Cennetteki havz ve kevserin özellikleriyle ilgili ayrıntılı bilgilerin genellikle Ki-tâb-ı Mukaddes'ten alındığını ileri süren Wensinck'in delil olarak zikrettiği tek örnek son derece muhtasar bir ifadeden ibaret olup bu ifade âhiretin veya havzın tasvirini değil sadece Hz. îsâ'nın dünyadaki hidayetini simgelemektedir (El2 |lng.|, VII, 286].
Kaynaklarda havz ve kevserle ilgili hadisleri, sayılan elli ile seksen arasında değişen sahâbînin rivayet ettiği kaydedilmektedir (ibn Hacer, XI, 395; Süyûtî, s. 297-298; Kettânî, s. I 5 1-1 54; Abdülkâdir b. Muhammed Atâ Sûfî, s. 11-14). Aralarında İmâmiyye Şîası'nın da yer aldığı İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu havzın gerçek olduğunu ve bu konuyla ilgili hadislerin mütevâtir veya meşhur kabul edildiğini, dolayısıyla varlığına inanmanın gerekli bulunduğunu belirtmiştir (meselâ bk. İbn Hazm, IV. 66; Nevevî, XV, 53). Buna rağmen Haricîler, Cehmiyyeve Dırâ-riyye havzın mevcudiyetini kabul etmezken Mu'tezile âlimleriyle bazı Şiî grupları, onun mecazî bir İfade kabul edilip "Allah'ın rızâsı" olarak yorumlanması gerektiğini söylemişlerdir. Bunun yanında cennete girecek bütün müminlerin, havzın suyundan İçmek suretiyle dünyaya ait kötü huylarından arınmış olabileceklerini düşünmek de mümkündür. Bazı kaynaklarda, Muâviye b. Ebû Süfyân'ın yeğeni Ubey-dullah b. Ziyâd'ın havzın varlığını inkâr ettiği, fakat yakın arkadaşı Ebû Sebre b. Seleme'nin Abdullah b. Amr'dan rivayet ettiği havz hadisini duyunca bu görüşünden vazgeçtiği belirtilmektedir {Müsned, II, 162, 199; IV, 374, 419; Ma'mer b. Râşid, XI, 405-406; Abdullah b. Mübarek, Kitâ-bü'z-Zühd, s. 560-561; İbn Ebû Âsim, il, 322-324). Âlimlerin bir kısmı havzı inkâr edenin küfre düşeceğini söylerken (Bağdadî, el-Fark, s. 327, a.mlf., Üşûlü'd-dîn, s. 245-246) daha isabetli düşünen bazıları da bunun zarûrât-ı dîniyyeden olmadığını, bu sebeple inkâr edenin küfre düşmeyip hata etmiş olacağını belirtmişlerdir. Kevsere gelince, aynı adı taşıyan sûrede açıklandığı üzere onun, tercih edilen mâna ve muhtevasıyla (yk. bk.) Hz. Peygamber'e verilmiş bulunduğuna inanmanın vacip olduğu hususunda ittifak vardır.
Havz ve kevser, İslâm akaidinin âhirete taalluk eden inanç konularından olup dinî literatürde epeyce yer işgal etmiştir. Kelâm kitaplarında âhiret hayatının safhaları anlatılırken, tefsirlerde Kevser sûresi açıklanırken havzdan söz edilmektedir. Hadis literatüründe ise konularına göre tasnif edilmiş eserlerin kıyamet, eş-rât-ı saat, fiten-melâhim, tefsir, rikâkve zühd gibi bölümlerinde havz ve kevserle ilgili rivayetler zikredilir. Kütüb-i Sitte dışında İbn Ebû Âsım'ın Kitâbü's-Sünne'-sinde (II, 321-361), Beyhaki'nin el-Btfş
ve'n-nüşûr'unda(s. 88-110), Kurtubrnin et-Tezkire ü ahvâli'l-mevtâ'savia (s. 347-355). İbn Kesîr'in en-Nihûy e'sinde {s. 188-209) havz ve kevser özel başlıklar altında kaydedilmiştir.
