GöNÜlden esiNTİler. A’YÂn-i sâBİte kazâ ve kader necdet ardiç terzi baba necdet ardiç


İmdi her yürüyen Rabb'in doğru yolu üzerinde yürür. Binâenaleyh bu vecihden onlar mağzûbün-aleyhim ve dâll değildir (5)



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə25/32
tarix03.01.2019
ölçüsü2,1 Mb.
#88712
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   32

İmdi her yürüyen Rabb'in doğru yolu üzerinde yürür. Binâenaleyh bu vecihden onlar mağzûbün-aleyhim ve dâll değildir (5).

Şimdi bir başka yönden meseleye bakıyor, burası da çok mühim bilinmesi lâzım gelen oluşumlardandır. Bazı yerlerde bazı hükümler değişik mertebelerden, değişik makamlardan açıldığı için izah edildiği için, yani bir şeyin bir çok yönleri olduğu için, o yönleri ile birlikte, bazen birbirine ters gibi gelir, ama değildir, mertebeleri itibariyle bize çok geniş bir sahayı anlatıyor. Yani irfaniyetin ger-çekten çok derin geniş ve yüksek sahalarını anlatıyor, belki biraz zorlanıyoruz anlamakta ama, ne anlayabilirsek, ancak böyle bir sahanın olduğunu en azından biliyoruz, onu öğrenmiş oluyoruz, hiç bir şey öğrenmesek de, dinimizin sadece suret ve şekilden ibaret olmadığı, iç bünyemizde hakikatimizde, ne kadar sonsuz bir din olduğunu, ve bu da bize verildiği için, ne kadar rabbımıza şükranda olduğumuzun, bilincinde olmamız gerekiyor en azından bunu biliyoruz.

Sohbetlere devam ettikçe, bunlar çok büyük nimet tekrar tekrar bunlar dinlenildikçe, kişi her dinlediğinde de beş kelime, her dinlediğinde de beş kelime daha arttırsa, zaman içinde alt yapısı oluşmakta ve akıl binasını, muhabbet binasını, irfaniyet binasını, birer tuğla birer tuğla yükseltmiş olur, zâten her büyük bina evvelâ küçük bir tuğla ile başlamaktadır. Yani küçük tuğlaların üst üste konması, yani parçaların birleştirilmesi ile, bütüne ulaşılmaktadır, hiçbir şey bir anda olamıyor, belirli br süre üzerinden geçmesi gerekiyor. bir anda olan şey de zâten bir anda yıkılıveriyor. Yani bir şey ne kadar kolay geliyorsa gitmesi de o kadar kolay oluyor.

Hani Yahudilerin bir alış veriş anlayışları vardır, Yahudiler malı sahibinden almazlar, mirasçılarından alırlar, ilk düşündükleri şey bu mal kimin! yani bir şey alacaklarsa bu mal ilk sahibinin mi yosa miras mı kalmış diye sorarlar. Malı çalışarak kazanmış ise onunla pazarlığa girişmezler, çünkü o malını onların düşündüğü gibi kelepir vermez, mirasçının ise, onunla pazarlık yapar mirasçı da çalışarak kazanmadığı için, ne alırsam kârdır deyip peşin parayı da gördü mü yarı fiatına elden çıkarır. İşte Yahudi bunu bekler, neden kendine kolay geldi, kendi alın teri ile gelmedi, kendisi sıkıntı çekmeden sahip oldu, yani bu bir gerçektir kolay kazanılan kolay kaybedilir, zor kazanılan da insan kolay kolay elinden bırakmak istemez.

İlimde böyledir biraz zorlanıyoruz ama, ebedi hayatımızı tanzim edecek olan bu ilimlere, ne kadar zaman harcasak gene azdır. Ne kadar çok çalışsak gene bir şey yapmış olamayız. Çünkü burada çalışılacak, belirli sürelerde eğitilen, öğretilen, yahut kazanılan, bu bilgiler, dualar sevaplar, işte Kur’ân okumalar, bir ömür boyu bakın hiçbir iş yapmadan ibadet etsek, en fazla seksen sene diyelim, çocukluğu yaşlılığı çıkar, kalır elli sene uykuları çıkar kalır 25 sene yani bir ömür boyu 25 sene ibadet etsek hiç çalışmasak yani rızkımızı kazanmak için okula gitmesek, meslek sahibi olmasak nihayet 25 sene ibadet etmiş olsak.

Ama bu 25 senelik süre, bakın ebedi bir hayat sayısı rakkamı mevcudu, bilinmesi mümkün olmayan ebedi bir hayat kazandırıyor. O halde bunun bir saniyesi, bir salisesi kaç milyarlarca, seneye tekabül ediyor. Bunu biraz düşünürsek neyimiz varsa veririz. Yani ahiret için neyimiz varsa veririrz. Ama bizden bunu da istemiyorlar, evine bak işini yap, süpür yemeğini yap, her şeyini yap, boş kalan zamanlarında da bunu yap diyorlar, o zaman geriye ne kalıyor, hepsini toplasak, belki bir sene ömrümüz ibadetle geçer, yani uyumadan yatmadan devamlı ibadet etsek bir ömür boyunda belki bir yıl tutar.

Bir yıl karşılığında sayılamayacak kadar ölçülemeyecek kadar hayat bahşediyor, cenâb-ı Hakk bu kadar şeye de değer. Biraz zorlansak da, sıkılsak da, bu tür mevzular aslında şu kısa sürelerde kazanılan çok büyük yol almadır, şeriat mertebesinde bunun yüz misli çalışma yapılsa, yani şu toplandığımız 1-2 saatlik süreler değil de, aylarca aynı sohbette kalsak şu kısacık sürede yapılan feyzi bereketi ilerlemeyi vermez. Neden çünkü diğerleri hep tekrardır, tekrar ise ilerleme değil sayı artışıdır, sevap kazandırır, başka bir şey kazandırmaz. Bu kötü mü hayır, kötülüğü için söylemiyorum kıyas için söylüyorum. İşte herkes kendine göre kendi değerlen-dirmesini yapar. Her yürüyen rabbının doğru yolu üzerinde yürür.

Binâenaleyh bu vecihden onlar mağzûbün-aleyhim ve dâll değildir. Yani Rablarına tabi oldukları için dalâlette değildirler. Çünkü mutî' olsun, âsî olsun, mazharı oldukları isimler, bunları, kendilerine mahsûs olan yolda terbiye eder. Binâenaleyh mutî, itaat eden ve âsî Rabb-i hâssları olan isimlerin gerekleri üzerine yürür. Ve halbuki tabîat gereği üzere yürüyen kimseye gazab olunmak düşünülmüş değildir. Ya'nî tâbi', kendine uyulanın hükmü tahtında yürürse tabi olunan ona gazab etmez. Yani tâbi olduğunun dediğini yaparsa matbu olan ona gazab etmez. Şu halde her bir isim, kendi mazharından, zuhur yerinden ve onun terbiyesi tahtında olan şeyden râzîdır; ona gazab etmez.

Fakat hükümde Rabb-i hâssına muhalif olan diğer Rabb-i hâssa nazaran, yani Hâdi ismine nazaran Mudil ismi üzerine gazab edilir, ama diğer taraftan da, Mudil ismi Hâdi ismine göre yani Mudile göre hâdi Mudildir. Yani Hâdinin yolu yanlıştır, Mudile göre. o mazhar, "üzerine gazab olunmuş ve dâllin" zümresindendir. Yani dalâlet ve hidâyet kıyasîdir, demek istiyor. Hâdi ismine mensup olan Mudil ismine mensup olana “sen yanlış yapıyorsun” der, ayni şekilde Mudil ismine mensup olan da, Hâdi ismine mensup olana “sen yanlış yapıyorsun” der. Neden ibadet için uğraşıyorsun sen insansın, senin bir şahsiyetin var, yerlere ne diye secde ediyorsun kime tapınıyorsun? Der, böylece ona Mudillik yolunu tavsiye eder.

Onun için bir yerde Hâdi olan, bir başka yere göre aynı Mudil, hükmündedir. O zaman rabb-ı hasları kendilerini götürdüklerinde, Hâdi ismi de Hâdi, Mudil ismi de Hâdi, yani kendinin hadisidir. Yani kendinin doğru yolu üzerinedir. İşte âlemdeki insanlardaki farklılık-lar bu yüzdendir. Kime sorarsanız halinden memnundur, imânından da itikadından da, yaptığından da, yapmadığından da huzurludur, eğer öyle olmazsa zaten yapmaz. Yani hayatını öylece devam ettirmez. Mudil ismi Hâdi’ye göre dalâlettedir, ancak Mudi ismine göre de Hâdi delâlettedir. İşte bu âlem görecelidir, işte bunu böyle bildiğimiz zaman, kızacak kimse karşımızda bulamayız. Her şeye hoş görü ile bakarız, hiçbir şey anlamasak da, bunun bir hikmeti vardır deriz, ve canımızı boş yere dedikodularla, vıdı vıdılarla uğraştırmamış oluruz, kendi işimize bakarız.

Çevrenin işiyle meşgul olurken, kendi işimiz geriye kalmaktadır, kendimizi düşünmüyoruz, ama bize lâzım olan da kendimizdir, bu bencillik değil, yanlış anlaşılmasın, başkasını düşünme kendini düşün, o maddede o şekildedir. Ama ma’nâda, akılda eğer akıllı varlıklar isek, evvelâ kendimizi düşünmemiz lâzımdır. Neden çünkü bu emanet bize verilmiş, emaneti yerine teslim etmemiz gerekiyor, bu da akılla bilinçle oluyor. Meselâ Hâdî isminin hükmü hidâyet; ve Mudili isminin hükmü dahî dalâlettir. Hâdî ismi kendisinin kulu olan mü'minden râzî olduğu gibi, Mudili ismi de kâfir kuldan razıdır. Fakat Hâdî ismine nisbeten kâfir "üzerine azab olunmuş ve dalâlette olan" zümresine dâhildir. Ve keza ism-i Mudili kendisinin sırât-ı müstakimi hâricinde bulunan mü’min kula gazab eder ve onu dalâlette görür; zîra bu iki isim, hükümde yekdiğerine muhaliftir.

Binâenaleyh tüm zuhur yerleri bir vecihden "üzerine azab olunmuş ve dalâlette olan " zümresine dâhildir; ve bir vecihden değildir. Yani göreceli, bir bakıldığı yerden bütün zuhur yerleri bir yönden üzerlerine gazab olunandır, bütün esma-ı ilâhiye üzerine bir yönden gazab olunandır, ama bir yönünden de gazab edilmeyendir. O halde görecelidir.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ



Bu konular oldukça ağır, ağır olması bizi ümitsizliğe düşürmesin yani karamsarlığa düşürmesin, bunlar hayatın mutlak ma’nâda bâtıni gerçekleridir. Aslında bâtıni sözü bir izah bakımındandır, hem zâhir hem bâtın gerçekleridir, çünkü farkında olsak veya olmasak da, bu hakikatlerle biz yaşıyoruz. Bâtınımızda yaşıyoruz, bilincine geldiğimizde, zâhirimizde de yaşamış oluyoruz. İşte mühim olan fıtri sadece batında yaşamak değil, fiziki olarak zâhirde de, yaşa-maktır, fiziki olarak, zahirde yaşadığımız zaman, idrakle bunları yaşamış oluyoruz, sadece bâtınımızda kalır ise, onları zuhura çıkaramamış oluyoruz ve ne yazık ki bilgi fakiri oluyoruz.

Bilgi zengini olabilmek için, toprağın içindeki altın madenlerini bakır gümüş ne varsa, petrolü doğal gazı, dışarıya çıkarmamız gerekiyor. Tarlamızın altında binlerce m3 doğal gaz olsun da, bizim haberimiz olmasın çıkaramayalım, işte bu zenginlikte fakir yaşa-mak olur. İlm-i İlâhiyeyi Cenâb-ı Hakk bütün varlığa yaymış vaziyette, ama ne yazık ki, gerçekten bundan en az biz insanlar faydalanıyoruz. Bir bitki bizden daha fazla yararlanıyor. Bir başka tabiat ismini verdiğimiz doğa bizden başka türlü daha çok yararlanıyor ama biz beşeriyet şartları ile şartlandığımız için, evdi işdi, aşdı çoluk çocukdu, bunlar bize perde oluyor, peki bunlar biz de olmayacak mı, tabi ki olacak onların şeriatı başka yani özellikleri başka ilmin özellikleri başka bâtıni yaşamın özellikleri başkadır.

Bir insanın kalde olan yaşantısı hem zâhiriyle hem bâtınıyla yaşamak, çünkü zâhiri bir tarafa bırakalım, bâtın ile yaşayalım, bâtını bir tarafa bırakalım, zâhir ile yaşayalım, sadece bakın her iki isme haksızlık etmiş oluyoruz. Zâhiri terk ettiğimizde yani ben kenara çekileyim, alayım tesbihi sabahtan akşama kadar tesbih çekeyim, dünya işi nasıl olsa olur, nasıl olsa bir lokma ekmek buluruz bir yerden, deyip böyle bir hayat tarzı var, o zaman ne oluyor, “Zahir” esmasına haksızlık yapmış oluyoruz. O’nun hakkını vermemiş oluyoruz. Tam tersi olarak zâhirimizi geliştirelim bâtınımız nasıl olsa olur, yaşlandığımız zaman ibadet ederiz, hacca da gideriz, her şeyi bırakırız, ondan sonra temiz bir Müslüman oluruz, dediğimiz zaman bu halde de, bâtına haksızlık etmiş oluyoruz, yaşadığımız süre içerisinde hem zâhirimiz var hem bâtınımız var, doğduğumuzdan itibaren hatta doğmadan evvel.

İşte yapılacak iş, mümkün olduğu kadar, her iki sahadan da faydalanmak istifade etmektir. İşte zâhirimiz elhamdülillâh Rabbımıza ne kadar şükretsek azdır, şu içinde bulunduğumuz kardeşlerimiz, arkadaşlarımız, evlâtlarımız dostlarımız, hepimiz az çok belirli bir yerlere gelmişiz, rabbımıza şükrederiz zâhir olarak az da olsa ihtiyaç hissetmeyecek kadar yiyecek bir şeylerimiz var, oturacak bir yerlerimiz var, sağlığımız var, yürüyoruz geziyoruz, konuşuyoruz, o zaman eksik olan bâtın esmasının hakkını vermeye yönelmektir. İşte yaptığımız işler de odur.

