( Kâle rabbunellezî a’tâ kulle şey’in halkahu summe hedâ.(Hz. Musa): “Bizim Rabbimiz, herşeye yaradılışını lütfeden (ihsan eden) sonra da hidayete erdirendir.” dedi.)Taha 20/50
Kul kullun ya’melu alâ şâkiletih (şâkiletihî), fe rabbukum a’lemu bi men huve ehdâ sebîlâ (sebîlen). De ki: “Herkes kendi şekline (hüviyetine, karakterine) göre amel eder.” Öyleyse kimin daha çok hidayet yolunda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir. İsra 17/84
Yukarıdaki ayetlerden şunu anlıyoruz; her birim kendi şakilesi üzere, yani Allah (CC) onda hangi isimlerini seyretmeyi dilemişse, o şekilde ortaya çıkmakta ve, o isme uygun fiiller meydana gelmektedir.
Varlıkların ve fiillerinin ilm-i İlahi’de batıni suretleri vardır. Hakikatleri ne üzere ise onu Rabb’ından talep etmiş, ve Cenab-ı Hakk da talep ettiği şeyi ona vermiştir. Cebir yoktur. Çünkü cebir olması için ikilik olması gerekir. Kendinden kendine, batınından zahirine olan bir sistemde zaten kendinden başka bir şey olmadığına göre bir zorlamadan da bahsedilemez.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kendisine Allah ile ilgili sorulan bir soruya karşılık şöyle buyurmuştu: «ALLAH var idi ve O' nunla beraber hiç bir şey yok idi!» Bu söz üzerine oradakiler Peygamberimizin (s.a.v.) ilmin kapısı olarak nitelendirdiği Hz. Ali’ye koşarak gitmişler ve ondan da bir açıklama beklemişlerdi. Hz Ali’nin cevabı ‘‘El ân kemâ kân’’ , şimdi de öyledir, olmuştu. O halde şimdi de öyledir ve Allah’ tan başka bir şey yoktur. Sonradan yaratılan ‘‘Alem’’ ismidir. Ef’ al aleminde görüntüye gelen tüm fiiller mazhar olunan isimlerin zuhurudur.
Karşımıza çıkan her türlü eksi (kötü) ve artı (iyi) diye ifade edilen hadiselerin hepsi de merkezindedir. Yüce Allah Zati bir seslenişle:
Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. (Bakara Suresi / 155)
buyurarak dünya hayatında eksi görülen hallerin oluşacağı, sabır ve teslimiyet ile ancak müjdelenen hallerin meydana gelebileceği belirtilmekte. Olaylara sabır ve teslimiyet göstermek ise her şeyin zaten merkezinde olduğunu farketmek, hadiselerin sebeplerini birimlere bağlamamak, müsebbibi görmek, mülkün sahibini idrak ve kadere iman ile ilintili.
Rahman’ın yaratışında enfüste ve afakta hiçbir düzensizliğin olmadığını her gün derslerimizde okuduğumuz Mülk suresinde tekrar etmekteyiz. Düzensizliğin olmadığını hatırlatış, zaten her şeyin merkezinde olduğu anlamına gelmez mi?
MÜLK 3 - 4.
(3) ellezî haleka seb’a semavatin tibakan ma tera fiy halkır rahmani min tefavüt ferciıl basare hel tera min füturın (4) sümmerciıl basare kerreteyni yenkalib ileykel besarü hasien ve hüve hasiyr
(3) Gökleri yedi tabaka halinde yaratan O’dur. Rahman’ın bu yarattığında bir düzensizlik asla göremezsin. Gözünü çevir bak, bir kere daha bak, bakalım bir düzensizlik görecek misin?..(4) Sonra tekrar tekrar çevir bak gözünü, ama asla göremiyecek aradığını ve yorgun, bitkin dönecek gene kendine!..
