ABD’de de, tüm öteki emperyalist ülkelerde olduğu gibi, şu son yıllarda çalışan sınıfın yoksullaşması, yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranında artış, evsizlerin, demek oluyor ki sokakta yaşayanların, toplumdan dışlanmışların sayısında artış eğilimi sürdü. Tüm bunlara sosyal hakların gaspı eşlik etti. Fikret Başkaya’nın incelemesinden daha önce aktardığım olguları hatırlayınız. Amerikan işçi sınıfı içinde tepki yaratan, Seattle gibi bir yerde onbinlerce Amerikan işçisinin yürümesini olanaklı kılan bundan başka nedir ki? Tam da Clinton döneminde uluslararası çapta yankı yaratan bir dizi greve yol açan bundan başka nedir ki? Demokrat Parti'nin solundaki bir partinin ilk kez olarak %3 oy desteğini almasının gerisinde de bu var, ki bu Ameri(206)kan seçimlerinin büyük bir krize dönüşmesinde temel bir etkeni oldu. Bu oylar her zamanki gibi Demokrat Parti'ye verilseydi, herhalde son başkanlık seçimini krizsiz-tartışmasız Al Gore kazanırdı.
Partimizin programının “Kapitalizm”e ilişkin altıncı maddesinde dile getirilen temel gerçekliğin, bugün her toplumun kendi içinde ve dünya çapında, tam da programımızda ifade edilen açıklık ve sadelikte yaşandığını görüyoruz. Oysa programımızdaki bu düşünce, özünde 150 yıllık bir metindeki, Komünist Manifesto’daki düşüncenin tamı tamına kendisidir. Biz kuşkusuz gerçekliğe bugünün kapitalizmi üzerinden bakıyoruz. Ama öte yandan temel önemde bir noktaya da vurgu yapıyoruz; kapitalizmin özü ve temel yasallıkları değişmemiştir, kapitalizm bugün de temelde aynı yasalar tabi, aynı mekanizmalarla işliyor ve bunlar aynı temel sosyal sonuçları üretiyor.
Söz konusu maddeyi yeniden okuyorum: “Üretici güçlerin gelişmesinin toplumsal servette yarattığı her artış, kapitalist sınıfın daha da zenginleşmesine, çalışan kitlelerin ise nispi ya da mutlak olarak yoksullaşmasına yolaçar. Toplumsal zenginliğin artışına toplumsal eşitsizliklerin artışı eşlik eder. Servet-sefalet kutuplaşması gitgide büyür, sermaye sınıfı ile emekçiler arasındaki uçurum derinleşir."
Bu uçurum derinleştiği içindir ki, Seattlelar yaşanıyor Amerika’da. ABD’yi, sosyal çelişki ve çatışma bakımından bu en rahat ve en denetimli ülkeyi, sınıf hareketinin en örgütsüz ve savunmasız, örgütlü işçilerin ise tekellerin tam hizmetindeki sendikalar tarafından en çok denetlenebildiği bu ülkeyi kasten örnek veriyorum. Böylece artık siz varın dünyanın geri kalan bölümünü tahmin edin demiş oluyorum.
Kutuplaşmanın tek tek ülkeler bünyesinde olduğu kadar, dünya ölçüsünde de, yani emperyalist ülkelerle bağımlı ülkeler arasında, bu arada belirli kıtalar ya da bölgeler arasında aynı keskinlikte yaşandığını güncel veriler tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır. Buna daha önce çarpıcı bazı örnekler vermiştim. Dünya nüfusunun en zengin %20’lik dilimi ile en yoksul %20’lik dilimi arasındaki gelir farkı uçurumunun, 1960 ile 1990 arasındaki otuz yıl içinde 30’a 1’den 60’a 1’e çıkması ve bunun şimdilerde, yani son on yılın ardından 82’de 1’e ulaşması, kutuplaşmanın yakın dönemde ulaştığı korkunç hızı göstermektedir.
Kapitalist dünya ekonomisini tek bir bütün olarak dü(208)şünürseniz eğer, bu ekonomik eksenin bir yanda muazzam bir servet ve öte yanda ise mutlak ya da nispi yoksulluk ürettiğini, bu rakamlar üzerinden tüm açıklığı ile görebilirsiniz. Bunların resmi veriler, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ya da Dünya Bankası’na ait veriler olduğuna da özellikle dikkat edilmelidir. Öte yandan, küreselleşmenin nimetleri üzerine pompalanan gerçek dışı hayallerin aksine, tüm ciddi araştırmalar, kapitalist küreselleşme sürecindeki her yeni ilerlemenin emperyalist ülkeler ile bağımlı ülkeler arasındaki farklılıkları daha da artırdığını, gelişme eğiliminin şaşmaz biçimde böyle olduğunu, ortak bir görüş olarak saptamaktadırlar.
Servet ve sefalet kutuplaşması, yani kapitalizmin kendi gelişme süreci içinde bir tarafta servet, öte tarafta mutlak ya da nispi yoksulluk ürettiği temel düşüncesi, Marks’ın teorisinin temel taşlarında biridir. Bugün yalnızca tek tek toplumlar bünyesinde değil, fakat dünya sahnesindeki ilişkiler bütünü içinde de bu temel düşüncenin apaçık bir doğrulanması ile karşı karşıyayız. Bu öylesine açık ve çarpıcı bir olgudur ki, artık konuya ilişkin inceleme ve araştırmalara başlık bile olabilmektedir. Fransa’da resmi çevrelerle de bağlantılı bir iktisat profesörü (Daniel Cohen) yakın zamanda kaleme aldığı kitabına, “Dünyanın Zenginliği, Ulusların Fakirliği” ismini koymuş. Bu gerçekten çarpıcı bir isimlendirmedir ve sorunu tüm açıklığı ile özetlemektedir. Burada, bu isimlendirmede, liberalizmin babası Adam Smith’in ünlü eseri “Ulusların Zenginliği" ne bir dokundurma da amaçlanıyor olmalıdır. Evet, dünyamız sürekli zenginleşirken, dünya nüfusunun ezici bir bölümü buna paralel olarak mutlak ya da nispi olarak yoksullaşmaktadır. İnsanlığın dörtte biri mutlak yoksulluk içinde yaşamakta, bazı bölgeler ya da ülkeler açlıktan, yoksulluktan ya da hastalıktan kırılmaktadır.(209)
Bir başka iktisat profesörü, ilerici bir bilim adamı olan Kanadalı Michel Chossudovsky, çok değerli bilgiler ve veriler içeren kitabına “Yoksulluğun Küreselleşmesi” adını uygun görmüş. Üretim tekniği ve emek üretkenliği alanlarındaki muazzam gelişmelere, bunun yarattığı dev üretim kapasitesine ve böylece yaratılan muazzam zenginliğe rağmen bugün “yoksulluğun küreselleşmesi”, küreselleşmiş dünyanın ya da emperyalist küreselleşmenin en temel gerçeğidir ve bu, Marks’ın kutuplaşma teorisinin dünya ölçeğindeki çarpıcı bir doğrulanmasıdır.