Zâhir zâten var faaliyette, bâtınımızı da faaliyete geçirdiğimiz zaman ki, bunların hepsi her sohbette her kitap okuyuşta, her ibadette, bâtın faaliyete geçmiş oluyor. İç bünye, yani ruhani yaşantımız faaliyete geçmiş oluyor. Ancak dünyanın dengesi ve huzuru bu ikisinin birlikte olması ile mümkün olmaktadır. Aksi halde ne kadar çok bâtına yönelirse yönelsin, kişi zâhiri ihmal ettiği zaman zâhir esması ondan hesap sorar, yani hakkını ister. Tam tersi olarak zâhirini yaşadığı zaman bâtınına ilgi göstermediği zaman, bu sefer bâtını ondan hakkını taleb edecektir, mutlaka ahirette sen neden benimle ilgilenmedin, bak işte bu gün benim elimdesin, ahirete geçtiğimiz zaman Bâtın Esmasının kucağına geçmiş olacağız.

O zaman bize diyecek ki, sen hep zâhirde idin benden haberin yoktu, bakalım şimdi ne yaparsın gibilerden. İşte bu bâtın sahasının hali de bir hayli geniştir, bu sahanın bir bölümünde bir sokağında yahut bir caddesinde bu gün yolumuza devam ediyoruz. Rabb-ı Hass caddesinde Kazâ ve Kader şehrinde o caddede yürümeye çalışıyoruz. Bunları bizlere bırakan gerçekten İrfan ehli büyüklerimize sonsuz şükranlarımız var, eğer onlar bu bâtıni mirasları bize bırakmamış olsalardı bizlerin bunları ortaya çıkarması pek kolay olmazdı. Çıkarsak da, belki bu derece güzel çıkaramazdık çıkarılamazdı.

Cenâb-ı Hakk da onları, bu görev için dünyaya göndermiş, rabbımıza da şükrederiz, kendinden bizi haberdar etmesi kendini bize bildirmesi çok büyük bir lütuftur. “Nefsini bilen rabbını bilir” diye belirtilen Efendimiz (s.a.v.) da bize bunun yolunu açıyor, işte yapılan bu sohbetler, kişinin evvelâ kendini tanıması ben neyim ben kimim sorusunun cevabını bulabilmesidir. Oradan da rabbına ulaşmasıdır çünkü büyüklerimiz nefis rububiyet hakikatinden meydana gelmiştir, diye bildirmişler dir. O halde evvelâ nefsimizi bilmek, bulmak, onun hakikati olan, rabbımızı da öylece yola çıkarak bilmektir.

İşte bu mevzularla ilgili herkesin bu âlemde bir rabb-ı hassı var, kendine ait ve kendini kontrol eden, biz uyusak da, o uyumayan biz gaflette olsak da, o gene bizimle beraber olan, yaşadığımız ve uyuduğumuz süre içinde, bizden hiç ayrılmayan, her birimizin bir rabb-ı hası vardır, herkese özel olarak bu rabb-ı has da esma-ı ilâhiyeden birisidir. Kaldığımız yerden devam edelim

İmdi dalâl, nasıl ki arız ise, gazab-ı ilâhî dahî, öylece arızdır. Ve meal, her şeye vâsi'a olan rahmetedir; o da sabıkadır (6).

Ya'nî Mudil isminin tecelli hali olan dalâl, dalâlet arızî olduğundan gazab-ı ilâhî dahî arızîdir. Bakın şimdi de bir başka yöne girdi, Dalâl yani dalâlette olunan arizi olduğundan yani dalâl sonradan meydana geldiğinden, âraz olduğundan asıl olmadığından gazab-ı İlâhi dahi arızîdir. Yani o dahi geçicidir. Ve meal, (geri dönmek) rahmet-i zâtiyye-i âmmeyedir. Yani yukarıda bahsetmişti ya sohbetin başında, Rahmet-i Zâtiye diye o umumiyedir Ve o rahmet dahî “Rahmetim gadabımı geçmiştir” hadîs-i kudsîsi mucibince sâbıktır; zira her bir Rab kendi abdinin dilemesinden razıdır. Meal diye belirtilen rahmet-i Zât’iye yani geri dönen Rahmet-i zât’iye de umumiyedir. Şimdi bütün bu âlemde asıl olan rahmettir. yani Rahmet-i Rahmaniye, Rahman’ın rahmeti diğer bütün esma-ı ilâhiye bu rahmetten nefes-i Rahmaninin bütün âlemlere yayılmasından sonra, meydana gelen esma-ı İlâhiyenin bakın her türlü hali Rahmetten sonra, yani evvelâ ezelde Cenâb-ı hakk’ın bir rahmeti var ve her şeye vasi, kaplamış olan bir rahmeti vardır.

Daha sonra bu âlemde faaliyet olabilmesi için, ve varlıkların birbirinden ayrılabilmesi için, zıt isimlerle bu sahneye geldiler, biz de öyle geldik. Bu zıt isimlerin bir tanesi Hâdi, bir tanesi de Mudil’dir. O halde Mudil ismi yani Dalâl isminin kaynağı, zuhuru olan Mudil ismi arız sonradan olmadır, asli değildir. Bakın burası çok mühimdir, gerçekten güzel bir bilgidir, işte onun için “Rahmetim gadabımı geçmiştir” rahmetim gadabımı örtmüştür onu kaplamıştır. O halde rahmet ezeli ve bakidir, gadab ise geçicidir. Yani Gadab ve Dalâl ebedi ve kalıcı değildir.

Peki nerede ne kadar sürelidir, işte mahkeme-i kübra görüldükten sonra, Hâdi isminin zuhurları cennete, Mudil isminin zuhurları cehenneme, orada gadab-ı İlâhi onları orada kaplamış oluyor. Süreleri ne kadarsa yaptıkları eksi işlerin süreleri ne kadarsa, herkesin nasıl hapishanede kalış süreleri, başka başka ise cehennemde de kalış süreleri başka başkadır. Ancak mü’min olanlar yani iman ehli olupta cehenneme girenler nasıl hapishanede müebbet hapis olmayanlar, süresi geldiği zaman bunlar oradan çıkıyorlar kendi evlerine gidiyorlar.

Ama müebbet hapiste olanlar ölünceye kadar hapiste kalıyorlar. Ama ölünceye kadar, bakın o dahi bir sonludur. Yani sonsuz bir hapishane hayatı yoktur. Mü’min olanlarla kıyas yapalım mü’min olanların kalış süreleri belirlenmiş olanları, mü’minler diye düşü-nelim, süresiz olanları da, gayri müslimler olarak düşünelim, yani gadab ehli olarak düşünelim. Ama bir ömür boyu dahi hapiste kalmış olsalar gene çıkıyorlar. Yani ölüm denen hâdise ile gene çıkıyorlar hapishaneden. Ama onlar ölmüyorlar, ölüm diye bir şey yok zâten onların hayatları ahirette devam ediyor, ama hapishaneden çıkmış oluyorlar.

