İnsanın Allah katındaki durumu, ölüm ve ölümden sonraki hayatı, uhrevî sorumluğu, cehennem azabı gibi hususlarla ilgili âyet ve hadisler, ilk dönemlerden itibaren özellikte dinî hassasiyeti gelişmiş müslümanlar üzerinde derin etkiler bırakmış; Ebü'd-Derdâ, Ebû Zer el-Gıfârî, Abdullah b. Mes'ûd, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Huzeyfe b. Yemân gibi sahâbîler; başta Hasan-ı Basrî olmak üzere Âmir b. Abdullah, Herim b. Hayyân, Üveys el-Karanî gibi tabiîn İleri gelenleri hayatlarını. Allah korkusuyla âhiret kaygısının ruhlarında meydana getirdiği derin tesirlerle şekillendirmeye çalışmışlardır. Bilhassa Hasan-ı Basrî ve zamanla onun etrafında toplanan âbid ve zâhidler, korku ve hüzün halini dinî hayatlarının temel belirleyicisi olarak algılamışlardır.
Abdullah b. Mes'ûd, Kur'an ehlinin hüzünlü olması ve göz yaşı dökmesi gerektiğini söylüyor (Ebû Nuaym, I, 130); Ebû Zer el-Gıfârî, "Allah'ın haklarını yerine getirme yolundaki çabalarım etrafımda
529
HAVF
dost, hesap gününden duyduğum korku bedenimde et bırakmadı" diyordu. Ebû Mûsâ el-Eş'arî vali olarak gittiği Basra'da halka yaptığı bir konuşmada, "Üzücü sıkıntılardan ve ayak sesleri duyulan fitneden başka dünyadan ne beklenebilir!" diyor, âhiret azabından bahsediyor ve müslümanlardan ağlamalarını istiyordu [a.g.e., I, 263). Böylece cehennemden korkup gözyaşı dökmek kulluğun ve zühdün alâmeti olarak görülüyordu. Korku ve üzüntüye dayalı dindarlık anlayışı sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Herim b. Hayyân, "Dehşetli kıyametten korkuyorum" diye sızlanıyor {a.g.e., II, İ20), Âmir b. Kays'ın zühdü cehennem ateşinden korkmakla başlıyordu (Ali Sâmî en-Neşşâr, III, 111-112). Câhiz'in bildirdiğine göre bu dönemde âbidlerin en önemli takarrüb yolu ve korkanların merhamet dileme vasıtası ağlamaktı {el-Buhalâ*, s. 5-6).
Zühd anlayışının tasavvufa dönüşmesinden sonra da havf. hüzün ve ağlamaya büyük önem verilmiş, hemen bütün tanınmış sûfîler havf konusunda değişik yorumlar yapmışlardır. Ebû Tâlib el-Mek-kî esasen Allah'a inanan her insanın O'n-dan korktuğunu, fakat bu korkunun derecesinin Allah'a yakınlık derecesine göre değiştiğini söyler {Kûtül-kulûb, 1. 226-227). Ebû Nasr es-Serrâc, "Onlardan değil benden korkun" (Âl-i İmrân 3/175) mealindeki âyetin irfan sahiplerine. "Rabbi-nin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır" {er-Rahmân 55/ 46} mânasındaki âyetin ortada olanlara, "Onlar kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar" (en-Nûr 24/37) mealindeki âyetin de avam düzeyinde bulunanların korku anlayışına işaret ettiğini söyler {el-Lüma', s. 89). Buna göre havf in en yüksek derecesi doğrudan doğruya Allah'tan korkmaktır; ikinci âyette işaret edilen havf, doğrudan Allah'tan korkmaktan ziyade hesap vermekten korkma anlamı taşıdığı için derecesi ilkine göre biraz daha düşüktür. Üçüncü âyette ise asıl korkulan şey âhiret dehşeti olduğu, Allah korkusu biraz daha geri planda kaldığı İçin havfın bu düzeyi en alt mertebe olarak görülmüştür. Bu üçlü derecelendirmenin bir benzeri Herevî'nin Menûzilü's-sâ:'mn"mde tekrar edilmiştir.
Ebû Tâlib el-Mekkî tasavvufî faziletler içinde tövbe, sabır, şükür ve recâdan sonra ele aldığı havfın, bütün korku makam-lannı kapsayan bir terim olduğunu belirttikten sonra bu makamları şöyle sırala-
530
mıştır: 1. Takva. Müttakiier, sâlihlerve âmillerin makamıdır. 2. Hazer. Zâhidler, vera' ehli ve huşu sahiplerinin makamıdır. 3. Haşyet. Âlimler, âbidler ve muh-sinlerin makamıdır. 4. Vecel. Zikredenlerin, Allah'a boyun eğenlerin ve ariflerin makamıdır. S. İşfâk. Sıddîklar, şehidler ve âşıkların makamıdır [Kütü'l-kulûb, I, 241).
Tasavvufî eserlerde dinî korku ve kaygıları ifade eden bu kavramlar üzerinde önemle durulmuş, bunların anlamları ve ilişkileri konusunda birbirinden az çok farklı daha başka açıklamalar da yapılmıştır. Meselâ Abdülkerim el-Kuşeyrî'-nin mürşidi Ebû Ali ed-Dekkâk âyetlerde geçen havf, haşyet ve heybet kelimelerinden hareketle havfı imanın, haşyeti İlmin, heybeti ise marifetin şartı olarak görmüştür. Ebü'l-Kâsım el-Hakim, havfı haşyet ve rehbet diye ikiye ayırdıktan sonra rehbet sahibinin kaçmaya, haşyet sahibinin ise Allah'a sığındığını ifade etmiştir [el-Rİsâte, s. 264). Diğer bir anlayışa göre havf genel olarak bütün müminlerin, haşyet âlim ve ariflerin, heybet muhabbet ehlinin, iclâl de mukarrebînin vasfıdır (İbn Kayyimel-Cevziyye, I, 550). Ebû Tâlib el-Mekkî, havf ile vera' arasındaki ilişki üzerinde durarak vera'ın havftan kaynaklanan bir hal olduğunu ve bu halin, huşu ve teslimiyet içerisinde haramlarla birlikte haram olup olmadığı şüpheli olan davranışlardan, hatta helâllerin ihtiyaç fazlası olanlarından bile uzak durmak anlamına geldiğini belirtir {Kütü'l-kutûb, !, 226).
İlk dönemlerden itibaren başta Ha-san-ı Basri olmak üzere hemen bütün zâ-hid ve sûfîler havf ile hüzün arasındaki ilişki üzerinde önemle durmuşlardır. Ha-san-ı Basrî'nin etrafında Basra'da oluşup yayılan zühd mektebinin temel özelliği hüzün, havf ve bükâ (ağlama) kelimeleriyle özetlenir. Ebû Nuaym el-İsfahânî, Hasan-i Basrî'yi "havf ve hüzünle dost olmuş, kaygı ve kederle kaynaşmış, uyku ve istirahati yitirmiş" diye niteler [HÜye, 11, 131-132). Şah b. Şücâ' hüznü havfın alâmeti olarak görmüş; Zünnûn el-Mısrî bu düşünceyi, "Aşk konuşturur, haya susturur, havf hüzünlendirir" şeklinde ifade etmiştir. Abdullah b. Hubeyk, en faydalı korkunun gaflet içinde geçen yıllara hüzünlenmeyi ve geri kalan zaman üzerinde düşünmeyi sağlayan korku olduğunu söylemiştir (Attâr, s. 449). Fudayl b. İyâz ve Ahmed b. Seyyid. havf sahibini bütün yaratıkların kendisinden korktuğu insan olarak görmüş, İbnü'l-Cellâ ise konuya
farklı bir açıdan bakarak Allah'tan korkan kişiyi "bütün mahlûkatın kendisinden emin olduğu kimse" diye tarif etmiştir (Kelâbâzî, s. 147). Abdullah b. Hubeyk, ancak zorlayıcı bir havf ve rahatsız edici bir şevkin kalpleri şehevî arzulardan kurtarabileceği kanaatindedir (Hücvîrî, s. 229).
Ebû Hafs el-Haddâd havfı bir meşale olarak tasavvur etmekte, kalpte bulunan hayır ve şerrin bu meşalenin yardımıyla görülüp ayırt edilebileceğini düşünmektedir. Ebû Süleyman ed-Dârânî, bir kalbin harap olmasını havf duygusunun yok olmasına bağlarken Hatim el-Esam havf ile ibadet arasındaki münasebete dikkat çekmiş ve onu ibadetin süsü olarak görmüştür. Haris el-Muhâsibî Allah'tan korkmayı âhiretteki sorumluluk esasıyla irti-batlandırmış, Abdullah b. Mübarek havfı murakabenin neticesi olarak açıklamıştır.
Sûfîler, havf halinin sürekliliği konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Muâz b. Cebel, sırat köprüsü geride kalmadıkça korkunun devam edeceğini söyler. Buna karşılık Ebû Osman el-Hîrî'ye göre korkan kişinin korku ile ünsiyet kurması ve onu bir tür alışkanlık haline getirmesi onun bütün dinî-ahlâkî hassasiyetini yok edebilir. Çünkü havf. kişiyi günah ve hata işleme konusunda sürekli tedbirli ve ihtiyatlı kılan bir şuur halidir: halbuki alışkanlıkta şuur ve iradenin canlılığı ve etkinliği kaybolur. Fudayl b. İyâz, korku halini yaşayan bir insanı en iyi şekilde yine bu hali yaşayan insanların anlayabileceğini şu benzetme ile açıklamıştır: Evlâdı ölen bir anne, yanında evlâdını kaybeden bir anne görmek ister.
Havf konusuna geniş yer veren ve onu sistematik olarak inceleyen ilk sûfî müellif Ebû Tâlib el-Mekkî'dir. Daha sonra Gazzâlî İhyâ'ü 'ulûmi'd-dînde, önemli ölçüde Ebû Tâlib el-Mekkî'nin Kütü'l-kulûb adlı eserinden faydalanarak kendinden önceki sûfîlerin tariflerine yeni boyutlar getirmiştir. Ona göre havfın sebebi ilim ve marifettir. Marifet kişiye hem kendi kusurlarını hem de Allah'ın celâl ve kudretini gösterir. Havfın neticesinde İse iffet, vera" ve takva erdemlerine ulaşılır. Bu erdemler bir taraftan insanın kalbine nüfuz ederek dünya, madde ve menfaate karşı bir ilgisizlik meydana getirirken diğer taraftan onun bedenî davranışlarına tesir ederek günahlardan uzak durmasını ve edep kaidelerine uymasını sağlar.
Gazzâlî, müminin havf halini ilim ve marifetle yaşaması gerektiğini söyler. Çünkü marifetten korku, korkudan zühd, sabır, tövbe ve ihlâs doğar. Buna gücü yetmeyenler bu hali yaşayanlarla sohbet etmeli, buna da imkân bulamayanlar söz konusu halle ilgili olayları takip ederek bunlardan ders çıkarmalı, ayrıca konuyla ilgili kitapları okumalıdır. Gazzâfî'ye göre havf hali nefsânî arzuların önüne geçerse iffet, haramlardan sakındırırsa vera'. şüpheli şeylerden uzak tutarsa takva, Allah'a manen yaklaştırmayan şeylere engel olursa sıdk adını alır (İhya3, IV, î 56). Gerçek mutluluk, muhabbet ve marifetle Allah'ı sevmek ve O'nunla ünsiyet kurmakla gerçekleşir. Muhabbet marifetle, marifet tefekkürle, ünsiyet sevgi ve zikirle meydana gelir. Zikir ve tefekkür dünya sevgisini gönülden çıkarmakla, dünya sevgisini gönülden çıkarmak zevk ve şehvetleri terketmekle, şehveti kırmak da korku ateşiyle mümkün olur (a.g.e., IV, 160-161).
Sûfîlerin dikkat çektiği bir konu da hav-fın İfrat ve tefritinden sakınmaktır. Ebû Tâlib el-Mekkî, olumlu bir havf halinin tesirlerini "tutkuları dizginlemek, kötü alışkanlıkları yok etmek, taşkınlıkları gidermek ve hevâ ateşini söndürmek" şeklinde özetleyerek bu etkileri göstermeyen bir havf halinin dengeli olmadığını belirtir. Zira havfın zayıf olan derecesi belirtilen sonuçları gerçekleştirmeye yetmez, aşırı olanı da arzu ve istekleri büsbütün öldürür; aklı, tabiatı ve mizacı bozar; kişiyi ümitsizliğe sevkeder (Kûtü'l-kutûb, l, 238). Gazzâlî de havfın ifrat, tefrit ve itidal derecelerinin bulunduğunu belirterek ifrat şeklinin ümitsizlik ve karamsarlığa, hatta psikolojik rahatsızlıklara yol açacağını, tefrit şeklinin ise gevşeklik ve lâubalilik doğuracağını, dolayısıyla bu ikisinin ortasının bulunması gerektiğini ifade eder. Gazzâlî, aşırı korkunun ümitsizliğe yol açan. akıl ve beden sağlığına zarar veren ve mutlaka tedavi edilmesi gereken bir hastalık olduğunu belirtir (İhya3, IV, 157-158, 166). Sûfîlerin havf dolayısıyla üzerinde durdukları bir başka husus da sû-i hatimedir. Zira insanın ölüm anındaki dinî durumu onun âhiretteki konumunun en son belirleyicisi olacaktır. Bu yüzden sûfîier en çok sû-i hatimeden korkmuşlardır. Çünkü kişi yaşadığı hayata uygun olarak ölecek ve ölümündeki haline uygun olarak haşredilecektir (a.g.e., İV, 178, 179; bk. HATİME).
İsrâ sûresinin 57. âyetindeki, "Allah'ın rahmetini umarlar, azabından korkarlar"
ifadesini dikkate alan sûfîier havf ile recâ (ümit) kelimelerini daima bir arada kullanmışlardır. Yahya b. Muâz. "Havf ve recâ imanın iki direğidir, bunlara sarılan sapıklığa düşmez" der; Necmeddîn-i Kübrâ da havfın recâya ağır basmasının insanı kara kış gibi soğuk fikirlere sürükleyebileceğine, aksi durumda da yoldan çıkmanın söz konusu olabileceğine işaret eder (Tasavvufı Hayat, s. 124). Aynı sûfî havf ve recâyı İslâm, kabz ve bastı iman, heybet ve ünsü takva ve irfan makamiyla ir-tibatlandırmış, havfın mükemmel şekline İlimle ulaşılabileceğini söylemiştir. Hayr en-Nessâc Allah korkusunu bir kamçı olarak tasavvur etmiş, terbiyesizliği alışkanlık haline getiren nefsin onunla yola getirileceğini belirtmiş, Ebû Bekir el-Vâsıtî ise havf ve recâyı kulun edebe aykırı davranışlara sapmasını engelleyen bir geme benzetmiştir (Kuşeyrî, s. 158). Muhyiddin İbnü'l-Arabî mümini "havf ve recâsı eşit olan kimse" şeklinde tarif eder (el-Fütûhât, VI, 87 ]. Havf, recâ ve muhabbeti ibadetin birbirinden ayrılmaz üç şartı olarak gören Mekhûl en-Nesefî, "Allah'a sadece havf ile ibadet eden harûrî (haricî), recâ ile kulluk eden mürciî, muhabbetle ibadet eden zındık olur; her üçüyle birlikte kulluk eden ise tevhid ehlidir" demiştir (Ebû Tâlib ei-Mekkî, 1, 242). Ebû Tâlib el-Mekkî'ye göre havf âlimlerin, recâ âbidlerin halidir; âlimin âbide üstünlüğü ise ayın yıldızlara üstünlüğü gibidir (a.g.e., l, 236). Ancak Gazzâlî. "Havf mı yoksa recâ mı daha üstündür?" şeklindeki soruyu. "Ekmek mi, su mu daha önemlidir?" sorusu kadar saçma bulur [thyâ\ IV, 164).
Kemal derecesine ulaşan ve vuslatı gerçekleştiren Allah dostları gelecekle ilgili endişeleri kalmadığı için havf ve recâ ile meşgul olmazlar. Çünkü bu haller kişinin huzur ve sükûna kavuşmasına engeldir. Nitekim Vâsıtî, "Havf kul ile Allah arasında bir perdedir. Hakkın tecelli ettiği gönülde havf ve recâ söz konusu olmaz" demiştir. Zira gerçek hedef Allah'ın sevgi ve rızâsını kazanmaktır; korku bu yolda kullanılan bir âletten ibarettir (a.g.e., IV, 155).
Dinî hayatın Önemli bir unsuru olan muhabbet ile havfın birbirine göre durumu da tartışılmış, "Kullukta Allah korkusu mu, Allah sevgisi mi esas olmalıdır?" sorusu ilk devirlerden itibaren sorulagel-miştir. Dini tebliğde havf ve recâ. korku ve sevgi dengesini bozarak korkuyu öne çıkaranlar zâhid. vaiz, kaba sofu diye suçlanmıştır. Muînî'nin, "Sırat ile bizi kor-
HÂVÎ
kutma vaiz lutf-i Hak çoktur / Gezenlerden işittik biz ki anda korkuluk yoktur" beyti, havf taraftarlarına karşı olanların düşüncesine ilginç bir Örnektir (bk. mu-
HABBET; RECÂ) BİBLİYOGRAFYA :
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "hşy", "hvf, "rhb", "şfk", "vcl", "vky" md.leri; et-Tacrifât, "havf" md.; Tehânevî, Keşşaf, I, 444; Wensinck, el-Muccem, "hşy", "hvf, "rhb", "şfk", "vcl" md.leri; M. F. Abdülbâkî. et-Mu'cem, "frşy", "tjvf", "rhb", "şfk", "vcl" md.leri; el-Mu'ce-mü'ş-şûrt, s. 726-728; Müsned, IV, 124, 126; Dârimî, "Mukaddime", 34; Buhârî, "Cenâ'iz", 73, "Rikâk", 7, "Edeb", 72, 74; Müslim. "Fiten", 110, "FezâMl", 127, 128; Ebû Dâvûd. "Nikâh", 12, "Fiten", 1; Tirmîzî. "Fiten", 51;Câhiz. ei-Buhala* (nşr Tâhâel-Hâcirî), Kahire 1981, s. 5-6; Serrâc, eI-Lüma\ s. 89-90; Kelâbâzî, et-Taar-rtıf: Doğuş Devrinde Tasavvuf (trc. Süleyman Uludağ). İstanbul 1979, s. 147, 157; Ebû Tâlib el-Mekkî. Kütu'l-kulüb, Kahire 1310, I, 225-242; |], 58-82; Ebû Nuaym, Hilye, I, 130, 263; II, 120, 131-132; Sülemî, Tabakât, s. 573; Ku-şeyri. Risale (Uludağ), s. 158, 264, 361; Hüc-vîrî, Keşfü'l-mahcûb[Uludağ), s. 229; Herevî. Menâzı7(Revân),s. 4&; a.m\f., Tabakât, s, 726; Gazzâlî. İhya3, IV, 155-189; Ebû Mansûr el-Ab-bâdî, Şûftnâme (nşr. Culâm Hüseyn-i Yûsufî), Tahran 1347, s. 63;Attâr. Tezkiretü'l-evliuâ{tTC. Süleyman Uludağ), İstanbul 1985, s. 254, 306, 449; Necmeddîn-i Kübrâ. Tasavvufi Hayat (trc. Mustafa Kara), İstanbul 1980, s. 75, 124; İbnü'l-Arabî, el-Fûtûhât, II, 98; VI, 69-70, 87; Sühre-verdî. Tasavvufun Esasları (trc. H. Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz). İstanbul 1989, s. 618; Necmeddîn-i Dâye, Mirşâdü't-'ibâd (nşr. M. Emîn Ri-yâhî),Tahran 1365 hş., s. 23; İbn Kayyim el-Cev-ziyye, Medâricü's-sâlikîn, Kahire 1403/1983,1, 548-556; Ankaravî, Minhâcü'l-fukarâ, Bulak 1256, s. 156; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ3,1, 570; Ali Sâ-mî en-Neşşâr. Neş'etü'1-p.kri'l-felsefî fi'l-lsiâm. Kahire 1978, III, tür.yer.; Hasan eş-Şerkâvî. Mu(-cemü etfâzi'şşüfıyye, Kahire 1987, s. 132-135; T. İzutsu, Kur'an'da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar (trc. Selâhattin Ayaz), İstanbul, ts. (Pınar Yayınları), s. 259-267. |—|
İKİ Mustafa Kara
r * . n
HAVI
Türk mûsikisi usullerinden.
J
Arapça'da "ihtiva eden, içeren" anlamına gelen kelime, bünyesinde muhtelif zamanlı usullerin yer aldığı altmış dört zamanlı bir usulün adıdır. İki adet dört zamandan sonra iki adet altı zamanın ve ardından yedi adet dört zamana bir nîm-hafif (dört tane dört zaman) usulünün veya diğer bir ifadeyle başta iki sofyana iki yürük semai ve ardından yedi sofyan ile bunlara bir nîm-hafıfın (dört sofyan) eklenmesinden meydana gelmiştir. Usule başka bir gözle bakıldığında, değişik şe-
531
killerde sıralanmış ilk otuz iki zamanın ardından bir fer' usulü ile bunu takip eden bir nîm- hafif usulünün birleşmesinden oluştuğu görülür. 64/4"lük ikinci ve 64/ 2'lik üçüncü mertebeleri kullanılmıştır. Daha çok kullanılan 64/2'lik mertebesine "ağır hâvT adı verilmiştir. Usulün eski yapısı, özellikle üçüncü mertebede bazı vuruşların velvelelendirilmesiyle zaman içinde birtakım değişikliklere uğramıştır.
Hâvî usulü peşrevlerde ve I. bestelerde kullanılmıştır. Bu usul İle ölçülmüş I. bestelerin her hanesi birer usuldür. Hanenin ilk otuz iki zamanında mısra, bunu takip eden otuz iki zamanda, yani fer1 usulünün başından itibaren ise terennüm kısmı başlar. Terennüm sonunda mısra tekrarı yoktur.
BİBİJYOGRAFYA :
Ezgi. Türk Musikisi, II, 165-171; Özkan. TMNU, s. 681-682; Rauf Yekta. Türk Musikisi, s. 131-132; Sadeddin Heper, "Türk Musikisinde Usuller -4-", MM, sy. 347 (1978), s. 14-15.
lifti İsmail Hakkı Özkan
el-HÂVÎ
Ebû Bekir er-Râzî'nin
(ö. 313/925)
tıbba dair eseri.
|_ J
Tam adı Kitâbü'I-Hâvî fi't-tib'dır. Zengin muhtevasıyla Râzî'nin bütün tıbbî tecrübe ve birikimini ihtiva ettiği için müellifin olgunluk döneminin ürünü olduğu
532
kanaatini veren, nazari incelemeler ve klinik gözlemler hakkında tutulmuş, fakat yeterince gözden geçirilip sistemleştiri-lememiş notlardan oluşur. Bu sebeple klasik kaynaklarda, eserin Râzî'nin ölümünden sonra talebeleri tarafından derlendiği kaydedilmektedir. Nitekim İbn Ebû Usaybia, ünlü vezir Ebü'1-Fazl İbnü'l-Amîd'in Râzî'nin kız kardeşinden eserin müsveddelerini satın aldığını, müellifin talebelerinden bir komisyon oluşturarak bu notlan tasnif ettirdiğini belirtmektedir ('Uyûnü'l-enbâ', s. 420).
İbnü'n-Nedîm, el-Hâvîn\n el-Cûmfu'l-hâşır li-şınâhti't-tıb adıyla da anıldığını, eserin on iki cilt (kıs;m) olduğunu kaydetmekte ve planını vermektedir (et-Fth-rist, s. 357; krş. İbnü'l-Kıftî, s. 178. 180). Râzî'nin eserleri hakkında bir katalog hazırlamış olan Bîrûnî, onun el-Câmi\ı'l-kebîr adlı eserinin el-Hâvî adıyla da tanındığını, notlar halinde kaleme alınan kitabın eKsik olduğunu kaydetmektedir (bk. Mahmûd Necmâbâdî, s. 10). İbn Ebû Usaybia ise el-Hâvfy\ Râzî'nin en önemli ve en hacimli tıp eseri olarak zikretmekte, bunun, kadîm tıp literatüründen kendi zamanına kadar oluşup gelişen tıp birikimini kapsadığını, ancak tamamlanmasına müellifin ömrünün kâfi gelmediğini bildirmektedir. İbn Ebû Usaybia, el-HâvTden başka Kitâbü'1-Câm? {Hâ-şıru şmâcati't-tıb) adıyla on iki ciltlik bir eseri daha tanıtmakta ve bunun el-Fih-risftekine benzer bir planını vermektedir. Onun vardığı sonuca göre el-Hâvî ile
el-Câm? planları aynı olmadığı, dolayısıyla iki farKlı eser olduğu halde sonradan karıştırılmıştır {'üyûnü'l-enbâ', s. 421,423424). Müellifin kendisi ise yalnızca el-Câmi'u'1-kebîr'den söz etmekte; o döneme kadar böyle bir tıp kitabı yazılmadığını, bu eseri yazmak için on beş yıl geceli gündüzlü çalıştığını, hatta bu yüzden gözlerinin görmez, ellerinin tutmaz olduğunu söylemektedir {Resâ'il fel-sefîyye, s 109-110). Modern araştırmacılar tarafından da zaman zaman paylaşılan bu iki eserin aynı olduğu kanaatini Râzî tıbbının uzmanı olan E. Zekî İskender sarsmıştır. İskender'e göre el-Cömie on iki cilt olup günümüze yalnızca iki cildi ulaşmıştır (Oxford Bodleian Library, Or, nr. 561) el-Hâvî ise Râzî'nin bitiremediği, ancak ölümünden sonra talebe-lerince derlenen ve yirmi beş ciltten oluşan bir eserdir. Nitekim el-Hâvî'n\n yirmi beş ciltlik Latince baskıları elimizdedir ve iki eserin muhtevaları kesinlikle birbirinden farklıdır {et-Meşrik, XLIV 119601. s. 475], Zekî İskender bu hükme. Londra VVellcome Historical Medical Lib-rary'deki yazmalar koleksiyonunda yer alan (Or, nr. 123} bir Kitâbü'I-Hâvî fi't-tıb yazmasının henüz neşredilmemiş ilk dört cildini inceledikten sonra varmıştır. Unvan sayfasında adının el-Hâvî olduğu açıkça belirtilen söz konusu yazmanın I. cildi "Fî Usûli't-tıbbiyye". II. cildi "el-Ed-viyetü'l-müfrede", III. cildi "el-Edviye-tü'1-mürekkebe", IV. cildi ise "el-Emrâz ve ilâcâtühâ" başlığını taşımaktadır [A Catalogue of Arabic Manuscripts, s. 1-2) Eserin Madrid Escurial Library'de bulunan yazma nüshasına (nr 806) dayanılarak Haydarâbâd'da yapılan yegâne Arapça baskısının I. cildi doğrudan doğruya "Fi Emrâzİ'r-re's" başlığı ile başlamakta ve bu çerçevede beyinle ilgili fizyolojik ve psikolojik arazlar ele alınmaktadır {el-Hâm fi't-Ub, I, 1-2). Haydarâbâd neşrine esas olan nüshanın Wellcome Historical Medical Library yazmasını takip edip etmediğinin anlaşılması yahut el-Hâvın'm genel planının çıkarılması, ancak bütün dünya kütüphanelerindeki Arapça ve Latince nüshaların karşılaştırmalı bir neşriyle mümkün olacaktır.
el-Hâvî nin İslâm tıp tarihindeki en erken değerlendirilişine. Ali b. Abbas el-Me-cûsî'nin (ö. 384/994 |?|) Kâmilü'ş-şmâ'a (el-Kitâbü'l-Melekî) adıyla meşhur tıp kitabının girişinde rastlanmaktadır. Bu değerlendirmeye göre Râzî'nin ei-Hdvf si çeşitli hastalıklara ve belirtilerine, İlâçla
ve perhizle tedavi yollarına dair kapsamlı fakat sistemsiz bir eserdir. Müellif anatomi, cerrahi ve fizyolojiye yeterince yer vermemiştir. Ancak onun tıptaki üstünlüğü ve öteki eserlerindeki sistemlilik dikkate alındığında el-Hâvî'nin bu kusurları iki sebebe bağlanabilir. Ya bu eser müellifin, yaşlılığı sebebiyle bilgilerini unuta-bileceğinden kaygılanarak alelacele tuttuğu notlardan ibarettir, ya da kütüphanesinin başına bir şey gelir de insanların kendisini hayırla anacakları eserler zayi olur düşüncesiyle bu notlarını belli başlıklar altında derlemiş, fakat bu çalışmasını yeniden düzenlemeye ömrü kâfi gelmemiştir. Eğer amacı sadece bu idiyse kitabını lüzumsuz tekrarlar ve iktibaslar yaparak böylesine geniş tutmasına gerek yoktu. Ayrıca hacminin genişliği kitabın istinsah edilip çoğaltılmasını zorlaştırmıştır. Halbuki müellif, esasen bütün hekimlerin ittifak ettiği hususlarda tek tek iktibasları sıralamayıp biraz seçmeci davransaydı kitabın hacmi küçülür, nüshaları kolay bulunabilirdi. Bu haliyle el-Hâvî bütün tıp kitaplarını ihtiva eden bir derleme görünümündedir (Hâşim el-Vetrî, IV | ] 375/1956). s. 392-393).
Mecûsî'nin el-Hâvıye yönelttiği eleştiri, haklı tarafları bulunmakla birlikte Râzî'nin eserini yalnızca iktibaslardan ibaret bir tıp ansiklopedisi gibi göstermesi eserin orijinalitesini bütünüyle yok sayan ciddi bir hatadır. Halbuki el-Hâvî'nm Grek, Hint, Süryânî ve İslâm tıbbına dair literatürü aktarması yanında müellifine ait çok kıymetli klinik gözlem ve deneyleri ihtiva ettiğini özellikle belirtmek gerekir. Bu yönüyle eser, müellifin "Tecâri-bü'1-mâristân" adıyla andığı {el-Hâuî fi'\-tıb, I, 210; İt, 81) gençlik dönemindeki derleme çalışmasından tamamen farklıdır (İskender, el-Meşrik, XLIV 11960], s. 173 vd.) Râzî el-Hâvî'de belli bir vak'a hakkında öteki tıp otoritelerinin görüşlerini tek tek sıraladıktan sonra çok defa "bana göre" İfadesiyle başlayarak şahsî görüşünü aktarmaktadır (meselâ bk.. el-Hâülfi't-Ub.V, 11, 30, 38 vd.). Max Me-yerhof, Râzfnin el-Hâvîde kaydettiği çok sayıda klinik gözleminden otuz üç önemli vak'ayı tanıtmıştır. Bunlar arasında dizanteri, menenjit, prostat, oftalmi, apandisit, gut, epilepsi, çiçek, kızamık, düşük, siyatik gibi vak'alar sayılabilir. Anılan vak-"alar arasında Râzî'nin. Bağdat Mu'tezile ekolünden, kendisinin fikrî muhalifleri arasında bulunan Ebü'l-Hüseyin el-Hay-
yât'ı tedavi etmesiyle ilgili olanı tıp ahlâkı bakımından da son derece ilgi çekicidir (Meyerhof, XXIII11935], s. 321-356, ayrıca bk. Arapça metin, s. 1-14). Râzfnin bütün tıp otoritelerinin birikimini değerlendirmekle birlikte hiçbir zaman mutlak otoriteci bir anlayışa sapmadığı ve kendi klinik tecrübelerini ölçü aldığı bilinmektedir. Esasen Şükûh ca/â Câîînûs adlı kitabı da onun eleştirici bir ilmî zihniyete sahip olduğunu yeterince göstermektedir. Çünkü Râzî, sonra gelen ilim adamının birikim açısından öncekinden daha avantajlı olduğuna ve ilmin yeni keşiflerle ilerlediğine inanmaktaydı (DSB, VI, 323, 325-326).
ei-Hövf nin İslâm dünyasındaki etkisi, İbn Sînâ'nın el-Kânûn'unun şöhreti yüzünden farkedilmez durumdaysa da eser bizzat İbn Sînâ üzerinde doğrudan etkiye sahiptir. Öyle anlaşılıyor ki İbn Sînâ, "idrar ve gaita ile uğraşan fuzûlî biri" sözleriyle küçümsediği Râzî'nin (bk. Bey-haki, s. 8) bu klinik çalışmalarına çok şey borçludur. E. Zekî İskender, el-Hâvî'n'ın ilk dört cildi dediği nüshasını İbn Sina'nın el-Kânûn'u ile karşılaştırmış ve çarpıcı benzerlikler tesbit etmiştir (A Catalogue of Arabic Manuscripts, s. 30-32). el-Hâvî'nm Batı dünyasına olan etkisi ise tartışma götürmez. Eser ilk olarak, Anjou hanedanından Kral Charles'ın İsteği üzerine Sicilya'da yahudi hekim ve mütercim Ferec b. Salim (Latin dünyasmda Farra-guth veya Farrachius) tarafından 1279'-da Liber Continens adıyla Latince'ye çevrilmiş ve Kuzey İtalya'nın Brescia şehrinde 1486'da basılmıştır. XVI. yüzyıl boyunca defalarca basılan bu tercümenin nüshaları nâdirdir. Bunlardan Venedik'te gerçekleştirilmiş olan 1506 ve 1342 tarihli baskıları zikredilebilir. Ancak Latince tercümenin hangi Arapça nüshadan yapıldığı henüz bilinmemektedir (Meyerhof, XXIII (1935J, s. 325; İskender, e/-Meş-rik, XLIV | !960), s. 476; Abdülemîr el-Asam, s 47) Arapça yegâne baskısı ise 1955-1969 yıllan arasında yirmi bir cilt halinde Dâiretü'l-maârifi'l-Osmâniyye tarafından Haydarâbâd'da Kitâbü'1-Hövî fi't-tıb {Continens ofHhazes) adıyla yapılmıştır. Bilinen tek Türkçe tercümesi ei-Hâvf nin üriner sistem hastalıklarıyla ilgili bölümüne aittir (Süleymaniye Ktp., Hamidiye, nr. 1013). Eserin dünya kütüp-hanelerindeki yazma nüshaları Fuat Sezgin tarafından ayrıntılarıyla verilmiştir {GAS, III, 279-280).
Dostları ilə paylaş: |