Bilinmekliğini istediği için bu alemleri ve Adem’i halkeden Zat-ı Mutlak, dilediği bütün vechleri ile zuhurdadır. Bir şeyi eksi ya da artı olarak nitelendirmek şartlanmış bakış ve hayal ve vehme göredir. Kendini bu beden ve Allah’tan ayrı zanneden birim, bedenin duyuları ile varı yok, yoku var kabul eder, tabiatına dönük yaşamını sürdürür. İlahi benliğe ulaşan ise, o şey’in hakikatini görür. Biliyoruz ki Efendimizin (s.a.v.) her fiili ve duası aynı zamanda ümmetine gidilecek yolu göstermesi içindir. ‘‘Allah’ım bana eşyanın hakikatini göster’’ diye duası ile de bize en düz bir mantıkla görülen şey’in aslında o görülen şey olmadığını, hayal olduğunu, gerçeğinin, hakikatinin batında olduğunu ve bu gözlerle onu göremeyeceğimizi, ancak Allah’ın dilemesi ile edeceğimiz talep ve yine dilemesi ile hakikatini görebileceğimizi işaret etmiyor mu?
Hakikati gören ise eksiklik görmez. Görülen zıt isimler Allah’ın Esma’ül Hüsna’larıdır. Zıtlıklar ise eksiklik değildir, aksine her şey zıttıyla aşikar olur. Böyle olmasaydı, Ahadiyet’ te kalınır ve Allah’ı tanımak mümkün olmazdı. Onu tanımak için önce ondan ayrılmak sistemin gereği iken, aslında öncelik ve sonralık diye de bir şey yoktur. Her şey ilm-i İlahi' de An’ dadır. Evvel O’ dur Ahir O’dur, Zahir O’ dur, Batın O’ dur.
Bir şeyin içinde iken o şeyi görmek imkânsızdır. Gözün alemleri seyrederken kendini görememesi gibi… Fark alemine inişten sonra ancak müşahede mümkündür.
Bunu, Ahadiyet’ te Cenab-ı Hakk’ın inniyetinden meydana gelen Kuran ve İnsan’ın Ef’al aleminde birbirine gerçek anlamda kavuşması, idrak ve şuurundaki açılım ile İnsanın hakikatini bilip tekrar Ahadiyet’e, bu sefer Allah’ı tanıyarak rücu etmesi murad edilmiştir diye anlamaktayız. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.
Enfüsi beden alemi içinde de birbirine zıt görünen her şey merkezindedir. İş, bunları idrak ile zıtlıkları birlemek, Rabb-ı Has’ı da geçip Allah’a yakiyn elde etmek. Çünkü zıtlıkları birleştirebildiğimiz ölçüde şuurumuzu terkip kaydından kurtarmamız mümkün olabilecektir. Ayet-i kerime’de Yusuf (as) ın dilinden bize bu mevzuya işaret vardır.
(Yâ sâhibeyis sicni e erbâbun muteferrikûne hayrun emillâhul vâhıdul kahhâr(kahhâru). «Ey benim zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü) Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar (kahredici) olan bir tek Allah mı?» Yusuf 12-39)
Nisa 1. Yâ eyyuhân nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisââ(nisâen), vettekûllâhellezî tesâelûne bihî vel erhâm(erhâme). İnnallâhe kâne aleykum rakîbâ(rakîben).
Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.
Yukarıdaki ayette nefslerin bir tek neftsen halkedildiği açık olarak ifade edilmekte. Nefsin kaynağı Nefs-i kül’dür, o da Hakikat-i Muhammedi’ dir. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ‘‘Ben Allah’ ın nurundanım, her şey de benim nurumun nurundandır’’ hadisinden, hakikatimizin Peygamberimizin (s.a.v.) hakikatine dayandığını anlarız. Bütün alemler Hakikat-i Muhammedi’ nin açılımıdır. O da İnsan-ı Kamil adını alır.
Hz. Ali Efendimiz (k.a.v.) ‘‘sen kendini küçük bir cirim zannedersin, halbuki alem-i ekber sende dürülüdür’’ demek suretiyle insanın cisminin küçük alem, ancak manasının alemleri ihata edecek kadar geniş olduğuna dikkat çekmektedir. Yüce Allah’ın (CC) ‘‘yere göğe sığmam, mü’ min kulumun kalbine sığarım’’ hadisi kutsisinde de bu anlamı buluyoruz.
‘‘Ne var alemde o var Adem’ de’’ hükmünce de kesretten kinaye olarak belirtilen on sekiz bin alem (ki bunlar aklı kül nefsi kül, arş, kürsi, yedi kat gök, hava, ateş, su, toprak, maden nebat, hayvan ) olarak belirtilen bütün mertebeler insanda dürülüdür. Makro evrende açığa çıkan her mertebe, mikrosu ile insanda mevcuttur. İnsanın sonsuz evreni tanıyabilmesi imkansız iken, kendini tanıyabilmesi kabiliyeti dahilinde mümkündür. Bu yolla da evren hakkında fikir sahibi olabilir ancak…
Nefsin hakikati Esma-i İlahiye’ ye dayanır. Evren de insan da Allah (CC) 'ın bildirilen kadarıyla isim ve sıfatlarıyla var olmuştur. Nefste Esma-i İlahiye terkipler halinde bulunduğu için kayıtlıdır. Bu isimlerin her biri Rab hükmünde olup terbiye edici olmaları dolayısıyla da isimler arasında karşıtlık vardır. Ancak kişi birtakım çalışmalarla idrakinde açılım ve şuurunun terkip kaydından kurtulmasıyla Allah’ın ahlakıyla ahlaklanarak yukarıdan bir bakışla, eksi veya şer görmeyecektir. ‘‘Allah’tan’’ diyebilecektir. Bu dahi takdir-i ilahiye iledir.
İnnî tevekkeltu alâllâhi rabbî ve rabbikum, mâ min dâbbetin illâ huve âhızun bi nâsıyetihâ, inne rabbî alâ sırâtın mustekîm(mustekîmin). Ben kesinlikle hem benim rabbım hem sizin rabbınız olan Allaha dayanmışım, hiç yerde bir debelenen yoktur ki nasıyesini o tutmuş olmasın, şüphe yok ki rabbım doğru bir yol üzerindedir. Hud 11/56
Yukarıdaki ayet-i kerimeden de anlaşılacağı gibi her bir varlık Rabbı Has’ ının sırat-ı mustakimi, yani doğru yolu üzeredir. Birbirlerine zıt görünen isimlerin doğru yolları ve bu yolların varış yerleri farklı farklıdır. Mudil isminin sırat-ı mustakimi cehennem iken, Hadi ismininki cennettir. Ancak bu bakış da birbirlerine göredir.
Mudil ismi zuhurunu, herkesin hidayet içinde olduğu bir yere koysanız, orada huzur bulamaz, azaptadır. Hadi ismi zuhurundan delalet üzere bir fiil çıksa o da azaptadır. Vicdan azabı dedikleri hal bu olsa gerektir.
Kul, Rabb-ı Has’ından razı olarak fiilleri açığa çıkarırken, Rabb-ı Has’ı da kulundan mardi olmuş olur. O halde Mudil isminin zuhuru olan bir varlık delalet üzere olsa da, Rabb-ı Has’ı indinde said olur. Ancak şakilik diğer esmalara göre ve Rabb’ül Erbab’a göredir. Şu da var ki Mudil, Kahhar, Muntakim isimlerinin gerektirdiği fiillerin açığa çıkışı da Zat’ ın gereklerin-dendir.
Mâ halaknes semâvâti vel arda ve mâ beyne humâ illâ bil hakkı ve ecelin musemmâ(musemmen), vellezîne keferû ammâ unzirû mu’ridûn (mu’ridûne). Gökleri ve yeri ve ikisi arasındakileri hak olarak ve belirlenmiş bir süre için yarattık biz. Küfre batanlarsa uyarılmış oldukları şeyden yüz çevirmektedirler. AHKAF 46/3
Ayeti kerimeden de alaşılacağı üzere her şey hak olarak halkedilmiştir.
Bütün esmalar Hak’tır. Artı ya da eksi görülen fiillerin açığa çıkmasıyla aslında o birimlerden Haklılık açığa çıkar. Bir şeye hakkını vermemek ise zalimlik olur.
Burada bir Nasrettin Hoca fıkrası akla geldi, şöyle ki:
Kendisi kadıyken bir gün birisi gelir ve: “Filanca bana şöyle yaptı, ondan davacıyım” der. Hoca adamı dinler ve ona: “Sen haklısın” der. Bunun üzerine davalı itiraz eder ve olayı bir kez de kendi açısından anlatır. Onu dinleyen Hoca, ona da: “Sen haklısın” der. Bunu duyan karısı: “Yahu Hoca bu nasıl karar, hem davacı, hem davalı haklı olur mu” deyince Hoca ona döner ve: “Vallahi hanım sen de haklısın” der.
Burada olaylara bakışın mertebelere göre farklılıklar gösterdiği de dikkat çekmekte…
*Nasreddin Hoca her şeyin hakkını veriyor, (Uluhiyet mertebesi)
*Davalı ve davacı kendilerini haklı, karşılarındakini haksız buluyorlar
(Rububiyet mertebesi)
*Hoca’nın hanımı (Şeriat mertebesi)
Tevhidi bir bakışla davalıyı da davacıyı da ‘‘Hak’’ olarak gördüğünden her ikisine de ‘‘Hak’ lısın’’ diyen Hoca’ ya bu kez, yine Hakk’ ın bir vechi olarak hanımı : ‘‘Bu nasıl karar, hem davalı hem davacı haklı olur mu?’’ demekle şeriatın korunmasını ikaz etmekte. Nasreddin Hoca hanımının da Hak olduğunu ve Hakk’ın o mahalden konuştuğunu bildiğinden, hanımına : ‘‘anladım, şeriatı da korumak gerek’’ anlamında ‘‘Sen de haklısın’’ demekte. güldürürken düşündüren, düşündürürken güldüren derler ya, bir fıkra (hakkında bu kadar düşüneceğimi ve zevken gülümseyeceğimi tahmin etmezdim :)
Konumuza tekrar dönecek olursak;
Derslerimizde; tüm olarak bu varlığı gerçek yüzleri ile kendi mertebelerinde korumaya ‘‘Uluhiyet’’ dendiğini öğrenmiştik. Demek ki alemde gördüğümüz her şey, her oluşum eksi ve artı diye ayırt etmeksizin Allah tarafından korunmaktadır. Uluhiyet’ in gereği budur ve bunu değiştirmek ise imkansızdır. Buradan yola çıkarak Musa bin Muslihiddin Efendi’yi ‘‘Merkez Efendi’’ yapan sözünün yukarıdan bir bakışla, Uluhiyet mertebesinden söylenmiş olduğunu düşünebiliriz.
Merkez kelimesinin sözlükte;-
-belirli bir yerin ortası
-bir dairenin ya da bir küre yüzeyinin her noktasından aynı uzaklıkta bulunan iç nokta
-bir şeyin çevreden aynı uzaklıkta olan yeri… vb. gibi anlamlarına rastlamaktayız.
Bu tanımlarla da ‘‘Merkez’’ kelimesi bize ayan-ı sabite kelimesini hatırlatmakta. Çünkü her varlık ayan-ı sabite programınca zahirde vücut bulur. Hangi esma terkipleri ile proglamlanmışsa Ef’al aleminde o rolleri oynar. Tüm varlık özlerinde ayan-ı sabite programlarınca, (merkezinde) hareketlerini sürdürürler.
07.03.2014
El.... gü.... Ha.....
------------------------
Dostları ilə paylaş: |