İşte verilen ceza ve gadab ve dalâl geçicidir bu yüzden. Rahmet ise vasîdir. Bu Rahmet ezeli ve ebedidir Allah’ın Rahmeti. İşte onun için “Rahmetim gadabımı geçmiştir” dediği budur. Bir gün gelecek dünyada böyle olduğu gibi Cehennemde olanların da süreleri dolacak, mü’min olanların gayri mü’min, gayri müslim olanların, inkarcı isyancı olanların, dalâl mudil olanların da, görüntüde yine Cehennem gibi olacak, ancak o cehennem uzun süre orada kaldıkları için artık kendilerine tabii fıtratları üzere tabi yaşadıkları bir yere dönecek. Alışkanlık kesbedecek onları oradan çıkarıp Cennete koysalar hayır ben cennete gitmem diyecekler ve cennette zâten yaşayamayacaklar.

Neden, fıtratları başka olduğu için. O semender denilen sürüngen 500 derece santigrad ateşte yaşayabiliyormuş, yanar-dağların yakın çevresindeki sıcaklarda o sıcaklıkta yaşıyormuş. Bu âlemde de birine hayat veren bir hâdise bir yer, bir diğerine ölümünü hazırlamış oluyor. Meselâ kuşların cenneti hava, iken balığın cenneti su oluyor. Balıkların cenneti su iken, bu kuşların cehennemi oluyor. Bu sefer hava balığın cehennemi oluyor. O halde o niye orada, bu neden burada, diye fazla büyütmememiz lâzımdır. Cenâb-ı hakk gazab edici değildir, gerçi bu kelimeler şeriat ehli için indinde konuşulur, Allah’ın intikamı vardır, gazabı vardır, oralarda doğru, ama daha ileriye doğru gidildiği zaman bu gazabın geçici bir gazab olduğunu anlamamız zor olmayacaktır, işte burada da bize bildiriyorlar.

Bir baba evlâdı ne kadar kötülük yaparsa yapsın, ona sonsuz olarak bir gazab beslemez. Belki belirli bir süre için, belki işte bir iki konuşur neden böyle yaptın, yapmasaydın gibilerden ama, gene de gelse, onu kucaklar. Bir baba böyle yapıyorsa, Allah ki Rabbımız ki ne anne şevkati ne baba şevkati O’nun şevkatinin yanında hiçbir şeydir, çünkü bütün bu âlemlerin, işte bilindiği gibi, kaynağı sevgi muhabbettir. “Hub” diye bahsedilir, bu âlemleri gizli hazine idim kendimde olan güzellikleri ortaya çıkarmak için sevdim, diye ayrıca fezanın da ilk dokusu sevgi ve muhabbettir.

Ancak bu sevgi ve muhabbet dendiği zaman, beşeri anlamda nefsani bir sevgi değildir. gerçi o da ondan kaynağını alıyor ama, yönlendirilişi başkadır. Bir gün peygamber efendimize bir hanım geliyor kucağında çocuğu var, ağlayıp duruyor, ya rasulullah size bir şey soracağım diyor, bu benim çocuğum bir yaramazlık yaptı ben ona birkaç tokat attım, ama şimdi çok pişman oldum kadıncağız ağlıyor, oradan bir kıyas yapıyor, peki diyor Allah kullarını nasıl yakacak, ben bir insan olarak attığım tokattan pişman oldum, ben bir insan olarak buna dayanamaz iken Allah nasıl kullarını cehennemde yakacak diye söylediği zaman Peygamber Efendimizin verdiği cevap her zaman olduğu gibi çok güzel çok kemallidir, “O senden daha merhametlidir” buyuruyor.

Yani Cenâb-ı Allah kullarına senin oğluna olandan daha merhametlidir diyor. işte burada Rahmetinin gadabını örttüğünü bize bildirmiş oluyor. Cenâb-ı Hakk her birerlerimize kolaylıklar ihsan etsin. Tabi hepsinden güzeli gadaba sebeb olmayacak şeyleri yapmaktır. Mudil istikametinde değil de Hâdi istikametinde hayat sürdürmek tabi ki en güzelidir. Zira her bir Rabb kendi abdinin meşiyetinden razıdır. Her bir rab kendi abdinin meşiyetinden yani dilemesinden iradesinden razıdır.

Ve dalâl ancak diğer Rabba nazaran tahakkuk olur. yani değişik ortamlarda yaşayan farklı canlılar vardır, birinin yaşayamadığı ortamda diğeri yaşayabiliyor, toprağın içinde de yaşayabilen canlılar vardır, demek ki toprak onlara hayat veriyor ki yaşaya-biliyorlar. Balığa su ortamı hayat veriyor, kuşa da hava ortamı hayat veriyor kanatlı olduğu için kuşun iki kanadı olduğu için havada uçuyor tek kanadı bile olsa çırpınır uçamaz. İşte başta belirttiğimiz gibi, eğer biz sadece zâhir ismi ile yaşıyorsak tek kanatlıyız, tek kürekliyiz çekeriz çekeriz, aynı yerde döner dururuz.

Eğer sadece bâtın ismi ile yaşıyor isek, zikir tesbih sadece dünyayı bir tarafa bırakmışız, gene tek kanatlı, tek kürekliyiz demektir. İşte kuş nasıl iki kanadı ile uçuyorsa bir insan da kâmil bir insan, faziletli daha yararlı bir insan olması için, hem zâhir küreğini çekecek hem de bâtın küreğini çekecektir. İşte dalâl mudil yani değişik zıt, ancak Rabb-ı ahar’a nazaran mütehakkik olur tahkik edilmiş olur. yani bir rab, diğer bir rabba, göre mudil olur. şimdi bir genel Mudil var, bir de zıt esma-ı İlâhiyenin mütekabil olanları hepsi o onun dalâli o onun dalâlidir. Yalnız bir mutlak delâl esması var bu o değildir.

Şimdi kuşlara göre su ortamı Mudil’dir, balıklara göre hava ortamı Mudildir. Yani onun tersi balıklara hayat vermiyor, balıklar hava ortamında ölüyorlar, o halde birine hidâyet veren Hâdi olan diğerinin ölümünü ortaya getiriyor, o zaman işte bu dalâl olmuş oluyor. Diğerinin dalâli yani zıddı istenmeyeni olmuş oluyor. Bir kuşu suya batırırsak onu istemez, çırpınır sudan çıkmak için, işte su ortamı onun dalâlidir yani Mudili olmuş olur. balığı sudan çıkarıp hava ortamına bıraktıklarında nasıl çırpınır, işte o hava ortamı onun dalâlidir Mudilidir. Burada bahsedilen dalâl Rabb-ı Ahara nazaran yani diğer bir esmaya nazaran mütehakkık olur, yani orada tahakkuk eder. Esma diğer esma, karşısında tahakkuk eder.

Halbuki ilâhi esmanın tümü, zâhiratın başlangıcı olmak i'tibâriyle rahmet-i zâtiyye-i âmmeden ibaret bulunan vücûd-ı mutlakta gark olmuş idiler. Cenâb-ı Hakk insanı halifem, diye belirtmekte o halde biz bu vasıfa lâyık varlıklar olarak hayatımızı sürdürmek, bizim başlıca görevimizdir. Yoksa yattım kalktım yedim iştim, buraya gittim bu herkesin işidir. Her mahluk öyle yapıyor zâten. Ama hayat sadece bu değildir, hayatın gerçek olan bir lâtif tarafı var ki işte insanın letafeti güzelliği hoşluğu da oradan geliyor. Yoksa dinimiz sadece şunları yap, bunları yapma, işte şu kadar namaz kılarsan bu kadar sevap kazanırsın değildir.

O da vardır, o şeriat mertebesindedir, sadece tefekkür ehli olmayan kimselerin fiiller ile bir yerlere gelmeyi arzu etmeleri tabi ki o da çok güzeldir. Ama güzelin de güzeli vardır, bu âlemde en iyisini en güzelini kazanmak, her birerlerimizin hakkıdır, kimse buna mani değildir, yeter ki biz taleb edelim. Hani ne demişler “talebena vecedena” yani “biz taleb ettik ve bulduk” yani biz taleb ettiğimizi bulduk anlamındadır. Yani mevcudu, vücuda gelmiş olarak bulduk, yani taleb ettiğimizi vücuda gelmiş olarak bulduk. Taleb ettiğimiz mevcut olmazsa o hayalimizde kalır, mevcut olacak bir varlık olarak ortada olacak ki, o zaman bulunmuş olacak biz de ondan istifade edeceğiz. İlim de böyledir, kim ki neyi taleb ederse onun peşinden gider.

Bütün Esma-ı ilâhiye ne kadar Cenâb-ı hakk’ın ismi varsa 99 diye belirtilen ama, 99 dan çok fazla olan, sınırı olmayan, Allahın kelimelerine sınır biçmek had biçmek mümkün değildir, gene Kur’ân-ı Kerîm’deki âyet-i Kerîmede 31/27 âyetinde buyurur,

وَلَوْ اَنَّ مَا فِى الاَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ اَقْلامٌ وَالْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ اَبْحُرٍ مَا نَفِدَتْ كَلِمَاتُ اللَّهِ اِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

31/27-Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine Allah’ın sözleri yazmakla tükenmez. Doğrusu Allah üstündür, hikmet sahibidir.

İşte burada bütün esma-ı İlâhiye mebdei taayyunat olmak itibariyle, bu âlemlerin başlangıcı kaynağı olmak itibariyle Rahmat-i zâtiye-i umumiyyeden ibaret bulunan vücud-u mutlakda mustağ-rak idiler. Yani O’nun Mutlak vücudunun varlığında gark olmuşlardı. Yani bâtında idiler, gizlide idiler. Bütün İlâhi isimler 99 olarak, saydığımız ki bu daha çok faaliyette olan isimlerdir, 99 Esma-ı ilâhiye âlemde nekadar varlık ve onların isimleri varsa bunların hepsi Esma-ı İlâhiyedir. Yani Allah’ın güzel isimleridir.

Zâten başka bir varlık yok ki, bu âlemde başkasının ismi olsun. Peki ne olmuş bunlara, kâffe-i esma-ı İlâhiye mebde-i taayyunat olmak itibariyle, yani bütün esma-ı ilâhiye bu âlemin kaynağı başlangıcı olması itibariyle, âlemde ne varsa, gördüğümüz katı yumuşak, katı sıcak soğuk, ne varsa bu âlemde sıcak bunların hepsi bir isim ile ortaya çıkmakta hiçbir şey rast gele kendi kendine ortaya gelmez. Hiçbir şey plânsız programsız ne büyüyebilir, ne küçülebilir, ne de var olabilir. Hadi biz dua edelim şimdi şu tahtanın içinden yeşil bir şey çıksın diye.

Bir milyon sene dua etsek kuru tahtadan yeşillik çıkmaz. Çünkü orada programı yoktur. Ama biz hiç dua etmeyelim orasının biraz açalım tahtanın içine biraz toprak koyalım biraz gübre su koyalım oradaki tohum, doğası gereği çıkar dua etmeye gerek kalmadan. İşte orada, doğasından kasıt, kendi fıtri halidir. Cenâb-ı hakk’ın iç bünyesine koyduğu program o filizin neyse, tohumun içine beynine koyduğu kendi fıtri programı onun içindeki minicik şey görülmez olan şeyin içerisinde, evvelâ o bir çekirdek ise, evvela şarh ediyor, “elem neşrahlek” göğsünü yarıyor, çekirdek evvelâ kendini feda ediyor, evvelâ aldığı rutubetle nur ve ruh ile topraktaki bulunan yavaş yavaş zâhir hayata dönmeye başlıyor.

Görüntüye gelmeye başlıyor, ama o çekirdeğin içerisinde hepsi zâten vardır, elma çekirdeği ise, diyelim domates çekirdeği ise, o domatesin kökü çekirdeği sapı yaprağı kendisi o çekirdeğin içinde hepsi mevcuttur. Ancak görüntüde değildir, işte su güneş, toprak sebebiyle, o çekirdek açtığı zaman içindeki sırrı ortaya döküyor, o sır onların programlarıdır. O program yaşayacak mutedil ortamı bulduğu zaman hemen çıkmaya başlıyor, kimse zâten durduramaz. Tohumun birini durdursanız, diğeri çimlenir bakınız Cenâb-ı Hakk’ın İlm-i İlâhiyesi ne kadar güçlüdür, bir çuval domates tohumu düşünelim veya buğday tohumu arpa tohumu ne varsa her birinde aynı program vardır. Nasıl ilâhi bir saltanattır.

İlm-i ilâhiyenin programı Cenâb-ı hakk’ın sanatı ve ilmi ne kadar yücedir, sonra o tohumların içerisinde bu programları kim monte ediyor, hangi fabrikada onlar oraya konuyor. Böyle bir fabrika yoktur. Kendi varlıklarından gene kendilerini üretiyorlar. Hiç birisi gidipte eğitim alıyor mu, böyle bir eğitim zâten yoktur. Ama bu işi biliyor nereden biliyor, işte fıtri Cenâb-ı hakk’ın ilmi melâike-i kiram onları kontrol ediyor, biz uyuyoruz onlar uyumuyorlar. 24 saat bütün âlem faaliyettedir. Bakın bütün âlem zerrelerine kadar faaliyettedir. Eğer zerrelerin birisi faaliyet dışı kalsa bu âlem tamamen bozulur. İşte bunun kaynağı da bütün esma-ı İlâhiye yani bütün isimler mebde-i taayyunat olmak üzere, yani bu âlemlerin kaynağı olması itibariyle, Zâtiye-i umumiyeden ibaret olan yani umumi Zât’i Rahmetten ibaret olan vücud-u mutlak yani bu mevcut olan vücut Cenâb-ı Hakk’ın Zât-ı Mutlak tabirinin bir başka vücud-u Mutlak tarifidir.

Vücudsuz bir vücud, yani bizim anladığımız ma’nâda beşeri ma’nâda bir vücud mevcud varlık değil, Cenâb-ı Hakk’ın kendi mutlak vücudu, hiçbir kayıt gözetmeksizin ne lâtif ne kesif, ne ruh ne nur, onlardan da yukarıda olan onları da meydana getirmiş olan vücud-u mutlaktır. Mutlak varlıktır. Zât-ı Mutlak diye de ifade ediliyor. aslında biz de aynı şeylerdeniz. Cenâb-ı Hakk bütün bu âlemde vücud-u Mutlak olarak geniş tek sahasında kendisi vardır, ama bu âlemin varlığında olan bizler dahi kendimize ait bir vücud-u mutlağımız vardır. Her birerlerimizin bâtında böyle mutlak vücudumuz vardır.

İşte o Mutlak vücudumuz olmazsa beşer vücudumuz zâten ortaya gelmez, mutlak vücudumuz bu vücudun kaynağıdır. Bütün esma-ı ilâhiye bize ait olan esma-ı ilahiye, bizdeki mutlak vücuda monte edilmiş yani oraya aktarılmıştır, kopyalanmıştır. İşte bizim de hayatımız o vücuttaki program üzere gelişiyor. Ne kadar yaşayacağız, işte nasıl bir hayat süreceğiz ne cinsiyette olacağız, gibi vücud-u mutlaktaki programın görüntüsüyüz şuhud-u vücudda. Bu şuhud-u vücud yani müşahade edilen vücud, bir de vücud-u izafi dediğimiz ruhsal tarafımız vardır, izafi yani isimlendirilmiş, var ama göremiyoruz, göremiyoruz ama vardır.

Göremiyoruz diye yok diyemeyiz. Meselû şu anda hepimiz düşünüyoruz, hepimiz bir şeyler düşünüyoruz, yani akıl sahibiyiz aklımızı görebiliyor muyuz, aklımızı göremiyoruz ama aklımızın varlığından şüphemiz var mıdır? Yok hep bunda müşterekiz, aklımız var, ve biz bu akla şahit oluyoruz. Ne ile şahit oluyoruz, fizikiyle değil yaptığı işlerle şahitiz. Eğer bu aklımız olmazsa buraya gelip bu adresi bulamayız. Burada bu sözleri dinleyemeyiz. Kendi hayatımızın varlığını bilemeyiz. Aklımız olmasa kendimizi unuturuz. Ben kimim diye sorarız, yanlış işler yaparız başka adrese gideriz, göremediğimiz halde biz aklımızın varlığına şahit oluyoruz. Neden faaliyeti ile şahit oluyoruz.

Nurumuz var, Ruhumuz var, bunlar lâtif şeyler, gözün göreceği şeyler değildir, ama varlığını müşahede ediyoruz şeksiz şüphesiz ruhumuzun olduğuna inanıyoruz. İnanmaktan öte müşahede ediyoruz. Çünkü hayatımız onunla eğer ruhumuz olmazsa bu hayatımız olmayacaktır. Nurumuz var değil mi, nurumuzu görebiliyor muyuz, göremiyoruz, ama biz o nur ile görüyoruz. Nuru göremiyoruz ama biz onunla görüyoruz. Bir nefsimiz var nefsimizin farkında mıyız görülür bir şey değildir, ama var bize her türlü duyguları her türlü kuvveti bizim üzerimizde tasarruf ediyor.

Ancak biz aklımızı eğitip de gerçek ma’nâda irade sahibi olur da, bu vücudun hâkimi olursak o zaman nefsimiz bize bir şey yapamaz, kendi istikametinde bizi yönetemez. Ama nefsimiz aklımız eğer irade sahibi olamamış ise, aklımızı yönetici olarak yapamamış isek, beden mülküne o zaman nefis geliyor, paşa paşa tutuyor onu elinden kolundan, istediği yere götürüyor. Yiyelim içelim gezelim kalkalım, ibadete gelince yaparız, yaparız, biraz yaşlanınca daha sonra yaparız, deyip bizi oyalayabiliyor.

O halde bu dört yönümüz görülmediği halde, ama biz onların varlıklarını müşahede ederek hiç bir şekilde şüpheye düşmeden varlığını kabul ediyoruz. İşte bu izafi vücuttur. Vücud-u Mutlak ise bütün bunları meydana getiren ve kaynağı olan hiçbir şekilde tesbit edilmesi mümkün olmayan bir vücutlarımız vardır. İşte Cenâb-ı Hakk’ın da burada bahsettiği bütün esma-ı İlâhiye mebde-i taayyunat olmak itibariyle, yani bu âlemlerin kaynağı ve başlangıcı olmak itibariyle rahmet-i zâtiye-i umumiyeden ibaret, yani umumi Zât’i rahmetten ibaret bulunan vücud-u mutlakta, bu bahsettiğimiz görünmeyen bilinmeyen sadece varlık olarak bilinen, ama mevcut varlık olarak değil, ilmi bir varlık olarak bilinen Mutlak Vücutta müstağrak idiler. Yani orada sessiz sedasız orada gark olmuşlardı kaynakta idiler. Bu daha evvelki sohbetlerde Rahmetten bahset-mişti onun izâhını yapıyor, Rahmat-i Zâtiye ve Rahmet-i Sıfatiyye diye Cenâb-ı Hakk’ın bu âlemlerde iki umumi rahmetinden bahsetmişti, Rahmet-i Zatiyye, Rahmet-i Sıfatiyye bu Rahmetleri de ikişer bölüm olarak yani Rahmeti dört bölüm olarak ayırmıştı, burada ondan bahsediyor.

Vaktaki rahmet-i rahmani olan yani Rahmanın Rahmeti olan nefes-i rahmanî ile tecellî-i ilâhî vâki' oldu; Yani vücud-u Mutlak zuhura çıkmayı murad etti, tecelli-i İlâhi oldu, esmâ suretleri, hazret-i ilmiyyede peyda ve yek dîğerinden farklı oldu. Yani yukarıda bahsedilen isimlerin suretleri hazreti ilmiyede yani Zât-ı Mutlağın ilk zuhura gelme hali ilim mertebesinde ilmi varlıklar olarak fiziki varlıklar olarak değil, ilmi varlıklar olarak hazreti ilmiyede peyda oldu yani meydana geldi. Ve bu meydana geldiği zaman bunlar da yek diğerinden artık bu âlemde ayrılmış oldular.

Yani Zat-ı Mutlak’ta bütün esma-ı İlâhiye bir bütün iken ve orada zıtlıklar yok iken asılları zıt ama faaliyet olmadığı için zıtlıklar yok iken, ne zaman ki Rahmet-i Rahmani, yani Rahmaniyet mertebesinin rahmeti olan nefes-i Rahmani ile tecelli-i İlâhi vaki oldu, orada faaliyete başladı, nefes-i Rahmani dendi bütün bu âlemlere cenâb-ı hakk kendi Zât’ından olan Rahmetini yaydı. İşte gadab ve Mudil bu Rahmetin içindedir, ama rahmet hepsini kapsamına almış vaziyette asıl Rahmet bu âlemde. Gazab Rahmetten sonra meydana gelmektedir. Vaktaki Rahmet-i Rahmani olan nefes-i rahmani ile tecelli-i İlâhi vaki oldu, Allah’ın ilâhi tecellisi meydana geldi suver-i esmaiye yani isimlerin suretleri yani “Kadir” isminin sureti ne olacak “Vehhab” isminin sureti faaliyet sahası ne olacak.

