(Sûre-i Haşr/59/22-23)
Hüvellahülleziy lâ ilâhe illâ hu, alimul ğaybi veşşehadeh, hüverrahmânür/rahîm.
22. O, o Allah'tır ki: Ondan başka Allah yoktur. O, gizli olanı da aşirkâre olanı da bilendir. O, Rahmândır, rahîmdir.
Hüvellahülleziy lâ ilâhe illâ hu, O, o Allah'tır ki: Ondan başka Allah yoktur. “İlâh yoktur”
Ğaybi gizli-bâtın-maddenin mânâsı.
Şehadeh aşikâre, bu âlemler ve bilhassa bize göre bu içinde yaşadığımız dünya, “hazret-i şehâdet” “İnsân-ı Kâmil”in zuhûr ettiği yer.
Rahmân’dır, Görünen bütün âlemler “nefes-i Rahmâni” ile vücûda geldiklerinden ve Rahmân’ın varlıklara olan ilk rahmeti de, onlara kendinden bir vücûd vermesi olduğundan, içinde yaşadığımız ism-i zâhirinde, zuhûr yeri olan şehadet âlemi, o halde zâhiren de doğrudan Rahmân’dır ve bu âlemin kuralları da öncelik taşıyan bir husûstur. Çünkü Rahmân’ın Rahîm’e önceliği vardır. O halde bir mevzû yorum-lama hakkında ilk öncelik Rahmân’ındır. Yani, şehâdet âleminin kuralları olan şeriat mertebesine göre değerlendirilmesi lâzımdır.
alimul ğaybi veşşehadeh, Ulûhiyyet’in ilmi âyet-i kerîmede bahsedildiği gibi “gaybden zâhire şehadete” doğrudur, “gayb önde şehâdet ondan sonra”dır. Beşerîyet ilmi ise, önce şehâdetten başlar sonra gaybe doğru yol almaya devam eder. Yani, şehâdet bilgisi önde, gayb ondan sonradır. O halde kural, herhangi bir meseleye evvelâ Şehâdet (müşâhede-şâhitlik) makamından bakmak, zâhiren şeriat hukuku o mesele hakkında nasıl kural koymuşsa onları mutlak işletmek-tir, aksi halde dünya nizâmı bozulur. Daha sonra da ğaybi hakîkatlere yönelmek gerekir.
Rahîm’dir. Rahmân isminin ardından genelde Rahîm ismi gelmekte-dir, çünkü onun canı gibidir ve bütün bâtınî fa’âliyyetleri Rahîm ismi ve mânâsı kapsamında fa’âliyyet gösterir.
*************
Hüvellahülleziy la ilâhe illa hu, el melikül kuddusüsselamül mü'minül müheyminül aziyzül cebbarul mütekebbir, süb hanellahi amma yüşrikun,
23. O, o Allah'tır ki: Kendisinden başka hiçbir mâbut yoktur. Hükümran olan, mukaddes olan, selâmet veren, emniyet ihsân eden, gözeten, her dilediğine galip olan, dilediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi bulunmayan ancak O'dur. Allah, ortak koştukları şeylerden münezzehtir.
Melik hükümrân olan, “mâlik”. Her ne kadar âhirette cennet ehlinin de kendilerine göre bir mülkleri olacak ise de, bugün geçerli olan Hz. Şehâdet âleminde az da olsa her birerlerimizin mülklerimizin geçici de olsa bize ait olduğu gerçeğidir. Bunun için tapu kadastro müdürlükleri vardır. Ve devlet güvencesi ile kayda geçmiştir.
“Efendim, bu âlem Hakk’ın âlemidir, ben de onun kuluyum, istediğim yerde kalırım,” diye bir anlayış geçerli değildir. Bu iddiada olanı, Hakk’ın bu âlemdeki gücü olan devletin aziz cebbar gücü bulunduğu yerden çıkarıp atmaktadır.
“Efendim, ben Hakk’ın kuluyum ve kendi hakîkatim üzere vitriyyetimi idrâk edip oradan ferdiyetimi de anlayarak genelde bütün âlemlerde yaşayan benim. O halde bütün âlemler ben’im ve bu yoldan da bütün âlemler benim malım,” diyerek herhangi bir yer hakkında tasarrufta bulunmak mümkün değildir. O halde zâhiren bir mülkü kendi kuralları içerisinde diyetini-karşılığını vererek kazanmak ve kendi üzerine kaydı geçtikten sonra ancak onun üzerinde tasarruf etmek-kulanmak mümkün olabilecektir. Yani mülkte de öncelik “zâhire”dir. Her ne kadar yukarıdaki düşünce de gerçek ve mutlak ise de bu âlemde sadece “ilmi zevki” ile tadılacak ileri derecede bir tevhîd ilmidir. Fiilde ise geçersizdir ve hiçbir önemi yoktur. Bunun geçerliliği âhirete göredir. Ancak şu anda biz bu şehâdet dünyasında yaşadığımızdan, burada her şeyin fiili mânâda şahit-liği ile tasdik gördüğünden, geçerli olan bu mertebenin şahitliğidir.
Bu mertebede, Hz. Şehâdet’te, Peygamber Efendimiz’i müşâhede ile tasdik eden Hz. Ebubekir zâhir bâtın bu şehâdetiyle “Sıddîk” lâkabını ve tasdiğini almıştır. Bu şehâdet âleminde ise, daha evvel diğer insanlara göre akl-ı cüz içinde biraz daha akıllı olan “eb’ul hakem” daha sonra şehâdet etmediği için o aklı onu “eb’u cehil” yapmıştır. Görüldüğü gibi hükümde öncelik şeriat “müşâhede-şehâdet-şehitlik” âlemine göredir.
Kuddüs, mukaddes. Aynı zamanda bu Ef’âl müşâhede âlemi, şehâdetin kudsîyyetinin de içindedir.
Selâmül, selâmet. O da bu âlemin şer-î kurallarıyla başlamaktadır. Ve insanın ism-i has’larından biridir. İslâmdır ve teslimiyyettir ki, bu âlemde elde edilir ve yaşanır.
Azîz, galip. Bu âlemde zuhûrda olan ve kendilerini Hakk’tan ayrı görüp gurur, kibir, benlik içinde olanların üstünde Azîz ve galiptir, diğer şekli ile esmâlarının üstünde de galiptir. Çünkü onların hepsi zâtına aittir.
Cebbar, dilediğini zorla yaptıran. Bu âlemde zuhûrda olan ve kendilerini Hakk’tan ayrı görüp gurur, kibir, benlik içinde olanların üstünde Azîz, galiptir ve Cebbardır. Diğer şekli ile esmâlarının üstünde de galiptir ve Cebbardır. Çünkü onların hepsi zâtına aittir.
Mütekebbir, büyüklük de kendine aittir.
Aslında Cenâb-ı Hakk’ın bu isimlerin hiçbirine ihtiyacı yoktur. Karşısında bunları kullanabilecek başka aslî “İlâh’lar-Allah’lar” yoktur. Olmayan bir şey için de onun karşılığını ortaya koyacak mânâ ve fiillere gerek yoktur. O halde Allah’ın kendisini bu isimlerle vasıflandırmasının sebebi, kendinin ve kendinden meydana getirdiği zuhûrlarının içinden bilhassa mudil kaynaklı zuhûrlarının kendilerini ilâh’landırmamaları için îkâzî isimlerdir. Demek ortada bu ihtimâl vardır ki, Cenâb-ı Hakk daha baştan bu makamların da kendine ait olduğunu, emirlere uymayan zuhûrlarının bunlardan daha baştan haberleri olmasını sağlamak için Esmâ-ül Hüsnânın içinde bunların da hem de ön sıralarda olmasını istemiştir. İşte bu isimlerin de varlık sebeplerini böylece anlamaya çalışmaktayız.
Yukarıda bahsedilen “Selâm” ismi insanların zuhûr kaynağı, “Azîz, Cebbar, Mütekebbir” isimleri de Mudil isminin de zuhûr mahalleri olan İblîs ve taifesinin zuhûr kaynaklarıdır.
Zâten bilinen bu giriş bilgileri hatırlatıldıktan sonra, şimdi gelelim cümlenin kuruluşunda olan, içinde barındırdığı mertebelere.
Dostları ilə paylaş: |