Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı Kerim'de: [أَعْطَى كُلَّ شَيْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدَى] “a’tâ kulle şey’in halkahu summe hedâ” (Tâhâ, 20/50) buyurdu. Mübârek mânâsı budur ki: "Hak Teâlâ her şeye halkını, yânî istîdâdının gereği olan hakkını verdi. Ondan sonra da her şeye halkını verdiğini beyân etti." Bundan dolayı her şey, kendi istîdâdıyla neyi talep etmiş ise, ondan eksiğini ve fazlasını kabûl etmez.
Sonuç olarak Rabb-i hâssı olan isme göre kendisinden râzı olunan olan kimse, mutlakâ kendisinden râzı olunan değildir. Ancak kendisinden râzı olunanda, vücûdu ile açığa çıkan bütün fiiller ve haller, râzı olanın fiili olursa, yânî kendisinden râzı olunan olan kulun fiili olmazsa, o zaman o kul, mutlakâ kendisinden râzı olunan olur. Çünkü râzı olucunun fiili, kemâliyle insân-ı kâmil’de zâhir olur. Çünkü insân-ı kâmil, "Allah" ismi câmi'inin görünme yeri olduğundan bu isim altında toplanmış olan bütün ilâhi isimlerin görünme yeri olmuş olur. Ve onun Rabb'i, Rabb-i mutlak ve Rabbü'l-erbâb olan "Allah" ismi câmi'i olur. Nitekim âyet-i kerîmede: (Yûsuf, 12/39) "Çeşitli Rabb’ler mi hayırlıdır, yoksa Vâhid-i Kahhâr olan "Allah" mı hayırlıdır?" buyrulur.
Ve kazâ ve kader sırrına vâkıf olma dahi, insân-ı kâmil’in hâlidir.