Geri dönüp, aşağıdan gelirken ulaştığı ilk taşın arkasına vardığında, vadiyi dolduran o korkunç homurtu kulağında yankılandı. Bu gürültünün, gelen kobraların sesi olduğunu anlamakta gecikmemişti. O anda bulunduğu yerden çıkıp başka bir yere gitmesi, daha büyük bir sakınca doğururdu. Çıktığı anda kendini, saldırının açık hedefi haline getirecekti Bulunduğu yerde mevzilenmekten daha uygun bir yer bulamazdı. Hem kendini savunmak, hem de çatışabilmek için en ideal yer, bulunduğu yerdi. Gelen kobraların saldırısından korunmak üzere, doğal sığınak gibi duran herhangi bir taşın altına girmesi yeterliydi.
Çırav'ın üstünden vadiye giren iki kobranın, bulunduğu yöne doğru hışımla geldiklerini görünce, şimşek hızıyla kendini korunmaya uygun en yakın taşın altına attı. Birbirini takip ederek gelen kobralar, gösterilen noktaya yöneliyordu. Askerleri geçtikten sonra, havadan yere dehşet saçmaya başladılar.
Böğürmeleri, çıldıran tanrısal boğaların sesine benziyordu. Fiziki ağırlıklarına aldırmadan, hafif bir kuştan daha kıvrak dönüşler gerçekleştiriyorlardı. Pervanelerinin savurduğu rüzgarla sallanıp yere kadar bükülen meşe ve palamut ağaçlarını kökünden koparmak istiyordu. İncecik nazik yapraklar, dalında tutunamaz oluyordu. Kurumaya yüz tutan incecik otlar parçalanıp o acayip metalin üfürdüğü rüzgarla savruluyordu. Altında titreyen toprağa tutunmayı zor başaran taşlar, yerinden sökülüp uçarcasına vadiye kaçmak istiyordu. Hedef olarak gösterilen yamacın üstünde durup karış karış toprağı, ağacı, taşı şiddetle döverek parçalamaya çalışıyorlardı.
Günün yorulmayan işçileri karıncalar işlerini bırakıp can derdiyle yuvalarına kaçmışlardı. Yuvaları başlarına yıkılmasın diye hep birlikte dua ayinlerini düzenliyorlardı. Birbirine sıkı sıkıya sarılıyor, yuvaları sallanmaya başlayınca el ele tutuşup zikreder gibi birbirlerinin etrafında dolanmaya başlıyorlardı. Sinekler, çekirgeler, böcekler bilinmedik yerlere saklanmışlardı. Yılanlar, akrepler bile şok içerisinde, taşların altındaki deliklerine kaçmışlardı. Yaz, kış yerinde durmayı bilmeyen fareler, labirent gibi açtıkları deliklerinde zıplayarak gidip gelmiyorlardı. Vadiden sevimli kuşları, kayaların aşık bülbülleri, şafağın tek ve tok söyleyen sözü kadar şirin gözlü keklikleri vadiyi bırakıp çoktan uzaklara uçmuşlardı.
Hasan, yarı ölü halde kayanın altına ulaşmıştı ki, birbirini takip ederek gelen iki kobra üstünden geçerek vadiye dalmıştı. Kendisini görmeden geçen kobraların vadiye daldığını görünce, bunun Mazlum ya da Şahin'e dönük olduğunu anlamıştı. Önce ‘Acaba kuşatılmışlar mı?’ diye düşündü. Sonra ormanlığı aklına getirip, ‘Hayır, hayır.’ diyerek, ‘Onlar bu ormanlıkta kuşatılacak en son kişiler olabilirler ancak.’ diyordu. Onların kuşatılıp darbelenebileceğine, düşüncelerinin içinde katiyen yer vermek istemiyordu.
Şahin bir savaş kurduydu. Öyle kolay düşecek adam mıydı? Mazlum babayiğit, onurundan taviz vermeyen delikanlı adamdı. Eğer ayağa kaldırırsa, o kıvrak zekasıyla, ele avuca sığmaya gelmeyen biriydi. Buna kendi gözleriyle tanık olmuştu. O ormanlığın içinde hiçbirine de bir şeyin olmayacağına adı gibi emindi. ‘Kendi hakkımda olsa söz söyleyebilirdim, ama kendileriyle yaşayarak tanıdığım bu yoldaşlarım hakkında, hiçbir kaygı duymadan söyleyebilirim ki, kesinlikle onlara bir şey olmaz. Yarın sabahki çayı birlikte yudumladığımızda, bunu kendilerine ifade etmekten de çekinmeyeceğim.’ diyordu kendi kendine.
Durduğu kayanın altında bir süre dinlenerek gözlerini vadiye dikip takip etmeye çalıştı. Önünde, iki yüz metre aşağıda mevzilenen askerler de ayağa kalkıp kobraların vurduğu yeri izliyorlardı. Kobralar geldikten sonra coşkuya gelen askerler, bütün dikkatlerini kobraların arkasından vadiye göndermişlerdi. Sağın solun takibi akıllarından uçup gitmeye başlamıştı.
Hasan, ‘Bundan iyi fırsat olmaz.’ diye düşünerek kayanın dibinde çömelerek sağ elini silahına verip sol elini kendine destek yaparak askerlerin üstünden kaz yürüyüşü biçiminde dikkatle yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Bu bastıran açlık, susuzluk, tüketen yorgunluk, bitkinlik olmasa, her şey yolunda gidiyordu. Gelen kobralar bile, kendisine sadece kolaylık sağlamışlardı. Bu uçan makinenin aynı şekilde arkadaşlarına da kolaylık sağlayacağından şüphe etmiyordu.
‘Bu makinenin bir sürü fasa fisosundan bahsedilir, ama hepsi de palavra. Neredeyse, her bakımdan gelişmiş bir adamdan daha nitelikli olduğunu söyleyecekler. Bıraksan, ‘Yerde konuşan adamı duyuyor.’ diyecekler, dinlesen ‘Delik delik adam arıyor.’ diye kabul ettirecekler. Bari havada uçan, yerde kaçan, eli ayağı düzgün, gözü kulağı açık, demirden akıllı insan, hem de en üstün akla sahip insan deseydiler! Kendi gözlerimizle görüp tanımasak bu safsataya biz de inanmadan edemezdik herhalde. Ne kadar da ahmakmış bu adamlar. Başlarındaki ahmaklığın dar külahını çıkarmadan, dünyanın parasını sarf ettikleri bu makinenin böylesi dağlarda, bir işe yaramayacağını anlamayacaklar galiba. Biz ellerindeyken bir şey yapamadılar, şimdi havada adam adam aramanın peşine düşen bu gürültü çıkaran demir parçasıyla mı bir şey yapacaklarını sanıyorlar? Anlatsan, çocukların bile gülesi gelir buna.’
‘Gelirken ürkütücü gürültü çıkardığına dair dediğimiz bir şey yok. Ama bunun, işimize yarayan tarafları da yok değil. Daha uzaktayken sesini duyduğumuz an içine gireceğimiz delik kendiliğinden önümüze gelir. Ondan sonra hedeflediği yeri, canı vurmak istediği kadar vursun. Vurduğu esnalarda tüten sigaralarımızın ağzımızda üfür üfür olduğu da az görülmemiştir yani.’ diyordu.
Altındaki vadiye dalgın askerlerin hizasını geçtikten bir süre sonra, yağan yağmurun şelale yapıp kayadan indirdiği önündeki alt kayalığın çukurlarında biriken küçük su göletlerini görünce, sevinçten farkında olmadan yerinden sıçradı. Fark edilme gibi bir korkusu kalmamıştı. Kendini, askerin dikkatsiz bakan gözlerinin önünden tümüyle kaybettirmeyi başarmıştı.
Uçarcasına su göletlerinin üstüne vardı. Bir iki defa sağına soluna baktıktan sonra, suyun üzerine çömelip silahını sağ dizinin kenarına bıraktı. Her iki elini önden kendine destek yapıp başını suya doğru eğerek dudaklarını suyun içine batırdı. Dudaklarıyla birlikte burnunun yarısını da batırmadan edememişti. Boğazının kıkırdaklı hortumundan karnına su taşırken, boğazın suya bakan dış düğümleri, açılıp gerilen bir yay gibi her yudumda çenenin altından boğazın alt çukurluğuna doğru gidip gelmeye başlıyordu. Boş karnını, içine çektiği suyla şişirmeden başını kaldırmadı. Fırsatını bulmuşken, ölesiye tadını çıkarmıştı. Başını kaldırıp dizlerinin üzerine çökerken, elini şişen karnının üstünden götürüp getirmeye başladı. Guruldayan karnının hafifçe sancılandığını hissetti.
‘Ama olsun susuzluktan bin kat daha iyi ya.’ deyip ayağa kalktı. İstediği yere ulaşıp aradığı suyu da doya doya içmişken, önünde bir engelin kalmadığını düşünüyordu.
Bundan böyle yapması gereken tek şey, önünde kalan çok az kısmı da dikkat çekmeden ilerleyebilmekti. Onları aşmayı başarmıştı. Fakat bu, tamamen tehlikeden uzaklaştığı manasına gelmiyordu. Bunu da başarırsa, Basret'in yerin derinliğinden fışkıran o buz gibi su kaynağı üzerinde soluğu almayı düşünüyordu. ‘Belki de arkadaşlarım benden önce ulaşırlar oraya.’ deyip temposunu arttırdı.
...
Şahin dün, gece karanlığında zor bela aştıkları suyu, pek bir güçlük çekmeden aştıktan sonra, vadinin karşı yakasına geçip bayırdan yavaş yavaş yukarı çıkarak Awal köyünden gelen vadiyle birleşen üst uca doğru yol alıyordu. Dün gece geldiği patikanın çok yukarıda kaldığını biliyordu. Ama yolu düşündüğü yoktu. Yoldaşları ateşin içindeyken, elini kolunu sallayıp yola mı düşmeliydi? Bu, yoldaşlığın hangi kitabına sığardı? Bunu kaldıracak vicdana sahip miydi? Akıbetlerini dahi öğrenmeye gerek duymadan yoldaşlarını arkada bırakıp gidecek kadar yoldaş dediği o canlara karşı sevgiden düşmüş müydü? Onları kendinden çok daha fazla sevdiğini unutmuş muydu? ‘Hayır, hayır asla! Onları bir an dahi unutmak, kendimi unutmaktır, onlara gelecek ilk merminin önüne kendimi atmadığım an, ne kadar kırıldığımı göreceğim andır.’ diyordu.
Askerlerin, peşini bırakıp kobraların vurduğu yere yöneldiğini görünce, bunun iyiye işaret olmadığını düşünmüştü. ‘Bütün güç onların üzerine mi yığılacak, kobralar onun için mi geldi?’ deyip adımlarına hız katmaya başladı.
Onların üzerine yığılan gücü sabote etmenin bir yolunu bulmaya çalışacaktı şüphesiz. Ama o kobraların ne kadar tehlikeli canavarlar olduğunu da biliyordu. Hedefi bulduğu anda kaçırmayan özelliklere sahipti. Havada dakikalarca durduğu yerden teprenmeden sabit ya da hareket halindeki bir hedefe, tam isabet vurabiliyordu. Yukardan hedefe dokunacak kadar inebiliyordu. Tek çare ondan aniden saklanabilmek, bilmediği bir yere girmeyi başarmaktı. Bu başarılırsa, ondan sonrası sorun olmaz. Fakat o çekip gittikten sonra, arkasından yapacakları hamle, daha da tehlikeli gelişebilir. Buna karşı koyacak güç, yetenek ve taktik olmazsa işler zora da girebilir. Başa çıkmak, sanıldığı kadar kolay gelmeyebilir. Onun için ne kadar hızlansa o kadar yeridir diye düşünüyordu.
Şahin'in peşini bırakıp emir verilen yere yönelen askerlerin öncü kolları dereye ulaşmışlardı. Yamacın üstüne yukardan, top top cehennemin ateşi düşmüş gibiydi. Durmadan cehennem ateşi püskürten kobralar, yorulmak nedir bilmiyordu. Biri vurmayı durdurunca, yerini hemen diğeri alıyordu. Pilotun bulunduğu sağ mahal üzerinde hızlı dönüşler yapıp kendini bir noktaya sabitleştirdiğinde ortalığı toz dumana katıyordu. İstediği şekilde arkadan, önden, sağdan, soldan her tarafa aynı anda etkili vuruşlar gerçekleştirebiliyordu.
Fakat o andaki tercihi, hakim olduğu sağ yanıydı. Sağ mahalde bulunan pilot da, vurduğu noktayı açık gözlerle takip edebiliyordu. Ama alçalıp yakından bakmak istediği hedefi, bir türlü gözlerinin önünde bulamıyordu. Aradığı hedefin, gözlerinin önünde olmaması umurunda mıydı? Gösterilen noktayı vurmak bile, kendisine yeterli geliyordu. Vururken sevinçten yırtılmaya başlıyordu. Dudaklarını yana doğru yırttığında, kulaklarını ağzıyla yutacak gibi oluyordu. Her vuruşlu dönüşlerden sonra, çıldırasıya wawlar çekip havadan aşağıdaki askerin ruhuna moral aşılamaya çalışıyordu.
Kobralar böğürdükten sonra kendine gelen askerler, korkudan saklandıkları yerlerden nihayet başlarını çıkarmaya başlamışlardı. Başlarının üstünde pervane döndürüldükçe korkularını yenebilen askerler, bu üstün kuvvetin kanatları altından çıkmak istemiyorlardı. Bu büyülü kuvvetin böğürüşü, ruhlarını okşayıp yukardan estirdiği rüzgarı ile dayanılmaz kokan terlerini sildikçe, kendilerine karşı hiç kimse savaşmaya cesaret edemezdi.
‘Bu koruyucu kanatların altından bize yan bakıp savaş ıslıklarını çalan adam, daha anasının karnından doğmadı.’ diyorlardı. Adeta yıkılmaya gelmez bu üstün cesaretle ölü ve yaralıları kaldırırken, kimileri göğsünü gere gere nasıl er meydanında dönüp dolaştığını, üstündeki kanatlı kaybolup gitmeden önce göstermek istiyordu. Kanatlı kaybolup gittikten sonraki hallerini, akıllarının kenarından dahi geçirmek istemiyorlardı. ‘Aman olmasın böyle bir şey! Bu şekilde bizden iyi savaşan olmaz, üstelik komutanlarımız da bunun farkında.’ diyorlardı.
Askerlerin şu an kendine gelen vaziyetine bakan yüzbaşı, bundan sonraki hamleyi nasıl yapacağını düşünmeye başlamıştı. Karşı taraftan gelip dereyi geçen askerler de, kendilerine ulaşmak üzereydi. Kobraların gelişinden sonra askerin moralize olduğunu düşünüyordu. Yakalamaya başladıkları bu moralle, kendilerine destek gelen yeni kalabalık gücü birleştirip askerleri zaman geçirmeden daha süratli bir şekilde nasıl harekete geçirebileceğini baştan aşağıya hesap etmeye çalışıyordu. Ele geçirecekleri tek kişi, yalnızca tek kişi dahi yeterli geliyordu. Yoksa bunca zayiattan sonra, ellerinde hiçbir şey olmadan üste sunacakları raporda hangi cevabı verebileceklerdi? Tek kişi bile olsa, ellerinde gösterge olan bir sonucun olmasıydı önemli olan. Bu sonuç alınmadan, katiyen buradan gidilemezdi.
Binbaşıdan aldığı emir, demirden daha sertti. Bu sertlik, harfiyen uygulanacaktı. Bunun başka bir çaresi olamazdı. Onun için bu defa arkada durmak yoktu. En önde de kendisi olacaktı. Kesin sonuç için böyle yapması şarttı. Yüzbaşı kafasında oluşturduğu planın ayrıntılı hesaplarına dalmışken, daha sonra gelen bir Skorsky, cenazeleri kaldırıyor, diğer iki kanatlı canavar da, havadan aşağıya ateş yağdırmaya devam ediyordu.
Düz hatlar çizdiğinde, taşı parçalıyor, toprağı kazıyordu. Ara vermeyen doçkaların sesinden, kayalar zıngırdamaya başlıyordu. Her bir roket fırlattığında, vadi gürültüye boğuluyordu. Mazlum'un altında bulunduğu yüksek taşın üstünden geçip etrafını doçka ve roketle dövdüğünde, Mazlum, altındaki zeminin bile çatlamak üzere olduğunu hissediyordu. O anda bu cani aletin kendisinin üzerinde bir etkisi, bedenine verdiği bir zararı yoktu. Ancak ne kadar etkili vurduğu, yarattığı sarsıntıdan anlaşılıyordu.
Asıl düşündüğü şey, bu da değil, bundan sonrasının nasıl gelişebileceğiydi. Mühim olan da buydu. Bu sefer hangi yöntemle üzerine gelmeyi düşünüyorlardı. Bu yaralı haliyle kendini, onlardan tümden kaybettirmeyi başarmadığı müddetçe, peşini bırakmayacakları, dolayısıyla ısrarla üstüne gelecekleri açıktı. ‘Çakal sürüsünün, leş kargalarının önlerine düşen et parçasını bırakıp gittiği nerede görülmüştür?’ diyordu. Üzerine gelirlerse, nasıl bir karşı koyuşu gerçekleştirilebilecekti? Bu dar koridordan, bu taşların arasından çıkmaya fırsat bulabilecek miydi peki? Ya bulamazsa, ya böyle bir imkan hiç ama hiç olmazsa, o zaman ne olacaktı?..
Aklına gelebilecek bütün ihtimalleri düşünmeye başlıyordu. Düşündükçe iki ihtimalin dışında önüne çıkan başka bir seçeneğin doğmadığını görüyordu. Kurtulup arkadaşlarına ulaşmayı başarmak ilk hedefiydi. Peki ya o da olmazsa? Kendi kendine, ‘Buna da önceden hazırlıklı geldim. Göğsümü gere gere, hem de tereddütsüz. Hemen ardından da, ama bunun etkili biçimi benim seçimim, benim tercihimle olacaktı. Bu tercihi bir kez daha yapma şansına sahip olabilecek miyim acaba, bilemediğim ve çok ağrıma giden de bu işte.’ diyordu kendi kendine.
Yaraları soğumaya başlayınca, yükselen ağrıları dayanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Durduğu yerde geniş kan birikintileri oluşmuştu. Girdiği taşın altında vücudu kasılınca, daha yoğun kan kaybetmeye başlamış, vücudunun ne kadar güçten düştüğünü, elini kaldırmaya çalışırken fark etmişti. Kanla birlikte bedenindeki kuvvetin de yere aktığına inanmak istemiyordu. Bu beden ki, kaybettiği kandan, hem de bükülmeyen iradeyi aşarak titremeye başlıyordu.
Vücudu ateşin içinden buzların içine, buzların içinden ateşin içine sokulur gibi oluyordu. Yerde biriken kanına bakınca, kendisinin istediği bir yerde ve daha büyük bir pahayla dökülmediğine hayıflanıyordu.
Sonra kendi kendine, ‘Ne fark eder, sonuçta suladığım aynı toprak değil mi? Hangi tarafı, hangi karışı olursa olsun sulanmasıydı önemli olan. Ve itiraf etmeliyim ki, bedenimden üstüne akan kızıl kanımı görmediğim bu ana kadar, seni böylesine sevdiğimi bilmiyordum.’ diyordu.
Yaralarıyla uğraşmaya lüzum görmüyordu. Hem uğraşsa da, bir faydasının olacağını sanmıyordu. Yaralarının yükselen ağrılarından çok, bitirip tüketen bu susuzluğa nasıl dayanabileceğini anlayamıyordu. Hayatı boyunca böyle susuzluğa düşmemişti. Ağzına, boğazına avuç avuç tuz konulmuş gibiydi. Nefesi, sanki nefes borularından değil, sert bir kayanın deliğinden gidip geliyordu. Gidip gelirken, çıkardığı sert hışırtı, boğazının sadece birkaç yudum suyla da yumuşamaya gelmeyeceğini biliyordu.
Başının üstünden gidip gelen gaddar kanatlının sesi kesilince, bedeninden beynine gelen bütün acılarını unutmaya başladı. Öldürüp bitiren o susuzluk aklından uçup gitti. Kaybolan sesin vadiden de koptuğuna emin olunca, başını taşın altından çıkardı. Kendini dışarıya çıkarırken, büyük bir işkence tezgahının içindeymiş gibi zorlanıyordu. Elleri, ayakları istediği cevabı vermeye gelmiyordu, ne kadar ağırlaştığını yeni anlamaya başlıyordu. Ne yapsa, ne etse ağırlaşan bedenini hafifletemiyordu.
Nasıl yeniden uyandırmaya, yeniden ayağa kaldırmaya çalışsaydı bilemiyordu. Taşa tutunarak ayağa kalkmaya çalıştı ama daha kalkmadan kendini yerde buldu. Yeniden denemekten geri durmadı. Taşı tırmalamaya başlıyordu. Parmak uçlarını zamk gibi taşa yapıştırarak tutunmaya çalışıyordu. Sonunda ayağa kalkmayı güçlükle başarabilmişti. Sendeleye sendeleye öne doğru yürüdü. Taşlara tutunmadan yürümeyeceğini anlamıştı. Sol eliyle kenarında yürüdüğü taşlara tutunurken, sağ elinde de göz bebeği silahını tutuyordu. Önünü görebileceği yere gelince, tutunduğu taşın arkasında kasıla kasıla çömeldi.
Başını taşın arkasından öne doğru vererek dikkatle baktığında, gözlerinin önündeki her şey, bütün çıplaklığıyla gerçekti. Takılan en küçük ayrıntı dahi, yalan söylemeye gelmiyordu. Onlarca asker gözlerinin önünde yamaca tırmanıp üstündeki sırta çıkmaya başlıyordu. ‘Kim bilir bunlardan daha kaçı diğer tarafları sarmaya gidiyor?’ diye düşündü.
Çömeldiği yerden yeniden kalkmaya çalıştı. Düşmemeye dikkat ederek arkaya doğru yöneldi. Aşağıya bakan çatlamış taşların yanına gelince durdu. Yan yana duran çatlak taşların aralığından birkaç adım aşağıya indi. Bir bent gibi önünde duran kaya parçasına göğsünü dayayıp aşağılara baktı. Ne düşündüyse de, gözlerinin önünde gerçekleşen oydu.
Her taraf asker kaynıyordu. Yüzlerce asker kayalığın altından arkaya sarkıyordu. Aşağı ormanlıklara kadar önemli gördükleri her noktayı tutacakları belliydi. Alttan kayalıkların etrafını saran kolun aşağısında birkaç çember daha vardı. Uçurumların altını bile tutmayı ihmal etmeyeceklerdi. Yukarıda da aynısının gerçekleşmeye başladığından kuşku yoktu. Yamacı bunun için tırmanmışlardı. Önden kendisine doğru kaç kolun geleceği henüz belli değildi. Arka arkaya kaç çember atacaklarını kim bilebilirdi? Kaçışa yer verecek küçük bir delik dahi bırakmak istemedikleri kesindi. Kuşatıp ezmeyi, imha edip silmeyi hedefledikleri gün gibi ortadaydı.
Böyle olduğunu anlamak için, fazla düşünmeye de gerek yoktu. Üstüne bir gece değil, on gece de gelse bu yaralı haliyle etrafına attıkları çemberi aşmak kolay değildi artık. Hep düşündüğü birinci ihtimal yavaş yavaş gözlerinin önünde kaybolmaya başlıyordu. İstemese de üstüne çekmeye çalıştığı geceyi, kafasından silip atıyordu. Çırılçıplak soyunup önüne dikilen gerçeğe, ‘Sen gerçek değilsin, seni sen olarak kabul etmek istemiyorum, seni sen olarak tanımıyorum. Defol, gözlerimin önünden kaybol!’ diyemiyordu.
Bunu bütün soğukluğuyla görüp kabul edemeyecek kadar kendinden geçmemişti. Kendisini dört gözle bekleyen nihai sona, daha güçlü hazırlanmaktan başka bir çarenin kalmadığına ikna olmaya başlıyordu.
‘Namertlik, buna göğüs germekten kaçmaktır işte. Gerçek gelip seni kıskıvrak yakaladığında, eğer onun karşısında durup göğsünü gere gere karşılık vermezsen, senden daha namert adam yok demektir. Namertliğin gerçek günü bugündür, başka günü olamaz. Beni dört tarafımdan kuşatabilirler, ellerini tam boğazımın üstüne de koyabilirler, ama ruhumu kuşatmalarına asla fırsat tanımayacağım. ‘Apoculuk kuşatılmayan ruhtur.’dememişler mi? Ruhu kuşatılan gerçek bir Apocu'ya bugüne dek kim rastladı? Ne dar kafeste, işkence tezgahlarının altında, ne savaş meydanında, cehennemi ateş çemberinin içinde, ne de yaşam diye sunulan sahte yalanın yumuşak kollarında ruhlarının kuşatıldığını kim gördü? Sadece kuşatılamayan o ruhu Apoculuktan bilirim.’ diyordu. Dıştan gelen sızıntılara açık, kuşatılabilen ruhu Apoculuktan saymıyordu.
Ruhunun ateşinden kalkan dev alevler, göklere doğru uçuyordu. Beynindeki sabırsız zaman, ışığın hızından ayaklarına pabuçlar takıyordu. Göğsünü dayadığı kaya parçasından kopardığında, onu dinlemeye gelmeyen ayakları arkasından sürükleniyordu. O candan sadık dostu kleşi, ellerine sımsıkı yapışmıştı. Tırnaklarını sert çelikten çengel yapıp hafif eğimli taşın üstüne çıktığında derin bir nefes aldı. Üstünde beklediği taşın baş ucunda yükselen ağacın arasından önünü görmeye çalıştı.
Bıraktığı kan izlerini takip ederek gelen askerler, gözlerinin önünde hilal şekli mevzi almaya çalışıyorlardı. Onlarcası, yüzlercesi birbirini takip ederek aynı şeyi yapıyorlardı.
Bu hummalı sessiz uğraşın ardından kopacak kıyamette çizilecek unutulmaz resmin çerçevesini yerleştiriyorlardı. Yerleştirmeye çalıştıkları çerçevenin içine sadece istedikleri tonlar mı düşecekti? Buna karar vermeye, verdikleri kararı geçerli kılmaya, duygudan kopmuş fiziki kuvvetleri yetebilecek miydi?
Bu savın yalnızca kendilerinden yana söylemeyeceği, doğacak resimden sonra anlaşılacaktı.
Bir de yerleştirecekleri o çerçevenin içine Apocu ruhun eşsiz renginden hayranlık uyandıran destansı tonlar işlenecekti. Bu tonlar gittikçe resmin bütününü kaplayacak, çizmeye çalıştıkları şekli gölgede bırakacaktı. O vakit, resmin etrafını saran çerçeve çatlayacak, gölgede sönük kalan, büzülmüş, çirkin çizgiler tam dökülmek isterken, utancın ibreti diye havada asılı kalacaktı.
Mazlum keskin gözlerini ağacın yaprakları arasından askerlerin yaptıklarına dikmiş, çizeceği o benzersiz resmin ayrıntılarına dalmıştı. Gözlerini askerlerin üstünden ayırmazken, onların ne yapacaklarından ziyade, kendisinin ne yapacağını düşünüyordu.
Sol yanından kulağına dostça bir ses fısıldar gibi oldu. Başını çevirip bakınca, tam aradığı mevziyi gördü. Başını eğip dizlerini üstünde beklediği taşa yapıştırdı. Ellerini önüne bırakarak, görünmeden mevziye uzanmaya başladı. Sağ elindeki kleşini üstünden geçtiği taşlara değdirmeden ilerliyordu. Mevzi onu aceleyle kendisine doğru çekiyordu. Dizleri taşa yapışıp gitmek istemiyordu. ‘Bende derman kalmadı.’ deyip ayak diretiyordu. O ise nefesine bile vakit bırakmadan, kanayan dizlerini arkasından taşıyordu. Dayandığı elleri kardeş ellerdi. Kendisine dayanan sağlam yüreği, orta yerde bırakmaya niyet etmezdi.
Arkada kalan taşlar kızıl kana boyanıyordu. Kızıl kanla nakışlanan suskun taşlar, güneşe hüzünle bakıyordu.
Kendisini çağıran dost mevziye ulaştığında, sert hışırtıyla gidip gelen nefesine artık vakit bırakabilirdi.
Kalın mevzi, bedeninin önünde çelik kadar sert bir zırh kaldırıyordu. Solundaki yüksek taşın altında açılan geniş oyuk, kendisine kucak açıyordu. Gözlerini geniş oyuğun karnına dikince, ‘Sana ihtiyacım kalmadı.’ deyip başını öne çeviriyordu. Vakit bulan nefesi, serbest gidip geliyordu. O hayat nefesinden can alan kırgın dizleri, ayağa kalkmak istiyordu. Her zor günün desteği kardeş ellerini, kalın mevzinin bedenine yapıştırıp başını mevzinin üstüne kaldırdığında gözleri kusursuz gördü.
Bakışlarının altında mevzi alan askerler, önlerinde kaldırdıkları siperlerin arkasına saklanıyordu. Mertçe vuruşabilmenin en iyi mekanı, o an seçtiği yerdi. Konumunu sağlamlaştırmaya çalıştı. Aldığı pozisyona söyleyecek hiçbir söz yoktu.
O unutulmaz günün tanığı olan canlı cansız her şey, son defa sessizliği bozacak olan tetiğe dokunuşun sabırsızlığındaydı.
Verdiği son dersten sonra, askerin tedbirsiz üzerine gelemeyeceğini biliyordu. Askerin her hareketinde, arttırılan tedbiri gözlemliyordu. Bütün sessizlik, arttırılan bu tedbirle geçiyordu.
Hala tümden tükenmeyen var gücüyle elindeki kleşini sıkarken, yavaş yavaş siperlerin arkasında gözlerinden kaybolmaya çalışan askere bakmıyordu sadece. Derin derin bakarken, askerlerin çok çok ötesini görüyordu. Bütün hayatı bir anda belleğindeki film şeridine takılıp gözlerinin önünden geçiyordu.
Son haftaya girerken, okul günü ne zaman gelir diye içine giren heyecan onu yiyip bitirmeye başlamıştı. Başlayacak önlüklü, kitaplı, defterli günleri, kendine doğru iple çekiyordu. Okulda o kadar çok çocuk vardı ki, onlarla dünyanın bütün oyunlarını bile oynasa bitiremezdi. Okuma yazma dedikleri o sihirli şeyi de öğrenince, büyük adam olmaya başlayacaktı. Abisi Metin de öyle yapmıştı. Daha şimdiden, bir sürü arkadaşı vardı. Okulda büyük adam olmaya başladığını, kendi gözleriyle görüyordu.
Büyük adam olmaya başlayacağı gün geldiğinde, içi içine sığamamıştı. O sabah, sevgili anası Hanım’ın elleri arasında yıkanırken, incinme diye bir şey hissetmemişti. Sünger yumuşaklığındaki keseyle keselenip pırıl pırıl olduğunda, kan kırmızı tombul yanaklarını baba Fehim'in dudaklarından kurtaramamıştı. Ana Hanım, üstüne geçirdiği önlüğünü iliklerken, ‘Herkesin parmakla göstereceği ciğerimden bir parça, güzel kuzum büyük adam olacak.’ diyordu.
Dostları ilə paylaş: |