2. Bölüm, Hayat hikâyemden bir bölüm
Lise yıllarımdan itibâren hayatın göründüğünden farklı bir gerçekliği olduğu hissi oluşmaya başladı içimde. Bununla beraber de bir arayış başladı... Aradığımın ne olduğunu bilemiyordum ama cevâbın İslâm’da gizli olduğunu hissediyordum. Ciltlerce hadîs kitabı okudum o yıllarda, bol bol Kûr’ân okudum... Allah’ı sevmeyi, O’na yakın olmayı öyle çok önemsiyordum ki! Ama sanki hep bir engel, hep bir soğukluk ve yaban-cılık vardı...
Bir gece “İnnemâl mu'minûnellezîne izâ zukirallâhu vecilet kulûbuhum” (bk. Enfal 8/2) yani “Gerçek mü'minler onlardır ki; Allah zikredildiği zaman kalpleri titrer (cezbelenir),” âyetini okuduğumda, “neden benim de kalbim onlar gibi titremiyor?” diye üzüntü içinde secdeye kapandığımı hatırlıyorum. Kısa bir zaman sonra bir zuhûrât gördüm. Zuhûrâtta gök önce kıpkırmızı oluyor, ardından şimşekler çakarak gök yarılıyor ve Allah (c.c.) bana hitap ediyor ve “Şüphesiz biz senden râzıyız!” diyor. O gece uykudan kalbim titreyerek uyandım ve o kalp titremesi o geceden sonra bugüne kadar zaman zaman namazlarda devam etti.
Yine aynı günlerde gördüğüm bir zuhûrâtta bu sefer Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) bana seslendi. Zuhûrâtta üniversitenin bahçesinde arkadaşlarımla otururken birden her yer kapkaranlık oluyor ve üzerimize doğru kurt köpekleri saldırıyordu. Ben hızlı davranıp kaçmayı başarıyorum. Ancak arkadan gelen Burak ismindeki arkadaşımın yardım nidâsını duyunca duraklıyorum. “Kaçıp kendimi mi kurtarsam yoksa yardım için geri mi dönsem?” diye tereddüt ederken, Efendimiz’in (s.a.v.) sesini duyuyorum: “Arkadaşı zordayken onu yüzüstü bırakıp kaçan bizden değildir.”
Üzerlerinden 15 sene kadar geçmesine rağmen bu zuhûrâtları hâlâ unutamadım. Tabi zuhûrât görmek güzel ama sağlam bir hakîkat eğitimi alınmadığı zaman bir süre sonra insanın heyecanı azalıyor, dikkati dağılıyor. Bana da öyle oldu. Dini hassasiyetleri büyük ölçüde taşımakla beraber dünyanın çekimine kendimi kaptırarak uzunca bir süre maddiyat ağırlıklı bir hayat yaşadım. Birkaç defa âşık oldum (olduğumu sandım demek daha doğru olur belki)... Beklediğim tatmini bulamayınca kendimi mesleğime verdim bu sefer. Dünyaca ünlü bir akademisyen olmaya karar vermiştim kendimce. Etrafımda rol modeli olabilecek birkaç hoca vardı; tüm doktora öğrencilerinin ve benim kahramanımdılar onlar. Birkaç yıl bu hayâlle oyalandım. Kahraman ilân ettiğim insanlardan bazılarıyla birlikte çalışınca farkettim ki, onlar gibi bir insan olmak istemiyordum, sadece nefsim onlar gibi başarılı olup gururlanmak istiyordu. Ben bu nefsi isteklerden büyük ölçüde kurtulana kadar Cenâb-ı Hakk bana mesleğimde başarı vermedi, hatta öyle günler oldu ki ünlü olmak bir yana mezun olup olamayacağımı düşünür oldum.
Hem meslek hayatımın, hem sağlığımın, hem de özel hayatımın dip yaptığı günlerden birinde oyalanmak için bir kitapçıya girdim. Belimden geçirdiğim rahatsızlıktan ötürü yüklü miktarda morfin alıyordum, beynimi uyuşturduğu için işlere ara vermiştim, bir süre kitap okuyup dinlenecektim. Kitapçıda dini kitaplar reyonuna bakarken, Osmanlı vatandaşı bir Ermeni’nin birinci dünya harbinden hemen önce kurduğu manevî eğitim ekolünü anlatan bir kitap gördüm. Biraz okuyunca kitap ilgimi çekti, hemen satın aldım, eve gidip bir çırpıda okudum ve içindekilerden oldukça etkilendim. Biraz araştırma yapınca bu ekolün dünyada çok iyi bilindiğini, dünyanın her köşesinde grupları olduğunu öğrendim. Benim yaşadığım üniversite şehrinde de bir grup varmış. Onlarla iletişime geçtim. Bir buluşma ayarladık ama biraraya gelmek kısmet olmadı...
O kitapla beraber manevî yolları araştırmaya başladım. İslâm’dan ayrı bir yola girmek istemediğim için araştırmalarımı tasavvuf üzerine yoğunlaştırdım. Bilgi almak için yaşadığım memleketteki çeşitli gruplara e-mail’ler attım. O arada internetten videolar izliyor kitaplar okuyordum. Tasavvufun temel kaynaklarından birinin Fusûsu´l-Hikem olduğunu öğrendim. Onu da hemen satın alıp aynı binada yaşayan ve benim gibi tasavvufa meraklı Türk arkadaşım H. ile beraber okumaya başladık (tabi neredeyse hiçbir şey anlamadan...).
H. o günlerde arka arkaya çok üzücü olaylar yaşadı, ardından Türkiye’ye kesin dönüş yapma kararı aldı. Onunla yollarımız 3-4 sene sonra tekrar kesişecekti...
Bu yolda yalnız da kalsam kafaya takmıştım, ille de sûfi olacaktım. Yalnız bir sorun vardı. İnternette gördüğüm sûfilerin hemen hepsi upuzun sakallı, sarıklı kimselerdi, ben hem onlardan olup hem de nasıl üniversite hocalığı yapacaktım? Kafamda bu sorular dönerken yaz tatili için iki haftalığına Türkiye’ye gittim. Ziyaretim sırasında Eyüp Sultan’ın türbesine gittim orada uzun uzun dua ettim, “Allah’ım bana senin yolunu gösterecek bir mürşid ver başka hiçbir şey istemiyorum,” diye.
Türkiye’den geri döndükten sonra gruplara yolladığım mail’lerden birine cevap geldi. İnternet üzerinden gruplarına katılım kabul ediyorlarmış, şeyh efendi ile yüzyüze tanışmaya da lüzum yokmuş. Günlük evradı internete koymuşlar. Ben bir hevesle başladım zikirleri yapmaya. Daha ilk gece rüyamda şeyh efendiyi gördüm. Bana arkası dönük bir şekilde kalabalık bir gruba konuşuyordu. Sonra da kafamı yere yan yatırıp ayağıyla üzerine basıyordu. O gecenin sabahında beni çok şaşırtan ve mutlu eden bir telefon konuşması yaptım, yıllardır görüşmediğim biri hiç ummadığım bir anda beni aramıştı. Hem zuhûrât, hem telefon, hem de Eyüp Sultan’daki dua olunca “tamam!” dedim kendi kendime, “doğru yoldayım.” Nereden bilebilirdim ki gördüğüm zuhûrâtın aslında zannettiğim şeyin “tam tersini işaret ettiğini”?
Birkaç ay bu şekilde devam ettim. Fazlaca İsm-i Celâl zikri vardı evradın içinde. Her şey yolunda gibi giderken birden bütün işlerim tersine dönmeye başladı. Tam da iş görüşmeleri yapmaya başladığım devirdi. Başvuru yaptığım neredeyse bütün okullar beni mülâkata çağırdı ama mülâkatlarda ya da sonrasında akla hayâle gelmeyecek aksilikler çıktı. İstediğim bazı okullar olmayınca, biraz da duygusal bir kararla, “geriye kalan okulları da ben istemiyorum, Türkiye’ye dönüyorum,” dedim ve bavullarımı topladım. O arada evradı ve zikirleri de terkettim.
Türkiye’ye döndüğümde aklımda “Allah beni buraya bir amaç için getirmiş olmalı,” düşüncesi vardı. Ancak yaşadığım sıkıntıların etkisiyle dini yaşamdan oldukça soğumuştum. Yaklaşık üç yıl kadar bu şekide geçti. Fiziksel ve psikolojik olarak toparlandığım bir süreç oldu bu. Akademik işlerim de yoluna girdi, çalışmalarım tahmin edebileceğimin çok ötesinde başarılı oldu... Ardından nişanlandım ve evlilik hazırlıklarına başladım.
O süreçte yukarıda bahsettiğim arkadaşım H. ile tekrar görüşmeye başladık. Kendisi Efendi Babam’ın dervişi olmuş. Biraz bahsetti. Benim tasavvuf merakım depreşti hemen. Ricâ ettik Efendi Babam’dan, sağolsun kırmadı bizi, önce Tekirdağ’a kalabalık bir sohbete gittik orada tanıştık kendisiyle, ardından bir sonraki cumartesi günü tekrar ziyarete gidip bu defa baş başa görüştük. 25.06.2011’de biraz benim ısrarımla, Efendim’in de rızasıyla dervişliğe başladım. Başlangıç tarihine bakınca hangi yola girdiğimizi anlamak pek de zor olmuyor: 2+5+6 = 13, 25+6 = 31 tersi 13; 2+0+11=13.
O günden sonrası malûm... Allah, Efendi Babamız’ı başımızdan eksik etmesin. O bizi öyle çok sevsin, öyle çok sevsin ki bizi hep yanında istesin. O’nun sevmesi Hakk’ın sevmesi gibidir...
Dostları ilə paylaş: |