İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, "tıtr" md.; et-Ta'rîfât, -hatır" md.; Ebü'l-Bekâ, et-Külliyyât, s. 433; VVensinck. et-Mu'cem, "vesvese" md.; M. F. Abdülbâki, el-Mıfcem, "şeytân", "melek" "vhy",
525
HAVATIR
"vesvese" md.leri; el-Muccemü'ş-şû/î, s. 405-407; Müsned, M, 168, 173,313,460; Buhârî, "Tevhîd", 11, 35; Tirmİzî. "Tefsir", 2/35, "Kader", 7; Kindî, Felsefî Risaleler {trc. Mahmut Kaya). İstanbul 1994, s. 69; Eş"arî. Makâtât (Rit-ter), s. 427-429; Mâtürîdî, et-Teuhid, s. 135-137; İbn Fûrek, Mücerredü'l-makâlât, s. 31, 248; Kâdî Abdülcebbâr, el-Mecmû' fl'l-mu-hît bi't-teklîf {nşt. |. f. Houberı). Beyrut, ts. fel-Matbaatü'l-Katolikiyye). I, 6, 17-18; a.mlt.^er-hu'l-Uşûli'l-hamse, s. 67; Bağdadî, Clşûiü'd-dtn, s. 26-28, 50; Ebû Ca'fer et-Tûsî, el-İktişâd fî mâ yete'attak bi't-i'Ükâd, Necef 1399/1979, s. 97, 104, 162, 165; Cüveynî. eş-Şâmil (n$r H. Klopfer), Kahire 1988-89, s. 27-29; Gazzâlî, foya1, Kahire 1387/1967, 11!, 34-38, 53-61; Fah-reddin er-Râzî. Mefâühu't-ğayb, XXX. 67; a.mlf., el-Metâtibü'l-'âliye (nşr Ahmed Hicâzî cs-Sekkâ). Beyrut 1987, III, 61-66; VII, 330-331; IX, 13-14, 34, 38-39, 44, 186-187, 258, 259, 381; İbnü'l-Arabî. el-Fütûhât, N, 564, 566; İbn Teymiyye. Mecmû'atü'r-resâ'il, V, 88-89; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâşetü'l-lehfâninşr. M. Hâ-mid el-Fıkî). Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife). I, 75, 92, 122-125; Haydar el-Âmülî. Câmi'u'l-esrâr (trc.CevâdTabatabâîl, Tahran 1368 hş., s. 456-458; Şa'rânî, el-Yeoâkit ue'l-ceuâhir. Kahire 1307, II, 123; Meclisi. Bİhârû'l-enuâr, Beyrut 1403/1983, LXV1I, 38-43; Zebîdî. İthâfü s-sâde,
VII, 209, 294, 301-314; Reşîd Rızâ, Tefsîrü't-menâr, 1, 267, 268; 11, 88; III. 137-140; VII, 318;
VIII, 342, 347, 372; IX, 497, 498, 500; XI, 417-418; Faysal Bedir Avn, Nazariyyetü'l-ma'rife 'inde İbn Sînâ, Kahire 1977, s. 215.
™ Yusuf Şevki Yavuz
D TASAVVUF. Havâtır tasavvuf terminolojisinde "sâlikin kalbine Hak'tan, melekten, nefisten veya şeytandan gelen hitaplar, sesler" anlamında kullanılmıştır. Hiçbir vasıta olmadan doğrudan doğruya Allah'tan gelen hitaba rabbânî veya hakkânî hatır, melekten gelene ilham veya melekî hatır, nefisten gelene hâcis (çoğulu hevâcis) veya nefsârıî hatır, şeytandan gelene de vesvese veya şeytanî hatır denir (Tehânevî, I, 415; et-Ta'rîfât, "hâür" md.; Kuşeyrî, s. 242). Bazı kaynaklarda ayrıca ruh hatırı, kalp hatırı, akıl hatırı, yakın hatırı türlerinden söz edilir. İnsanı iyiliğe davet eden ruh ve kalp hâtın melek hatırına dahildir. Akıl hatırı ruh ve kalp hatırını desteklerse melek hatırına, nefis ve şeytan hatırını desteklerse bu ikisine dahil olur (Sühreverdî, s. 459).