Baki b. Mahled'in havz ve kevser konusunda on üç sahâbîden rivayet edilen hadisleri bir araya getirdiği Kitâb ühi mâ ruviye fi'1-havz ve'i-Jcevşer'i (Abdülkâ-dir b. Muhammed. Atâ Sûfî, Meruiyyâtü'ş-şahâbe fı't-hauz ue7-fceuşeradh eserin içinde, s. 75-108), İbn Beşküvâfin on beş sahâbîden gelen rivayetlerle yaptığı ez-Zeyl biâ Cüz'i Baki b. Mahled ii'l-havz ve'1-kevşer adlı zeyli ile (Meruiy-yâtü'ş-şahâbeiçinde, s. 109-126) Abdül-kâdir b. Muhammed Atâ SûfTnin el-Müstedrek fî ehâdîşi'1-havz ve'I-kev-şer [Merviyyâtü'ş-şahâbe içinde, s. 127-170) ve Ziyâeddin el-Makdİsfnin Cüz1 fî-hi turuku hadîşi'l-havzi'n-nebevî(İbn Hacer, XI, 398; Rûdânî, s. 211) adlı küçük hacimli risaleleri ve cüzleri de havz ve kevser konusunda yapılan çalışmalardandır. Mustafa Ertürk'ün hazırladığı Metin Tenkidi Prensipleri Açısından Sahîh-i Buhârî'deki Bazı Fiten Hadislerinin Değerlendirilmesi adlı doktora tezinde (bk. bibi.) fitenle bağlantısı açısından havz hadisi üzerinde ayrıntılı olarak durulmuştur (s. 223-291).
BİBLİYOGRAFYA ;
Lisânü'l-'Arab. "hvz". "ksr" md.leri; Wen-sinck. el-Mu'cem, "hvz", ""k§r" md.leri; Miftâ-hu künüzi's-sünne, s. 165-166; Ma'merb. Râ-şid, et-Câmi1 (Abdürrezzâkes-Sanânî. et-Muşan-ne/"içinde), Beyrut 1403/1983, XI, 405-407; el-Muuatta*. "Tahâre", 28; Müsned, I, 5, 257, 384, 399, 402, 406, 407, 425, 439, 453, 455; 11, 21, 125, 134, 152-163, 199, 298, 300, 408, 454, 467; Mİ, 18,133,216,219,230,281,384; IV. 250-251, 374, 390, 394. 406. 419, 424; V, 48. 281, 283, 333, 339. 388, 393, 400, 412; VI, 121, 297; Buhârî. "Rikak", 45, 53, "Megâzî", İ7,27,"Cenâ'iz", 73, "Şalât fi mescidi Mekke", 5, "Fezâ'ilü'l-Medîne", 12, "frisam", 16, "Fiten", 1, 2, "Tefsir1, 5/14, 21/2, "Müsâkat", 10, "Enbiyâ3", 48; Müslim. "Tahâre", 37,39, "Şalât", 53, "Fezâ'ir, 25-45; İbn Mâce, "Zühd", 36, "Menâsik", 76; Ebû Dâvûd. "Sünnet", 23; Tirmizî.-Şıfatü'I-kıyâme", 14-15, "Tefsir", 89; Abdullah b. Mübarek, el-Müsned (nşr. Subhî es-Sâmerrâî),Riyad 1987, s. 153;a.mlf.. Kitâbü'z-Zühd (nşr. Habîbürrahman el-A'zamî). Beyrut, ts., s. 560-561; Tayâlisî. el-Müsned, Beyrut 1985, s. 261; Nuaym b. Hammâd, ei-Fden (nşr. Süheyl Zekkâr). Beyrut 1993, s. 43, 45-47, 78-97; İbn Ebû Şeybe. e/-Muşanne/"(nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût}. Beyrut 1409/1989, VII, 455; Abd b. Humeyd. el-Müntehab min Müsnedİ cAbd b. Humeyd {nşr. Subhî es-Sâmerrâî- Mahmûd M. Halil es-Saîdî), Beyrut 1408/1988, s. 365; İbn Şâzân en-Nîsâbûrî. el-lzâh (nşr. Celâleddin el-
Hüseynîel-Urmevî), Tahran 1984, s. 232-234; İbn Kuteybe. Te'vîlü muhtelifi 'l-hadîş, Beyrut 1985, s. 13, 217-219; Baki b. Mahled. Kitâb ft-hi mâ ruviye fı'l-havz ue'l-kevşer (nşr. Abdül-kâdir b. M. Atâ Sûfî. Merviyyâtü'ş-şahâbe fi'l-haut ue'l'keuşeriçinde), Medine 1413, s. 75-108; İbn Ebû Asım. Kitâbü's-Sünne (nşr. M. Nâ-sıruddin el-Elbânî), Beyrut 1400/1980, II, 321-361; Taberî, Câmicu'l-beyân, XXX, 320-325; Küleynî. et-üşûl mine'l-Kâfî, VIII, 345;Taberânî, e/-Mutcemû7-/cebır[nşr. HamdîAbdiilmecîd es-Selefî), Bağdad 1405/1985. VII. 212; Hattâbî. Me'âtimü 's-sünen, Beyrut 1411/1991, II, 3-5; Hâkim, el-Müstedrek, III, 543; İbn Fûrek. Mücer-redü'l-makâlât, s. 173; Bağdadî, el-Fark (Ab-dülhamîd], s. 327; a.mlf., Uşütü'd-din, Beyrut 1981, s. 245-246; Lâlikâî, Şerhu Uşûli i'tikadi ehli's-şünne ve'i-cemâca (nşr. Ahmed Sa'd He-medân),Riyad 1408,111, î 117-1126; İbn Hazm. el-Faşl, IV, 66; Beyhaki, el-Ba'ş ue7ı-nüşûr(nşr. Ebû Hâcer), Beyrut 1408/1988, s. 88-110; İbn Abdülber, et-Temhtd, Tİtvan 1981, II, 285-309; Bâcî. el-Müntekâ, Kahire 1332,1, 70; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, eS-'Aoâşim(Hatîb], s. 187-188; İbn Tâvûs, el-Melâhim ue't-ftten /îzuhüri'l-ğâ'ibi'l-muntazar, Beyrut 1988, s. 23; Kurtubî. et-Tez-kire fi ahvali'l-meotâ ve umûri'l-âhire. Kahire 1978, s. 347-355; Nevevî, Şerhu Müslim, III, 136-137; XV, 53; İbn Kesîr. en-Nihâye(nşr. Ahmed Abdüssâfî), Beyrut 1411/1991, s. 21, 188-209; Kirmânî. el-Kevâkİbü'd-derâr'i, Beyrut 1981, XXIII, 36; XXIV, 146; İbn Hacer, Fethu'l-bâri {Hatîb), VIII, 230; XI, 324. 392-398. 401-402; XIII, 3; Aynî, 'Umdetü'l-kârİ, Kahire 1392/ 1972, XIX, 68; XX, 59; Süyûtî. Katfü'l-ezhârİ'l-mütenâşire fi'l-ahbâri'l-mütevâüre (nşr. Halîl Muhyiddin el-Mîs), Beyrut 1405/1985, s. 297-300; Kastallânî, Irşâdü's-sârt [baskı yeri ve yılı yok), IX, 305-306; X, 167-168; Rûdânî. Şılatü'!-halef bi-meuşûli's-selef (nşr. Muhammed Hac-d). Beyrut 1988, s. 211; İbn Ebû Zeyneb. Kitâ-bü'l-Ğaybe, Beyrut 1403/1983, s. 30; a.mlf.. öaybet-i Nu'mânUUc. M. Cevâd Gaffârî], Tahran, ts., s. 73-74; Feyz-İ Kâşânî. Kurretü 'l-cuyûn rı'l-ma'ârif ue'l-hikem [nşr. Seyyid İbrahim el-Miyânecî}, Beyrut 1979. s. 424; Meclisî. Bihâ-rü'l-enuâr, Beyrut 1403/1983, XXVIII, 17-36; Zürkânî, Şerhu'z-Zürkânt'aiâ Muvatta'i'l-İmâm Malik, Beyrut 1407/1987, I, 65; Mahmûd Şük-rî el-Âlûsî. Muhtaşarü't-Tuhfeti't-İşnâ'aşeriyye (trc. Muhammed b. Muhyiddin el-Eslemî), İstanbul 1396/1976, s. 272; M. Zekeriyyâ Kandehle-vî, Eucezü't-mesâlik ilâ Muualta'i Mâlik, Beyrut 1410/1989,1, 225-226; Kettânî. Nazmü'l-mütenâşirfi'l-hadîşi'l-mütevâtir, Haleb, ts. (Dâ-rü'l-Maârif],s. 151-154;SemîhAbbas. İ'lâmü't-müslim bimâ ittefek:a 'aleyhİ'l-Buhârî ue Müslim fı't- terğib ve't-terhlb, Kahire 1991, s. 554; Elbânî, Zılâlû 't-cenne fi taljrici's-sünne {Kitâbü's-Sünne içinde). Beyrut 1980, M, 348; Ab-dülkâdir b. M. Atâ Sûfî, Merviyyâtü'ş-şahâbe fi'i-havz ve'l-keuşer, Medine 1413. s. 11-14, 24, 137; Mustafa Ertürk. Metin Tenkidi Prensipleri Açısından Sahîh-i Buhâri'dekİ Bazı Fiten Hadislerinin Değerlendirilmesi (doktora tezi, 1995, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü), s. 223-291; Seyyid Murtazâ Askerî, "Sahabenin Adaleti Üzerine", Ehl-i Bey t Mesajı, 11/6, İstanbul 1994, s. 145; J. Horovİtz. "Kevser", M, V], 612; A. J. Vtfensinck. "Hawd", £/2(İng.(, VI], 286.
İKİ Mustafa Ertürk
HAY
Allah'ın isimlerinden
(esmâ-i hüsnâ) biri.
Sözlükte "yaşamak, diri ve canlı olmak" anlamına gelen hayât (hayevân) kökünden sıfat olup "diri olan, yaşayan" demektir. Râgib el-İsfahânî, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan hayat kavramını altı grup içinde mütalaa etmekte, bunların beşinin hakikat veya mecaz mânalarıyla bitkiler, hayvanlar ve insanlar yani fâniler için kullanıldığını söylemekte. Allah'a mahsus olan hayatın ise "ölümsüzlük" (beka) anlamına geldiğini belirtmektedir. Buna göre hay, "hakkında ölüm geçerli olmayan varlık" demektir {el-Müfredât,"hyy" md.). Ebü'l-Bekâ el-Kefevî de Allah'a izafe edilen hayat kavramına mecazi mâna vermenin gerekliliğini vurgular ve bunun ölümsüzlükten ibaret olduğunu söyler {et-Külliy-yât, s. 406-407).
Kur'an'da "yaşatmak, diriltmek" anlamındaki ihya masdarından fiil sigalarıyla türeyen kelimeler kırk yedi âyette, yine aynı kökten türeyen muhyî (can veren) ismi de iki âyette Allah'a nisbet edilmektedir (bk. M. F. Abdülbâki, el-Mu'cem, "hyy" md). Bu âyetlerde daha çok Allah'ın yağmur yağdırmak suretiyle ölü toprağı diriltip yeşertmesi ve bu sayede canlıları beslemesi dile getirilmekte, ayrıca 0'nun iyi davranışlarda bulunan inançlı İnsanlara dünyada ve âhirette mutlu bir hayat yaşatacağı vurgulanmakta ve âhirette ölüleri dirilteceği ısrarla tekrarlanmaktadır. Çeşitli âyetlerde yaşatanın da öldürenin de mutlak şekilde Allah olduğu, her şeye O'nun vâris bulunduğu ve herkesin eninde sonunda O'na varacağı belirtilmektedir (meselâ bk. Yûnus 10/ 56; el-Hicr 15/23; Kâf 50/43). Her türlü canlıyı yaşatıp öldüren, tekrar dirilten ve hayat-ölüm çerçevesinde kurduğu bir nizamla tabiatı idare eden bir varlığın kendisinin ebedî hayatla hay olması, akıl ve realite açısından benimsenmesi zaruri bir gerçektir. Hay ismi Kur'ân-ı Kerîm'in beş âyetinde Allah'a izafe edilmektedir. Bunların üçünde Allah lafzının veya bu lafzın yerini tutan zamirin sıfatı durumunda iken (el-Bakara 2/255; Al-i İmrân 3/2; Gâ-fir 40/65) ikisinde doğrudan doğruya laf-za-i celâlin yerini tutmaktadır (Tâhâ 20/ 111; el-Furkân 25/58). Esmâ-i hüsnâ şâ-rihleriyle kelâm âlimleri, hay sıfatının zât-ı
549
HAY
ilâhiyyeyi aşan bir alanının (taalluk) bulunmadığını söylemekteyse de hay İsminin kullanıldığı üç âyette kayyûm ile birlikte yer aldığı görülmektedir (ei-Bakara 2/ 255; Âl-i İmrân 3/2; Tâhâ 20/111). Öyle anlaşılıyor ki kayyûm, "her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı idare eden" şeklindeki mâna ve muhtevasıyla hay ismi ve sıfatını fonksiyoner hale getirmektedir.
İhya masdanndan türeyen çeşitli fiillerin birçok hadiste Allah'a izafe edildiği görülür. Bunların daha çok Hz. Peygam-ber'in hamdü sena, şükür ve dua cümlelerinde yer alması dikkat çekicidir (bk. Wensinck, el-Mu'cem, "hyy" md.). Hay ismi, doksan dokuz esmâ-i hüsnâ hadislerinin ikisinde de mevcut olduğu gibi (ibn Mâce, "Dueâ=", 10; Tirmizî, "Da'avât", 82) başka hadis rivayetlerinde de geçmektedir. Hz. Peygamber'in dualarından birinin şöyle olduğu rivayet edilir: "Allahım! Beni hak yoldan saptırmandan senin izzet ve yüceliğine sığınırım. Senden başka tanrı yoktur. Sen ölmeyen bir dirisin. Cinler ve insanlar İse ölümlüdür" (Müslim, "Zikir", 67).
İbn Cerîr et-Taberî, İlgili âyetlerin tefsirini yaparken hay ismine "başlangıcı ve sonu olmayan (ezelî ve ebedî)" mânası verdikten sonra bu isme kâinatı yönetme esasından hareketle anlam verenlerin de bulunduğunu kaydetmektedir{Câmfu.7-beyân, III, 4-5). Yine Taberî. hay isminin üç âyette tevhid cümlesi içinde yer aldığına bakarak Tanrı kabul edilmeye ve ta-pınılmaya lâyık olacak varlığın ebediyen hay olmasının gerektiği hususunu vurgulamıştır (a.e., III, 109). Ebû Mansûr el-Mâtüridî ise "ebediyen ölümlü olmayan" mânasından başka "hiçbir şeyden gafil bulunmayan, asia yanılmayan ve unutmayan" şeklinde de anlamlar vermiştir (7e1-uîlât, vr. 61b, 71", 659a).
Âlimler ve özellikle kelâmcıiar sözü edilen mânaları hay ismine nisbet etmekte birleşmişlerdir. Bunun yanında onlar bu ismin veya masdarını oluşturan hayatın sıfat sistemi içindeki yerini de tesbit etmeye çalışmışlardır. Kelâm âlimleri arasındaki bazı farklı anlatımlar bir yana hayat sıfatının statüsünü şöylece belirlemek mümkündür: Tabiatın fevkalâde bir düzene sahip bulunuşu yaratıcısının âlim ve kadir olduğunu gösterir. Âlim ve kadir sıfatlarının hay olmayan bir varlıkta bulunması aklen muhaldir. Bu açıdan bakıldığında bazı kelâmcıların da belirttiği gi-
550
bi hay sıfatının mevcudiyeti zaruri olarak bilinir. Aynı düşünce çizgisinden ayrılmamak şartıyla âlim ve kadir sıfatları yerine Allah'ın fiil sahibi (faal) oluşunu esas almak da mümkündür. Buna göre. "Büyük bir sanat eseri olduğu apaçık bulunan tabiatın yaratıcısının iradî bir fail (fâil-i muhtar) olmaması düşünülemez, bu özellik de ancak hay olan varlık için bahis konusudur" şeklinde bir ispat yapılabilir. Kısacası hay ismi veya hayat sıfatı, bununla diğer ilâhî sıfatların mevcudiyet ve sıhhat kazandığı temel bir kavram konumundadır. Ebü'l-Bekâ'nın da işaret ettiği gibi {el-Kütliyyât, s. 407) sübûtî sıfatlar içinde zât-ı ilâhiyyeyi aşıp bazı şeylerle alâka kurması gerekli olmayan, başka bir deyişle nisbet ve izafet özelliği taşımayan yegâne sıfat hayat sıfatıdır. Meselâ, "Allah bilen ve gücü yetendir" denildiğinde, "Neyi bilen ve neye gücü yeten?" gibi bir soru akla geldiği halde, "Allah haydir" denilince akıl benzer bir soru sormaya ihtiyaç duymaz.
Bütün İslâm âlimleri, Allah'ın hay oluşunun, canlılarda görüldüğü gibi türe ait organizmanın dengesini ve itidalini koruması gibi bir şarta ve ayrıca ruhun mevcudiyetine bağlı olmadığı noktasında ittifak etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de zât-ı ilâ-hiyyeye izafe edilen ruh (meselâ bk. el-Hicr 15/29; el-Enbiyâ 21/91; es-Secde 32/ 9), Allah'ın onunla hayat kazandığı mânasına gelmeyip ruhun da Allah'ın yaratıklarından biri olduğunu gösterir (Bağdadî, (Jşûtü'd-din.s. 105). Esasen aczve ihtiyaç ifade eden bu tür şartlar yaratıklara has olup erginliğin doruk noktasında bulunan Allah için söz konusu edilemez.
Sünnî kelâmcılarla Mu'tezile âlimleri arasında tartışma konusu olan mâna sıfatlarının mevcudiyeti tabii olarak hayat için de bahis konusudur. Buna göre, Allah'ın hay olduğu noktasında âlimler arasında ittifak bulunmakla birlikte bu ismin kökünü oluşturan hayat şeklindeki bir kavramın (müstakil mâna) zât-ı ilâhiy-yeye nisbet edilmesi, Ehl-i sünnet'e göre ilmî-mantıkî bir zaruretken Mu'tezile'ye göre naslarda da yer almayan bu istidlal sakıncalı sonuçlar doğurur (bk. AHVAL; SIFAT). İbn Sînâ İse hay isminin Allah'ın âlim ve fail oluşuyla açıklanabileceğini kabul etmekle beraber, tevhid ilkesine ve ilim sıfatına ağırlık veren sıfat anlayışının gereği, bu ismi "dıştan bir etkileyici olmaksızın zâtını kendi mahiyetiyle bilen" şeklinde açıklamıştır (er-RisâletüVarşiy-ye, s. 27). Buna göre hay "var olan zâtın kendisinden gizli kalmaması, bir anlam-
da varlığının şuuruna sahip bulunması" mânasına gelir.
Allah'ın isimlerine mistik yaklaşımlar yapabilen Kuşeyrî gibi gönül adamları. O'nun hay oluşundan dünyayı ve ölümü küçümseme sonucunu çıkarmışlar ve bu duygular içinde Allah'a kavuşma özlemi hissetmişlerdir {et-Tahblr, s. 76).
Hay Allah'ın zâti isimleri ve sübûtî sıfatlan içinde yer alır ve tenzîhî sıfatlar gibi zât-ı ilâhiyyenin dışında hiçbir şeye taalluk etmez. Hay ismiyle "varlığının başlangıcı olmayan" mânasındaki evvel, "varlığının sonu olmayan" mânasındaki âhir, baki ve vâris, "fiilen var olan. mevcudiyeti ve ulûhiyyeti gerçek olan" mânasındaki hak isimleri arasında anlam yakınlığı vardır.
BİBLİYOGRAFYA :
Râgıbel-İsfahânî. et-Müfredât, "hyy" md.;U-sânü'l-'Arab, "hyy" md.; Ebü'l-Bekâ, el-Külliy-yâ£, s. 406-407; VVensinck, el-Muccem, "hyy" md.; M. F. Abdülbâki, el-Mu'cem, "hyy" md.; Müsned, III, 10; Buhâri, "Meğazî", 83; Müslim. "Zikir", 67; İbn Mâce, "Du=â=", 10;Tirmi-zî. "Da'avât", 82; Taberî. Câmi'u'l-beyân {Bu~ lak), III, 4-5, 109; Zeccâc. Tefsiru esmâ'illâ-hi'l-hüsnâ (nşr Ahmed Yûsuf ed-Dekkâk), Beyrut 1395/1975, s. 56; Mâtürîdî. Te'vîlât, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40, vr. 61b, 71', 659"; Zec-câcî, İştikâku esmâ'Hiâh (nşr. Abdüthüseyin el-Mübârek). Beyrut 1406/1986, s. 102; Ebû Süleyman el-Hattâbî. Şe'nü'd-du'a' (nşr. Ahmed Yûsuf ed-Dekkâk). Dımaşk 1404/1984 -» Dt-maşk, ts. (Dârü's-Sekâfeti'l-Arabiyye), s. 80; Bâ-kıllânî. et-7emhîd(McCarthy), s. 26, 28-29; İbn Fûrek, Mücerredû'i-makâiât, s. 44; Hallmî, el-Minhâc, I. 191; Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnl (nşr Mahmûd M. el-Hudayrî). Kahire, ts. (Dâ-rül-Mısriyye!. V, 229, 230; İbn Sina. er-Risâte-tüVarşiyye(nşr. İbrahim Hilâl), Kahire, ts.(Dâ-rü'n-Nehdati'l-Arabiyye), s. 27; Bağdadî. el-Es-ma" ue'ş-şıfât, vr. ge1"^^, 100"; a.mlf. üşû-tü'd-dtn, Beyrut 1401/1981, s. 105-106; Kuşeyrî, et-Tahbîr fi't-tezktr (nşr. İbrahim Besyûnî), Kahire 1968, s. 76; Cüveynî, eş-ŞâmHfnşr. Ali Sâmîen-Nçşşâr v.dğr.). İskenderiye 1969, s. 622-623; Gazzâlî, ei-Makşadü't-esnâ (Fazluh), s. 142; a.mlf., el-iktişâd {nşr. İ Agâh Çubukçu-Hüseyin ACay), Ankara 1962, s. 100-10Î; Nesefî, Tebşıratü'l-editle (Salame), 1,190-192; 11,764-765; Ebû Bekir İbnü'l-Arabî. et-Emedü'l-akşâ, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 499, vr. 71b- 72b; Fah-reddin er-Râzî, el-Metalibü'l-'âliye (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkâ), Beyrut 1407/1987, III, 217-218; İbnü'l Arabî, el-Fütûhât, Kahire, ts. (Mek-tebetü's-Sekâfeti'd-dîniyye), IV, 191; Teftâzânî. Şerhu'l-Makâşıd (nşr. Abdurrahman Umeyre). Beyrut 1409/1989, IV, 138-139; Cürcânî. Şer-tıu'l-Meoâkıf, İstanbul 1321, III, 66; Seffârînî. Levâmi'u'i-enuâri'l-behiyye, Beyrut, ts. (el-Mektebetü'l-İslâmî),], 131-132; MuhammedAb-duh. Risâletû't-tevhid (nşr. Reşîd Rızâ), Kahire 1379/1960, s. 34-35; İzmirli. Yeni llm-i Kelam, II, 104-105. ı—i
İKİ Bekir Topaloğlu
r HAY b. YAKZÂN "
(ct&k üi Is*)
ibn Sînâ
(ö. 428/1037)
ve İbn Tufeyl'in
(ö. 581/1186)
hikâye tarzında yazılmış
felsefî eserleri.
L J
İslâm felsefesi literatüründe İbn Sînâ1-nın başlattığı ve İbn Tufeyl, Şehâbeddin es-Sühreverdî gibi filozofların sürdürdüğü hikâye türünde felsefî eser verme geleneği, sistematik felsefe öğretilerinin sembolik bir dille ifade edilerek daha iyi kavranmasını temin maksadı taşır. Soyut felsefî kavramların somut kişi, nesne ve olaylarla temsil edildiği bu tür hikâyeler sayesinde bir taraftan somuttan soyuta yönelerek düşünmeye alışmış insan zihni için bir anlama imkânı sağlanmakta, diğer taraftan kavram düzeyinden imaj düzeyine indirilerek yeniden ifade edilen felsefî görüşler yeni bir te'vil işlemiyle yorumlanmaktadır. Söz konusu yorumlayış sürecinin, sistematik görüşlerin daha derinden kavranması için gerekli yoğunlaşmayı temin edeceği düşünülmüş, böylece felsefenin soyut anlatımı edebî dilin imkânlarıyla yeniden okunmaya elverişli hale getirilmiştir.
"Hay b. Yakzân" başlığıyla yazılmış kitaplardan hareketle kaleme alınan eserlerin ortak tarafı belli bir felsefî aydınlanma öğretisine dayanmalarıdır. Bu öğreti esas itibariyle, gerekli nazarî ve amelî şartları yerine getirmiş insanın bilginin melekî kaynağıyla temasa geçerek Tan-rı-âlem-insan münasebetlerine dair temel felsefî hakikatlere ulaşabileceği kabulüne dayanır. Bu felsefî aydınlanmaya bazan mistik tecrübe de eşlik edebilir. Sonuçta bu tür eserlerde felsefî bilgi teorisi akıl, mistik sezgi ve vahyin birbiriyle uyum içinde olduğu şeklindeki ana fikre dayandırılmış olur.
İbnSînâ'nın//3j/&. Yakzân'ı. Filozofun Risâletü't-tayr ileSelâman ve Ebsâl'm de yer aldığı üç sembolik eserinden biridir. İbn Sina'nın, 414 (1023) yılında He-medan yakınlarındaki Ferdecân Kalesi'n-de mahpus bulunduğu dönemde yazdığı Hay b. Yakzân, onun sistematik eserlerinde "faal akılla ittisal" öğretisi çerçevesinde ele aldığı konulan sembolik hikâye tarzında işlemektedir. Eserin ana tezi. insanın felsefî aydınlanışına engel olan bedenî ve nefsânî güçlerini aşarak bilginin
semavî kaynağıyla temas kurabileceği ve böylece varlık mertebeleriyle kendisinin bu mertebeler arasındaki yerini kavrayabileceği fikridir. Bu amaçla kullanılan sembollerin metne has kinayelerden ibaret olmayıp başlıcalanna çeşitli gnostik geleneklerde de rastlanan remizler olduğu anlaşılmaktadır (Corbin, Avicenna and the Visionary Recital, s. 151 vd.).
Hay b. Yakzân metnindeki sembolik anlatım kısaca şöyledir: Hikâyenin kahramanlarından olan filozof, kendi yurdunda oturduğu bir sırada arkadaşlarıyla birlikte civardaki bir yere gezintiye çıkar. Karşılarına olgun yaşta, dinç, gösterişli ve bilge bir kişi çıkar. Adı Hay b. Yakzân olan bu kişi Beytülmakdis yöresinden olduğunu söyler. Filozofla bilge kişi çeşitli İlmî meseleler üzerine sohbete dalarlar. Söz feraset ilmine gelir. Hay, filozofa ahlâk ve psikoloji konulan çerçevesinde insanın erdem ve bilgi yolunda olgunlaşma imkânlarını anlatır. Böyle bir imkânı elde etmenin en temel şartı, filozofun bu yolda kendisine ayak bağı olan arkadaşlarından zamanı gelince uzaklaşmayı bilme-sidir. Hay b. Yakzân daha sonra, sürekli olarak çıktığı seyahatleri esnasında gezip gördüğü beldeleri filozofa anlatmaya başlar. Bu beldeler doğu-batı arasında, batı istikametinde ve doğu istikametinde olmak üzere üç bölgede yer almaktadır. Son iki bölgenin sınırlarının ötesine geçmek sıradan seyyahların işi değildir. Ötelere gitmek ancak "hayat pınarı" denilen bir çağlayandan içmek, orada yıkanıp arınmakla mümkündür. Batı istikametinin son ucunda "ayn hamie" denilen büyük, kızgın bir deniz vardır. Burası güneşin battığı yerdir. Bu en uzak batı ile filozofun yaşadığı belde arasında çeşitli oluş ve bozuluşların yurdu olan beldelerle böyle değişmelere mâruz kalmayan istikrarlı, aydınlık, fakat ışığını başka yerden alan beldeler bulunmaktadır. Bu aydınlatılmış beldelerde oturanlar farklı ilim, karakter, maharet ve sanatlara sahiptir. Onların ötesinde ise on iki bölgeye ayrılmış geniş bir ülke yer almaktadır. Daha da ötesi insanların giremediği uçsuz bucaksız bir memleket olup burada ruhanî varlıklar oturmaktadır.
En uzak batıdan doğuya doğru olan istikamet hattında bulunan bütün beldeler âlemin sol cihetini teşkil eder. Bu hat boyunca uzanan mesafeler katedildikçe çeşitli madenlere, bitkilere, hayvanlara ve nihayet insanlara rastlanacaktır. İnsan türünün yaşadığı beldeden daha da do-
HAY b. YAKZÂN
ğuya ilerleyince "şeytanın iki boynuzu arasından güneşin doğduğu" beldeye ulaşılır. Gerekli şartları yerine getirip belirli engelleri aşanlar doğuya ilerleme imkânı bulabilirler. İlerisi meleklerin beldesi olup daha ötelerde bütün belde sakinlerinin itaate memur olduğu "ulu padişah"ın huzuru bulunmaktadır. Hay bütün bunları anlattıktan sonra filozofa, "Şimdi istersen benimle gel, seni ulu padişaha gö-türeyim" der. Risale de bu teklifle sona erer.
Eserdeki sembollerin başında gelen Hay b. Yakzân, İbn Sînâ sisteminde faal aklı yahut Cebrail'i simgelemektedir. Hay b. Yakzân sembolüyle yalnızca faal aklın melekî şahsiyeti öne çıkarılmış olmamakta, bu başmeieğin varlığın bilgisine ulaşma yolunda filozofun mürşidi olduğu da vurgulanmaktadır. İkinci önemli sembol doğu-batı kavramlarıyla ortaya konmuştur. Doğu suretin, melekî ve ruhanî varlık mertebelerinin sembolü olarak kozmik doğudur ve kelimenin coğrafî anlamıyla ilgisi yoktur. Güneşin doğduğu yer olarak meşrik. hem varlık nurunu hem de felsefî aydınlanmayı simgeler. Batı ise en ucunda, Kur'an'da yer alan Zülkarneyn kıssasındaki güneşin battığı "ayn hamie" ile (el-Kehf 18/86) simgelenen heyûlâ (ilk madde) olup batıdan doğu istikametinde ilerleyiş heyuladan itibaren unsurlar, madenler, bitkiler, hayvanlar, insanlar ve gök cisimleri şeklindeki basitten karmaşığa doğru cismanî varlık mertebelerine ulaşma anlamına gelir. Ancak asıl kozmik doğuya ulaşmak, şeytanın iki boynuzuyla simgelenen şehvet / gazap ve mütehayyile güçlerinin cismanî bağlantılarından kurtulmakla mümkündür. Bu sembolle İbn Sînâ, "Güneş şeytanın iki boynuzu arasından doğar" (Nesâî, "Me-vâkit", 35. 40) mealindeki hadise atıfta bulunmaktadır. Ayrıca ötelere geçmek için ön şart olarak zikredilen hayat pınarı sembolü marifet vasıtası olan mantık bilgisine karşılıktır. Kozmosun sağındaki doğunun nihaî mertebesi l^nn'nın huzurudur. Varlığın mertebeleri ve nihaî ilkesi hakkındaki bilgiye ulaşmak ise insan için sadece Cebrail'in kılavuzluğunda mümkündür. Ancak hikâyenin başında da belirtildiği gibi insanın dünyevî yurdundaki ikametini kozmosun batı cihetinde tutan ve hikâyede filozofun arkadaşları ile simgelenen duyu, şehvet, vehim gibi bedenî ve psikolojik güçlerin varlığı bu ay-dınlanışı her zaman mümkün kılmamaktadır. Bunların etkisinden sıyrılıp "tenez-
Dostları ilə paylaş: |