GöNÜlden esiNTİler. A’YÂn-i sâBİte kazâ ve kader necdet ardiç terzi baba necdet ardiç



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə17/32
tarix03.01.2019
ölçüsü2,1 Mb.
#88712
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   32

Ma'Iûm olsun ki, rusül (salavâtullâhi aleyhim), evliya ve arifin oldukları haysiyyetle değil, rusül oldukları haysiyet-le, ümmetlerinin bulundukları hal merâtibi üzeredir. Binâen aleyh rusül indinde, irsal olundukları ilimden, ancak ümmet-lerinin bilâ-ziyâde ve lâ-noksan muhtâc oldukları şey kadar vardır (9).

Ya'nî resullerin, resul oldukları cihetten, ilm-i irsaldeki mertebeleri, ümmetlerinin merâtibi ve îmân ve i'tikâdâtı ve ilim ve maârif ve isti'dâdâtı üzeredir. Binâenaleyh her birisinin ümmeti, ulûmdan ne mikdâra muhtâc ise, ilm-i risâlete müteallik olarak onların indindeki şey dahî, o mikdârdan zâid ve nakıs değildir. İmdi ma'lûm olsun ki rusül (a.s.) için üç cihet vardır: Birincisi cihet-i risâlet olup, bu cihetle ümmetlerinin uhrevi emirler, ve dünyeviyyelerinin salâhını mûcib olan ilâhi hükümleri deruhte ederek onlara tebliğ ederler. Ve bu hükümler ümmetlerinin ihtiyâcından! ziyâde ve noksan değildir.

İkincisi ciheti velâyet olup, onların sıfât-ı Hak'ta sıfatlarıyla ve zât-ı Hak'ta zâtlarıyla fânî olmaları ve esma ve sıfât-ı ilâhiyyenin kemâlâtı isti'dâd-ı zatîleri, ve kâbiliyyât-ı külliyyeleri sebebiyle onlarda zâhir olması için, o rusülün fenâ-fillah mertebesidir. Rusül-i kiram bu cihetten ümmetlerinin hakikatleri mertebesi üzerine değildir.

Üçüncüsü cihet-i nübüvvet olup enbiyâdan her birisi isti'dâd-ı aslîsi ve kâbiliyyet-i zatîsi hasebiyle, ma'rifet-i ilâhiyyeden merzûk olduğu kadar. Allah Teâlâ'dan ihbardır. Ve bu cihet, cihet-i velâyetin zâhiri ve cihet-i velâyet bunun bâtınıdır. Şimdi bunlara tekrar bakalım: şimdi rasullerin rasul olduğu cihetten yani Rasul biliyorsunuz kitap getirenlerdir, Nebi de kendinden evvelki peygamberin sünnetine tabi olan ve onu genişleten demektir. Rasul oldukları cihetten ilm-i risaletteki mertebeleri, risalet ilmindeki mertebeleri, ümmetlerinin meratibi iman ve itikadı ve ilim ve maarif ve istidadı üzeredir.

Bakın hangi ümmete hangi rasul gelmişse ümmetinin kemâlâtı üzerine gelmiştir. Yani ümmetin de bunları idrak edebilecek halde gelmiştir. Yoksa idrak edemeyecek olsalar o rasul o bilgi ile gelmez. Diyelim ki üniversite son sınıftaki bir kişi oraya kadar gelmiş o dersi alabilecek kabiliyettedir. Ama üniversite birde’kine üniversite beşin dersi verilse oraya hazır olmadığından bu yanlış bir iş olur. İşte hangi rasul hangi ümmete gönderilmişse o ümmette o kabiliyet vardır. Ve o ümmete göre de o rasul ilmi ile gönderilmiştir. Böylece her birinin ümmeti ulumdan ne miktara muhtaç ise, ilimden ne kadarına muhtaç ise, ilm-i risalete müteallik olarak onların indindeki şey dahi o miktardan zait ve nakıs değildir. yani peygambere verilen ilimden fazla ve eksik değildir. Zâten fazla olamaz, ama eksik de değildir. yani ümmeti bunları kabul edecek kabiliyettedir.

Malum olsun ki rasul (a.s.) için üç cihet vardır, Rasul (a.s.) dediği bizim peygamberimiz olacaktır. Bu hususta üç cihet vardır, peygamberin üç yönü vardır, birincisi cihet-i raisâlet olup yani rasullük yönü olup bu cihetle yani bu yönden ümmetlerinin umur-u uhreviye ve dünyeviyelirin salahına mucib olan ahkam-ı ilahiyeyi deruhte ederek onlara tebliğ ederler. Yani ahiret ve dünya bilgilerini onlara tebliğ ederler, risaleti yönünden. Bu ahkâm ümmetlerinden ziyade ve noksan değildir.

İkinci ciheti velâyet olup, yani risaletin ikinci ciheti velâyet olup onların sıfatı Hakk’ta, sıfatlarıyla ve zat-ı Hakk’ta, zatlarıyla fani olmaları, ve esma ve sıfat-ı İlâhiyenin kemâlâtı istidat-ı zâtileri ve istidad-ı külliyeleri sebebiyle onlarda zâhir olması için o rasulün fenâ fillâh meratibidir. Rasul-ü Kiram bu cihetten ümmetlerinin hakayıkı meratibi üzerine değildir. Şimdi burası çok mühimdir, yukarıdaki geneli ifade etmekle birlikte risaleti özelliği hususiyı ifade etmektedir. Yani hususi tarafını ifade etmektedir. Risaletin ikinci özelliği velâyet yönüdür. Velilik yönüdür. Zâten bir peygamber nebi veya rasul olması için mutlak kendisinde velâyeti vardır velâyet olmazsa rasul ve nebi zâten olamaz.

Her peygamber mutlaka velidir, ama her veli mutlaka rasul ve nebi değildir. Velâyet olup onların sıfatı, sıfat-ı Hakk’ta sıfatlarıyla, ve Zât-ı Hakk’ta Zât’larıyla fâni olmaları yani Hakk’ın sıfatında kendi sıfatlarıyla ve Zât-ı Hakk’ta Zât’larıyla yani Hakk’ın Zât’ında kendi Zâtlarıyla fâni olmaları ve esma ve sıfat-ı İlâhiyenin kemâlâtı istidad-ı zâtileri yani zâti istidat ve kabiliyet-i külliyeleri sebebiyle külli kabiliyetleri sebebiyle onlarda zâhir olması için, bakın risalet mertebesinin hakikatleri, o rasulün fenâfillâh meratibidir. Yani Hakk’ta fani olmasıdır. Velâyet Hakk’ta fâni olmaktır. Rasul-u Kirâm bu cihetten ümmetlerinin hakayıkı meratibi üzerine değildir. yani onlardan daha üstündür. Risâlet ve tebliğde ümmetinin kabiliyetleridir yaptığı tebliğler, ancak velâyet onların kabiliyetleri ile bağlı değildir. Demek istiyor, daha yukarıdadır demek istiyor.

Üçüncüsü cihet-i nübüvvet; yani birincisi risâlet, ikincisi velâyet, üçüncüsü de nübüvvettir. Üçüncüsü nübüvvet olup enbiyadan her birisi isdidad-ı aslisi, asli istidadı, ve kabiliyeti zatisi hasebiyle, marifet-i ilâhiyeden merzuk olduğu kadar yani, ilâhi marifetten rızıklandığı kadar, Allah Teâlâ’dan ihbardır. Allah Teâlâ’dan haberdardır. Kendi zât-i istidat ve kabiliyetleri kadar, Allah Teâlâ’dan haberdardır. Onun için nübüvvetler işte böyle mertebe mertebe Âdem (a.s.) dan beri gelen peygamberlerin mertebeleri bu yüzden, birbirlerinden farklıdır. Allah Teâlâdan ihbardır, ve bu cihet, cihet-i velâyetin zâhiri yani Allah teâlâ’dan haber vermeleri kendi mertebeleri kadar cihet-i Velâyetin zâhiri yani velâyet yönünün dışı, ve cihet-i velâyet bunun bâtınıdır. Bu cihet velâyet yönünün zâhiri ve cihet-i velâyet de bunun bâtınıdır. Yukarıda ne demişti bunlar irfan ehline ait bilgilerdir diyor, bu ariflerin ilgi sahasıdır kader sırrı diyor. onlar için bile mechuldür diyor.

Halbuki ümmetler mütefâzıledir. Ba'zısı ba'zısı üzerine ziya de olur. Rusül (a.s.) dahî ümmetlerinin tefâzulu hasebiyle, ilm-i irsalde mütefâzıle olur. O tefâzul da Hak Teâlâ'nın تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ (Bakara, 2/253) kavlindeki tefâzuldur. Burada rasullerin bir biri üzerine faziletini, Ve kezâ rusül, ulûm ve ahkâmdan zâtlarına râci' olan şeyde istidâdları hasebiyle mütefâzıldırlar. O tefâzul dahi Hak Teâlâ nın وَلَقَدْ فَضَّلْنَا بَعْضَ النَّبِيِّنَ عَلَى بَعْضٍ (İsrâ, 17/55) kavlindeki tefâzuldur, burada da nebilerin birbir üzerine faziletini veriyor bu ne kadar da muhkem ayetini de veriyor bunu inkar etmek şüphede bulunmak mümkün değildir. (10).

Ya'nî ümmetler, ilimler ve marifetler-bilgiler ve akâid (itikada dair hakikatler) ve isti'dâdâtta ve kabulde yek-dîğerinden farklıdır. Ba'zılarının ba'zılarına üstünlüğü ve fazlı (ihsan) vardır. Ve her bir resul ancak ümmetinin kâbiliyyeti ve isti'dâdlarının talebi üzerine irsal olundu. Binâenaleyh resulün onlara teklifi ancak kendilerinin vüs'at-ı isti'dâdları derecesinde vâki' olur. Ve bir ümmetin istidâdâtta ümem-i şâire üzerine fazlı ne kadar ise, o ümmete irsal olunan resul (a.s.)ın rusül-i sâire üzerine ilm-i risaledeki fazlı da o kadardır. Hak Teâlâ hazretleri bu fazlı تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ (Bakara, 2/253) kavliyle beyan buyurmuştur. Ve keza enbiyâ, merâtib-i nübüvvette, a'yân-ı sabitelerinin isti'dâdâtı muktezâsınca ilimler ve hükümler ve bilgilerde yekdiğeri üzerine tefazzul ederler.

Çünkü nübüvvet velâyetin zâhiri ve velâyet nübüvvetin bâtını olduğundan, onların nübüvvetteki üstün olmaları, velâyetteki üstün olmaları hasebiyledir. Ve onların velâyetteki üstün olmaları ise, ilm-i ilâhîde, mazhar oldukları esma hasebiyle a'yân-ı sabitelerinin vüs'at ve şümulüne göredir. Bu üstün olma, evvelki üstün olmadan başka olup, Hak Teâlâ hazretleri bunu وَلَقَدْ فَضَّلْنَا بَعْضَ النَّبِيِّنَ عَلَى بَعْضٍ (İsrâ, 17/55) kavliyle beyan buyurmuştur. Binâenaleyh bu üstün olma, onların isti'dâdât-ı gayr-ı mec'ûllerine râci' olup, velâyetleri cihetiyle olan üstünlüktür. 10. Paragrafa baştan bakalım;

Yani ümem ulum ve marif ve akaid ve istidadta kabulde yek diğerinden farklıdır. Yani ümmetler ilimleri ve marifetleri ve akaideleri akaid ve istidadatta bunları istidadlarında kabulde yek diğerinden farklıdırlar. Yani ümmetler kendilerine gönderilen peygamberleri vasıtasıyla bildirilen bilgilerde akaidde marifte ulûmda bir birlerinden farklıdırlar. Eğer bu farklılık olmamış olsa idi Âdem (a.s.) a gönderilen suhuflar, bu günlere kadar gelir, yeterli olurdu. Eğer bu farklılıklar olmasaydı, kemâlât da olmazdı. Yani yükselme de olmazdı. Farklılık aşağıya doğru değildir, yukarıya doğrudur, neden çünkü cenâb-ı Hakk “Nüzül” ismiyle ve tecelli ifadesiyle bildirdiği kendi varlığının açılımlarını her mertebede o mertebenin gereği olarak başka başka açılımlar olarak ef’al mertebesinde yani en yoğun madde mertebesine kadar açılımlarını yapmıştır ve her mertebenin tefasulu fazileti bir birinin üstündedir.

İşte bunun bir geriye dönüşü de peygamberlerimiz vasıtasıyla bizlere bildirilmiş, ve her bir peygamber kendine düşen mertebenin faziletini bize anlatmıştır. Her mertebenin fazileti başka olduğundan ve bu bizlere bir rahmet olduğundan eğer bir yerde kalmış olsaydı, tefazul, fazilet fazlalaşma olmasaydı nereye kadar gelinmişse o mertebeye kadar Cenâb-ı hakk’ın tecellisi bilinecekti işte bunlar yukarıya doğru çıktıkça nihayet (s.a.v.) Efendimizde mirac hadisesine kadar yani insanlığın Allah’a ulaşma mertebesine kadar, faziletler sürmektedir, ve bunlar da birer mertebedir. İşte kabulde yek diğerinden farklıdır.

Hangi peygamber hangi ümmete gelmişse onun ümmeti bir evvelki ümmetten daha faziletli daha bir üst ilme sahiptir, eğer böyle olmasa zâten yükselme olmazdı. Bazılarının bazılarına ruçhanı ve fazlı vardır. Bazılarının ruçhanı yani ellerine verilen açık fazilet ve üstünlükler vardır, her bir rasul ancak ümmetinin kabiliyeti ve istidatlarının talebi üzerine irsal olundu. Bakın bu da ayrı bir konudur. Şimdi her bir ümmetin alıcılığı, bir başka ama kendi a’yân-ı sâbiteleri üzerinde istidatlarına göre bu alıcılıkları oluştu, ve o istidatlarındaki kabiliyeti talep ettiler kendilerine gelen peygamberlerinden.

Ama bu talep kelâmi bir talep değldi, özlerinden istenen bir talepti. Cenâb-ı Hakk da o peygamberleri onların talebine cevap verecek bir şekilde ilim ile techiz edecek şeklde gönderdi. Onların iç bünyelerindeki taleplerine göre bilgiyi ortaya koydu. O zaman tasdik edilmiş oldu. Aynı zaman da peygamberin bilgisi ümmeti tarafından kabiliyetli olanlar tarafından tasdik edilmiş oldu ve kabul görmüş oldu. Binaenaleyh rasulün onlara teklifi ancak kendilerinin kavrama kabiliyetindeki genişliği istidatları derecesinde vaki olur. Bir ümmetin istidadatta ümemi sair üzerine fazlı ne kadar ise yani bir ümmetin istidatları diğer bir ümmet üzerine fazlı ne kadar ise o ümmete irsal olan rasul (a.s.) ın rasulü saire üzerine ilm-i risâletteki fazlı o kadardır.

Yani ümmetlerin birbirleri üzerine olan faziletleri ne kadarsa kendilerine gönderilen rasulün de diğer kendinden evvelki gelen rasullere göre üstünlüğü fazileti o derecedir. Hak Teâlâ Hz leri bu fazlı تِلْكَ الرُّسُلُ 2/253 işte böylece rasulleri فَضَّلْنَا biz tafdil ettik, yükselttik, birbirlerinin üzerine yükselttik, nasıl بَعْضَهُمْ bazılarını bazılarını üzerine tafdil ettik. Bakın âyet-i kerîme ne kadar açıktır

Hadi bakalım bunun yorumu şimdi yapılsın şu yorumu yapmak bulmak müthiş bir şey, bu üstünlüğü anlaşılıyor ama ne yönden hangi şekilde üstün. hangi mertebe üstün, burada risalet belirtil-mektedir ve kezâ böylece meratibi nübüvvette, yani nebilik mertebelerinde, yukarıda risâlet mertebelerini söyledi burada da nebilik mertebelerinde a’yân-ı sâbitelerin istidad-ı muktezasınca yani a’yân-ı sâbitelerin iktizası gereği, yani kendilerinin hakikati gereğince ulûm ve ahkâm ve maarifte yek diğeri üzerine tefazul ederler yani fazilet gösterirler. Daha faziletlidirler. Gerçi bir başka âyette biz peygamberlik arasında tefrik yapmayız.

لا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه 2/285 biz peygamberler hakkında bir tefrik yapmayız, ayırma yapmayız. Burada da, ayırırız diyor. Şimdi ne olacak, Peygamberlik vasfı ve şerefi olarak hepsi peygamberdir bu yönde ayırmayız diyor yani diyelimki vâli bunların hepsi vâlidir, vâlilik vasfı olarak biz bunları bir birerlerinden ayırmayız, ama her vâlinin özelliği olduğundan o zaman ayırırız. Faziletler çalışmalarına bağlıdır. Zâhir olarak, İşte bunlar bilinmezse açıklanamaz marifette biri diğerinden üstündür.

Ve kezâ enbiya meratib-i nübüvvete a’yân-ı sâbitelerin iktizadadı muktezatınca ulum ahkâm ve marifte diğerinin üzerine tefazul ederler, çünkü nübüvvet velâyetin zâhiri ve velâyet nübüvvetin bâtını olduğundan işte peygamber efendimize “abduhu ve rasuluhu” dendiğinde “abduhu” onun velâyetidir, “rasuluhu” da O’nun risâletidir. Velâyet olmasa risâlet olmaz zâten. Nübüvvet velâyetin zâhiri ve velâyet nübüvvetin bâtını olduğundan onların nübüvvetteki tefazulları velâyetteki tefazulları sebebiyledir. Batındaki fazileti yönündedir. Eğer batındaki fazileti olmasa zâhire çıkmaz. Batındaki fazileti ayan-ı sabitedeki programına göredir, onun kazasıdır.

Velâyetteki tefazulları sebebiyledir, onların velâyetteki tefazulları ise ilm-i ilâhide mashar oldukları esma sebebiyle a’yân-ı sâbitelerinin vüs’at ve şümulüne göredir. A’yân-ı sâbitelerinin genişliği ve kapsamına göredir tefazulları yani faziletleri üstünlük-leri. Bu tefazul yani bu fazilet, evvelki tefazuldan başka olup Hakk Teala Hz leri bunu yani birinci tefazul, fazilet risaletteki tefazul, bu nübüvvetteki tefazul, fazileti anlatıyor biraz başkadır bu öteki tefazuldan. Hakkteâlâ Hz leri bunu وَلَقَدْ فَضَّلْنَا بَعْضَ النَّبِيِّنَ عَلَى بَعْضٍ 17/55 “And olsun ki biz yücelttik üstün kıldık, nebilerin bazılarını diğer birinin üzerine faziletli kıldık” kavliyle beyan buyurulur. Binaen bu tefazul onların istidad-ı gayri mec’ullerine yani mec’ul olmayan istidadlarına göre raci olup yani oraya dayanıp oraya dönük olup velâyetleri cihetiyle olan tefazul, fazilettir. Yani velilikleri yönüyle olan faziletleridir.

-------------------

İLÂVE Üzeyir Fass-ı devam. Şimdi vakitlendirme asılda "ma'lûm ya’ni bilinen" içindir. Ve ilim ve irâde ve meşiyyet ya’ni üst irâde kadere tâbi'dir (13).

Ya'nî ilâhi ilimde eşyânın "ayn"larında olan şeyin belirli vakit ile vakitlendirilmesi, asılda ve hakîkatte isti'dâdıyla o vakitlendir-meyi talep eden bilinen sâbit ayn içindir. Çünkü her bir sâbit ayn’ın kendi hallerinden her bir hâlin belirli vakitte ve kendisine mahsûs zamanda taayyününü talep etmesi, onun zâti gereklerindendir.

Bundan dolayı kazâ ve kader ve irâde ve meşiyyet ya’ni üst irâde, ilâhi ilme; ve ilâhi ilim de "bilinen kader" olan sâbit ayn’a tâbi'dir. Örneğin yetmiş sene ömrü olan bir kimsenin doğduğu günden vefâtına kadar olan yediği yemekler kendisine bir def’ada gelmemiş, belki belirli vakitlerde azar azar gelmiştir. Ve aynı şekilde ondan çıkan güzel ve çirkin fiillerin tamamı da birden bire açığa çıkmayıp vakit vakit çıkmıştır. Ve aynı şekilde, ondaki ilim ve ilâhi bilgi de bir def’ada inmeyip günden güne ve an be an dereceli bir şekilde yavaş yavaş peydâ olmuştur.

Sonuç olarak, vefât ânına kadar sûrî ve ma'nevî rızıklardan her ne vakit ne kadar gelmiş ise, hep ezelde Hakk’ın ilminde bilinmiş olan sâbit ayn’ının isti'dâd lisânıyla talep ettiği vakit ve miktâra göre inmiştir. Rubâî :

Tercüme:

"Aynın ki senin oldu kitâb-ı evvel

Şerh edilmiştir o kitapta esrâr-ı ezel

Kader hükümleri çünkü yazılmış onda

İşte o kitâbın ile Hak etti amel"

Böyle olunca kader sırrı ilimlerin en üstün ve en büyüklerindendir. Ve Allah Teâlâ, onu ancak tam bir ma'rifete eriştirdiği kimseye bildirir. Kader sırrını bilmek, onu bilen kimseye tam bir râhatlık verir. Ve yine onu bilen kimseye elîm azâbı verir. Şu halde, kader ilmi sâhibine iki karşıtı verir (14).

Kader sırrı ilminin sâhibine tam bir râhatlık vermesinin sebebi budur ki: Böyle bir kimse kendisine gelen şeyin, ancak ilâhi ilimde sâbit ayn’ı Hakk'a ne vermiş ise, geçmiş kazâda Hakk'ın takdîr buyurduğu şey olduğunu ve ezelen kendisinin hakîkatinin, sâbit ayn’ı Hakk'a ne vermiş ise ona uygunsuz olamayacağını ve ebeden değişmeyeceğini bilir. Bundan dolayı kendisi için takdîr edilmiş olan şeyin arkasında koşmak zahmetinden kurtulur ve takdîr edilmeyen şeyin ne kadar arkasında koşulursa koşulsun boş olduğunu bilerek, onu talepten vazgeçer.

Ve eğer oluşması takdîr edilmiş olan şeyin kendisinin talep etmesi şartıyla takdîr olunduğunu bilirse, talebini kısa keser, külfet etmez. Örneğin çekirdeği dikip sulamadan ağaç çıkıp meyve bitmeyeceğini bildiği için, bunları yapar. Çünkü ağacın meyve vermesi talepte bulunma şartıyla takdîr buyurulmuştur. Fakat bu icrââtında külfet etmez; eğer takdîr edilmiş ise, bu kadar talep ile ağaç çıkıp meyve verir; eğer değilse, çekirdek mahvolur. Ve sâhibi bu sırra vâkıf olduğundan "Niçin olmadı?" diye elem çekmez. Câhiller ise böyle değildir. Bir emelin gerçekleşmesi için, bin türlü sebebe teşebbüs ederler; hiçbirisi netîce vermez. Sonuçta bu talebin eziyetiyle ölür gider. Bunun her gün binlerce nümûnesi görüldüğü halde, yine uyanmazlar.

Kader sırrını bilmek, sâhibine bu şekilde tam bir râhat verdiği gibi, bu ilim, râhatın karşıtı olan elîm azâbı da verir. Bunun sebebi de budur ki: Bu ilmin sâhibi, ba'zı ayn’ların isti'dâdında mükemmeliyyet müşâhede edip bu isti'dâdlarıyla dünyâda ve âhirette birçok fazîletlere ve kemâlâta ehliyetleri olduğunu ve oysa her insânî ve ilâhî kemâlin zuhûruna kendisinde zâtî isti'dâd olmadığı için, ubûdiyyet ya’ni kul olmanın ve zuhur yeri olmanın kemâlinde noksan olduğunu bilir. İşte bu ilmi sebebiyle zâtî isti'dâdının noksânından elem duyar ve bu kemâlâta hasret çeker. Ve ba'zen yerine getirilmesine isti'dâdı olmadığı bir şeyle emrolduğunu görüp ıztırâba düşer. Bununla berâber bu kimsenin hâli, kader sırrından örtülü olan kimseden daha iyidir ve Hakk'ın rızâsına daha yakındır. Bu îzâhlardan anlaşılıyor ki, kader sırrına vâkıf olmak, hem râhat ve hem de elem verir.

-------------------



Rabb-ı Has.

Bundan sonra kader bahsinde, mevzumuz Rabb-ı Hass olacak Cenâb-ı Hakk kolaylıklar versin inşeallah.


اَعُوذُ بِالَّلهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ



﴿١﴾ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Bu akşam 26/10/2011 Çarşamba bu akşamki mevzumuz kazâ ve kader hakkındaki mevzumuzun devamıdır, bu akşamki okuyacağımız yer Fusus’l Hikem cilt 2 İsmail Fassı sayfa 138 den başlıyoruz, Rabb-ı Hass mevzuudur, bunu da ilgisi dolayısıyla Kazâ ve Kader bölümüne ilâve edelim istedik. İkinci paragraftan Misâl diye başlıyor,

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Misâl: "Akıl" dediğimiz şey bir ma'nâdır ki, zâtında asla kesret yoktur; zât ile ahadîdir. Zat ile bütündür, birdir, "Akıl" olabilmek için, nefs-il emirde, asarda mütecellî olmasına lüzum yoktur. Yani akıl olabilmek için yani gerçek akıl şudur ki nefsil emirde, nefsil emir, demek işlerin hakikati ma’nâsınadır. Hakikatin kaynağı, işlerin kaynağı ma’nâsınadır, yani Allah’ın varlığında olan işlerdir. Nefsil emirde, asarda/eserler de, tecelli olmasına lüzüm yoktur. Yani eserlerde zuhura gelmesine lüzum yoktur. Nerede, Ahadiyet mertebesi nefsil emirde aklın zuhura gelmesine gerek yoktur. Zâten orada zuhur yoktur. Akıl bir bütündür demek istiyor.

Eserlerde zâhir olsa da, olmasa da, zâtında yine akıldır. Yani bu aklın eserlerde zuhuru olsa da, olmasa da, akıl gene de akıldır, ve lâtif bir oluşum, varlıktır. Binâenaleyh eserlerden meydana gelme-sinden ganidir, yani ihtiyacı yoktur, bir menfaat beklemeyendir. Akıl gene de akıldır. Fakat onun sonsuz şuunatları özellikleri zuhurları vardır ki, onları zâtında cem' etmiştir. Yani akıl bütün şuunatındaki çoklukları kendi varlığında zâtında toplamıştır. Devr-i Âdem'den yani Âdem (a.s.) zamanından bu âna kadar zuhur etmiş ve bundan sonra da zuhur edecek olan muhtelif eserleri zuhurları i'tibâriyle o ma'nâ küldür. Bu Akl-ı Kül, İlâhi akıl dır burada bahsedilen. Yukarıda demişti ya “akıl dediği şey bir ma’nâdır” burada da o ma’nâ küldür, bir bütündür.

Her bir mevcûd için, Allâh'dan, hassaten onun Rabb'inin gayrisi yoktur. Onun için kül olması müstahîl olur imkânsız olur. (2).

Ya'nî her bir mevcudun, "ulûhiyyet" mertebesinden aldığı hisse ve nasîb, ancak kendisinin Rabb-i hâssı olan bir "isim"dir; ve o mevcudun Allah'a irtibatı, o isim vâsıtasıyladır; ve o ismin "eser"i, o mevcûd olduğundan, onun sûret-i zâhiresidir. Ve o "isim", o mevcudun bâtınıdır ve hakikatidir. Vakıa her bir mevcûd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'ın mazharıdir. Fakat bu mazhariyyet mevcudattan herbirinin rubûbiyyet-i mutlakadan mazhar olduğu ism-i hâssın rubûbiyyet-i hâssası haysiyetiyledir. Yoksa mertebe-i ulûhiyyetin içine alan olduğu esmanın küllisine mazhariyyet her bir mevcûd için imkânsızdır. Bu mazhariyyet ancak "insân-ı kâmiî"e mahsûstur.

Zîrâ insân-ı kâmil kâffe-i esmâ-i ilâhi esmanın tümünü cami' olan "Allah" isminin mazharıdır; ve insân-ı kâmilden gayrı hiçbir mevcudun bu mazhariyyete isti'dâdı yoktur. Yani her bir mevcudun bakın, görülen âlemde ne varsa, vücut bulmuş varlık Uluhiyet mertebesinden, yani Allah’lık mertebesinden Uluhiyet mertebesin-den aldığı hisse ve nasibi, yani bir bölümü vardır. Ancak bu nasib kendisinin Rabb-ı Hassı olan, yani her hangi bir varlığa bir hisse bir nasib verilmişse, bu onun Rabb-ı Hassı, olan yani o varlığın Rabb-ı Hassı olan, bir isimdir. Kendisinin Rabb-ı Hassı olan bir isimdir yani o isimden almaktadır, o hisseyi. Kendisine tanınan nasibi ve hisseyi o isimden almaktadır.

Ve o mevcudun, yani o varlığın, her hangi bir varlığın Allah’a irtibatı, Allah’a bağlanması, Allah ile ilgisi, o isim vasıtası ile olmaktadır. Yani hangi varlık hangi ismin tesirinde ise, onun Rabb-ı Hassı terbiye edicisi odur, onun vasıtası ile de Hakk’a bağlıdır, ve o isimden nasibini alır. Halkiyetin zuhura çıkmasının ne kadar açık bir şekilde, şüphe edilmeyecek bir şekilde, ve faaliyetin âlemdeki faaliyetin, nasıl müthiş bir sistemle, ve Cenâb-ı Hakk’ın, hiçbir zerrenin boşta olmadığı, ilgisiz olunmadığı, bütün zerre ile ilgili olduğu, böylece belirtilmiş oluyor. O mevcudun Allah’a irtibatı o isim vasıtasıyladır.

Ve o ismin eserinin o mevcut olduğundan yani gördüğümüz her hangi bir mevcut, kendisini meydana getiren ismin eseri olduğun dan, yani ismin kendisinin orada zuhurda olduğundan, onun suret-i zâhiresidir. İsmin suretinin zâhiridir. Gördüğümüz eşya şey’iyet dediğimiz, hangi ismin tesirinde ise, o ismin zâhiridir o, görüntüsüdür, suretlenmiş halidir. Ve o maddenin o varlığın rabba ulaşması da, kendi rabb-ı hasının, yani kendi isminin vasıtasıyla da, Rabba ulaşmaktadır. İşte denir ya, her varlığın rabba olan yolu kendinden geçer, denilen bu ifadedir. Yani “her hangi bir kimse rabbını dışarıda ararsa bulamaz. Ama kendinde ararsa bulur.” Neden çünkü kendinden gayrı değildir, yolu kendinden geçiyor da ondan. İşte onun için tevhid-i hakiki tasavvuf-u hakiki ilmi ne diyor “kendine dön” diyor, evvelâ kendini tanı, hep yapılmaya çalışılan da odur. kendimizi tanıyalım, onun için “nefsini bilen rabbını bilir” deniyor, işte bu yöndendir. Hangi ismin tesiri altında isek rabbımız odur, o rabbımız, o ismin hakikati ile de Allah’a bağlı olduğundan, bireyin ancak o ismi kanalıyla miracını yapması Hakk’ı idrak etmesi mümkündür.

Eseri o mevcut, olduğundan yani o ismin eseri o mevcut olduğundan, onun suret-i zâhiresidir, o isim o mevcudun bâtınıdır. Yani şu gördüğümüz, bir ismin suretidir, isim de bu suretin bâtınıdır. İşte o isim zâhir ve bâtın, onda zuhura çıkmış oluyor, faaliyete geçmiş olmaktadır. Yani hiçbir şey kendi kendine ne toprak, üstünde ne toprak altında, ne fezada, kendi kendine rastgele olmuyor. ve o isim o mevcudun bâtınıdır, ayrıca hakikatidir. Vakıa her bir mevcut âlemlerin rabbı olan Allah’ın mazharıdır, yani diğer bir yönden isimlerin zuhuru olduğundan, isimler de, Allah’a bağlı olduğundan, sahibi Allah olduğundan, aynı zamanda o ismin mazharı olmakla birikte, Allah’ın da mazharıdır. Yani zuhur yeridir.

Fakat bu mazhariyet, mevcudattan her birinin, rububiyet-i mutlakadan, mazhar olduğu ism-i hassın rububiyeti hassası haysiyyetiyledir. Yani o özelliktedir. Bu mazhariyet mevcudattan, yani Allah’ın o varlıkta, Allah’ın mazharlığı, herhangi bir varlıkta mazhariyet mevcudattan, yani gördüğümüz bütün bu mevcutların her birinin, rububiyet-i mutlakadan, yani mutlak rububiyetten mazhar olduğu, yani zuhura geldiği, ism-i hassın, yani has isminin rububiyet-i hassası haysiyyetiyledir. Yani hangi ismin nasıl bir husiyeti varsa, o hususiyet ve özellik üzere o varlık zâhir olmuştur. Zuhur etmiştir. Yani hiç birinin hususiyeti diğerine benzemez.

Hiçbir ismin suretleri birbirine benzemez. Neden, benzese ayrı olmaz, ayrı isimler de ayrı hususiyetlere sahiptir. Bu mazhariyet mevcudattan her birinin rububiyet-i mutlakadan mazhar olduğu ism-i hassın, rububiyeti hassası haysiyetiyledir. Yani o miktar olan hususiyetinin hususiyetidir. Yoksa mertebe-i uluhiyetten mutazam-mın olduğu, yani içine alan tamamının olduğu, esmanın küllisine mazhariyet, her bir mevcut için müstahildir. Yani imkânsızdır. Şimdi hususiyeti itibariyle aldığı bir mazhariyet vardır ama, bütün uluhiyet hakikatlerinin mazharı olamaz değildir diyor.

Yani her bir varlıkta görülen, hangi ismin sureti orada zuhur ediyorsa, oradaki zuhur o ismin hususiyeti kadardır. Her ne kadar bütün varlık, Allah isminden, Allah’ın Zat’ından, varlığını mevcudi-yetini, mazhariyetini alıyor ise de, ama oradaki tecelli hususi tecellidir. Tamamı değildir, Allah ism-i cami isminin tamamı değildir mevcudatta. Ancak her isimde Allah isminin de mevcudiyeti olması dolayısıyla yine Allah’ın ismi vardır ama bâtındadır, yani ilâhi tecelli vardır ama batındadır, onda zuhura gelen hususi tarafı yani bölüm bölüm, varlıklarda olan kendine has özelliği ile zuhura çıkmasıdır. Ve bir mevcutta bütün tecellinin olması mümkün değildir, demek isteniyor.

Bu mazhariyet, bakın külli mazhariyet, ancak İnsân-ı kâmil’e mahsustur. İşte böylece insanın özelliği ortaya çıkmaktadır. Külli mazhariyet İnsân-ı Kâmil’e mahsustur. Zira İnsân-ı Kâmil, kaffe-i esma-ı İlâhiyeye cami olan, bakın bütün isimlere cami olan Allah isminin mazharıdır. Şimdi burada yine daha evvelce konuşulan, bir mevzu vardı, bütün insanlar bu mazhariyet içindedir, bilen İnsân-ı kâmil olmakta ve bunu yaşamaktadır. Aradaki fark odur. Yoksa Cenâb-ı Hakk bütün insanlarda kendi Zât’i tecellisini ortaya koymuştur, her şeyi ile birlikte, o yüzden ismi İnsandır.

Ama bilen ayn, bunu kim biliyorsa onun ismi, İnsân-ı Kâmil, bilmeyen ise sadece insandır. Allah isminin mazharıdır, İnsân-ı Kâmilden gayrı, hiçbir mevcudun bu mazhariyete isdidadı yoktur. İnsân-ı Kâmil’de bütün esma-ı İlâhiye mevcuttur ve dengelidir, bunun da en üst haldeki yaşam ve tatbikat sahası, peygamber efendimizdir. Her peygamberde, bir ismin özelliği öndedir, bütün esma-ı ilahiye vardır fakat bir ismin hususiyeti öndedir, mazhariye-tine sahiptir, ama peygamber efendimizde, bütün esma-ı İlâhiye, hepsi dengeli ve Hakk’ını almış olarak mevcuttur. İşte ilk İnsân-ı Kâmil, tam kâmil olarak, peygamber efendimizdir, kâmil insân, İnsân-ı Kâmil olarak. Her bir peygamber, İnsân-ı Kâmildir, ama kemâlâtı kendi zamanının mertebesine göredir. O mertebenin İnsân-ı Kâmilidir. Peygamber efendimiz ise bütün zamanların İnsân-ı Kâmilidir. Külli tecelli en kemalli, ve hepsinde dengelidir. Diğer peygamberlerde, kendi ism-i hassı daha üstte olarak zuhur eder, bazılarında görüldüğü gibi, işte ama peygamberimiz de bütün esma-ı İlâhiyye dengeli olarak zuhura çıkar ki, üstünlüğü oradadır.

Misal: Kendisinde mi'mârlık, hattatlık, ressamlık ve marangozluk ve sâire gibi, birtakım sıfat olan kimse, bu sıfatlarının icâbâtı olan isimler ile zâhir olmak murâd etse; ve meselâ kendisinin ressam olduğunun bilinmesini istese, bir levha tersim edip ortaya atar. Bu levha onun "ressam" isminin mazharı olur. Zîrâ "ressam" isminin taht-ı terbiyesindedir. Ve bu şahsın mütaaddid isimlerinden levhanın nasibi, hassaten "ressam" ismidir. Maahâza o levha, o kimsenin rubûbiyyet-i mutlakası tahtında olmaktan da vareste değildir. Çünkü bu şahıs o levhaya ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle ve sâir sıfatıyla da, mütecellîdir. Şu kadar ki bu rubûbiyet-i mutlakaya o levhanın mazhariyyeti, ressam ism-i hâssının, rubûbiyyet-i hâssası cihetiyle vâki' olmuştur.

Binâenaleyh levhanın mi'mâr, hattat ve marangoz ve sâir isimlerin mazharı olması imkânsızdır. Zîrâ o levha bu isimlerin mahall-i tecellîsi olmak isti'dâdını hâiz değildir. Fakat bu kimse bütün esmasının zuhuruna müstaid olmak üzere, meselâ bir cami' bina etse, bunda mi'mârlığı görünür. Ve üzerine güzel yazılar yazsa hattatlığı; ve resimler yapsa ressamlığı; ve kürsüler i'mâr etse marangozluğu meşhûd olur. Ve cami' o kimsenin ne kadar isimleri varsa, cümlesinin mazharı olduğundan, resim levhasına nisbetle, bir mazhar-ı kâmil olur.

Tekrar misale dönelim; kendisinde mimarlık, eğitimini yapmış hattatlık ressamlık ve marangozluk (v.s.) gibi bir takım sıfat olan kimse, bu sıfatların icabatı olan isimler ile zâhir olmak murad etse, yani bu sıfatların hepsiyle kendisinde olan bu sıfatları ortaya çıkarmayı murad etse, istese ve meselâ kendisinin ressam olduğunun bilinmesini istese, yani yukarıdaki hususiyetlerinden birisi olan ressamlığı ortaya çıkarmayı murad etse bir levha tersim edip ortaya atar. Yani ortaya koyar. Yani levhanın üzerine kuş resmi insan resmi manzara resmi, neyse ev resmi bina resmi, her hangi bir şey yapsa bu levha onun ressam isminin mazharı olur. Yani ressam isminin zuhur yeri olur.

İşte o resim ile kendindeki ressamlığını ispat etmiş olur. İşte bir resim zuhura çıkarsa, o resim onun ressamlığının ispatı olur. Kimse bir şey demese, o fiili ve fiziki ispatı olur. Artık lâfzi olarak ben ressamım demesine gerek yoktur. İşte onun rabb-ı hasının Cemâl isminin rabb-ı hasının, orada faaliyette olduğu anlaşılır. Bu levha onun ressam isminin mazharı olur. Zirâ ressam isminin tahtı terbiyesindedir. Yani ressam isminin terbiyesi altındadır, ki o fırçaları öyle vurmuştur. O zanneder ki fırçaları kendi vuruyor, halbuki onun rabb-ı hassı Cemâl ismi güzellik isminin ma’nâsı o fırçaları ona vurduruyor. O kabiliyeti veren odur. o el değildir, o el fırçayı tutan el aslında kendisi fırçadır.

Orada faaliyette olan esas isimdir. Bu âleti sadece bu fırçası tuttuğu fırça neyse, bu eli de o ismin fırçasıdır. Yani bu eli memur makamındadır. Esma eli faaliyete geçiriyor, el de fırçayı faaliyete geçiriyor. Ama biz eli gördüğümüz için, eli ile boyadı diyoruz. Boyayan da yapan da rabb-ı hasdır. Yani o projeyi o içerideki arzuyu itici gücü veren rabb-ı hassıdır. Rabb-ı Hassı da Cemil ismidir, veya Cemâl isminden kaynaklanıyor. İşte bu ismin terbiyesi altındadır ve o resmi öyle yapar. Bu resim benzeri olduğu gibi bütün işler de böyledir.

Hani bakıyorsunuz iki çocuk yan yana, ikisine de aynı resmi yap diyorlar, birisi çok güzel bir resim yapıyor, birisi biraz daha ikinci durumda yapıyor işte ikisinin de Rabb-ı hassı bir, ve oradaki dereceleri farklıdır. Birinde diyelim o esmadan %30 var, birinde %20 var, %30 olan daha güzel yapıyor, neden içerideki kabiliyeti onu görüntüye getiriyor, fark istidat ve kabiliyette. Bu şahsın mütead-did isimlerden levhanın nasibi hasseten ressam ismidir. Şimdi burada dedi ya mimarlık, hattatlık, ressamlık, marangozluk, işte o muhtelif isimlerden bu şahsın müteaddid isimlerinden levhanın nasibi hasseten Ressam ismidir. Yani resmi yapan ressam ismidir, ama ressam isminin esma-ı ilâhiyedeki karşılığı da Allah’a bağlı olan isimlerden bir tanesidir.

Yani güzellik, Lâtif ismi olabilir, onu yaptıran ama zuhura resim olarak çıktığından, ressam ismi onun rabb-ı hassı hükmündedir. İşte böylece, o levha o kimsenin rububiyet-i mutlakası tahtında, yani mutlak rububiyeti altında, olmaktan da vareste de değildir. yani rububiyet-i mutlakası tahtında, mutlak rububiyet altında olmaktan da ayrı değildir. çünkü bu şahıs o levhaya ilmiyle, bakın şimdi hususide ressam esması ama, o resmi ortaya koymak için de bir sürü yan isimlere ihtiyaç olduğunu söylüyor.

Bu levhaya ilmiyle, İradesiyle, Kudretiyle ve sâir sıfatıyla da mütecellidir. Yani orada tecelli etmiştir sadece ressam ismi onu yapmış değildir, o resmi yapmak için irade gerekiyor, resmi yapmak için ilim gerekiyor, sanat gerekiyor, kudret gerekiyor ve diğer sıfatları ile de mütecellidir. Yani asılda ana isim olarak ressam ismi ama bunu faaliyete geçirmek için de bir sürü esma-ı ilahiye lâzımdır. Şu kadar ki bu rububiyet-i mutlakaya yani mutlak rububiyete o levhanın mazhariyeti ressam ism-i hassının rububiy-yeti hassası cihetiyle vâki olmuştur. Yani orada belirleyici olan ressam ismidir. Diğerleri yardımcı isimlerdir. O halde belirleyici olan has isim ne ise, o isim verilir ona resim ismi verilir, ama o resimin içinde irade var, kudret var, ilim var, bilgi var, her şey vardır, ama o isim belirleyici resim olduğundan, resim ismi verilir.

Mazhariyeti ressam-ism-i hassının rububiyeti hassası cihetiyle vaki olmuştur, binaen aleyh levhanın mimar, hattat, marangoz ve sâir isimlerin mazharı olması müstahildir. Yani mümkün değildir. yani onun bir çok özelliği var, oradan levhanın mimarlık ile hattatlık ile ve marangozluk ile ve sâir isimlerin mazharı olması mümkün değildir, dolaylı olaraktır, ama asıl ressam isminin mazharıdır. Zira o levha bu isimlerin mahal-i tecellisi olmak istidadına haiz değildir. şimdi o levhanın üstünde marangozluk çalışılabilir mi, yapılabilir mi, yapılamaz o halde marangozluğu zuhura getiremez. Hattatlık aynı resim üstünde yapılır mı, yapılmaz, mimarlık o resimin üstünde yapılır mı yapılmaz, o kişide bu özellikler de var ama, orada resim yaptığı için resmin çıkması onun ism-i hassı resim, ressamlıktır. Diğerleri ise yardımcı isimlerdir.

Fakat bu resmi yapan kimse bütün esmanın zuhuruna müsteid olmak üzere, yani bütün isimleri kendisinde kabiliyet istidat olmak üzere meselâ, bir cami bina etse diyelim ki mimarlık var, hattatlık var, ressamlık var, marangozluk var, bunların hepsinin zuhura çıkacağı bir varlık ortaya getirse, bina ortaya getirse bu kimse bütün esmasının zuhuruna, yani o ressam olan kimse kendisindeki bütün isimlerin zuhuruna müsait olacak zuhura getirecek istidat olmak üzere meselâ, bir cami bina etse bunda mimarlığı görünür, caminin üstünde, ve üzerine güzel yazılar yazsa, hattatlığı ve resimler yapsa ressamlığı da, ve kürsileri imal etse marangozluğu meşhud olur. Yani marangozluğuna şahit olunur.

Bu kimsede, mimarlık var, hattatlık var, ressamlık var, marangozluk var, diye şahit olunur. Cami, o kimsenin ne kadar isimleri varsa, cümlesinin mazharı olduğundan resim levhasına nisbetle, bir mazhar-ı kâmil olur. Bakın İnsân-ı Kâmil’in misalini veriyor,

Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin