Ondan sonrasına bakıyoruz, emekçi hareketinde uzun onyıllar boyunca bir durgunluk var. Burjuvazi tüm demokratik barutunu tüketmiş olmanın ötesinde gitgide koyulaşan bir gericiliğin kaynağı ve baş temsilcisi haline gelmiş. Emekçi sınıflar ise etkin toplumsal dinamikler olarak henüz tarih sahnesine çıkamıyorlar. ‘30’larda ciddi bir şey yok. ‘40’larda ciddi bir şey yok, hatta ‘50’lerde ciddi bir şey yok. Ve nihayet(52)‘60’lara, Türkiye’nin sosyal mücadeleler tarihinde gerçek bir dönüm noktası olan yıllara geliyoruz. Bu yıllarda, kuşkusuz hızlanan kapitalist gelişme, bu gelişmenin modern sınıfları belirginleştirmesi, modern sınıf ilişkilerinin açığa çıkması ve bu temeldeki çelişkilerin keskinleşmesiyle birlikte, Türkiye’de tarih sahnesine ezilen sınıfların nihayet etkin biçimde çıktığını görüyoruz. İşçi sınıfının çıktığını görüyoruz, yoksul köylülüğü görüyoruz, kent yoksullarını görüyoruz, ilerici gençliği görüyoruz, nihayet ilerici aydınları görüyoruz bütün bunlarla birlikte. Kurtuluş Savaşı'nın onuru burjuvaziye verilecek o sınırlı reformlarını bir yana koyun, Türkiye’deki bütün demokratik birikim ve kazanım, bu ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda sağlanan neyse gerçekte odur. ‘80’li yıllar ise zaten bir gericilik dönemi, bir bastırma dönemi oldu.
Demokrasi sorununa ilişkin marksist bir teorik bakıştan yoksun olan, kapitalizm ile demokrasi sorunu ve mücadelesi arasındaki ilişkiyi bir türlü doğru anlayamayan kimi darkafalı siyasal akımlar tarafından ‘60’lı ve ‘70’li yıllardaki bu mücadeleler, demokratik devrim stratejisinin doğruluğuna kanıt olarak gösteriliyor. Oysa bu mücadele, tam tersine, tam da kapitalist ilişkilerin büyük sıçramalar yapması zemini üzerinde gündeme gelmiştir. Dikkat edin, alt sınıfların yığınsal demokratik çıkışları ‘30’larda, ‘40’larda değil, hatta ‘50’lerde bile değil, ‘50’lerdeki hızlı kapitalist gelişmenin temeli üzerinde, bu gelişmenin güçlendirdiği modern sınıf ilişkileri temeli üzerinde ancak ‘60’larda ve ‘70’lerde geliyor. Neden? Çünkü kapitalizmin gelişmesi ve yerleşmesi ile yığınların demokratik istek ve özlemlerinin büyümesi arasında organik bir ilişki var. Kapitalizm geliştikçe yığınlardaki demokratik özlemleri uyarır, demokratik istemleri güçlendirir.(“Genel olarak kapitalizm ve özel olarak emperyalizm, demokrasiyi bir hayal haline getirir –ama aynı zamanda kapitalizm, yığınlarda demokratik esinler uyandırır, demokratik kurumlar yaratır, emperyalizmin demokrasiyi yadsıyışıyla demokrasi için yığınsal savaşım arasındaki çatışmayı şiddetlendirir.” (Marksizmin Bir Karikatürü..., s. 23 Red.))Bakıyoruz, gerçekle(53)şen şey tam da budur. Kapitalist gelişme sıçramasını yapıyor, bu zemin üzerinde yığınların demokratik özlemleri kabarıyor. Ve yığınlar bunlar uğruna sayısız mücadelelere giriyorlar. Bu mücadeleler içerisinde bu toplumun yarattığı demokratik birikimler, değerler, kurumlar ne ise, bu ülkenin gerçek demokrasi birikimi de gerçekte odur.
D. Perinçek gerçi bize “yüz yıllık bir demokrasi birikimi” çıkarıyor. Jön Türkler’den alıyor, İttihat ve Terakki’ye, oradan kemalistlere bağlıyor. Ve elbette ‘60’lardan itibaren de artık emekçiler inisiyatifi ele aldı, diyor. Genel planda alındığında “yüzyıllık birikim” iddiasına karşı çıkılamaz, bunun elbetteki bir anlamı var. Ama yüz yılın ilk 70 yılına baktığımız zaman gördüğümüz şey, 1908 hareketi ile ‘20’li yıllarda kemalist devrim kapsamına giren neyse ondan ibaret. Ama kemalist hareket derin bir siyasal gericiliği de daha baştan kendi içinde taşımıştır. Toprak devrimi ihtimalini engellemiştir, emekçi sınıflara hiçbir demokratik siyasal hak, basit bir sendika hakkı bile tanımamıştır. Tam tersine, önceki mücadeleler içinde ve Kurtuluş Savaşı döneminde fiilen kazanılan çok sınırlı hakları da, çok geçmeden terör ve zorbalıkla gaspetmiştir. Artı Kürt ulusunun varlığını bile inkar edebilecek bir aşırı gerici şovenist çizgide ırkçılığı kurumlaştırmıştır. Bunu ideoloji, kültür, eğitim ve siyasal yapı gibi tüm alanlara yaymıştır.
Öteki yüzü de işte budur bu yüz yıllık birikimin. Düşünün ki Perinçek’in bu “yüz yıllık birikim” değerlendirmesinde kemalist devrim çok özel bir yer tutar. Ama bugünkü demokratik siyasal sorunlara bakıyoruz, bir parça laiklik onurunu bıraksanız bile kemalistlere, öteki bütün sorunlarda bizzat onlar gericiliğe sağlam bir zemin, kurumlaşmış bir zemin kazandır(54)mışlardır. İşçi sınıfının en ilkel demokratik haklarına bile katlanmamışlardır. İlerici hareketi her vesileyle ezmişler, en azgın bir komünizm düşmanlığını bir siyasal kültür haline getirmişlerdir. Şovenizmde işi Kürt ulusunun varlığını tümden inkar etme noktasına vardırmışlar. Bugün Kürt sorunu bu ülkede siyasal özgürlük sorununun en kilit halkası haline gelmiştir. Bu tam da bu şoven ve inkarcı tarihsel mirasla bağlatılıdır. Burjuvazi bugün faşizmi, siyasal gericiliği topluma egemen kılarken bu inkar kültüründen yararlanıyor. Eğer bu inkar kültürü toplumun gözeneklerine bu kadar derinlemesine sinmemiş olsaydı, resmi şovenizm bugün Kürt halkının uyanışı karşısında bu kadar tepkili olmazdı. Türk emekçileri bu gelişme karşısında bu kadar önyargılı davranmazdı. O inkar kültürünün yarattığı derin önyargılardır bunlar.
Bu ülkede gerçekten siyasal özgürlük mücadelesi tarihsel olarak çok zayıf kalmıştır. Toplumun demokratik birikimi çok zayıftır. Demokratik ilişkileri çok zayıftır. Demokratik kurumları çok zayıftır. Ve bize, bu verilerden hareketle yöneltilen, yöneltilecek olan soru şudur: Peki bu zayıflıklar ortamında, işçi sınıfı, emekçi katmanlar burjuvaziyi nasıl devirecekler? Demokrasiyi bile henüz kazanamamış olanlar, toplumsal devrimi nasıl başaracaklar? Bu soru, toplumsal devrim sürecini, bu süreç içinde demokrasi uğruna mücadele ile sermayeyi devirme mücadelesi arasındaki organik ilişkiyi anlayamamanın bir ifadesidir.