Güncel bir örnek vermek istiyorum. Fransa’da bugünlerde ırkçı bir yasa çıkarılmak isteniyor; dikkat edin, emekçi sınıflar, toplumun alt sınıfları, onların sendikal ve siyasal örgütleri, bunu bütün güçleriyle engellemeye çalışıyorlar. Engellemeyi başarabilirler de başaramayabilirler de. Nitekim başaramadılar. Ama başarabilirlerdi de. Başarabilselerdi, o ırkçı tasarı yasalaşmasaydı, dolayısıyla eski kazanım korunsaydı, emekçiler sayesinde korunmuş olurdu. Ama genel soyutlamadan bakıldığı zaman, bu başarı “batı demokrasisi” üzerinden burjuvazinin hanesine yazılıyor. Sonuçta, Fransa’da işte böyle bir demokrasi var, burjuvazinin böyle bir egemenlik biçimi var, deniyor. Halbuki o biçime burjuva anlamda demokratik karakterini veren şey, emekçilerin bu zorlu mücadelelerinden başka bir şey değil.
Bu aynı gerçeğin daha genel ve evrensel bir yanı var. Konuyu dağıtmamak için girmek istemiyorum; sadece hatırlatmakla yetineceğim. Batı demokrasisi, onun özgül bir biçimi olarak sosyal-demokrasi, bir yerde dünya çapında verilen devrimci mücadelenin basıncından, bu basıncın ürünü bir “yan ürün”den başka bir şey değil. Emperyalist burjuvazi, örneğin sömürge ülkelerdeki egemenliğini koruyabilmek için cephe(40)gerisine tavizler vermek zorunda kalmış. Yani ezilen ulusların özgürlük mücadelesi, egemen ulus burjuvazisini, kendi cephe gerisini biraz rahat tutmak, dolayısıyla bu alanda bir takım haklara katlanmak zorunda bırakmış.
Ya da tarihsel açıdan daha anlamlı bir olgu üzerinden örnekleme yoluna gideyim. Bu, Ekim Devrimi’nin yarattığı yeni sürecin bu açıdan genele etkisidir. Rus proletaryası devrimini yapmış, bir Sovyet iktidarı kurmuş, bu iktidar dünya üstünde büyük bir dalgalanma yaratmış. Bu koşullarda, bu karşı gücün, bu karşı varlığın uyguladığı basınç, ondan aldığı ilhamla da büyüyen işçi-emekçi hareketinin iç basıncı ile de birleşince, sonuçta batı burjuvazisini kendi emekçilerinin bir takım haklarına katlanmak zorunda bırakmış. Dolayısıyla bakıyoruz, bu katlanma bile aslında dünya ölçüsündeki devrimci mücadelenin, emekçi mücadelesinin bir yan ürünü olarak ortaya çıkıyor. Ve yine dikkat ediniz, Ekim Devrimi’yle başlayan tarihsel sürecin kazanımlarının kaybedildiği bir tarihsel ortamda, Batı burjuvazisi kendi işçi sınıfının iktisadi, sosyal ve demokratik siyasal haklarına büyük bir pervasızlıkla saldırabiliyor. “Sosyal devlet” söylemi tam da bu dönemde bir yana bırakılabiliyor. Bu anlaşılır bir durumdur. Zira, deyim uygunsa, “sosyal devlet” sosyalist devletin bir “yan ürünü” olmuştur.
Ama tabii tüm bunlar böyle olmakla birlikte, genel planda şunu yine de unutmamak gerekiyor. Eğer burjuvazi feodal soyluluğa karşı mücadele bayrağını yükseltmemiş olsaydı, feodalizmin siyasal kurumlarını, değerlerini, ideolojisini biçmemiş olsaydı, proletarya da, tam bu zemin üzerinde demokratik siyasal hakları elde etme ve kurumlaştırma imkanını bulamazdı. Yani tarihsel zemini, deyim uygunsa, o noktada toprağı düzleyen de, burjuvazinin oynadığı tarihsel rol olmuştur. Bu elbette her ülkede aynı biçimde olmamıştır. Hele bizim gibi ülkelerde hiç olmamıştır. Sorunun bu yanını burada bir yana koyuyorum.(41)
Ortak olan soruna temelden farklı yaklaşımlar
Demokrasi sorunu, öncelikle, bu soruna nasıl bir çözüm? biçiminde çıkar karşımıza. Devrimci çözüm mü, reformcu bir çözüm mü? Sorunun genel devrimci perspektif içinde bir konuluşu mu, yoksa reformist bir bakışaçısı ekseninde ele alınışı mı? Gerçek ayrılık noktası buradadır. Sorunu gereğinden fazla önemsemek ya da küçümsememek iddiası, genellikle bu asıl ayırdedici noktayı gölgeler. Herhangi bir reformist partinin bugünün Türkiye’sinde, demokrasi sorununun şu veya bu unsuruna, örneğin Kürt sorununa ya da siyasal özgürlük sorununa ya da dinsel gericilik sorununa, bir takım başka sorunlara en az bizim kadar ilgi gösterdiğini, onları en az bizim kadar önemsediğini prensip olarak kabul edebiliriz. Bunda bir güçlük ya da sakınca yok. Gerçekten onlar da bu sorunlara kimine daha az kimine daha çok olsa da ilgi gösteriyorlar. Hatta denilebilir ki, liberal demokrat siyasal akımlar olarak onların varlık nedeni bir yerde zaten bu sorunlar.
Ama bir, bu sorunları gerçek kapsamlarıyla ele alıyorlar mı? İki, bu sorunların çözümünün önündeki toplumsal-siyasal engelleri doğru tespit ediyorlar mı? Üç, bu engellere karşı mücadeleyi devrimci bir tarzda ortaya koyuyorlar mı? Dört, bu mücadelenin devrimci toplumsal-siyasal dinamiklerini doğru ele alıyorlar mı? Bu sorular daha da uzatılabilir. Elbetteki sorunları görüyorlar, ama bu sorunlara güdükleşmiş, burjuva düzenin kendi sınırları içine sığan çözümler öneriyorlar. Çünkü burjuvazi ile iktidar sorununu eksen alan hesaplaşmaya dayalı bir mücadele platformuna sahip değiller. Böyle bir programa, böyle bir stratejiye, temelde buna uygun bir ideolojik-sınıfsal konuma sahip değiller. Yalnızca burjuvaziyi geriletme, onu demokratik hak ve kurumlara razı etme mücadelesi veriyorlar. Onların mücadelesi bu çerçevede mevcut rejimi reforme etme, iyileştirme mücadelesidir.(42)
Onlar saydığımız sorunlara, genel olarak demokrasi sorununa, bu düzenin kendi iç çerçevesi içinde bir çözüm arıyorlar. Oysa biz, genel olarak demokrasi mücadelesini, özel olarak da onun şu veya bu unsurunu, burjuvazinin sınıf iktidarını devirme stratejisi içinde ele alıyoruz. Bu sorunların çözümünü, burjuva düzeni demokratikleştirme hedefi içinde değil, bizzat bu düzeni tasfiye etme hedefi içinde ele alıyoruz. Ve diyoruz ki, sorunu ancak bu çerçevede, bu stratejik kavrayış içinde ele aldığımız ölçüde, gerçekte bu mücadele içerisinde burjuvaziyi geriletme imkanı da buluruz. Yani bir dizi reform ve kazanımı da ancak bu sayede, bu perspektife dayalı bir mücadelenin ürünü olarak elde ederiz.
Bu konuya ilişkin olarak birinci emperyalist savaş dönemi tartışmalarından bir örnek vereceğim. Burada çok bilinen bir tartışma var. Bu tartışma doğru anlaşıldığı ölçüde bence demokrasi meselesinin bütün bu teorik kapsamı da diyalektik bir tarzda kavranır. Lenin’in “emperyalist ekonomizm” denilen eğilimin temsilcileriyle giriştiği tartışmaları kastediyorum.