmak istediğimiz zaman, o bilgi ile ilgili adrese mausu tıkladığımız zaman o bilgi bize açılmaktadır. İşte bilgi sahaları da bizde böyledir.

Hangi bilgiye giriyor isek o bilgi bize internetten açılmaktadır. Ancak oraya ulaşma antenlerini biz oluşturmamız lâzımdır. Nefs-i Emmarede Levvamede bunlar yoktur, Mülhimeden sonra bunlar açılmaya başlıyor, yani kişi kendi bünyesinin dışına doğru ulaşmaya çalışıyor, dünya çekiminden nefs çekiminden kurtularak ulaşmaya çalışıyor, ancak orada bir tehlike vardır, anteni dışarıya doğru uzattığında nasıl ki bilgisayara virüs girme tehlikesi varsa, bizim gönlümüze de virüs girme tehlikesi vardır. Nefsin virüsleri de gönül âleminde dolaşıyor, bunları ayıracak ölçüleri eğer oluşturmuş isek, ayrı bir ifade ile, nefs-i emmareyi tanımış isek, o virüsleri gönderen odur, ona mani oluruz. Ama gaflette olduğumuz zaman öyle virüsleri içimize sokuyor ki bizim için temizlenmesi kolay olmuyor. işte bu ve benzeri ilimler internetten alınan yani gökten alınan bilgiler beşerin ürettiği bilgiler değildir, tamamen vahy ve vahyin açılımı olan ilhami bilgiler ve onun sonrası da firaset ilimleridir. Birde çalışarak müşahede ilimleridir.

Sağlam olan üç ilim vardır, birincisi vahy, ikincisi vahyin açılımını izahını yapan ilham, üçüncüsü de firasettir. Vahy peygamberlere gelmekte, ilham evliyaya gelmekte, firasette “mü’münin firasetinden sakınınız” diye belirtilen hadis-i şerif ile ilgilidir. Bu üç ilim bunlar sağlam ilimlerdir, bunun dışındakilerin hepsi hayali ve vehmidir. İşte bu üzerinde çalıştığımız ilimler evvelâ vahyi ilimler, yani Allah’ın peygamberlerine vahyettiği ilimlerdir. Ondan sonra irfan ehli evliya-ı kiramın da ilhamlarıyla açılmış olan ilim bilgiler, ondan sonra da mü’minlerin firasetleri ile ancak alabilecekleri idrak edebilecekleri bilgilerdir.

Onun için ilk başlarda herhangi bir mevzu duyulduğunda anla-şılmayabilir, veya anlaşılamamış gibi zannedilir, neden, çünkü beşeri kıyasi bilgi olmadıklarından, sahası başka olduğundan ve kişi o sahaya henüz geçememiş ise eğer, tabi biraz yabancı gelecektir, ancak dinleye dinleye, okuya okuya, üzerinde çalışa çalışa, kendisi de o tevhid sahasına, tevhid âlemine geçtiği zaman, bunlar kendi-sine hiç yabancı gelmeyecektir. Başlarda dile getiremese bile, cümleleri toparlayamasa bile, ama bunlar onun iç bünyesine ruh hanesine yazılmakta birer, birer, birer birer ikişer devam edildiği sürece, yavaş yavaş bunlar da zâhire çıkmakta, o zaman kişi ancak kendini tanımakta, oradan da rabbını tanımakta, bu ilâhi ilmin dışında hiçbir şekilde rabbını tanımak, bilmek imkânı yoktur.

Peki bütün insanlar “Allah” diyorlar, biz de diyoruz ya, bu tamamen şekli bir “Allah” demektir ve taklidi bir “Allah” demektir. Bakın açık kalple düşünelim hepimiz, “Allah” dediğimiz zaman ne hissediyoruz, nedir “Allah” denen, her hangi bir isim mi, çocuk, ağaç işte yaz kış gibi, “Allah” o da bir isim ama ne duyuyoruz, eğer kişi “Allah dediği zaman içi titremezse herhangi bir isimden bahsediliyor demektir. O’nun bir azameti vardır ve cami isimdir, bir insan “Allah” dediği zaman bütün esma-ı ilâhiyeyi bilmese bile o zaman okumuş oluyor. Ezberinde olmasa bile, bütün esma-ı ilâhiyye onun içinde mevcut olduğundan, cami isim olduğundan, aynı zamanda biz Allah isminde, bütün isimleri de saymış oluyoruz.

Peygamberimiz diyor “ki kim Esma-ül Hüsnayı güzel isimleri ihsa ederse yani sayarsa cenneti hak eder” bu tabi işin zâhir yönüdür, ama bâtın yönü ile de ilgilidir. Bu girişten sonra Ahadiyet hakikatinin, yani Ahadiyet mertebesinin üçüncü izahı yani üçüncü yönü Ahadiyet-i Ef’âl yani fiiller mertebesindeki Ahad, yani teklik. Ahadiyet-i tesirat ve müessirattır. Ahadiyet-i Ef’âl yani fiillerdeki teklik Ahadiyyet-i tesirat yani Ahadiyyetin tesirleri ve müteessirat ve tesir alanlarıdır. Ve bu mertebede Zât-ı müteâliye, yani yüce zat cem-i ef’alin mastarıdır. Yani aslı kökü hakikatidir. Ve münfailâtın kâffesinde müessirdir. Ve bu ahadiyyet "ahadiyyet-i rubûbiyye"dir.

İşte Hûd (a.s.)ın hikmeti bu "Ahadiyyet-i rubûbiyye"-ye müsteniddir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.), bundan mukaddem olan yani daha evvel olan Fass-ı Yûsufî'nin âhirinde "ahadiyyet-i zâtiyye" ile "ahadiyyet-i esmâiyye-i ilâhiyye"yi zikr etmiş olduğundan, şimdi de "ahadiyyet-i rubûbiyyet"! mutazammın olan "Hikmet-i Hûdiyye"yi beyân buyurur: belki bir şey anlamadık ama bu metin elimizde hiç olmazsa bugün anlamayız yarın bir daha okuruz, öbür gün bir daha okuruz, ölçü elimizdedir. Şimdi bu konuşulanlar hiç ortada olmasa, yani yazıya kayda dökülmemiş olsa, bunları aklımızla bulmamız mümkün değildir. Ancak evliyaullah’ın biri âlim, ârif bir zâtın da düşündüğü şeyler, Cenâb-ı Hakk’ın ilhamıyla yazıya dökmüşler, bakın işte bunlar bu âlemin hiçbir şeyle kıyas edilmeyecek en büyük miraslarıdır.

Ebedi olarak fayda sağlayacak bir mirasdır. Sadece dünyada ahirette kabirde, cennette cehennemde değil, ebedi olarak bize bırakılan miras-ı ilâhidir. Şimdi tekrar başa gelelim, paragrafın başına gelelim, bazen tekrarlar yapmak gerekiyor, sıkılmayın hep aynı şeyin tekrarı diye, her tekrarda bir başka açılım olmaktadır.

Ahadiyet hakikatlerinin üçüncüsü; Ahadiyeti nasıl biliyoruz, Ahadiyetin kendi hakikatinde, ne nat ne övgü ne resim ne herhangi bir şey hiçbir şey yoktur. Evvela özet olarak Ahad’ın ne olduğunu bilelim, Cenâb-ı Hakk a’mâiyetinde iken daha henüz, Cenâb-ı Hakk, Allah, Vahid, Kahhar diye isimlerin hiç birisi yok iken, Zât-ı Mutlak diye ifade edilen, bakın Uluhiyyetten önce, hani çocuğun birisi bize soru sormuştır, “Necdet amca Allah her şeyi yarattı, Allah’ı kim yarattı” diye sormuştu, demek ki bu gün artık çocuklar bile fıkıh bilgileri ile yetinmiyor, yani namazın sünneti farzı şudur, işte abdes şöyle alınır, dirseğinden dört parmak yukarıya yıka, gibi tabi, bunları da bilmemiz lâzımdır, ama biz ne yapıyoruz, bir ömür boyu bunlar ile uğraşıyoruz.

Peki o zaman kendimizi nasıl tanıyacağız, o bir süreçtir, başlangıç dersleridir, şimdi çocuk elif ba kitabını öğreniyor, elif ba cetvelini ezberliyor, bir ömür boyu o cetveli ezberlemek ile mi geçirecek vaktini, o bir başlangıçtır, sonra dersini yukarıya doğru çıkaracaktır. İşte fıkıh dersleri de daha ilk okul dersleridir, yani İslâmın ilk okul ve fizik bedenin suri hareketlerini münasebetlerini bildiren bir ilimdir. Ama onun üstüne bina edilecek daha çok büyük işler vardır.

İşte Cenâb-ı Hakk bilinmezlik halinde iken ezelde O’na Zât-ul Baht ismini vermişler, bir çok isimleri vardır, diğer ismi ile Zât-ı Mutlak, demişler, diğer ismi ile Sevâd-ı A’zâm, yani büyük karanlık, yani bizlerce mechul, beşerce mechuldür, ve diğer isimlerinden biri de a’mâiyet’tir. Genelde hadis-i kudside Âmaiyet diye belirtiliyor, sahabe-i kiramdan Raz isminde bir zat soruyorlar; Allah bu alemleri halk etmezden evvel nerede idi? Dediği zaman Efendimiz de “Bir Âma’da idi, altında ve üstünde bulut olmayan bir Âma’da idi” buyururyor. Altında ve üsttünde bulut olmayan dan kasıt semavat ve fezadakilerin olmadığı, kevnin olmadığı mükevvenatın olmadığı “Kün“ emrinin daha faaliyete geçmediği Cenab-ı Hakk kendi kendine kendi Zat’ıyla kendinde olduğu zaman dan bahsediyor.

Diğer bir kudsi hadiste de “ben gizli bir hazine idim” dediği bu Âmaiyet’tir. “bilinmekliğimi istedim bu âlemleri halk ettim” işte Âmaiyet, mertebe itibariyle birinci, Ahadiyet, ondan sonra gelen, Vahidiyet ondan sonra gelen, Vahidiyetin içinde bulunan Ulûhiyet ve Rahmaniyet, ondan sonra Rububiyet, rablık yani terbiye, artık yavaş yavaş hayat başlıyor ve şehadet alemi, âlem-i şehadet ki, içinde bulunduğumuz yerdir, içinde bulunduğumuz şehâdet âlemi bütün bu âlemleri kendi bünyesinde temsil etmektedir. Bakın bütün bu âlemler şehâdet âlemi dediğimiz ve madde zannettiğimiz bu kevn, toprak zannettiğimiz bu âlemin içerisinde, Cenâb-ı Hakk’ın, Zât-ı Mutlak’ın bütün varlıkları mevcuttur. Ef’al âlemi dediğimiz bu şehâdet âlemi Esma âlemine perde olmaktadır.

Bir sonraki bir evvelkini gizlemiş, perdelemiş oluyor. Aslında gizlenen hiçbir şey yoktur, hepsi açıktır. Ama biri batında kalıyor, diğeri zâhire çıkıyor, yani bir tecelli sonraki olan, zâhire çıkıyor, bir evvelki onun bâtınında kalıyor. Ama hepsi birbirinin içinde mevcuttur. Yani ne kadar âlemler var ise, bu âlemde bütün hepsi mevcut, işte o yüzden burası kadar, hiçbir âlemde değerli bir yer yoktur. İnsan kendinin insan olduğunu, ve rabbının Allah olduğunu burada talim ediyor, bunu veren başka hiçbir eğitim yeri yoktur. Buradaki kalış süremiz de kısadır, gerçi yetecek kadar uzun ama âlemlerin sonsuz hayatına göre burası 50-70 sene hiçbir şey değildir. feza zaman ölçülerine göre buradaki yaşantımız bir iğne ucu kadar bile yer tutmaz.

Onu bir hesap etmişler, insan ömrü yeryüzünde üç salise saniye bile değil, doğdu yaşadı öldü, bu kadar. Bize göre biraz ağır çekimle lâstiğin uzatılması gibi uzun gibi geliyor, yaşlandığımız zaman, birçok kimseler ne diyorlar, nasıl geçti bu kadar yıl sanki bir gün gibi, deniyor, neden öyle deniyor, gafletle geçtiği için, habersiz olduğu, için yaşıyor ama kendinden haberi yok, o yaşayan ölülerden bunlar, gerçek ma’nâda dirilmiş değildir insanlar, ama biz buraya dirilmek için geliyoruz, zannediyoruz ki fiziken gezmemiz dolaşmamız ile biz diriyiz, hani doktorların beyin ölümüyle öldü diyorlar ya, işte o ölüm bunun ölümü yani makinenin durması, kişinin aslının durması değildir. Aslının ölmesi diye bir şey söz konusu değildir. ancak biz burada bedenen dirildiğimiz gibi aslımız ile de dirilmemiz gerekiyor. “Hay” Esmasının hakikatini yaşamamız gerekiyor, çünkü buraya onun için geldik. Bu dirilme de bu beden ile ancak yerine gelmiş oluyor, gerçekleşmiş oluyor.

Bundan evvel de biz vardık ama, âlem-i misalde beden olmadığı için, yani bir su kabının içine girmediği için kimlik alamamıştık. İşte buraya geldik, bizi bu kadehlere bardaklara cam kaselere koydular, biz geldik kâseyi cam bardağı kendimiz zannettik. Halbuki cam bardağın içinde olan, gerçek olan kimliğimiz budur. İşte bu kimliği-mizi peygamberimiz bize açık olarak hangi yollarla bildirecek, ârifler, irfan ehilleri, veliler büyüklerimiz, bunların nasıl yapılacağını bizlere bildirmişlerdir. Bize de kalan hazır yemeği yemektir. Her şey hazır sofra kurulu, Allah’ın ilminin sofrası kurulu, ama ne yapıyoruz? bizim nefsimiz başka lezzetlere kaydığı için, o ilâhi lezzetleri, ilâhi sofrayı bir tarafa bırakıyoruz, gidiyoruz dünya sofrasından, lâhana prasa ile vakit geçiriyoruz.

Tabi o da lâzımdır ama, bizim gerçek gıdamız lâhana prasa değildir, ruhumuzun gıdası, muhabbet ve irfaniyettir. Yani İlâhi bilgiler, Allah bilgileridir, çünkü o bilgilerle biz, ancak kendimizin varlığını bulabiliyoruz. Hadis-i şerifte belirtildiği gibi “nefsini bilen rabbını bilir” diye şartını ve yolunu ortaya koyuyorlar. Nefsini bilen yani kendini tanıyan gerçek ma’nâda hakikati itibariyle kendini tanıyan, kendinden yola çıkarak, ancak rabbını bulması mümkün olur, yoksa ezbere “ya rabbi, aman ya rabbi, ne olur ya rabbi,” demek sadece lisanen söylenen sözdür, hakikati/bâtını olmayan lâfzî bir söz olmaktadır. Kötü mü yok hayır, isyan edeceğine aman ya rabbi desin o da güzeldir, ama o mertebenin güzeli, ama güzelin güzeli, değerlinin de değerlisi varken, insan nediye aslına yönelmek varken teferruat şeylerle uğraşsın. Gerçek “aman yarabb’i” rabb’ını tanıdıktan sonra söylenen dir.

İşte Cenâb-ı hakk Ahadiyet mertebesinde iki özelliği ile bize bildiriliyor, bunu İnsân-ı Kâmil’de abdül Kerim Cîlî bu bilgiyi veriyor, Allah hepsinden razı olsun, Ahadiyette İnniyeti ve hüviyeti Zât-ı Mutlağın belirtilmiş oluyor. İnniyeti ve hüviyeti yani ENEiyeti kimliği, toplu olarak birey olarak değil ve HÜvviyyeti, inniyetinden İnsan ve kur’ân meydana geliyor ki işte, bu yüzden insan ve Kur’ân ikiz kardeştir, Ahadiyet kaynaklı olduğu için ikiz kardeş, yani bir batında doğan ikiz kardeştir, bakın kardeşimiz ne kadar şerefli bir kardeşimiz var. Kur’ân ama Kur’ân’ın da insan gibi şerefli bir kardeşi vardır. Eğer bu ikisi olmasa birisi tek olarak bir işe yaramıyor. İnsan en sonunda kemâle erdiğinde ona ne diyorlar, Kur’ân-ı Nâtık diyorlar.

Bakın konuşan Kur’an, o halde insan ve Kur’ân bir olmuş oluyor, o zaman Kur’ân ama konuşanı olmuş oluyor, yani konuşan Kur’ân olmuş oluyor. Daha evvel insanın aşamaları vardır, onun birincisi, hayvan-ı natık, yani kendini tanımayan kimse bedenini ilâh edinen bedenini kendi zanneden konuşan hayvan, yani bu açık o mertebede, biraz kendini idrak etmeye başladığı zaman, nefs-i nâtıka, bakın o zaman nefs mertebesine geçmiş oluyor, konuşan nefs olmuş oluyor. Ondan sonra İnsan-ı nâtık, konuşan insan, ondan sonra Kur’ân-ı nâtık, yani konuşan Kur’ân olmuş oluyor.

İşte ârifler, evliyaullahlar, büyüklerimiz peygamberimiz başta olmak üzere, konuşan Kur’andırlar. Peygamberimize ne diyordu Cenab-ı Hakk; وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى 53/3 “O kendi nefsinden konuşmaz” اِنْ هُوَ اِلا وَحْىٌ يُوحَى 53/4 “O vahy olanı söyler” işte Ahadiyet mertebesinin HÜ viyetinden de, bu âlemler meydana geliyor. Bütün kevn ve kevnin bizim dünyamızda özü olan Beytullah, kâbe-i Muazzama HÜvviyyetinden geliyor, İnsan ve Kur’an da ENE iyyetinden, inniyyetinden geliyor. İşte Ahadiyet’in bir tecellisi Vahidiyet sahasını ortaya getiriyor, Vahidiyet bir isim olmakla beraber, bir faaliyet sahasıdır, nasıl futbol oynarken futbol bir ilim, bilgi bir fiil’dir ama oynanması için bir saha gereklidir, işte vahidiyet mertebesi Vahid, birlik mertebesi denilen yerden, Ahadiyetin bütün tecellileri, oraya aktarılmış oluyor. Ahadiyetin bünyesinde gizli olan, oraya aktarıldığı zaman, ilk orada ortaya çıkan şey, Zât-ı Mutlak’ın kendini Allah ismi ile tanıtmasıdır. Orada ancak, bakın Vahidiyet mertebesinde Uluhiyyet, İlâhlık, Allahlık ortaya çıkıyor. Daha evvelki Ahad Ahadiyet mertebesinde, Teklik mertebesinde, faaliyet olmadığı için, ne isim ne resim ne nat ne herhangi bir şey hiçbir şey orada yoktur.

Vahidiyet mertebesinde Uluhiyet hakikatleri ilmi ma’nâda ortaya çıktıktan sonra bu hakikatlerin faaliyete geçmesi için rahmaniyet mertebesi zuhura gelmiş oluyor. İşte اَلرَّحْمَنُ ﴿٢﴾ عَلَّمَ الْقُرْاَنَ ﴿٣﴾ خَلَقَ الاِنْسَانَ 55/1-2-3 dediği yer burasıdır. İnsanın halk edilişi de buradan kaynaklanıyor. Er Rahman ne yapacağını Zât’ından talim etti, öğrendi, bu âlemde ilk tâlebe Rahmaniyettir. Ne yapacağını bilmezse, Rahman ismini yazalım ne olduğunu bilmezsek, ne olacak ki, yani evvelâ Cenâb-ı Hakk sıfatlarını talim ettirdi eğitti, sonra isimlerini eğitti, ondan sonra onlar Ef’âl mertebesinde onlar eğitici oldular. Kendi yapacakları işi bilmezlerse faaliyetlerini nasıl gösterecekler. İşte Ahadiyet mertebesi Vahidiyette zuhura çıktı, Rahmaniyeti ile Nefs-i Rahmani olarak fezayı nâ mütenahi, sonsuz fezaya yayıldı, oradan da her yerde, hangi galaksi, hangi yıldız, var edilecekse, orada yoğunlaş-maya başladı, neticede dünya da, bu arada oluştu, ve kevn Esma mertebesinden şehadet mertebesi zuhura çıktı, işte bu ahadiyet mertebesinin üçüncü hali Ahadiyet-i ef’âliye deki faaliyetini bildiriyor yani bu ef’âl âleminde bu kevndeki Ahadiyetin bâtını tasarrufunu bildiriyor.

Eğer az önce bahsettiğimiz gibi bu meratib-i ilâhiye burada olmamış olsa bu yaşantı eksik kalır, devam etmez idi.

Ahadiyet-i Ef’âliye yani Ahadiyetin bâtını itibariyle ef’âl âlemindeki tesiratı üçüncüsü başladı. Ahadiyet-i tesirat ve müteessiratdır, yani tesir eden ve edilendir müessir tesir eden tesir alan da tesir aldığı şeyi yapandır, ve bu mertebede Zât-ı Müteâliye yani bu mertebede yüce zat cem-i ef’alin mastarıdır, bakın ne kadar güzel bir açıklama bu merebede Zat-ı müteâli yani yüce zat cem-i ef’âlin mastarıdır. Mastar asıl, kök demektir, özü kökü demektir. Yani yüce olan Zat bu mertebede yani ef’âl mertebesinde cem-i ef’âlin mastarı yani aslı, kökü hakikatidir. Bakın şu cümleyi bilmiş olan bir kimse, bu âlemin hakikatini anlaması zor olmayacaktır.

Sadece kuş uçtu yağmur yağdı Allah rahmet etti klâsik şekliyle anlatmak anlaşılmak değil, klâsik ma’nâda ezber tekrarlamak değildir. bakın Zât-ı İlâhiye, Zat-ı müteâliye yüce Zat cem-i ef’âlin yani bu âlemde olan bütün fiillerin, kuşun kanadının çırpması ağacın yaprağının sallanması, yere dökülmesi, rüzgarın esmesi ne varsa ayırmıyor, iyi işler bir tarafta da, diğer işler, diğer tarafta demiyor, ne varsa ef’âlin mastarıdır. Yani aslıdır, köküdür ve münfeilâtın kâffesinde müessirdir. Yani tesir ettiği yerde her yerde tesir edicidir, oraya hayır ben bunu almam yapmam diyemez, müessirdir yani gücünü her tarafa ulaştırır.

Peki neden gücünü ulaştırır her tarafa? bu cümle bile yanlış ama, söylemek için belirtiliyor, çünkü her taraf diye bir şey yoktur, ayrıca gayrı diye de bir şey yoktur. Yani kendi kendi varlığı üzerinde bir mertebeden tesir edici, yani fâil, bir mertebeden müessir, tesir alıcıdır mef’uldür, eğer bu fâil mef’ul oluşumlar olmasa zâten hayat olmaz. Ve münfeilâtın yani fâillerin kâffesinde müessirdir ve bu Ahadiyet, Ahadiyet-i Rububiyedir. Bakın ne kadar güzel isimler vermişlerdir. Ahadiyet-i Rububiye, yani Ahadiyet’in terbiye ediciliği ve her bir esmaya kendi yapması lâzım gelen bilgiyi gücü kuvveti, aynı zamanda vermesi, Ahadiyet-i rububiye yani terbiye Ahadiyetidir.

İşte Hûd (a.s) ın hikmeti bu Ahadiyet-i rububiyeye müsteniddir, dayanmaktadır, yani Hud (a.s.) bu hakikati idrak etmiştir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.), bundan mukaddem olan bundan evvel olan Fass-ı Yûsufî'nin âhirinde, sonunda "ahadiyyet-i zâtiyye" ile "ahadiyyet-i esmâiyye-i ilâhiyye"yi zikr etmiş olduğundan, şimdi de "ahadiyyet-i rubûbiyyeti mutazammın olan rububiyet hakikatinin içinde, ona muhit olan "Hikmet-i Hûdiyye"yi beyân buyurur: Hûdiye hikmetini hakikatini beyan buyurur.

Şiir:

Allah'a mahsûs sırât-ı müstakim vardır ki, umûmda zahirdir; hafi değildir (1).

Ya'nî Allah'a mahsus, Allah’a has olan doğru yol, umûmen a’yân-ı kevniyede ve esmâ-i ilâhiyyede aşikârdır; gizli bir şey değildir. yani kevn denilen bütün bu âlemlerin kevniyetin ayninde, hakikatinde, yani programında, aslında ve esma-ı ilâhiyede yani İlâhi isimlerin hepsinde, ve bütün bu âlemin her zerresinde her makamında, her yöresinde, her coğrafyasında, aşikardır. ne aşikardır, Allah'a mahsus olan istikamet üzere olan yol sırat-ı müstakıym, gizli bir şey değildir yani açıktır yani gizlisi yoktur,

Ma' lûm olsun ki, "sırat-ı mustakıym" tarîk-ı vahdettir; yani teklik yoludurki o bizim içinde bulunduğumuz yoldur hani 1/7 âyetin de buyururlur صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاالضّاَۤلِّينَ dalâlet yolundan bizi götürme ve bizi sırat-ı mustakıym üzere götür, diye rabbımızdan dua ediyoruz. Tarik-i vahdettir, yani, teklik yoludur, ve Allah Teâlâ Hazretleri vâhid oldu-ğundan, yani bir olduğundan, bu tarîk-ı vahdet, yani birlik yolu Hakk'a çıkan yolların en yakınıdır en kısasıdır.

Şöyle ki, her bir "isim" için bir "abd" vardır; 0 "isim", o abdin Rabb-i hâssıdır. Yani o ismin zuhura çıkacağı bir mahal vardır, kulu vardır, abd’ı vardır, Ve o abd dahî, o "ism"in abdı olmakla beraber onun mazharıdır. Burada abd dan kasıt insan kast ediliyorsa da bu hayvanlar için bitkiler için ve cemadat için de bu böyledir. Meselâ bir elma için içinde bir çok rabbani isimler varsa da onun asıl rabbı “Rezzak” tır. İşte o gördüğümüz o elma ve armut Rezzak’ın suretlenmiş halidir. O armut da onun abd’ıdır, kuludur. Biz ona elma deriz, görünüşüne kevnine bakarak, halbuki o elma kendi kendine mi oldu, bir çok eğitimden geçmekte güneş almakta o zaman güneş onun bir rabbı olmakta, yağmur almakta yağmur rabbı olmakta, neden çünkü hep onun terbiyecileridir.

Yani bir varlığın mutlak olarak bir tek rabb-ı hassı yoktur, ancak rabb-ı hasın oranı fazla olan onun rabb-ı hassıdır. Her varlıkta bütün esma-ı ilâhiye mevcuttur. Eğer esma-ı ilâhiyenin hepsi olmazsa o varlık eksik olmuş olur, bütün bu âlemlerde Cenâb-ı Hakkın bütün esma ve sıfatlarının hepsi bu âlemde ve her zerrede mevcuttur ayrıca. Belirli beş metre kare on metre karede var değil, her zerrede vardır, bakın görebildiğimiz göremediğimiz mikropta dahi bütün esma-ı ilâhiyenin hepsi DNA larımızda bile bütün esma-ı ilâhiyenin hepsi vardır. Eğer birisi eksik olsa insan eksik olur. ancak terkip olarak hangi esma yüzdesi fazla ise, onun hükmü onun hüviyeti üzerinde ortaya çıkıyor ve o isim ile anılıyor.

O abd dahi o ismin abdi olmakla beraber onun mazharıdır. Yani zuhur yeridir çıkış yeridir. Temsil ettiği yerdir. O halde âlemde baktığımız ne varsa, nefsimize ters gelir, kötü gelir, ekşi gelir tatlı gelir, hepsi Hakk’ın zuhurundan başka bir şey olmadığını anladığımız zaman, ama ciddi olarak lâf olarak değil, ona olan muamelemiz değişecektir. Ve ne yönde olacaktır, hürmet ve sevgi babında olacaktır. Hakkın varlığı olan bir yer sevilmiyor ise, o zaman biz de hiç sevilmeyiz, Cenab-ı hakk o yüzden cehennemine atar. Ama Hakk’ın varlıklarına biz şefkatle rahmetle merhametle muamele edersek, ne olursa olsun isterse karşımızdaki düşman olsun, onun düşmanlığı kendini ilgilendirir, bizi ilgilendiren onun zâtıdır, özüdür, hakikatidir, biz de yaptığımız muameleyi onun fiiline kendi akl-ı cüzüne nefsine değil, hakikatine yöneldiğimiz zaman, bir zaman geçecek ki, o da bize aynı şekilde kendisini yönlendirmeye çalışacaktır.

İşte bütün bu âlemler esma-ı İlâhiyenin zuhur mahalleridir, peki o zaman bu âlemdeki kavga nedir, diye biz kendi açımızdan düşünebiliriz, ama bir de karşımızdan seyrettiklerimizde kavga var, işte bu kavga onların kavgası değil, esma-ı İlâhiyenin kendi saltanatını daha çok ortaya çıkarmasındandır. “Kahhar” diyor ki ben kahharlığımı yapacağım, madem Allah beni Kahhar olarak halk etmiş eğer ben kahretmezsem görevimi yapmamış olurum.

Diğeri de ben rahmet etmezsem, görevimi yapmamış olurum, işte görüyoruz zâten, bir yer yıkılıyor, kırılıyor parçalanıyor o görevini yapıyor, Allah ondan razı kırdığı için razı, kırmak için halk etti, peki sonra ne oluyor, sebepsiz bir şey değil, sonra rahmana diyor ki hadi bakalım kırılanları düzelt, bakıyorsunuz oradan bura dan bir sürü hediyeler gidiyor, işte orada da Rahman rahmet faaliyete geçiyor, işte Cenâb-ı hakk bütün isimlerinin hakkını bu şekilde vermiş oluyor. Ama orada bir sürü insan öldü, şu öldü bu öldü, gene hep kesrete düşüverdik, bakın bu cihanda nice başlar kesilir soran olmaz, çünkü kesen de kendisi halk eden de kendisi yıkan da kendisi, kıran da kendisi bozan da kendisidir.

Kim kime hesap soracak, böyle baktığımız zaman, içimizdeki o kargaşalar düşünceler, düşmanlıklar neden niçin soruları, hepsi kalkar, ve böylece de kişi huzurlu bir hayat yaşar, kimseyi de suçlamadan, kimseye de yanlış bir gözle bakmadan.

Daha sonra bakar ki, bu âlemde dışarı ile uğraşmak maharet değilmiş, ma’rifet içeri ile, kendisi ile uğraşmakmış, diye kendi hakikatini anlamaya çalışır.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Kaldığımız yerden devam edelim, vaktimiz kalırsa sorulara sonra geçelim.

Binâenaleyh abd zâhirdir, cisimdir; Rab ise bâtındır, rûhdur. Ve abd dahi o ismin abdı olmakla beraber onun mazharıdır, zuhur yeridir, böyle olunca abd zâhir olmakta, yani görünen olmaktadır. Cisimdir, zâhirdir, cisim de görünendir. Rab ise bu varlıklarda bulunan bâtındır, ve ruhdur. Yani esma-ı İlâhiyenin ma’nâsı bâtında, sureti, zuhuru mahali de varlıklarda, insan olmakla beraber önde diğer bütün varlıklarda da böyledir. Böyle olunca, mahlûkâtın nefesleri sayısınca Hakk'a yol vardır. Çünkü hepsi bir rabbın tesirinde olduğundan rab da, Allah’ın isimlerinden olduğundan böylece bütün varlıktan Allah'a yol vardır.

Ve her bir mahlûk yani halk edilmiş, bakın yaratık demiyor, her bir mahluk yani halk edilmiş, yaratmak diye bir şey yoktur, bunu zaman zaman bahsediyoruz, Allah yarattı, işte Allah şunu yarattı Allah bunu yarattı, sözleri şeriat ve tarikat mertebesinde geçerlidir. Aslında tarikatta da geçerli değildir ama, lâfzi tarikatta yani zikir tarikatında geçerlidir, çünkü orada henüz tefekkür yoktur, ancak hakikat mertebesinde tefekkür ün olduğu yerde yaratmak yoktur, çünkü yaratmak ikilik gerektirmektedir. Başka bir Allah olacak da, bizim Allah’ımız, o Allah’tan kendinde olmayan bir malzeme alacak, hiç gerçekten yok olan, bir şeyi ortaya getirecek bunu böyle düşündüğümüz zaman, bu gizli şirk olur, biz farkında bile olmayız.

Ancak kasdi olmadığından, Cenâb-ı Hakk ona bu kelime kullanıldığı zaman günah yazmaz, ama kendi bilgisi eksik kalmış olur, irfaniyeti eksik kalmış olur. kim ki mahlûk yerine yaratmayı kullanıyor, o tevhid ehli olmadığı açık olarak anlaşılır. Çünkü yaratmayı kullanan bu hükmün altında olduğu açık olarak görülmektedir. Her bir mahlûk halk edilen bakın yaratılan değil, yaratma yoktan var etmedir, yoktan diye bir yer yoktur zâten bu âlemde yok diye bir yer yoktur, yok bir durumda vardır o da izafi yokluktur, yani isimden ibaret olan bir yokluk vardır, meselâ bir nohut tohumunu elimize alalım, bu tohumun içinde evvela kökleri gövdesi yaprakları çiçeği vardır, sonra tohumun kendisi de vardır. Peki o nohut kendisi nohut iken, bu saydıklarımız kısımları gözüküyor mu, gözükmüyor işte bunun için yok hükmündedir ama içinde kuvve olarak vardır, mutlak yok değildir. O anda göremediğimiz için yok hükmündedir. Mutlak yok değildir, işte buna izâfi yokluk deniyor. İsim olarak yokluk deniyor. Şimdi burada o kardeşimiz burada yok ama, kendisi başka yerde var, burada yok, işte buna izâfi yokluk deniyor.

İşte bu yok denen şey şu anda yoktur. Yarın öbür gün bir ay sonrası var mı şu anda yok, ama şimdiye kadar nasıl o yok, yok olanlar var olduysa, her birerleri o da gelecek bir gün, var olacak ama mutlak yok, diye bir şey değil, ertesi gün yarın gelecek, ama bir gün olacak o da son bulacak, ondan sonra başka âlemler var edilecek, işte her bir mahlûk tabi olduğu ism-i mahsusun muktezası üzerine hareket edip o ismin tarikinde yürür. Ne kadar sağlam cümleler, bunların üzerinde her hangi bir şüpheye düşecek bir şey yok, bakın burada genelde kimseler övülmüyor, bizimki şöyle diyor, sizinki böyle diyor, bakın kimlikler yok, işte bu marifetullah, Allah bilgisi, Allah bilgisi şey’iyyetle kişilerle uğraşmaz. Sahası irfaniyet, onun iki aktörü vardır, biri Hz Rasulullah biri Hz Allah O’nun dışında kimse yoktur.

Öyle olunca da tefrika yoktur. İşte 72 milleti bir araya getiren necat fırkası bu fırkadır. Yeri gelmişken bunu da bilelim. Bütün fırkaları bünyesinde toplayıp cem eden 73. Fırka Cem fırkası, fırka-ı naciye dedikleri işte budur. Neden, kimse ile bir derdi yok ki, o istediği kadar, orada ben şuyum buyum dese, biliyor onu hevadan söylediğini, onun da bu âlem içinde olduğunu biliyor. O’nun da rabbının mudil olduğunu biliyor, o zaman ona ne diyecek ki, bir şey demeye gerek yoktur. Ancak yakıynen soran söyleyen olursa bu budur diye bildirilir, başka bir şey yapılmaz.

Hayata bakış ne kadar farklı değil mi? her şeyin de hakkını vermek üzere her bir mahlûk tâbi' olduğu ism-i mahsûsun yani kendine tahsis edilmiş ismin muktezâsı üzerine hareket edip o ismin yolunda yürür, işte tarikat budur, gerçek tarikat işte budur, yoksa onun tarikatı, bunun tarikatı, orada on zikir burada 20 zikir, bunların hepsi lafzi hayali şeylerdir. İşte bu tarikat da sırat-ı mustakıym olan efendimizin getirmiş olduğu bildirmiş olduğu yolumuzdur. O yol dahî o "ism"in, o Rabb'in " sırat-ı müstakıy-midir, doğru yoludur.

Meselâ mü'min Hâdî isminin sıratındadır, ve kâfir Mudil isminin sıratındadır, ve zehir Dârr isminden kaynaklanmaktadır ve bal Nâfı' isimlerinin mazharlarıdır. Bunların her birisi taht-ı terbiyesinde bulundukları ismin muktezasına, gereğine tâbi'dirler. Binâenaleyh cümlesi, ism-ı hâslarına nisbetle doğru yol üstünde yürürler. Yani hepsi kendi sıratları üzerinde yürürler.

Fakat bu isimlerin yolları yekdiğerine nisbetle doğru yol değildir. Meselâ Dârr isminin yolu, yani zarar verici ismin yolu Nâfı' isminin yoluna nisbeten doğru olmaz. Hani şuradan çıkacağımız hepimiz başka istikamete gideceğiz, hepimiz tek yoldan aynı yoldan aynı yerden gitmeyeceğiz, o halde bir birine ne kadar zıt yönlere gideceğiz değil mi, ama herkes kendi sırat-ı müstakimine gidecek, kendi doğrusuna gidecek o zaman da kimseye bir şey demek düşmez.

Ve mü'min kâfiri, kâfir dahî mü'mini, eğri yolda görür. Biz kendimizi doğru yoldayız derken kâfir de bize bakıp bunlara bak neler yapıyorlar diyor. hiç işleri yok sabah akşam soğukta abdes alıyorlar, buz gibi olur mu şimdi bu iş diyorlar, başını secdeye koyuyor düşünmüyor secde en mikroplu yerdir, gözleri mikrop içinde hasta olacak olur mu bu, hacca gidenlere de karşı çıkar Araplara para yedirmeye gidiyorsunuz der çünkü kendinin doğru yolu o değil. O da amerikaya gidiyor onun doğru yolu odur ne yapsın, İmdi ne kadar esmâ-i ilâhiyye varsa, müsemmâsının ahadiyyeti i'tibâriyle yani ismin tekliği itibariyle her isim kendi bünyesinde tektir, bütün bunlar da Ahadiyet’e bağlı olduğundan Ahadiyeti itibariyle kaffesi müsemması müsemmâ-i Allah'a vasıl olur hepsi neden çünkü bütün esma-ı İlâhiye Allah’a ait olduğun dan bu surette cemi esmanın yolları bütün isimlerin yolları yani kendi doğru yolları cami olan yollarıni cami olan sırat-ı mustakıym yani bütün bu yolları bünyesinde toplayan sırat-ı mustakıym ama her birilerinin sıratları Allah ismi ile musamma olan yani Allah diye belirtilen o zat-ı Uluhiyete mahsustur. yani hepsi Allah’ın ilmine vasıl olur.

Bu surette cemî'-i esmanın yollarını cami' olan doğru yol (sırât-ı müstakim), "Allah" ismiyle müsemmâ olan zât-ı ulûhiyyete mahsûstur. Ve yolların tümüne cami' olan tevhid yolu üzere, ancak mazhar-ı ulûhiyyet olana, mazhar-ı Muhammedi suluk eder. Bakın bütün bir bilgi verdi, burada küçük bir yer ile batınımızda oluşacak sorularımızı burası cevaplandırıyor. Madem ki her şey Hakk üzere ve her şey de bütün esma-ı İlâhiyenin zuhuru üzere olduğundan, her esmada kendi sırat-ı mustekıymında olduğundan, o zaman kimi suçlayacağız. Bakın sorusu aklımıza gelir, bu aklımızı karıştırabilir.

Cevabı şurada Allah ismi ile müsemma olan, Zat-ı Uluhiyete mahsustur. Yani bütün bunların neticesi Hakk’a dayanmaktadır. Çünkü bütün Esma-ı İlâhiye zâten Allah’ın isimleridir, dolayısıyla bu âlemde de Allah’a ait yani mertebesi itibariyle ayrı gayri hiçbir şey yoktur, ama böyle baktığımız zaman. İşte bu bakış Allah ismi ile müsemma olan Zât-ı Uluhiyete mahsustur. Şimdi bu cümleye dikkat edelim; tariklerin kaffesine cami olan yani yolların hepsini bünyesinde bulunduran, tarik-i tevhid, diğerleri tarik-i fasıl olarak kalmaktadır. Yani tarik-i tevhidden bakın kendilerini ayrı ayrı bütün bu yolları bir görmeyin. Kendi yolunun ayrı ayrı olduğunu, ve bu yolun doğru olduğunu zannedenler, işte bundan ayrılmış oluyor. Çünkü onlar bu sistemin farkında olmadıkları için kendilerini kendi hallerini kendileri var etmiş zannediyorlar, bunu biz kurduk biz yaptık bunlar bizim şunlar şunun, diye fark âleminde ayrıldıkları için birbirlerine karşı gaflette oldukları için bir birlerini ayrı görüyorlar.

Ama tarik-i tevhid bunların hepsini bünyesinde topluyor ve Hakk’ın Mudil isminin zuhurudur diyor ve başka fikir de yürütmüyor gerek de zâten kalmıyor. Ama o kendini ayrı gördüğünden Hakk’ın varlığından ayrı gördüğünden ve kendine bir şahsiyet verdiğinden işte o kimlik şirk oluyor. Yani suç unsuru orada bu gibi tariklerin. Tariklerin kaffesini bütün yolları az evvel dediğimiz Cami olan tarik-i tevhid işte bu tarik-i tevhid yani birlik yolu hepsini bünyesinde kabul eden yol fırka-ı Naciyedir. Tarik-i tevhid üzere ancak mazhar-ı Uluhiyet olana bakın tevhid tariki üzere mazhar-ı Uluhiyet yani Uluhiyet zuhuru olana Mazhar-ı Muhammedi suluk eder.

Yani buraya Muhammediye mazhar olanlar ancak gelebilir. Yani bu şekilde düşünen onlardır. Muhammedi zuhurlarıdır, bunlar da zâten âriflerdir. Bakın mazhar-ı Muhammedi suluk eder, yani bu uluhiyet yoluna Mazhar-ı Uluhiyet yoluna, Mazhar-ı Muhammedi suluk eder yani yürür gider. Diğerlerinin hiç birisi ulaşamaz, nerede kalır Esma’da kalır, Zât’ına ulaşamaz.

Ve cemi enbiyâ yani bütün peygamberler ve kümmel-i evliya yani mükemmel evliyalar, o tarik üzeredir. İşte gerçek sırat-ı Mustakıym budur, bütün sıratları, yolları kendi bünyesinde toplayan Muhammedi suluk, Muhammed’in yolu (a.s.) diğerleri ise sadece kendi isimlerinin yoludur, ne kadar isim varsa o kadar nefes var hakka ulaştıran, o kadar da tarik vardır. Bu nerededir, kesret âlemindedir. Kesret âlemine düşüldüğü zaman, her şey orada başlıyor, sen sen, o, bu bu, vıdı vıdı dedi kodu, alıp başını gidiyor. İşte bütün bunları ortadan kaldırmak, Tarik-i Muhammediye o da sırat-ı Musatakıym sonra onun sırat-ı Mustakıym hazarat-ı hamseye gelmeden evvel biraz daha ilâve yapalım, burada hepsi verilmiyor tabi bütün bölüm bölüm veriliyor, yedi nefis mertebesine gelinceye kadar sırat-ı Mustakıym, hazarat mertebeleri başladığı zaman orada da sıratullah başlıyor. Sıratullah miraçtır, sırat-ı mustakıym, bizim kendi kendimizi idare ettiğimiz ve kendi hakikatimize ulaştığımız, gerek fiziki ma’nâda şer’i olarak ibadetlerimizi yapmamız ve kendi sıratımızda, tevhide kadar bizi getiren yolumuz, sırat-ı mustakıymdır. Ondan sonraki de sıratullahtır âyet-i kerimede “Sıratullah” diye bundan bahsediyor.

Cem-i enbiya ve kümmeli evliya yani kâmil evliyalar, bu o tarik üzeredir bu bahsedilen yol üzeredir. Sair bahsedilen muhtelif tarikatlar tarikler bu tarikten ayrılan neden ayrılıyor kendilerini ayrı gördüklerinden ayrılan ayrıldığı için de suç unsuru olan bakın Muhammedi tarikten ayrılanlar Muhammedi tarikden ayrılmayan bu gibi edepsizlikleri yapmaz. Bakın ne kadar açıktır. Ve müteşaibedir yani şaibelenenler şüphelenenler şüpheli olanlardır bunlar. Yani sair turuk-u muhtelife yani sair muhtelif yollar bu tarikten yani bu sırat-ı mustakıymden ama, Muhammedi olan sırat-ı Mustakıymden ayrılan dallanan şüphelenen dışa çıkan tariklerdir yollardır diye belirtiliyor.

Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin