İslami önderlik ve motifler kafa karışıklığı yaratmaya elverişli olduğu için, Asya’nın ve Ortadoğu’nun savaş karşıtı hareketlerine de bu nokta üzerinden kısaca değinelim. Mevcut önderlik ve motifler bu hareketler için temel önemde bir zaafı ifade etmekle birlikte, gerçekte söz konusu olan, emperyalist baskı ve sömürüye karşı büyük bir kitlesel öfkenin dışavurumundan başka bir şey değildir. İslami önderliğin bu öfke ve tepkiyi kendi çarpık kalıplarına ve amaçlarına göre yönlendirmeye çalışması, bu büyük öfkenin haklılığı kadar derin sosyal ve siyasal içeriğini de hiçbir biçimde karartamaz. Uzun yılları bulacak bir büyük çatışmalar dönemine girdiğimize göre, zaman içerisinde bu sosyal-siyasal öfkenin hangi yeni biçimler alacağını, hangi yeni(284)kanalları zorlayacağını da bugünden bilemeyiz. Fakat iyimser olmak için nedenlerimiz yeterince var.
Herşey bir yana, arkamızda canlı bir 20. yüzyıl tarihi var. Son 20 yılı dışında neredeyse bütün bir 20. yüzyıl, Asya’da gelişen ve batıdaki devrimci sınıf hareketleriyle etkileşen büyük devrimci ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerine sahne oldu. İnsanlığın tepesine bir kabus gibi çöken emperyalist dünya sistemi karşısında, gerici islami akımların sürükledikleri kitlelere sunabilecekleri hiçbir gerçek alternatif ve çözüm programı yoktur. Doğunun mazlum müslüman halkları, kapitalist emperyalizmin ezici ve yıkıcı köleliğinden gerçekten kurtulma duygusu taşıdıkları sürece, bu olanağı kendilerine bir yanılsama olarak değil fakat gerçek tarihi-toplumsal bir alternatif olarak sunma yeteneğine sahip devrimci önderliklere de zamanla kaçınılmaz bir biçimde yöneleceklerdir.
Büyük savaş karşıtı potansiyeli eyleme dönüştürelim
Türkiye’de savaş karşıtı hareket halihazırda son derece cılızdır. Fakat bu yanıltıcı olmamalıdır. Halk kitleleri arasında, özellikle de işçi sınıfı ve gençlik saflarında, büyük bir savaş karşıtı potansiyel vardır. Bu potansiyelin bugün için kendini güçlü bir savaş karşıtı kitle hareketi olarak ortaya koyamamasının gerisinde, sol akımların güçsüzlüğü ve beceriksizliğinin yanı sıra, azgın baskı ve terör rejiminin kitlelerde yaratmış bulunduğu çekingenlik vardır.
Yine de işçi hareketinden ve gençlikten ilk seslerin ve eylemli tepkilerin yükselmiş olması oldukça önemlidir. Günün görevi her türlü olanağı kullanarak ve her türlü fırsatı değerlendirerek, bu hareketi geliştirmek, yaymak ve emperyalist savaş karşıtı örgütlenmelerde kurumlaştırmaktır.(285) Amerikan emperyalizminin Afganistan’a karşı başlattığı saldırı savaşı, hep vurgulana geldiği gibi, yalnızca bir başlangıçtır. Önümüzde bölgemizi kapsayan savaşlarla geçecek uzun aylar ve belki de yıllar var. Emperyalist savaşa karşı soluklu bir kitle hareketini geliştirmek görevine bu perspektifle bakabilmeliyiz. Özellikle işçi sınıfı ve gençlik bu tepkilerin öncelikle ve nispeten kolaylıkla geliştirilebileceği iki temel alandır. Bu nedenle dikkatleri bu iki kesim üzerinde yoğunlaştırmalı, yanı sıra yarı-proleter kitlelerin yoğunlaştığı emekçi mahallelerine gereken ilgiyi göstermeliyiz. Doğal olarak sınıf hareketi belirleyici alandır. Soluklu bir savaş karşıtı eylemi ancak sınıf hareketi taşıyabilir, bunu hiçbir biçimde unutmamalıyız.
Sınıf mücadeleleri açısından zor ve karmaşık bir tarihi döneme girmiş bulunuyoruz. Devrimcilerin önünde saldırıları göğüslemek, yeni çalışma ve mücadele koşullarına intibak etmek ve en önemlisi, yeni dönemin önlerine koyduğu zorlu ve çok yönlü görevleri başarıyla üstlenmek sorumluluğu var. Gelişmeler kadar devrimcileri bekleyen görevler de tarihi önemdedir.
İçte gericilik, dışta saldırganlık ve savaş
Burjuva gericiliği dünya ölçüsünde gitgide daha çok dizginlerinden boşalıyor. Bu kendini her bir ülkenin kendi içinde, “terörizme” karşı mücadele adı altında temel demokratik(287)hak ve özgürlüklerin adım adım budanması, yer yer tümden gaspı, polis devleti uygulamalarının yasalaştırılıp olağanlaştırılması; uluslararası ilişkilerde ise emperyalist nüfuz mücadeleleri, militarizm, saldırganlık ve savaşlar biçiminde gösteriyor.
Bu, yeni bir gelişme de değil; ‘90’lı yılların başından beri dünya politikası adım adım bu yönde gelişiyordu. Yine de 11 Eylül saldırısı sonrasında bunun yeni bir ivme kazandığını, emperyalist gericiliğin gitgide kudurganlık biçimini aldığını görüyoruz. 11 Eylül saldırıları burada yalnızca bir bahane oluşturmuş; halklara ve sistem karşıtı her türlü güç ve akıma savaş ilan etmenin, uluslararası ilişkilere ve toplumların siyasal yaşamına yeni biçimler vermenin bir fırsatı olarak kullanılmıştır.
Gerçekte ise sorunun temelinde, kapitalist dünya ekonomisinin aşılmak bir yana gitgide ağırlaşan uzun süreli bunalımı (‘70’li yılların başından beri sürmekte olan bir bunalım bu) ve bunun giderek sistemi zorlayan sosyal-siyasal sonuçları var. İktisadi bunalımın ağır etki ve sonuçları, sosyal ve siyasal hayatın tüm alanlarında ve bir bütün olarak uluslararası ilişkilerde, gitgide ağırlaşan bir sistem bunalımı olarak kendini gösteriyor. Ve gelinen yerde emperyalistler, bu bunalımdan, iç siyasal yaşamda gericiliği ağırlaştırarak, uluslararası ilişkilerde ise saldırganlığa ve savaşa daha yoğun ve yaygın bir biçimde başvurarak çıkmaya çalışıyorlar.
Dünya hakimiyetini korumak uğruna savaş macerası
Bu tutum, buna dayalı politik yönelimler, özellikle ABD emperyalizmi açısından son derece açık biçimde izlenebilmektedir. Sürecin kendi emperyalist dünya hegemonyasını gitgide daha çok sarsan bir doğrultuda ilerlediğini gören;(288)iç toplumsal sistemi çürüyüp kokuşan; ekonomisi durgunluğa giren; karşısında adım adım yeni emperyalist güç odaklarının yükselmesinden ciddi biçimde rahatsız olan; ve nihayet, kendisine karşı dünya ölçüsünde emekçiler ve ezilen halklar arasında hızla büyüyen karşıtlığı ve nefreti gören, bundan ciddi biçimde kaygı duyan Amerikan emperyalizmi, inisiyatifi kaybetmeden, henüz güçlüyken ve birçok avantaja sahipken, duruma müdahale etmek, uluslararası ilişkileri kendi çıkar ve hesaplarına göre yeniden şekillendirmek yolunu tutmuş bulunuyor.