Sûfîler, hatırın iç âlemde bir ses (hitap) olarak işitildiği konusunda görüş birliği içindedirler. Bu sesin hangi tür hatır olduğunun bilinmesi ve bunların birbirinden ayırt edilmesi önemlidir. Hak hatırı son derece güçlüdür; verdiği mesaj hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde açık ve kesin olup yanılma ve yanlış anlama söz konusu değildir. İnsanı uyarır, yapması gerekli olan şeyi ona emre-
526
der. Melekten gelen hatır bir teşviktir; insanı hayırlı İşlere yöneltir. Nefisten gelen hatır ya bedenin tabii ve zorunlu ihtiyaçlarıyla veya bunun üstündeki aşırılıkla ilgilidir. Nefsin birinci tür arzulan onun hakkı olup bunların karşılanması gerekir; nefsin ihtiyaçtan fazlasını arzulaması ise onun zevki ve lüksü olduğundan buna imkân verilmemelidir. Şeytandan olan hatır ise bir kışkırtmadır; günah ve haram olan işleri çekici gösterir, insanı bunlara yöneltir (Gazzâlî, İN, 40). Allah'tan olan hatır tevhid nuru, melekten olan hatır marifet nuru ile kabul edilir. İman nuru İle nefsin kötülük yapması engellenir. İslâm nuru ile şeytana karşı çıkılır (Sühreverdî, s. 560). Sûfîler. gıdası helâl olmayan bir kimsenin ilhamla vesveseyi birbirinden ayırt edemeyeceği kanaatindedir. Hatırın dinî hükümlere uygun olması bunun melekten, aykırı düşmesi ise nefis veya şeytandan geldiğini gösterir. Şehâ-beddin es-Sühreverdî'ye göre yakinin zayıf olması, nefsin njtelik ve huylan konusundaki bilgisizlik, hevâ ve hevese uyma, mal ve makam hırsı havâtırı birbirine karıştırmanın başlıca sebepleridir. Bunları ortadan kaldırmanın yolu zühd, takva ve zikirle kalp aynasını cilâlamaktır. Bunu yapamayanlar havâtırı dinî ölçülere vurmalı, bunlara uygun düşene göre davranıp aykırı olana itibar etmemelidir.
Sâlikin zihnine iradesiz olarak gelmesi ve gelip geçici olması havâtırın en belirgin özelliğidir. İnsan bir şey yapmayı düşünür veya arzularken aklına başka bir hatır daha gelebilir; sâlikin ilk hâtıra mı sonrakine mi uyması gerektiği konusunda mutasavvıflar arasında farklı görüşler vardır. Cüneyd-i Bağdâdî'ye göre ilk hâtıra derhal uyulmalıdır. Cüneyd. ziyaret için gittiği Hayr en-Nessâc'ın kapısında beklerken Hayr'ın hatırına Cüneyd'in kapıda beklemekte olduğu gelmiş, fakat bu hâtıra uymamıştı. Aynı hatır bir iki defa tekerrür edince gidip kapıyı açmış, Cüneyd kendisine, "Niçin ilk hâtıra uymadın?" demişti (Serrâc, s. 418; Hücvîrî, s. 502). Sehl b. Abdullah et-Tüsteri de ilk hâtıra uyulmasını ister. Ona göre ilk hatır daha kuvvetlidir; uyulmaması halinde sonraki hatır zayıflar, bu da gevşekliğe ve tembelliğe yol açar. İbn Atâ ikinci hâtıra uymanın daha doğru olduğunu söyler. Zira ikincisi birincisini güçlendirir. Mu-hammed İbn Hafife göre ise ikisi eşittir (Kuşeyrî, s. 242).
Muhyiddin İbnü'l-Arabî'ye göre hatır Allah'tan gelen; akıl, nefis, arş ve kürsî mertebelerine uğrayıp buralardan çeşit-
li renkler aldıktan sonra yeryüzüne inen ve insanların kalplerinde tecelli eden bir emr-i ilâhîdir. Her kalp bu emri kendi istidadına göre kabul eder. Günah, sevap veya mubah fiillerin kaynağı bu havâtır-dır {et-Fütühât, II, 563). İbnü'l-Arabî, şer'î hükümlerle havâtır arasında tam bir uygunluk olduğunu söyler. Gelen hatır farzın yapılmasını emrederse bunun gereğini yerine getirmek farz, yasaklanmış bir şeyin yapılmasını isterse buna uymak haramdır. Mubahlarla ilgili hatırlarda nefse güç gelenler icra edilmelidir (a.g.e., II. 564).
Hatre (çoğulu hatarât) kelimesi de hâtıra yakın bir anlam taşır. Cüneyd'e göre Hak'tan gelen hatre sâliki irşad. melekten gelen de iyi işlere teşvik eder. Nefisten kaynaklanan hatre dünyaya çeker, şeytandan kaynaklanan İse günaha iter.
BİBLİYOGRAFYA :
et-Ta'rîfât, "hatır" md.; Tehânevî, Keşşaf, I, 415; el-Mu'cemü'ş-şûfî, s. 405; Ca"fer Seccâdî. Ferheng, "tıavâtır" md.; Haris el-Muhâsibî, er-Rİ'âye H-hukükıtlâh, Kahire 1970, s. 15, 105; Serrâc, el-Lüma', s. 418; Kelâbâzî, et-Ta'arruf, s. 90, 153, 167; Ebû Tâlib el-Mekkî. Kötü 7-fcu-tûb. Kahire 1310, I, 113; II, 104; Sütemî. Taba-kât, s. 557; Kuşeyrî, er-Rİsâte (trc. Mahmûd İb-nü'ş-Şerîf. nşr. Abdülhalîm Mahrnûd). Kahire 1966, s. 242; Hücvîrî. Keşfü't-mahcûb (lukovs-ki). s. 502; Herevî, Tabakât, s. 725; Gazzâlî, foya', III, 40; Ebü Mansûr el-Abbâdî. Şûfinâme (nşr. Gulâm Hüseyn-i Yûsufî), Tahran 1347, s. 192; Sühreverdî. 'Auârifü'l-ma'ârif, Beyrut 1966, s. 459, 560; İbnü'l-Arabî. et-Fütûhât, II, 563, 564; Kâşânî. Iştılâhâtü'ş-şûftyye, s. 158, 160; İbnü'l-Hatîb. Raıtfaiü't-ia'rîf (nşr. M. İbrahim el-Kettânî), Beyrut 1970, s. 702; İbn Haldun, Şifâ'ü's-sâ'il.s. 120;Ahmed-iCâmî, Ünsü't-tâ'i-bin. Tahran 1408,s. 253.
Üs] Süleyman Uludağ
r -
HAVATIRIYYE
Medyeniyye tarikatının Ali b. Meymûn el-Mağribî'ye
(ö. 917/1511)
nîsbet edilen bir kotu
(bk. ALİ b. MEYMÛN; MEDYENIYYE).
HAVÂTİMÜ's-SÜVER
Sûrelerin son cümleleri anlamında bir tefsir terimi.
L_ J
Havâtim kelimesi "son, sonuç, akıbet; bir eserin veya yazının sonu. son bölümü, özeti" gibi mânalara gelen hatimenin. süver de sûrenin çoğuludur. Kur*ân-ı Ke-rim'de sûrelerin tamamına yakın kısmı
okuyanın dikkatini çeken, ilgisini ve merakını uyaran âyetlerle başlar; aynı şekilde konunun tamamlandığı kanaatini veren, söylenmesi gerekli son söz mahiyetinde bir üslûp ve anlam taşıyan âyetlerle biter. Tefsir ilminde bu âyet veya âyetler grubundan ilkine "fevâtihu's-süver", ikincisine de "havâtimü's-süver" denir.
Havâtimü's-süver konusu iki yönden önemli görülmüş ve İncelenmiştir, a) Sûrenin lafız ve mâna olarak nasıl bittiği; b) Sûre sonunun, gerek dahil olduğu sûrenin gerekse bir sonraki sûrenin başlangıç kısmıyla ne gibi münasebeti bulunduğu. Bu konulardan ilki belagat, ikincisi "münâsebâtü'1-âyât ve's-süver" disiplinleri çerçevesinde ele alınır.
Sûrelerin lafız ve mâna olarak çeşitli şekillerde sona erdiği görülür. Bunların başlıcaları şöyle sıralanabilir: 1. Açıklama. Fatiha sûresi, Allahtan istenen doğru yolun (sırât-ı müstakîm) iman nimetine erişmiş müminlerin yolu, buna ters düşen yolun ise ilâhî gazaba uğrayanlarla sapıklığa düşenlerin yolu olduğu şeklinde bir açıklama ile sona erer. 2. Dua. Bakara sûresinin son iki âyeti buna bir örnek teşkil eder: "Ey rabbimiz! Affına sığındık. Dönüş sanadır. Ey rabbimiz. bizi affet, bize acı. bize yardım et!" (2/285-
286). 3. Emir ve tavsiye. Âl-İ İmrân SÛre-
si, "Ey iman edenler! Sabredin, sebat gösterin; -cihad için- hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah'tan korkun ki başarıya ulaşabilesiniz" (3/200) cümleleriyle son bulur. 4. Ahkâm. Nisa sûresinin son âyeti miras hukukuna dair bazı hükümleri açıklamaktadır. Bu aynı zamanda en son inen hüküm âyetidir. Burada, "Senden fetva isterler. De ki: Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor" denildikten ve miras hükümleri sıralandıktan sonra sûre şu cümlelerle sona erer: "Şaşırmamanız için Allah size açıklama yapıyor. Allah her şeyi bilmektedir" (4/176). 5. Tazim ve tebcil. Buna Mâide sûresinin son âyeti örnek gösterilebilir. Bu âyette Allah zâtının yüceliğini, güç ve kudretinin sonsuzluğunu bildirir: "Göklerin, yerin ve İçlerindeki her şeyin mülkiyeti Allah'ındır; O her şeye hakkıyla kadirdir" (5/120). 6. Vaad ve tehdit. En'âm sûresi ilâhî vaad ve tehdit ifade eden şu âyetle biter: "Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği nimetler hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derece yönünden üstün kılan O'dur. Şüphesiz rabbin cezası çabuk olandır ve gerçekten bağışlayan, merhamet edendir" (6/l 65)- 7. Teşvik. Buna örnek
olarak A'râf sûresinin son âyeti zikredilebilir. Âyette meleklerin halinden övgüyle söz edilir ve dolaylı olarak insanlar onlar gibi olmaya özendirilir: "Şüphesiz rabbi-nin katındakiler büyüklük taslayıp O'na kulluk etmekten kaçınmaya kalkışmazlar. O'nu teşbih eder ve yalnız O'na secde ederler" (7/206) Enfâl sûresi de cihada ve sıla-i rahime teşvik eden âyetle sona erer (8/75). 8. Hz. Peygamber'İn Allah'a olan sarsılmaz iman ve güvenini beyan. Buna bir misal teşkil eden Tevbe sûresinin son âyeti şöyledir: "Ey Muhammedi Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayanırım. O yüce arşın sahibidir" (9/129).
Sûrelerin başlangıcı ile {matla') sonu (makta') arasında bir uyum (tenasüp) bulunması Kur'ân-ı Kerîm'İn edebî i'câzının neticesi olup bu konu tefsir ilminin "mü-nâsebâtü'l-âyât ve's-süver" disiplini içerisinde ele alınır (Süyûtî, Merâşıdü'l-ma-kâtf, vr. 86b). Meselâ Hz. Musa'nın tebliğ faaliyeti ve mücadelesine geniş yer veren Kasas sûresinin baş tarafında Mû-sâ'nın, "Rabbim! Bana lütfettiğin nimetlere andolsun ki artık mücrimlere asla arka çıkmayacağım" dediği bildirilir (28/ 17); son kısmında ise Hz. Peygamber'e şöyle hitap edilir: "Şu halde sakın kâfirlere arka çıkma! Rabbine davet et. Asla müşriklerden olma! Allah ile birlikte başka bir tanrıya tapıp yalvarma!" (28/87-88). Yine bu sûrenin baş tarafında Hz. Musa'nın vatanından ayrılmak mecburiyetinde kaldığını, fakat daha sonra geri döndüğünü anlatan âyetlerle (21-30), sonunda Resûl-i Ekrem'in hicretten sonra tekrar Mekke'ye döndürüleceğini vaad eden âyet de (85) fevâtihu's-süver ile havâtimü's-süver arasındaki uyuma bir örnektir. Zemahşerî, "Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir" (el-Mü'minûn 23/1) diye başlayıp, "Şurası muhakkak ki kâfirler iflah olmaz. Resulüm de ki: Bağışla ve merhamet et rabbim! Sen merhametlilerin en iyisisin" (23/117-118) cümleleriyle biten Mü'minûn sûresinin de bu konuda bir Örnek olduğunu kaydetmektedir (el-Keşşâf, ili, 57).
Birçok müfessir, bir sûrenin son âyeti veya son tarafları İle onu takip eden sûrenin başlangıcı arasında da lafız ve mâna uyumunun bulunduğunu göstermeye çalışmış, tefsir ilminde "münâsebâtü'l-âyât ve's-süver" içinde bu konu da ele alınmıştır. Ancak çok defa sûreler arasında bir münasebet kurmak için aşırı bir gayret gösterildiği dikkati çeker. Bu hu-
HÂVER
susta bir doktora çalışması yapan (bk. bibi.) Mehmet Faik Yılmaz'ın kanaatine göre kırk üç sûrede böyle bir uyum bulunmakta olup bu sûreler birbirinin devamı gibi görünmektedir (ayrıca bk. MÜ-
NÂSEBÂTÜI-ÂYÂT ves-SÜVER)
Fevâtihu's-süver ve havâtimü's-süver konuları ulûmü'l-Kur'ân'a dair eserlerde genellikle birbirini takip eden iki ayrı başlık altında İncelenmektedir (Zerkeşî, 1, 164-181. 182-186; Süyûtî, el-İtkârt, II, 967-977) İbnü'z-Zübeyr es-Sekafî el-Bur-hân îî tertibi süveri'i-Kur'ân'ında (Fas 1410/1990) ve Süyûtî gerek yukarıda adı geçen risalesinde gerekse Tenâsüku'd-dürer fi tenâsübi's-süver adlı eserinde (Beyrut 1406/1986) bazı yönleriyle bu konuyu ele almıştır, öte yandan Zemahşerî el-Keşşâf, Fahreddin er-Râzî Mefâtî-hu'1-ğayb, Ebû Hayyân el-Endelûsî el-Bahrü'l-muhît ve özellikle Bikâî Naz-mü'd-dürer, Âlûsî Rûhu'I-mecânî, Re-şîd Rızâ Tefsîrü'l-menâr, Elmalılı Mu-hammed Hamdi Hak Dini Kur'ân Dili adlı tefsirinde bu konu üzerinde durmuştur.
BİBLİYOGRAFYA :
Râgıb el-İsfahânî. el-Müfredât, "htm" md.; Lisânü'l-'Arab, "btm" md.; Zemahşerî. el-Keşşâf (Beyrut), III, 57; İbnü'z-Zübeyr, el-Burhân ft tertibi süueri't-Kur'ân, Fas 1410/1990; Zerkeşî. el-Burhân, 1, 164-181, 182-186; Süyûtî. el-İtkân {Bugâ], II, 967-971, 972-977, 985-989; a.mlf., Merâştdü'1-makâtı1 /î tenâsübi'l-makâ-(ı1 ue't-metâli', Süleymaniye Ktp., Süleymani-ye, nr. 1030/17, vr. 86b; a.mlf., 7enâsü/cu'd-dürerfi tenâsübi's-süuer (nşr. Abdülkâdir Ah-med Atâ). Beyrut 1406/1986; Mehmet Faik Yılmaz, Âyetler ve Sûreler Arasındaki Münâse-bet (doktora tezi, 1995, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü), s. 193-204. m
im Mustafa Çetin
r HÂVER n
1884 yılında İstanbul'da yayımlanan fikir ve edebiyat dergisi.
II. Abdülhamid döneminin edebî-fennî süreli yayınları arasında kısa ömürlü bir dergi olup Halit Ziya (Uşaklıgil) tarafından "o zamanın en mühim bir risalesi" olarak kabul edilir. ISCemâziyelâhir-1 Şaban 1301 (12 Nisan 1884-27 Mayıs 1884} tarihleri arasında sadece dört sayı yayımlanan dergi, her biri otuz iki sayfa olmak üzere 128 sayfalık bir koleksiyon teşkil eder. İmtiyaz sahibi olarak İzmirli Ubey-dullah'ın görüldüğü Hâvef\ Halit Ziya, onunla beraber Menemenlizâde Meh-med Tâhir, Beşir Fuad ve Küçük Azmi
527
HÂVER
beylerin çıkardığını söyler. Ayrıca ilk sayıda Nevrekoplu Mahmud Hâmid Hoca'nın tahrir heyeti reisliğini kabul ettiği belirtilmiştir.
Devrinin hemen bütün dergileri gibi başlık kenarında "siyasiyattan mâada her şeyden bahs edeceği" ifade edilmekle beraber Hâver'de belli konuların yoğunluk kazandığı görülmektedir. Derginin edebî muhtevası Menemenlizâde Tâ-hir'İn yedi. Muallim Naci'nin dört, Nâzı-mülhikem lakabıyla meşhur Ahmed Ham-di'nin bir şiiriyle yine Menemenlizâde'nin "Şiir ve Şair" başlıklı makalesinden ibarettir. Şiirler eski tarzın devamı olan kaside ve gazellerle şekil ve muhteva bakımından değişik yeni tarz manzumelerdir. Dönemin hemen bütün gazete ve dergilerinde görülen, çoğu Batı dünyasındaki icat ve keşifleri, sağlıkla ilgili haberleri veren fennî yazılar Besim Ömer (Akalın), kardeşi Mustafa Azmi, eğitimci Hüseyin Avni gibi yazarlar tarafından kaleme alınmıştır.
Beşir Fuad'ın tfdver'deki yazılan, kendi pozitivist dünya görüşü doğrultusundaki ilk kalem tecrübeleri arasında yer
alır. Edebiyata ve metafiziğe karşılık pozitif ilimlerin savunucusu olan Beşir Fuad müşahede, tecrübe ve ispat edilemeyen hiçbir şeyin gerçek olamayacağını telkin İçin kaleme aldığı makalelerinde akla ve tecrübeye İlgisiz kalan, hatta karşı çıkan dinî davranışları hedef almıştır. Tenkitlerinde de hıristiyanların ve özellikle Katolik kilisesinin engizisyonu, ilim adamlarına yapılan zulümleri ("Târih-i Felsefeden Bir Katre: Geordano Bruno", nr. 1, s. 22-26). bâtıl inançları, aziz olarak bilinen din adamlarının cehalete, menfaate dayanan maceralarını, onların ahlâk dışı hayatlarını ("Saint Trofem'in Dizkapağı", nr 2, s. 58-61; "Katoliklerin İki Velîsi", nr. 3, s. 92-95; "İgnace de Loyola ve İsa Şirketi", nr. 4, s. 115-118) konu alır. İlkel bir materyalist görüşe dayanan "kuvvetin beka ve adem-i imhâsf'ndan söz eden makaleler tercüme eder ("Hararet ve Hayat", nr. 1, s. 13-17]. Hâyer'm mekanik ilmiyle ilgili konularını da yine devrin önemli yazar ve muallimlerinden Meh-med Nâdir yazmıştır.
Bu makalelerin ortak Özellikleri dikkate alındığında Ubeydullah Efendi'nin "Al-
iâme-i Zû-fünûn Abdurrahman Ibn Haldun" (nr. 2, s. 53-58) başlıklı yazısıyla Nev-rekoplu Mahmud Hâmid Hoca'nın yazıları derginin en aykırı konularını teşkil etmektedir. Fâtih dersiamlarından olan Mahmud Hâmid'in Hâver'üe Kimya-yı Sa'âdet'ten bazı bahisleri çevirdiği, felâ-sifenin âlemin kıdemi konusundaki kanaatlerine reddiye gibi birtakım kelâm bahisleri hakkında makaleler yazdığı görülmektedir. Bu yazılarından birinde [Hâ-uer, nr. 3, s. 65-69) "eb'âdın adem-i tenâ-hîsini burhân-ı tatbîkî ve burhân-ı sülle-mî ile ispatlamaktan bahsetmesi üzerine devrin basınında tartışma çıkmış, önce Ahmed Midhat Efendi Tercümân-ı Hakîkat'te buna itiraz etmiş, Cevdet Paşa da Tarîk gazetesinde "Tarık'ın kütüb-i riyâziyye münekkidi" imzasıyla hem Ahmed Midhat'ı hem de Mahmud Hâmid'i tenkit etmiştir. Yazarları arasında çıkan ihtilâftan dolayı Hâver kapandıktan bir süre sonra Beşir Fuad'ın. imtiyazı kendi üzerinde olarak çıkardığı Güneş dergisinde Mahmud Hâmid Hoca dışındaki hemen bütün kadroyu muhafaza etmesi, söz konusu ihtilâfın kaynağının bu gibi yazılar olduğunu düşündürmektedir.
Hâver, 2. sayısından itibaren sekizer sayfalık ilâvelerle Şeyh Galib'in Hüsn ü Aşk mesnevisini yayımlamaya başlamışsa da derginin kapanması sebebiyle eserin ancak dörtte birini verebilmiştir.
Haver'in tam bir koleksiyonu İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı'nda bulunmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA :
Halid Ziya Uşaklıgil. Kırk Yit, İstanbul 1936,1, 166; Orhan Okay. Beşir Fuad, İstanbul 1969, s. 48-50, ayrıca bk. tür.yer.; a.mlf.. "Güneş", DİA, XIV, 296-297; Murtaza Korlaelçi, Pozitivizmin Türkiye'ye Girişi, İstanbul 1986, s. 229; Hasan Duman. Katalog, s. 147; Necat Birinci, Mene-menlizâdeMehmed Tahir, Ankara 1988, tür.yer.; Ahmet ibran Alkan, Ubeydullah Efendi'nin Amerika Hatıraları, İstanbul 1989, s. 10, 22; Hüseyin Şem'î. "Nevrekoblu Mahmud Efendi", Mihrab, sy. 8, İstanbul 1340, s. 254; "Hâver", TDEA, IV, 165. ı—ı
Iffll M. Orhan Okay
r HAVF ""
İnsanın Allah katındaki durumu hakkında hissettiği korku ve kaygıları ifade etmek üzere . kullanılan bir terim.
Sözlükte "korkmak, kaygılanmak, endişe duymak" gibi anlamlara gelen havf kelimesi, genellikle "hoşlanılmayan bir durumun başa gelmesinden veya arzu-
lanan bir şeyin elde edilememesinden duyulan kaygı ve korku" şeklinde tanımlanmıştır (et-Ta'rifât, "ljavf" md.; krş. Gazzâlî, IV, 155, 158). Râgıb el-İsfahânî havfı, "insanın tahmin ettiği veya açıkça bildiği bir emareye dayanarak başına kötü bir hal geleceğinden kaygılanması" olarak tarif etmiştir(e/-Mü/redâ£, "hvf" md.). GazzâlFnin, "ileride kötü bir durumla karşılaşılacağı beklentisinin insanın ruhunda sebep olduğu elem ve huzursuzluk" şeklindeki tanımı ise havfa psikoloji açısından bakan bir yaklaşımın sonucudur. Tasavvuf! eserlerde bu tanımlar daha da özelleştirilerek havf kelimesinin, bilhassa Allah korkusu ve âhiret hayatıyla ilgili ağır endişeler için kullanılan bir terim haline getirildiği görülmektedir (aş bit.). Nitekim Tehânevî, havfın tasavvuftaki anlamını "isyanlardan ve günahlardan dolayı haya ve elem duymak" şeklinde Özetler (Keşşaf, I, 444).
Kur'ân-ı Kerîm'de havf kökünden gelen veya aynı anlamdaki diğer masdarlar-dan türeyen fiil ve isimler 124 yerde geçmekte; bunların yarısına yakını dünyevî korku ve kaygıları, diğerleri ise Allah korkusu, azap korkusu, âhiret kaygısı, günah işleme endişesi gibi dinî kaygıları ifade etmektedir. Bu âyetlerin birinde Allah Teâlâ, "İşte o şeytan yalnız kendi dostlarını korkutabilir. Şu halde onlardan korkmayın, benden korkun" buyurur (Âl-i İmrân 3/175}. Hz. Âdem'in, aralarında anlaşmazlık çıkan iki oğlundan biri diğerine kendisini öldürmeye kalkış-sa bile yine de ona el kaldırmayacağını belirterek, "Çünkü ben âlemlerin rabbi olan Allahtan korkarım" der (el-Mâide 5/28). En'âm sûresinin (6/15) Hz. Peygamber'e hitap eden, "De ki: Ben rabbime isyan edersem kesinlikle büyük bir günün azabına uğrayacağımdan korkarım" mealindeki âyette havf hem günah işleme endişesini hem de uhrevî ceza korkusunu anlatmaktadır. Hz. İbrahim de İnkarcılıkta ısrar eden babası Âzer'i. "Babacığım! Senin Allah'ın azabına çarpılmandan ve sonuçta şeytanın yakını olmandan korkuyorum" diyerek uyarmıştır (Meryem 19/ 45). Âyetlerde, kişinin sadece kendisi adına değil başkası adına duyduğu korku ve kaygıların da havf kelimesiyle ifade edildiği görülmektedir (meselâ bk. Hûd 11/ 26, 84; Gâfir 40/26}. Bazı âyetlerde, insanın mutlaka "rabbinin maKamfnda durup hesap vereceğini bilerek bundan korkması ve ona göre davranması gerektiği (meselâ bk. Hûd 11/103; ibrahim 14/ 14;er-Rahmân 55/46); diğer âyetlerde de
"Allah'ın hidayetine uyan" (el-Bakara 2/ 38), "iyi bir mümin olarak kendini Allah'a teslim eden" (el-Bakara 2/112), "iman edip iyilik ve barış yolunda çaba harcayan" (el-Enâm6/48),"iman ettikten sonra istikamet üzere olan" (el-Ahkâf 46/13) kimselerle "Allah dostları" (Yûnus 10/62) için âhirette korkulacak (havf) ve üzülecek (hüzn) bir durum olmadığı bildirilir. Bir kısım âyetlerde havf ümit ve yakarışla birlikte dua, zikir ve teşbihin âdabı arasında gösterilir (el-A'râf 7/56, 205; er-Ra'd 13/13; es-Secde 32/16).
Havfın dünyevî korku ve kaygılarla ilgili olarak kullanıldığı âyetlerin önemli bir kısmında da herhangi bir dinî konuyla ilişkisinin kurulduğu görülür. Meselâ Allah'ı seven ve O'nun sevgisini kazanmış olan dindarların yüksek niteliklerinden söz edilirken dolaylı olarak haksız kınama ve eleştirilerden korkulması din duygu-sundaki zayıflığa bağlanır (el-Mâide 5/ 54). Başka bir âyette açlık, mal ve can kaybı gibi musibetler yanında dünyevî korkular da Allah'ın İnsanları imtihan etmek üzere bu dünyada onları mâruz bıraktığı sıkıntılar arasında zikredilmiştir (el-Bakara 2/155).
Havf kelimesi hadislerde de yukarıdaki anlamlarıyla sıkça geçmektedir. Hz. Peygamber ümmeti için birer tehlike olarak gördüğü şirk, fitne, deccâl, dünya tutkusu, zenginlik gibi manevî tehlikelerle ilgili korku ve kaygılarını havf kelimesiyle ifade etmiştir (meselâ bk. Müsned, IV, 124, 126; Buhârî, "Cenâ'iz", 73; "Rikâk", 7; Müslim, "Fiten", 1 10; Ebû Dâvûd, "Nikâh", 12). Bu hadislerin birinde, "Ümmetim adına yoldan çıkarıcı yöneticilerden endişe ederim" denilmektedir (Ebû Dâvûd, "Fiten", 1; Tirmizî, "Fiten", 51}
Gerek Kur'ân-ı Kerim'de gerekse hadislerde haşyet, takva, işfâk, vecel ve reh-bet kelimeleri veya türevleri havf ile aynı ya da yakın anlamları ifade eden kavramlar olarak geçmektedir. Saygıyla karışık bir korku olan haşyet, Fâtır sûresinin 28. âyetindeki kullanımından da anlaşılacağı üzere daha ziyade kendisine saygı duyulan varlık hakkındaki bilginin bir ürünü olarak ortaya çıkar [et-Müfredât, "hşy" md). Nitekim. "Ben Allah hakkında sizden daha çok bilgiye sahibim ve benim haşyetim sizinkinden daha fazladır" anlamındaki hadisle (Buhârî, "Edeb", 72; Müslim, "Fezâ'ü". 127, 128), Allah'ın kulları arasında O'nu en iyi bilenlerin O'ndan en çok haşyet duyanlar olduğunu ifade eden hadîs-İ kudsîde (Dârimî, "Mukad-
HAVF
dime", 34) haşyetle bilgi arasındaki bu ilişki özellikle vurgulanmıştır. Sözlükte "kişinin kendini korktuğu şeyden koruması" anlamına gelen takva, terim olarak "insanın haramlarla birlikte bazı mubahları da terkedecek derecede titiz davranarak kendini günah işlemeye sevke-den şeylerden koruması" şeklinde tarif edilmiştir {et-Müfredât, "vky" md.; ayrıca bk takva). İşfâk kelimesi Kur'an'da havf anlamında kullanıldığı gibi (el-Meâ-ric 70/27} biraz daha farklı olarak "kaygı verici bir durumla karşılaşmaktan korkmak, çekinmek, ürpermek" mânasında da geçmektedir (meselâ bk. el-Enbiyâ 21/ 49; eş-Şûrâ 42/18, 22). İbn Kayyim el-Cev-ziyye, işfâkın hem korku hem de ümit İçerdiğini belirtir {Medâricü's-sâlikîn, I, 555). Râgıb el-İsfahânî"ye göre vecel korku hissetme durumunu {el-Müfredât, "vcl" md.), rehbet şiddetli veya telâşlı korkuyu (a.g.e., "rhb" md.) ifade eder. Ancak çeşitli âyetlerde bu son kelimenin de havf ve takva ile aynı anlamda kullanıldığı görülmektedir (meselâ bk. en-Nah! 16/ 51-52; ei-Haşr 59/13). Aşırı dinî korku ve kaygıdan dolayı bir hücreye kapanıp kendini ibadete veren hiristiyan keşişlere eski Araplar'ca "rehbet" kökünden gelen râhib ismi verilmiştir. Bu kelime çoğul şekliyle (ruhban) Kur'ân-ı Kerîm'de geçmekte (el-Mâide 5/82; et-Tevbe 9/31, 34), ayrıca bir âyette (el-Hadîd 57/27) rahbâ-niyye kelimesi yer almaktadır (bk rağbet ve REHBET)
Dostları ilə paylaş: |