(25) RE: TEFEKKÜR DOSYASI.
Ha…… Yı…… 18 Ocak 2013 11:38:53
Hayırlı günler, hayırlı cum’alar Ha.... Kızım. Yazın güzel olmuş, eline, diline sağlık. Onu da dosyasına aktaracağım. Bu tür yazılar kişinin kendi durumunu daha iyi tanımasına yardımcı oluyordur. Cenâb-ı Hakk idrâk ve anlayışını yavaş yavaş açsın İnşeallah. Nüket Annen’in de selâmları vardır. Hoşçakal. Efendi Baban.
*************
Hayırlı akşamlar Efendi Babam ve Nüket Annem.
Yolun başında olan bir evlâdınız olarak, göstermiş olduğunuz teveccühe lâyık olurum umudu ve izniniz ile bu sene ki tefekkür konusu yazımı gönderiyorum.
Yazımı oldukça geciktirdim, bunun için affınızı rica ediyorum. Aslında tefekkür dosyası ilk geldiği haftadan itibâren sürekli düşünmeme rağmen, ne yazacağımın kararsızlığı içindeydim. Hâlâ tam olarak ne yazacağımı bilmiyorum. O nedenle yazdıklarım biraz doğaçlama olacak.
Dosya hakkında düşünceler gidip gelirken, zihnimde "Zâhir" ve "Bâtın" kelimeleri belirdi. Başlangıç olarak zâhir ve bâtın kelimeleri ile başlamak istedim. “Her şey gibi bu hikâyenin de zâhir ve bâtın yönü vardır,” diye düşündüm. Önce hikâyenin zâhirine bakınca, hikâyedeki gibi insanların kendilerince uzun bir hayat yaşadıkları zannı içinde, dün-yada yaşadıkları zamanı oldukça uzun hikâyelere dönüştürdükle-rini, yazdıklarını, yaşadıkları hayata ne kadar değer verdiklerini müşâ-hede ettim. Her insan hayatının bir döneminde geçmişe bakıp, “hayatım bir roman,” diye düşünür. Benim de böyle düşündüğüm zamanlar oldu. Ne yazık ki diğer insanlar için, yaşanan bu koca ömür bir anlam ifade etmiyordu.
Bilimin çok ilerde olduğu bir çağın yararlarını görüyoruz. Evrenin yaşını ve daha kısa olan dünyanın yaşını biraz düşününce, biz insanların ömürleri bir an oluveriyor birden bire. Bu an içinde, fiiller mertebesinde yaşayan insanların ömürleri görünmez oluyor. Hakk’ın ezelî ve ebedî varlığında ise hepsi, tüm evrenin zamanı dahi, yok hükmünde oluveriyor. Biz insanlar ise, yok hükmündeki bedenlerimize ve ona ait olan bu zamana kapılıp, Hakk’ın lütfettiği ezelî rûhumuzu yok sayıyoruz. Her insan bedeni zâhirde bu dünyaya DOĞARAK gelir, yaşadığını zannettiği bir hayat YAŞAR, bilerek veya bilmeyerek çevresindeki canlıları -ki buna bazen kendi cinsi de dahil - hayatta kalmak için ÖLDÜRÜR, ve sonunda bedeninin yok olma vakti gelir ve ÖLÜR.
Zâhire bakarak özetleyebileceğimiz ve geri kalanını aslında hiçbir-imizin umursamadığı hayat hikâyesi denilen şey, GELİP, GÖRÜP, GÖSTERİP, GİTTİĞİMİZ, bu kısa an yalnızca. Bunu, bizlerden istediğiniz "Hayat hikâyenizden kısa bir bölüm"e bağlamak isterim izninizle.
15 Ağustos 1999 tarihine kadar, ben de, her ne kadar inaçlı bir müslüman olduğumu düşünsem de, bu hayâlî hayatın en derinlerinde yalnızca günü yaşıyor, henüz daha adını duymadığım nefs-i emmârenin elinde oyuncak olduğumu bilmiyordum. O gün annemin Balıkesir'deki yazlığından, yeni doğan kızım ile beraber, İstanbul'a dönmemiz gerekiyordu. O kadar güzel bir tatil geçiriyordum ki, İstanbul'daki eşime telefon edip bir hafta daha kalmak istediğimi söyledim. O da beni kırmadı. İki gün sonra, 17 Ağustos gecesi, annemin ağlama sesine uyandım. Deprem olmuştu ve ben duymamıştım bile. 1969 Adapazarı depremini yaşayan annem, depremin çok büyük olduğunu söyleyip duruyor, sürekli, “bir yerler çok kötü yıkıldı,” diye tekrar edip duruyordu. Hemen endişe ile televizyonu açtık. Spiker İstanbul'un da dâhil olduğu birçok ilde binaların yıkıldığından, can kaybının yüksek olabileceğinden bahsediyordu.
Tüm sevdiklerimiz İstanbul'daydı. Kimseye ulaşamıyorduk. Topar-lanıp İstanbul'a dönmeye karar vermiştik ki, eşim telefonla bize ulaştı. İstanbul da durumun kötü olmadığını söyledi ve yerimizden kıpırdama-mızı tembihledi. Sevdiklerimizden haber aldıkça rahatladık ama uyuyamadık. Televizyon kanalları tek tek Marmara'nın her yerinden yıkım haberlerini vermeye başlamıştı. Tüm gün boyunca, henüz yayın sınırlamaları da olmadığından, korkunç görüntüler, çığlıklar ve feryatlar izledik. En çok “Allah” ve “Allah-u Ekber” seslerini duyuyorduk. Gözyaş-ları, yıkıntılar ve yıkıntılar arasında ansızın ölüme koşmuş cansız bedenler... Görüntüler o kadar iç parçalayıcı idi ki, biraz kendime gelmek için dışarı çıktım ve sahile indim. “Herkesin kahrolduğu bu günde sahil-de kimse olmaz, deniz kenarında oturup kendimi dinlerim,” diye düşündüm. Ne yazık ki beklediğim gibi olmadı. İnsanlar her zamanki umursamazlıkları ile sere serpe güneşleniyor, denizde şen kahkahalar ile şakalaşıyor ve eğleniyordu.
O zaman kendimden ve insanlardan nefret ettim. Ağladım, ağladım ve bir daha insanlar için yaşamayacağıma, yaşamın ve ölümün emrinde olduğu Allah'ın emrinden çıkmayacağıma söz verdim. İstanbul'a döner dönmez kendince Mevlevi olan bir arkadaşımın desteği ile örtündüm. Mesnevi okumaları yapmaya başladım. Arkasından tasavvuf okumaları. Bu süreç tam 12 yıl sürdü. Bu yıllar boyunca sürekli sözümü tutamadım tabi. Tövbe edip, sürekli tövbelerimden döndüm. Onikinci yılın sonunda Hakk'ın yardımı ile sizinle tanıştım.
Tövbe bozmamak gerektiğini öğrendim. Geriye baktığımda içinden yüzlerce hikâye çıkarabileceğim bir hayattan, yalnızca bu hikâyeyi anlatmaya değer gördüm. O gece ilk defa hayatın bir an olduğunu anlamaya başladım diyebilirim. Sizinle tanışmamın ve derslerinizin bana kazandırdıklarından biri de, hayatımızın, bize gönderdiğiniz hikâyede-ki gibi, nasıl bir özet hâlinde bittiğini, geri kalanların ise tefferruat oldu-ğunu gerçek mânâda anlayabilmektir. Tasavvuf hikâyelerinde, Hakk ve Hakk'ın tam temsilcisi olarak Mürşid-i Kâmil, padişah olarak tasvir edilir. Bu nedenle, buradaki padişah sizsiniz ve bize hayatımızı özetliyor-sunuz. Bunu hakkıyla anlamamızı sağlamaya çalışıyorsunuz. Anlayabil-diklerim zâhiren bunlar.
Anlayabildiğim kadarı ile bâtınını anlatmaya çalışacağım izninizle. Kusurlarımı affedersiniz diye umuyorum. Sizinle tanıştım ve her şeyin bir zâhiri ve bir de bâtını olduğunu öğrendim. Benim de, zâhirde, bâtında olanı aradığımı, bâtında aradığımı da, yine zâhirde bulabileceğimi öğren-dim. Hakk'ın tüm varlığı, kendisinin aynası olan, kendisini yine kendisi ile tanıdığı, has kullarının hürmetine zuhûra getirdiğini öğrendim. O zaman hikâyede anlatılan bu dört aşama, Kâmil İnsân olma yolundaki dört aşamaya denk gelebilirdi. DOĞDULAR- Şeriat- Ef’al, YAŞADILAR-Târîkat- Esmâ, ÖLDÜRDÜLER-Hakîkat-Sıfat, ÖLDÜLER-Marifet-Zât mertebelerine işaret edebilirdi. Bu dört aşamayı geçmek zorunda olan Kâmil İnsân olma yolcusu, ilk aşamada Mürşid-i Kâmil ile tanışarak doğmuş olur. Allah'ın izni ile bu doğumum sizinle tanışmam ile gerçekleşti. Sonrasında mürşidinin himmeti ile bu yolun duygusal tarafına, Allah'ın isimlerini tanıdığı ve anlamaya başladığı bunları yavaş yavaş hayata geçirdiği döneme girer. Bu benim dönemim. Yani dervişliği yaşamaya başlar. Sonraki mertebelerle ilgili yazacaklarım bilmediğimden dolayı tamamen zanna dayalı olacak. Anladığım kadarı ile kendimizde olan beşerî sıfatları tek tek öldürüp, Hakk'ın sıfatları ile sıfatlanmanın gerektiği, sıfatların tam mânâsı ile kavrandığı, daha doğrusu hâline bürünüldüğü bir döneme geçiliyor. Bu öldürmeler bitince, kişi kendisindeki insânî sıfatlardan ve taşıdığı benliklerden kurtulup kendini Hakk'ta yok edecek hale geliyor. Bu, Kâmil İnsân olmak, yani ölmek demek. Yalnızca yaşayanların bilebileceği bir hal.
Her mertebe içinde de bu dört aşamayı yaşayabiliriz diye düşündüm. Yani Şeriat, Târîkat, Hakîkat, ve Marifet mertebelerini geçmek için de, Doğup, Yaşayıp, Öldürüp, Ölmek gerekiyor. Her mertebeye geçişimizde bu dört aşama da gerçekleşmiş oluyor. Hatta yedi nefis mertebesi ve beş Hazarât-ı Hamse mertebelerini geçmek için de kendi içlerinde bu dört aşamayı geçmemiz gerekiyor. Her mertebede o mertebenin doğumunu gerçekleştirmeli, o mertebeyi yaşamalı, o mertebede kurtulmamız gere-kenleri öldürmeli ve sonunda o mertebeden ölerek, mertebeyi geçmeyi başarmalıyız. Padişahımız olarak, bu dört aşama ile, bâtında dervişliğin aşamalarını da özetliyorsunuz bizim için.
Benim yazabileceklerim bu kadar Terzi Babam. Haddimi aşacak şekil-de yazmadım diye umarım. Kusurumu affetmeniz dileği ile sevgilerimi ve saygılarımı sunuyor, hürmetle sizin ve Nüket Annem’in ellerinizden öpüyorum.
Evlâtlarınızdan, Ha….. Yı…... İS…….
Dostları ilə paylaş: |