Esma-ul Husna’yı duvarlarımıza asıyoruz, muhabbetimiz var orada her bir isim, isim olarak vardır. İşte bu bahsedilen yer o isimlerin hakikatlerinin suretlenmiş halinin meydana gelmesidir. İlmi ma’nâda suretlenen Esmâ-ı İlâhiyeler programlarını aldıkları görevleri programları ile evvelâ âlem-i misalde lâtif hale bürünmekte, ondan sonra onun yansıması olan aksi olan meydana gelmiş halleri de, hazret-i şehâdette yani bu müşahede âleminde fiziki ve fiili olarak ortaya gelmiş olmaktadır. İşte bu âlemlerin yaşantısı bu şekilde oluşmaktadır, hiçbir şey gördüğümüz gibi o kadar basit değildir.

Her şeyin ilm-i ezeliye dayanan bir serüveni var bir süreci var, biz görüyoruz işte ağaç çiçek açtı, meyve verdi ama o aşamaya gelinceye kadar ne yollar kat edilmiş oluyor ilm-i İlahiyeden sonra. Hazret-i İlmiyyede bunlar peyda oldu ilim hazretinde ve yek diğerinden mütemeyyiz oldu yani diğerleri birbirinden ayrılmış oldu

Ve Hâdî ismi ism-i Mudıll'den ayrıldı. İmdi bu farklılaşma sonradan olduğundan, dalâl üzerine tertip edilmiş olan gazab dahî sonradan olur; ve rahmet gazabı örtmüş bulunur. Yani Rahmet ondan evvel olmuş olur. ezelde rahmet gazabı geçmiş olduğu gibi gelecek de de gene Rahmet gazabı geçecektir, kaplayacaktır yani örtecektir yani hükümsüz bırakacaktır. O halde ezelde gazab yok gelecekte de gazab yok, gazab görülen orta haldedir, yani belirli bir sürenin içerisindedir.

İşte bir gün diyor ya mü’minlerin gireceği cehennem günahları bittikten sonra çekilecek Rahman ayağını cehennem üzerine basacak cehennem diyecek ki yetti, yetti tamam ve ondan sonra cehennemde kereviz otu bitecek cır cır otu bitecek, yani cehennem yeşillik olacak, ot bitmesi için de sulak arazi olması lâzımdır, o zaman ateşlik hususiyeti tamamen kalkmış olacak neden çünkü arizî gadab ve dalâl arızî ama, Rahmet Rahman ebedi ve ezelidir. Ancak ehl-i küfrün cehennemi yani onlara yapılan gadab biraz daha uzun sürecek ama neticede onlar da artık orada kaldıkları süre içerisinde oraya alışmış olacaklar ve onların gıdaları da ateş olacaktır.

Nasıl ki o tezek içerisinde böcekler vardır, onu yuvarlarlar kışa hazırlık yaparlar, onun cenneti de orasıdır, o koku onun cennetidir. Ama bir başka böcek onun yanına yaklaşmaz. Ama oradakier böceklerin rızkının yanına yaklaşmaz. İşte birine cennet olan diğerine cehennem olmaktadır. Ama ehline hepsi cennettir. Cehennem de ehline cennettir, cennetten kasıt rahat etmek değilmidir, onlar da onun içinde rahat ettikleri için kıyasen diğerine cehennem gibi gözüken onun cenneti olmaktadır. O halde bunlar hep kıyasi olmakta mutlak olarak hiçbir şey yoktur, birinin mutlak olanı diğerinin mutlak olmayanı, olmazsa olmazı ama, aynı şey diğerine göre artı, aynı şey diğerine göre eksi olmakta, yani bu âlem görecelidir. Göreceliye göre iyi doğru işte yüksek alçak gibi şeyler ama tevhid ehline göre bunların hepsinin yeri vardır bunların hiç birisini inkâr etmezler.

Zira ezelin ezelinde bu suretle rahmet asıl olduğu gibi, ebedde dahî sabıktır. Yani geçmişte rahmet ebedi olduğu gibi, gelecekte dahi rahmet asıldır. Yani gelecekde dahi rahmet vardır. Çünkü ya dalâli mûcib olan perdelerin kaldırılması ve bozulması veyahut tevhîd-i zât nurlarının zuhurunda, taayyünât-ı eşyanın zevali ve tecelliyât-ı ilâhiyyenin kendi asıllarına rücû'u sebebi ile meâl (geriye dönme) yine Rahmân'adır.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Mâsivâ-yı Hakk'ın kâffesi "dâbbe"dir; zîrâ zîrûhtur. Ve- kendi nefsiyle hareket eder bir şey yoktur; o ancak kendi nefsinin gayriyle hareket eder: Binâenaleyh, o şey, sırât-ı müstakîm üzerine olan şeyin hükmüne tebaiyyetle hareket eyler; zîra sırat, ancak üzerinde yürümekle sırat olur (7),

Ya'nî umumi örfte, yani Hakk’ın sisteminde yaşanan bu âlemde, Hakk'ın gayri dediğimiz şeylerin tamamı aslında Hakk’tan gayri hiçbir şey yoktur, ancak bir şey zuhura çıktığı zaman gayr hükmünü almaktadır. Kendi varlığında mevcut iken “AYN” yani aynı hakikati, ama zuhura çıktığı zaman “GAYRI” olmaktadır. Meselâ bir ressamın ressamlığı kendi ayn’ında iken aynı, yani kendi varlığında iken ressamlığı bilgisi aynı, ama ne zaman ki bir tuvale bir resim yaptı o onun gayri oldu. Yani kendi varlığının dışına çıktı, “GAYR” oldu. Ama aslında o “gayr” denilen şey “ayn” nın aynından başka bir şey değildir.

Zuhura çıktığı için gayr ismini aldı. Ama o resim aslında ressa-mın ta kendisidir, çünkü ressam olmasaydı o resim olmayacaktı. Yani ressamın ayn’ı yani hakikati olmasaydı, o resim zuhura çıkmayacaktı. İşte örf-ü umumide yani umumi anlayışta, insanların genel bakışta Hakk’ın gayrı dediğimiz şeyler, ama aslı öyle mi acaba yani genel ma’nâda anlaşılan, belirtilen şeyler, hakkın gayrı ağaç, toprak, taş, hava, kuş, kanat, dediğimiz şeylerin hepsi yani bütün bunların hepsi, ister madenlerden olsun, ister nebat olsun, bunların hepsinin aldığı isim “DABBE” ma’nâsındadır. Dabbe den, debelenen iki ayak üstü hayat sahibi, olan varlık kasdediliyor.

Kıyamete doğru çıkacak olan Dabbe, Mudil isminin güçlü zuhurlarından olacak bozgunculuk yapacak. İster cemâd olsun, ister nebat "dabbe "dir. Çünkü cümlesi ruh sahibidir; bu ruh onların kendi mertebelerindendir. İnsan ruhu bunların üstünde bir başka yerdedir, ve onların ruhları, esmâ-i ilâhiyyeden birer isimdir; Yani Ruh-u A’zâm’dan değil, esma-ı İlâhiyeye bağlayan hayat türü bir ruhtur. ve Hak o isimler ile onlarda zâhirdir; böyle baktığımız zaman âlemin Hakk’tan ayrı bir şey olmadığı, böylece de anlaşılmış oluyor. Evvelâ örfi olarak o anlayışı veriyor, cemat, nebat, denilen şeyler Hakk’ın gayrı ama, bunlar Dabbe hükmünde olduklarından dabbe de, hayat sahibi olduklarından ve her bir esma-ı İlâhiyenin bir ismini zuhura getirdiklerinden, ve Hakk o isimler ile, isimler de, Hakk’a ait olduklarından, o halde gayr dediğimiz şeyler, Hakk’ın orada, o mertebeden tecelli ve zuhur etmiş olduğu halidir.

Cenâb-ı Hakk âyet-i Kerîm’e de bir çok yerlerde خَلَقَ اللَّهُ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضَ بِالْحَقِّ اِنَّ فِى ذَلِكَ لاَيَةً لِلْمُوءْمِنِينَ 29 /44 “semadaki ve yerdekileri Hakk olarak halk etti” bu âlemlerin zâhiri halk, bâtını Hakk tır. Zâhirine bakarsak, yaratılmış olarak görürüz, hakikatine bakarak düşünürsek Hakk’ın ta kendisi olduğunu biliriz. Bunlar bir yaşam idrak anlayış, meselesidir, ama kim ne şekilde anlarsa anlasın bu âlemlerin hakikati Hakk’tır. Orası değişmiyor. Ve Hakk o isimler ile onlarda zâhirdir. Yani hangi varlığa baksak Hakk’ın bir ismi orada zuhurdadır. ve o şeylerin kıyamı, yani meydana gelişi, varlık oluşu ancak o isimlerin kayyûmiyyetiyledir. Yani o isimlerin o varlıktaki kıyamı iledir. Kayyum yani bakıcılığı yani devamlılık halinde yaşatacağı isimdir. kayyum ismiyledir.

Ve vücûtta kendi nefsiyle hareket eder bir şey yoktur; gördüğümüz mevcut olan şuhudi vücutta kendi kendine hareket eden yoktur. Zîra kendi nefsiyle mevcûd değildir; yani bu âlemde hiçbir şey kendi kendine var olmuş değildir. Bir başka muharrik tarafından meydana getirilmiş ise, o zaman da kendine ait de, bir varlığı olmaz. Ama biz baktığımız zaman kendine ait elmayı, kendine ait gibi varlıklar zannediyoruz. Halbuki bu âlemde kendi kendine olmuş hiçbir şey yoktur, ve kendine ait o hiçbir şeyin o şeyliği yoktur. belki kendi nefsinden gayri bir vücûd ile hareket eder gördüğümüz bu âlemdeki varlıklar.

Binâenaleyh o şey, kendisinin mazhar olduğu ve sırât-ı müstakim üzerinde bulunduğu, Rabb-i hâssı olan ismin hükmüne tabi olarak yürür. Daha evvelki sohbetlerde Hud (a.s.) dan bahsetmişti مَامِنْ دَاۤبَّةٍ اِلا هُوَ اَخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا 11/56 Rabları onların nasiyesinden tutup götürmektedir. Kendilerince bir şeyi yok, bakın kendileri gider demiyor. Yani kendini kontrolünde tutan esma-ı ilâhiye olan ismin hükmüne tabi olarak yürür.

Ve sırat, üzerinde yürünmekle sırat olur, yol olur. Bir yol yapılsa da üzerinde yürünmese ona yol denmez, ama küçücük bir patika olsun, toprak üzerinde yürünsün, işte o asfalt yoldan daha değerlidir. İmdi o şeyin hareketi, yani her hangi bir varlığın hareketi mademki tebaiyyet hükmüyle vâki' olur, yani bir şeye tabi olarak meydana çıkar, o halde onun hareketi zayıf harekettir; zîra hareket-i arızadır, hareket-i zâtiyye değildir. Yani zayıf bir harekettir, çünkü kendine ait değildir, hareketi arizî yani başkası tarafından hareket ettirilmektedir, zâtından olan hareketler değildir, gördüğümüz bütün varlıklardaki oluşumların kaynağı kendinden değildir.

Ve bu hareket ile, o şeyin kabiliyetinde müteayin olan Hak, ona mahsûs olan kemâlin müntehâsına, yani nihayetine çeker ve onunla beraber seyreder. Yani o programda elma olmak varsa o programı kemâline kadar götürür, ve onunla beraber de seyreder. O varlıkla beraber de, o ism-i hass seyr eder. Hani müdebbiridir tedbir edicisidir koruyucusudur, yürütücüsüdür dedi ya, işte o ism-i ilâhiyenin melekeleri onun emrinde, o ismin emrinde kendisine hangi zuhur tahsis edilmişse, hangi zuhurda tasarruf oluyor ise melâike-i kirâm da orada yapılacak olan her şeyi gece gündüz, salise eksiltmeden, aksatmadan, onun üzerindeki bina, yani yenilenmelerini temin ederler.

Ağacın üstünden elmanın biri olgunlaşır düşer, yavaş yavaş küçükler büyür, ta ki müddeti süresi zamanı gelinceye kadar, havalar soğuğa dönünceye kadar.

Bu surette o şey, kendisinde hiçbir tasarruf olmayan o şey Hak ile Hak'ta hareket eder; işte ne görüyorsak bu âlemde biraz bâtını yönden tefekkürümüz varsa, biraz idrakimiz varsa, o şeyde Hakk’ın bir isminin zuhurda olduğunu, ve Hakk ile o ismin hakikati ile yine de Hakk’ta, neden çünkü Hakk’ın dışında başka bir yer yok ki, nerede olsun, âlem diyelim, gök yüzü diyelim, toprak diyelim, hepsi bunlar Hakk’ın varlığı içindedir, Hakk’ın varlığından ayrı bir mekân mahal tasavvur edersek, o mahal ve mekâna başka bir rab sahib vermemiz lâzım gelecektir. Böyle bir şey mümkün mü, değil bu neye benzer, bir çiftlik sahibinin, yüz dönüm arazisi olsun, bunun içerisinde bir başkası gelsin, bina kursun o çiftlik sahibi onu orada tutar mı, mümkün müdür, mümkün değildir, normalde mümkün değildir, ama celladın biri gelirde zorbalık yaparsa o zaman o cabbarlık olur, o Hakk’ın sistemine de uymaz. O halde bütün âlemde ne varsa her şey Hakk ile Hakk’ta yaşar, yani hareket eder. Eğer Hakk’ın dışında bir varlık var da gene o Hakk’ın dışında yaşıyor dersek, biz çok yanılmış oluruz.

O zaman biz şirk ehli oluruz. Hakk ile Hakk’ta hareket eder, ve bu hareket, Hak'la ve Hak'ta vâki' olunca, sırat ve sırat üstünde yürüyen Hak olur. Yani mahlûk olarak gördüğümüz o şey aslında Hakk’ın ta kendisidir, ancak allah değil, Hakk Hakk ismiyle yani bir Esması itibariyle yürür. Ve Hakk'a tebaiyyet hükmü ile olan hareket dahî, seyr-i billâh olur. yani Hakk’a tabi olarak yapılan hareket dahi bunun ismine “seyr-i billâh” derler. Yani Allah ile seyir derler, Hakk ile seyr derler.

Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin