GöNÜlden esiNTİler. A’YÂn-i sâBİte kazâ ve kader necdet ardiç terzi baba necdet ardiç



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə16/32
tarix03.01.2019
ölçüsü2,1 Mb.
#88712
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   32

Dinleyici sorusu: ilm-i ilâhide a’yân-ı sâbitemizi biz kendimiz mi seçtik, ben bunlara, bunlara talibim diye? Yok şimdi biz meseleye beşeriyetin içinden bakmaya çalışıyoruz. Onun için de ben çıkıyor hep ortaya, orada daha sen diye bir şey yok, bir program var, yani Allah’ın isimlerinden meydana gelen birer ilâhi programlar var. Orada daha henüz ben sen şu bu yok, işte her program bir kimlik hüviyetindedir. Ama Uluhiyetin içinde olan bir programdır. Biraz daha açık söylersem Allah programları ama Allah’ın genişliği ma’nâsında değildir, bu durum beşeri örneklerle verilecek şeyler değil, hissiyat duygu ve kâlp nuruna bağlı bir anlayış oluyor. Yani yüz metre koşan bir insanın, o süre içinde iki bin metre koşmasının gerekliliği, gibi yani imkânsız gibi görünen şey, ama imkânsız değildir.

Yani biraz normalin üstünde bir gayret, alt yapı ve anlayış kabiliyeti gerektiriyor. Bu ufak tefek dünyalık işlerden değil ki, biz onlara bile zor akıl erdirebiliyoruz, bakın bunun en can alıcı tarafı, yani açıklayıcı tarafı, a’yân-ı sâbite mec’ul değildir, demesidir. Şimdi bizler bu âlemde mec’ulüz. Ceal, kılınmışız, tefsirlerde yaratılmışız denilen şeydir. İşte yaratılmış hükmüyle eğer bir şeye bakılırsa, bunları anlamamız hiç mümkün değildir. Bunların hepsini unutup temizleyip yeniden yeni bir anlayışla bu mevzulara bakmak gerekiyor, tevhidi olarak tek olarak, kesret olarak bunlara bakarsak zâten hiçbir şey anlayamayız. Ancak klâsik ma’nâda, kader ve kazâ diye, âlimlerin kendi anlayışlarına göre, belirttikleri kısacık kazâ kader anlayışları ki, bu dersin başında zâten onları da verdik.

A’yân-ı sâbite mec’ul değildir, çünkü Allah’ın esmaları sonradan mı halk edildi değil, işte program Allah’ın kendi varlığında olan programdır. Allah bu programlara kimlik veriyor. O kimlikler de kendi zat’ından olduğundan, ilâhi kimliklerdir. Ruhlar o programlar dan sonra halk ediliyor, zuhura çıktıklarında, varlıklar kendilerini ayrı olarak gördüklerinden, bütün bu mesele curcuna bayram düğün ortaya çıkıyor, varlıklar kendilerini ayrı görmese hiçbir sorun olmayacaktır. Asılları itibariyle insanlar aynı, zuhurları itibariyle gayrı, olmaktadırlar. Gayrı olduklarından, bu hesap kitap ortaya çıkmıştır. Yoksa ortada hiçbir sorun yoktur. Sorun bizim hayel ve vehmimizdedir. Var zannettiğimizdedir. Aslında yoktur, şimdi biz kendimizi ateşe atsak biz, ben demesek problem olmayacak bizi kim ateşe atıyor diye, feryat etmesek, ateş bizi yakmayacak, İbrahim (a.s.) bunu idrak ettiği için ses çıkarmadı, zâten tevhid-i ef’al; fiillerin birliğidir, eğer ses çıkarsaydı benliğine düşmüş olacaktı, benliğe düşünce de o ateş onu yakıyor. Ateş onun ayrılığını yakıyor, gayrılığını yakıyor.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ


Kaldığımız yerden devam edelim, kaza kader bölümü Üzeyir fassı sayfa 84

Sual: A'yân, yani a’yân-ı sâbite hem yokluk (a’dem) halinde de bulunuyor ve hem de sâbit oluyorlar. Yani hem yok olan şey, hem sâbit nasıl olur, Hâl-i a’demde bulunan yani yokluk hâlinde bulunan ve yok olan şey, nasıl sâbit olur? Çünkü sübût dediğimiz keyfiyet, mevcudun şanıdır, sabit olan şey varlığa ait özelliğidir.

Cevap: Buradaki "a’dem"den murad, a’dem-i mahz (sade) değildir. Zîra a’dem-i mahz’dan hiçbir şey çıkmaz. İki türlü a’dem, yokluk vardır, biri “a’dem-i mahz” dediği “mutlak yokluk”, varlığın tam tersi, mutlak yokluk, “mutlak yokluk diye de bir şey yok,” olamaz da, sadece bu bir tabirdir, bilinmesi gereken bir tabirdir. Yani bu âlemde ne bir boşluk, vardır ne bir yokluk vardır, mutlak ma’nâda yok diye bir şey yoktur. Peki yokluk tabir edilen şey izâfi yokluktur. Mevcuda göre, şehâdet âlemine göre yoktur, yani maddeleşmiş olmadığı için yok hükmündedir. Ama bâtında mevcuttur. Buna izâfi yokluk deniyor. Yani şimdilik yok. Buradaki yokluktan murad, a’dem-i mahz, sırf yokluk mutlak yokluk değildir, zira a’dem-i mahz dan hiçbir şey çıkmaz. Yani mutlak yokluktan hiçbir şey çıkmaz, meydana gelmez.

Bi'l-kuvve mevcûd olup, yani kuvvede mevcut olup henüz fiile gelmemiş olan şey iç bünyede var olup henüz libas-ı taayyune bürünmemiş olan bir şey dahî hâl-i a’demdedir. Yani yokluk halindedir. Meselâ elimize bir erik çekirdeği aldık. Bunun İçinde dallı budaklı bir erik ağacı olduğunu biliriz; ve bu ilmimizle, içinde böyle bir ağaç olduğuna hükmederiz. Çünkü görüntülerini gördük oluyor, yani çekirdeğin içinde ağaç a’demde ama bu ağacın o çekirdek içinde olduğunu şuhuden biliriz. Tecrübelerle biliriz. Halbuki ağaç meydanda yoktur; henüz hâl-i a’demdedir. Yani yokluk halindedir. Ve bu hâl-i a’demle beraber çekirdeğin içindeki erik ağacı sâbit olmuştur, ya'nî bi'l-kuvve mevcûddur, çekirdek ortada bil fiil var, çekirdek içindeki ağaç da bil kuvvedir, bi'l-fiil hâl-i a’demdedir. Yani fiil olarak yokluktadır, henüz a’dem halindedir.

Henüz zâhir örtüsü iktizâ etmemiştir. İmdi biz bu hükmümüzü, o çekirdeğin hâricinden almadık; onun a’yan-ı sâbitesi odur, kendinden kendine olmaktadır. O çekirdek Cenâb-ı Hakk’a diyor ki; ben buyum bana bunu vereceksin, Cenâb-ı Hakk ona sen erik ağacı ol diye demiyor, erik ağacı kendisi ben erik ağacı olacağım diye, sebepleri halk ediliyor. Şimdi biz bu hükmümüzü o çekirdeğin haricinden almadık, belki hal-i a’demde yani yokluk halinde sübut bulduğu şeyden ahz eyledik. Yani o halinden tuttuk, ahz ettik aldık. Bu keyfiyyet-i sübût dahi, çekirdeğin isti'dâdına müsteniddir. İstidadına dayanmaktadır, Zîrâ bu çekirdek kayısı, üzüm, hurma ve şeftali ve sâir meyvelerin çekirdeği değildir. Erik çekirdeğidir. İsti'dâd-ı zâtîsi ancak erik ağacı çıkmasına müsâiddir. Bi'l-farz bir bahçıvan, bu çekirdeği dikip terbiye etse, ve içinden çıkan erik ağacı, sen niçin benim erik ağacı olduğuma hükmettin dese, bahçıvan, senin hâl-i a’demde sâbit olan yani yokluk halinde sâbit olan "ayn"ın, a’yan-ı sâbiten ne hal üzerine idiyse, bahçıvan ona göre hükmettim cevâbını verir.

İşte eşya hakkındaki hükm-i ilâhî dahî, onların hâl-i a’demde, "ayn"ları ne hâl üzere sâbit olmuş iseler, ona göredir. Sâbit oldukları hal dahi istidâdât-ı zâtiyyelerine bağlıdır; ve zâtiye isti’dadatı ise sonradan meydana gelmiş değildir. İmdi bu bahsin daha etraflı bir surette açıklanması için isti'dâd-ı gayr-ı mec'ûl hakkında tafsîlât i'tâsı münâsib görülür. Yani tafsilat verilmesi uygun görülür. İstidad-ı gayr-ı mec’ul bölümünü bilmek bile başlı başına bir şaheserdir.

İsti'dâd-ı gayr-ı mec'ûl:

Yukarıda da kısmen bahsedilmiş idi.

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin vücûd-ı mutlakı, bu gördüğümüz varlık vücud değil, vucud-u mutlak, fiziki ma’nâda olmayıp ilmi ve hakiki ma’nâda olan ezeldeki mutlak vücuttur. Bunun bir sonrası vücud-u izâfi, bir sonraı vücud-u şuhudi, ki içinde yaşadığımız vücud’tur. İşte vücud-u mutlak evvelâ vücud-u izâfi yani isimlendirilmiş olan ma’nâ âleminde bâtındaki isimleri meydana çıkarmakta, lâtif olan âlemleri meydana çıkarmakta lâtif olan âlemlerden de kesif olan bu âlem meydana gelmektedir, bu âlemin ismide vücud-u şuhudidir. Yani şahit olduğumuz, gördüğümüz vücut, mevcuttır. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin vücûd-ı mutlakı mertebe-i ahadiyyet mertebesinde iken, ve orada a’demde iken Ahadiyet mertebesinde iki hususiyeti ortaya çıktı Zat-ı Mutlak’ın biri hüviyeti biri de inniyetidir.

Bakın a’yan-ı sâbitelerimiz nereye dayanıyor. İşte onun için insan İlâhi bir varlıktır. Bakın, sadece beşeri bir varlık değildir. Sureti ile beşeri, hakikati ile ilâhidir. Bunları anlamak söylemek, okumak, yazmak, irade işidir. Bakın zâhiri âlimler bunu söyleye-mezler, çünkü korkarlar. Hani şiirde şöyle der, “Seni bu hüsn-ü vech ile görenler korktular Allah demeye döndüler insan dediler” İlâhi Zat bu âlemde insan ismi ile perdelenmiştir. Perde derken kapatmış ma’nâsına değildir, kendisini gizlemiştir. İşte bizi insan neslini bu hâle getiren a’yân-ı sabitemizdir. Mertebe-i Ahadiyette iken bütün sıfat ve esmâ-i ilâhi esması, zât-i azîmü'şşânında azametli olan varlığında Zât’ında, bakın orada daha Allah ismi bile konmuş değildir, orada esma-i İlâhiye ve Sıfat-ı İlâhiye gizli ve saklı idi; ve hiç birisi diğerinden üstün değildi. Bütün esma-ı ilâhiye bütün zıtlıkları ile birlikte bakın Kahhar, Cebbar, Rahman, Rahim, Evvel, Ahır, Zâhir, Bâtın Mudil, Hâdi, hiç biri birbirinden üstün değil, orada hepsi aynı şeydir Ahadiyet mertebesinde, ve Hakk’ın indinde hepsi aynı değerdedir.

Üstünlükleri yok gizli ve saklı idi. Hiç birisi bir birinden üstün değildi. İşte "Küntü kenzen mahfiyyen” hadîs-i kudsîsi bu merte-beyi beyân buyurur. Ahadiyet mertebesi, ondan evvelki mertebe Âmaiyet mertebesidir. Diğer ifade ile buna Sevâd-ı A’zam yani büyük karanlık, sonsuz karanlık, a’zam olan yokluk, karanlık, Zat’ul Baht diye, benzeri daha bir çok tabirlerle bu makam işaret ediliyor. Hani Peygamber efendimizin de hadis-i şerifleri var bu hususta; Sahabe-i Kiramdan soruyorlar; “Ya rasulullah Cenâb-ı Hakk bu âlemleri halk etmezden evvel nerede idi,” diye sorulduğu bilinen birşeydir, Efendimiz (sav) de “Ama’da idi ki altında ve üstünde bulut yoktu” diyor. Bulut yoktu derken hava yoktu yani feza daha henüz belirgin halde değildi, a’ma’da idi yoklukta idi dediği bu “küntü kenzen mahfiyyen” dediği bu âlemden bahsediliyor.

Vaktaki esmâ-i lâhîyye lisân-ı halleriyle kendilerinin, âstîn-i gaybdan sâha-i zuhura çıkarılmalarını müsemmâlarından taleb ettiler, yani gayb âleminde, gayb halinde saha-i zuhura zuhur mahaline, zuhur haline çıkmalarını zuhura çıkmalarını müsemmala-rından taleb ettiler. Yani isimler kendi müsemmalarından Hakk’tan taleb ettiler. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri kendi zâtı ile, kendi zâtında, kendi zâtına tecellî buyurmakla, çünkü daha henüz başka varlık yok, zuhura açılma bir başka mertebe de yok, o esmanın gölgeleri olan a'yân (aynlar, hakikatler), ilm-i ilâhîde sabit oldular. A’mâiyeti İnsân-ı Kâmil Kitabında Abdül Kerim Cili şöyle tarif ediyor; “Kendi kendinde gizli ama kendine gizli değil.” Şimdi şu oda içerisindeki varlığımızı dışarıdakiler bilmiyor, aslında daha o âlemde dışarısı diye de bir şey yok, şimdi biz bu odada gizliyiz, kendi kendimize gizliyiz, ama kendimize gizli değiliz. Biz kendimiz biliyoruz burada olduğumuzu, işte A’mâiyyet diye ifade edilen hal böyle, yani hiçbir tecellinin olmadığı Zât’ı azimüşşan, Zât-ı İlâhi, henüz daha Allah ismini de almıyor, Allah ismini tecellide alıyor, tecellide varlık olacak ki iki taraf birbirine hitap etsin. İşte hitap edildiği mertebede “Allah” ismini alıyor. Yoksa daha ileride Zat, Zat-ı Mutlak diye belirtiliyor.

Kendi zât’ına tecelli buyurmakla, bakın kendi zâtı ile kendi zât’ında kendi zât’ına tecelli buyurmakla, bir başkası yok, o program burada hazırlanıyor, burada var edilmiş oluyor, kendinde oluyor. O esmanın zilâli olan a’yân-ı İlm-i İlâhide sabit oldular. İsimlerin gölgeleri olan a’yan, a’yân-ı sâbite o a’yan İlm-i İlâhide sâbit oldular. Yani Allah’ın ilminde sâbit oldular. Daha evvel bu saha yoktu, sâbitlik yoktu, hepsi bâtında a’ma’da mevcuttu. İşte buradaki farkı esma-ı İlahiyenin belirginleşmiş olması, sabitleşmiş olması, tanıma geçmiş olması, diye ifade edilir. İşte bu mertebede esma yek diğerinden mümtaz oldu, ayrıldı.

Ahadiyet mertebesinde Onların gölgeleri olan a'yân dahi, o esmanın muktezâları ne ise, yani gerekliliği ne ise o hal üzere sübût buldular, o hal ile belirginleştiler, sabitleştiler. Daha evvel bunlar bir bütündü ayrılmamıştı, ama bu ayrılık ferdi ma’nâda bir ayrılık değildir, Allah’ın Zât’ında bir bütün dışarıya çıkıpta ayrılma değildir, kimlik kazanmaya başlıyorlar. İşte o esmanın muktezaları olan yani o isimlerin gerekleri olan haller, a'yân-ı sabitenin isti'dâdâtı oldu. O esmanın gerekleri olan hususiyetleri özellikleri halleri ahvalleri a’yân-ı sâbitenin istidadatı oldu. Yani her hangi bir ismin özelliği ne ise, o istidat, yani kaynağı oldu. Halbuki esmanın muktezâları olan hallerin hiçbirisi mec’ul olmadığından, onların gölgeleri olan a'yân-ı sabitenin isti'dâdâtı dahî mec’ul değildir. Yani a’yân-ı sâbiteler mec’ul olmadığı gibi a’yân-ı sâbitelerin istidatları dahi mec’ul değildir. İstidadların zuhur mahali olan kabiliyetler mec’uldür. Çünkü onun üzerinde zuhura çıkmaktadır. Burada zaten kabiliyet yoktur, kabiliyet faaliyete geçtiği zaman a’yân-ı sâbiteler tutulmuş oluyor . A’yan-ı sâbitenin istidadı dahi mec’ul değildir.

Meselâ Dârr isminin muktezâsı zarar vermek ve Nâfî' isminin muktezâsı da fayda i'tâ eylemekdir. Yani biri zarar vemek biri fayda vermek iki zıt isim, Ve kezâ Mudili isminin muktezâsı dalâlet ve Hâdî isminin muktezâsı da hidâyettir. Bunların ilm-i ilâhîde sâbit olan "ayn"ları da, o isimlerin muktezâları olan gerekleri olan zarar ve faydalar ve dalâlet ve hidâyet halleri üzerine olur; ve onların isti'dâdât-ı zâtiyyeleri de bu hallerden ibaret bulunur. İmdi bu âlem-i şehâdetteki eşyanın hakikatleri, işte bu a'yân-ı sabitedir. Yani ilm-i İlâhideki Ahadiyet mertebesindeki programlardır.

Bu a'yân, ilmi ilâhîde ne hâl üzere sâbit olmuş ve isti'dâdları neyi iktizâ eylemişse, Hakk'ın hükmü ona göredir. Yani Hakk sen şunu yapacaksın bunu yapacaksın diye demiyor, hangi program hangi esmanın gölgesi ise hangi esmanın tesiri altında ise onun hususiyeti oradan çıkmakta, Cenâb-ı Hakk sen bunu böyle yapacaksın dememektedir. İstidatları neyi gerektiriyor, eylemişse Hakk’ın hükmü ona göredir. Yani Cenâb-ı Hakk o erikten erik ağacını çıkartıyor, ama sen erik olacaksın diye çıkartmıyor, çıkartmasındaki vesile oluyor, yani kuvvetini kudretini veriyor, suyunu nesi lâzımsa onun tımarını yapıyor.

Ey birader can-berâber! Bu dedikoduların cümlesi tekâbül-i esmadandır. Vücûd-ı hakîkî ise ancak müsemmâ olan Hakk'ındır; yani hakiki vücut isimlenmiş olan Hakk’ındır, halkın vücûdu ortada bir bahanedir. İşte bu vücutlarımız a’yân-ı sâbitelerimizin zuhura çıkması için bir bahanedir, sebeptir ama bu müthiş bir sebeptir aynı zamanda, çok kıymetli değerli bir sebeptir. Neden, a’yân-ı sâbite gibi mutlak ve muazzam bir program ortaya çıkaran beden varlıklarımız, aynı derecede müthiş ve mübarektir. Çünkü bu Hakk’ın işidir, kulun işi değildir. hani Şeyh Gâlip diyordu ya; “Hoşça bir bak zatına ki zübde-i âlemsinsen” yani zâtına bir hoşça bak sen âlemin özüsün, kâinâtın özüsün, diyordu. Halkın vücudu ortada bir bahanedir,

Nitekim Fass-ı Ya'kûbî'nin şerhinde misâl ile tavzih edilmiş idi. Yani bu hal Yakub (a.s.) şerhinde açıklanmıştı. Ve belki halkın vücûdu dahi Hakk'ın olup, suâl ve cevâb kendisinden yine kendisine vâki' olur. Yani biz ne kadar çarpışsak da Hakk kendi yaptığı kendi sattığı, kendi eylediği pazardan başka bir şey değildir bu âlem. Peki ozaman kendi kendine yaptıysa bu işi, o da kendi zevk-i Zât’isidir, zevk derken beşeri ma’nâda zevk değildir, peki neyin zevkidir; kendindeki sanatın kendindeki güzelliklerin ortaya çıkmasından başka bir şey değildir bu âlem. İşte kendi kendine dediği odur, kendinin güzelliklerini ortaya çıkarmasıdır. Yoksa bir insan bir odada oturdu kendi kendine konuştu mırıldandı canı sıkıldı gitti. İşte bu kendindeki şe’nleri, şuunat-ı ilâhiyeyi 55/29 âyetinde buyurur, كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِى شَاْنٍ âyetinde buyurduğu gibi kendini seyir etmesidir. Ruyet dediği odur, işte bu âlem Cenâb-ı Hakk’ın uzun bir rüyasıdır, rüyetidir, yani kendini görmesidir. Âlemleri ayna yaptı aynada kendini seyr ediyor. Zât’ını da insan aynasında seyir ediyor, işte insan beşer dediğimiz varlık onun için muhterem, muhteşem ve çok yüce bir varlıktır. Biz kendimizi 60-70 Kg et kemik yığını zannediyoruz, tabi o da doğrudur, ama bu, bu değildir. onun içindekidir, kaffesi ne diye tutuyorlar içindeki bülbül kuşu olmazsa. Kuş gittiği zaman kafes bir tarafa atılıyor, kafes kuş ile beraber değerlidir. Hemen cenâb-ı Zü'l-Celâl hazretleri (bakın bu hakikatleri idrak ettiğimiz anda ve her zaman) bu fakiri ve taleb eden kaffe-i ihvanı vehm-i enâniyyetten benlik vehminden halâs ve zevk-ı fenâ ile isteğine eriştirsin, huzur buldursun âmin! Bi-hürmetil Seyyidi'l-mürselîn yani Mürsellerin seyidinin hürmetine ya rabbi bunları böyle eyle. Çünkü bütün bunları getiren seyyid-i mürselin olan efendimiz (sav) dir.

Böyle olunca hâkim, hakikatte mes'elenin "ayn"ina tâbi'dir ki, o mes'elenin zâtının iktizâ ettiği şeyle onda hükm eder. imdi mahkûmun-aleyh kendisinde olan şeyle hâkim üzerine hâkimi' dir ki, kendi üzerine bununla hükm eyleye (6).
Ya'nî hâkim-i Hâkîm olan, yani hâkimlerin hâkimi olan Allah Teâlâ hazretlerinin bir şey üzerine kazâsı ve onu takdir eylemesi, kaderi fiiller âleminde onu meydana getirmesi ancak o şeyin muktezâ-yı kâbiliyyetine göredir. Yani Allah’ın her hangi bir şey üzerinde hüküm ve takdiri o şeyin kabiliyetinin gereğine göredir.

Binâenaleyh hâkim hükmünde, hakkında hüküm verilen şeyin taleb-i isti'dâdına tabi'dir. Yani ne taleb etmişse üzerine hükmedilen neyi taleb etmişse hâkim ona göre hüküm verir. Hâkim kendinden hüküm vermez. Zâhirdeki mahkemeler de zâten öyledir,

Ya'nî hakkında hüküm verilenin kâbiliyyet ve isti'dadı hâkime der ki: "Benim kâbiliyyet ve isti'dâdımın muktezası yani gereği budur. Hakkımda bu muktezâya göre senden hüküm isterim". Bakın hal lisanıyla bunu istemektedir. Hâkim dahi ona göre hükmeder. Şimdi bir kâtil bir kimseyi öldürmekle hâkime diyor ki ben kâtilim, bana katillik hükmünü ver, o hükmü baştan kendi vermiş oluyor. Hâkim ne yapıyor bunu onaylıyor. Süresini belirtiyor. Yoksa hâkim sen öldür diye hüküm vermiyor.

İmdi hâkim, kim olursa olsun, her hâkim hükm eylediği şeyle ve hükm eylediği şeyde mahkûmün-aleyhdir yani bu hükmü vermek zorundadır ve kendi üstüne de bununla hükmedilmiştir. Hâkime de böyle hükmedilmiştir. Hâkim de mahkûmdur, o hükmü vermeye mahkûmdur, çünkü mah-kûm olan kimse o hükmü vermiş, hâkime diyor ki ben buyum bana bu hükmü ver. Hâkim de onu veriyor. (7).

Ya'nî hâkim ister Hak olsun, ister halk olsun, bir şeyle ve bir şeyde hükm ettiği vakit, ancak o şeyin zâtının ve hakikatinin muktezâsi, gereği ne ise, ona göre hükmeder. İşte hâkim bu hükm ettiği şeyle bir hükme muhatab olandır. Mahkûm hâkime hükmetmiştir, hâkim hükmünü ona göre yapar. Zîrâ mahkûm, hâkime der ki: "Benim hâlimin muktezâsı, gereği budur. Sen benim hakkımda şu hükm ile hâkim ol!" Binâenaleyh mahkûm vereceği hüküm ile evvelâ hâkimi hüküme muhatab kılar. Yani hâkimi hüküm vermeye mahkûm kılar. Hâkim hüküm vermeye mahkûm, mahkûm da, kendi hükmünü çekmeye mahkûmdur. İkisi de mahkûmdur. Hâkim a’yân-ı sâbitedir, gerçek hâkim a’yân-ı sâbitedir. Ebu cehil bu cehillik vasfını talep ediyor, bana bunu ver diye, Hakk da bu talebi mahkûm olarak yerine getiriyor.

Cenâb-ı Hakk vermediği zaman, ısrar ediyor ver ver diye, Cenâb-ı Hakk da veriyor. Hâkim dahî bu suretle hâkim, mahkûm olduktan sonra hükmünü verir; ve hakkında bu hüküm lâhık olan dahî daha sonra mahkûmun aleyh olur. Yani hakimi mahkûm etti, bana hükmü ver diye, o zaman mahkûm olan hakim, ilk talebi edenin mahkûm olanın üstüne, bu hükmü verdiği zaman mahkumun aleyh baştan hâkim olan, sonradan mahkumun aleyh, üzerine hükmedilmiş olur. Ama kendi talebi ile üzerine hükmedilmiş olur. Mahkûmun istemesi üzerine mahkûmun aleyh üzerine hükmedilmiş olur. O zaman o suçlu hem hâkim hem de mahkûm olmuş olur. Diğerleri suretin gereği olarak faaliyetin yerine getirilmesi için memur olurlar, âmir gene de mahkûmdur. Ama kendi âmirliği ile mahkûm olmuştur. Hakim onu mahkûm etmemiştir. Hükm-i Hak böyle olduğu gibi, hükm-i enbiyâ ve selâtîn, yani sultanların hükmü ve mahkeme hâkimlerinin hükmü dahi böyledir.

اَعُوذُ بِالَّلهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ



﴿١﴾ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Bu akşam 25/10/2011 Salı akşamı sohbet mevzumuz devam eden Kader hakkında olacaktır Üzeyir Fassı 8. Paragraftan devam edelim. Cenâb-ı Hakk gerçekten kendi Kazâ ve Kaderinin kendi indindeki haliyle, “beşerin indindeki anlayışı ile değil”, aslı itibariyle rabbımızın indindeki, kader hakikati ne ise bize onu anlamamızı nasib etsin inşeallah.

İmdi bu mes'eleyi tahkik et! Zîrâ sırr-ı kader, ancak şid-det-i zuhurundan dolayı meçhul oldu. Yani kader sırrı kade-rin şiddetli zuhurundan dolayı meçhul oldu. Ve enbiyâdan onun hakkında taleb ve İlhâh, üzerine düşme, yani o meseleyi şiddetle arzu ettikleri halde kesretle vâki' olduğu halde, sırr-ı kader bilinmedi, yani genelde bilinmedi. (8).

Sırr-ı kaderin şiddet-i zuhuru budur ki: yani kader sırrının şiddetle zuhur etmesi bu haldir ki, yani şu meseledir ki Hakk'ın emri ve hükmü olmadıkça, bir şey vâki' olmaz. Ve Hakk'ın hükmü dahi ancak hakkında mahkûmun aleyh/üzerine hükmedilmiş, olan şeyin zâtı ne vech ile hükmetmiş ise, o şey hakkında ona göre belirlenir, tayin olur. Ve bu hakikatin mechul olması ehl-i irfan indindeki mechûliyyettir. Yoksa erbâb-ı cehil ve zulum ve küfürde ileri giden burada kâle bile alınmaz. Yani kader hakkında erbab-ı cehil hiçbir kefeye bile konmaz, mechuliyeti irfan ehli indindedir. Bakın o kadar yüksek bir hadisedir. Yani diğerleri kader hakkında zâten konu bile olmaz, 7/179 ayetinde buyurur

اُولۤئِكَ كَالاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ

Onlar (A'râf, 7/179) vasfıyla mevsûf insan suretinde bir sürü hayvanâttan ibarettir. İşte bunların kader hakkında zâten hiç ilgisi yoktur. Bu üst kademede olan gerçek insanlar hakkındadır bu 7/179 da bahsedilenler hakkında söz konusu değildir. onlar düşünmezler ki kader hakkında bilgileri olsun.

Kader sırrının şiddetle zuhurunun sebebi budur ki Hakk’ın emri ve hükmü olmadıkça bir şey vâki olmaz. Bu bir hükümdür. Ve Hakk’ın hükmü dahi, ancak mahkûmun aleyh olan şey üzerine hükmedilen şey yani şu yapılacak bu yapılacak şu siyaha boyanacak bu kırmızıya boyanacak gibi bir hüküm verilmektedir üstüne, üzerine hüküm olunan şeyin zatı ne vecih ile hükmetmiş ise, hani o tahta meselesi vardı ya ne şekilde hükmetmiş ise o şey hakkında ona göre tayin olunur. Yani varlığın, malzemenin hakikati ne ise ona göre onun üzerine hükmolunur. Başka bir şekilde değil, o zaman terslik olur, zâten olmaz.

İşte hikmet dedikleri iş budur bir bakıma, “hikmet” malzemeyi yerli yerince kullanmaktır. İşte kader sırrı da bir hikmete dayanmaktadır. Zâtı ne vechle hangi yönde hükmetmiş ise o şey hakkında ona göre tayin olunur. Ve bu hakikatin mechul olması ehl-i irfan indindeki mechuliyetidir. Kader tefekkür indinde oluşacak bir hadisedir bilgi bölümü. Yoksa erbab-ı cehil ve tuğyan burada kâle bile alınmaz. Onlar 7/179 vasfıyla اُولۤئِكَ كَالاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ mevsuf insanlar suretinde vasıflanmış insan suretinde bir sürü hayvanattan ibarettir. Onların kader bilgisi ile hiçbir ilgisi yoktur. Ve bu sırrı Kader hakkında enbiyâdan onun ıttıla-ı na kesretle taleb ve ilhâhın sebebi budur ki Yani çokça taleb edilmesinin sebebi budur ki, yani umuma da'vete me'mûr olan enbiyâ, halkları ba'zılarının hidâyete kâbiliyyeti olup, ba'zılarının olmadığını bildiklerinden, hidâyete ehliyeti olanları görüp da'vet etmek, ve ehliyeti olmayanlar hakkında, beyhude zahmet ve meşakkat çekmemek için, sırr-ı kadere ıttıla'ı taleb ederler. Yani kader sırrını idrak etmeyi taleb ederler.

Velâkin kullarının suçlarına verilen cezâ , onların a'mâllerine ve enbiyâya itaat ve isyanlarına, ve îman ve küfürlerine mukabil carî olduğundan; ve bu iki fırkanın birbirinden ayrılması ve zâtında saadete kâbiliyyeti olan kimselerin, da'vet-i enbiyâya icabeti sebebiyle, saadeti zahir olarak mesrur olacak şeyle cezâ olunması; ve zâtında şekâveti muzmer olan kimselerin, enbiyâya inkârları hasebiyle, bâtınlarındaki şekâvetleri zâhir olarak nahoş şeyle mücâzât kılınması muktezî bulunduğundan, kendilerine emr-i da'vette fütur, gevşeklik, bezginlik gelmemek için, enbiyâ (a.s.) da'vet ettiğinde kader sırrından perdeli oldular. Yani kaderi anlat-ma ya çalıştıkları vakit perdelendiler. Yani Cenâb-ı Hakk onlara kader sırrını perdeledi.

Şimdi tekrar geriye dönelim, bu sırr-ı kader hakkında enbiyadan onun ıttılaına kesretle talep ve ilhahın sebebi budur ki, yani enbiya (a.s.) lar, kader sırrını öğrenmeyi taleb etmişler şiddetle, yani bilelim bu kader sırrını, ve çevremizdeki insanlara bu şekilde davette bulunalım diye taleb etmişler kesretle yani çoklukla talep ve ilhahın sebebi budur ki, umuma davete memur olan enbiya, yani bütün insanlara birlikte davete memur olan enbiya, belirli zümrelere değil de, genele davete memur olan enbiya, halktan bazılarının, hidayete kabiliyetli olup, yani Hadi isminin zuhuru olanların hidayete kabiliyetli olup, bazılarının olmadığını bildiklerinden, hidayete ehliyeti olanları görüp, davet etmek ve ehliyeti olmayanlar hakkında, beyhude zahmet ve meşakkat çekmemek için, kader sırrına ıttılaı taleb ederler.

Şimdi bilse ki bir peygamber falan kişi daveti kabul edecek filan kişi etmeyecek diye, daveti kabul edecekleri sadece davet eder, diğerlerine etmez, eğer kader sırrını keşf etmiş bilmiş olsa. Velâkin mucizat-ı ibad, onların amellerine ve enbiyaya iteat ve isyanlarına, ve iman ve küfürlerine mukabil, cari olduğundan mucizat-ı ibad yani kulların cezaları, karşılıkları ahirette karşılaşacakları karşılıkları yaptıkları işlerin karşılıkları, onların amellerine ve enbiyanın iteat ve isyanlarına bakıp kulların ahiretteki karşılığı onların amellerine enbiyanın iteat ve isyanlarına ve iman ve küfürlerine mukabil cari oldu.

Yani ahiretteki mücezat cezâ, yani mükafat ta cezâdır, cezâ karşılıktır onu diyor, kulların ahiretteki cezalarına kendilerinin amellerine ve enbiyaya ait, ve iteat ve isyanlarına iman ve küfürlerine mukabil cari olduğundan, yani kullardan çıkan fiillere göre karşılık göreceğinden ve bu iki fırkanın bir birinden ayrılması ve zâtında saadete kabiliyetli olan kimselerin, davet-i embiyaya icabet sebebiyle saadeti zâhir olarak, mesrur olacak, şeyle ceza olunması, yani huzur bulacak şeyle, hoşlanacak şeyle, karşılık bulması ve Zât’ında şekaveti müzmer olan yani zamiri şekâvet olan kimselerin, enbiyayı inkârları sebebiyle, bâtınlarındaki şekâvetleri zâhir olarak, nahoş şeyle mücâzat kılınması, yani istemedikleri şey ile cezâlanması muktezi bulunduğundan, yani böyle olması gerektiğinden kendilerine emr-i davette fütur gevşeklik bezginlik gelmemek için.

Şimdi bir peygamber bilse ki, falan kişi kabul edecek, falan kişi etmeyecek, zâten onlarda zuhur edecek budur diye baştan bilse kendisine gevşeklik gelir. Yani görevini yapamaz hâle gelir idi. İşte hiç birinin bilinmemesi lâzım ki, o peygamber defaatle, gayretle onlara tebliğde bulunsun. İşte bunun içindir gevşeklik ve bezginlik gelmemek için, enbiya (a.s.) hin-i davette yani peygamberler davet anında, yahut kendisinin davetli olduğu sürede, kader sırrından perdeli oldular. Cenâb-ı Hakk kader sırrını onlara açmadı. Eğer açmış olsaydı, görev yapamazdı, veya gevşeklik olurdu.

Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin