Saffet Paşa Yalısı
yatta olduğundan, Osmanoğulları tarihinde ilk ve son kez, baba-oğul sıralamasında, I. Süleyman, Şehzade Selim (II), Şehzade Murad (III) ve Şehzade Mehmed (III) olmak üzere dört kuşak, aynı yaşam dilimini paylaştılar. Safiye, Murad'ı, tutku derecesinde kendisine bağladı. 1574'te II. Se-lim'in(-0 ölümü üzerine III. Murad tahta çıkınca İstanbul sarayına geldi ve başhase-ki oldu. 1585'e değin, saray hareminde Ka-nuni'nin kızı Mihrimah, II. Selim'in kızı Es-mihan ile Murad'ın annesi Nurbânu'dan oluşan üçlüye karşı mücadele verdi. Adı geçenlerin ölümlerinden sonra, Manisa sarayındaki yaşamından beri yanından ayırmadığı sırdaşı ve yoldaşı Râziye Kadınla saray yaşamını ve dış dünyayı denetimi altına almaya çalıştı.
Siyasal açıdan en büyük başarıyı, 1595'te III. Murad'ın ölümünü gizleyerek oğlu Mehmed'in Manisa'dan gelip tahtı elde etmesini sağlamakla gösterdi. Manisa Sancağı'nı ise konağında yetiştiği merhum Ferhad Paşa'nın oğlu müteferrika Hacı Bey'e verdirtti. III. Mehmed'in gayriresmi danışmanlığını üstlenen Safiye Sultan, özellikle atamalara müdahaleyi iş edindi. Güvendiği kişileri mirahorluk, kapıcıbaşı-lık gibi görevlere getirterek kendisine bağlı bir kadro oluşturmayı gözetti. Ende-run(-») ve birun(-0 kadrolarında geniş çaplı değişiklikler yaptırdığı gibi, Kızlar Ağası Hacı Mustafa Ağa'yi da emekliye ayırtarak kendi emektarı Osman Ağa'yı da-rüssaade ağası tayin ettirdi. Selanikî'nin ifadesiyle III. Mehmed "Vâlide-i sa'adet dest-gâh ile meşveret buyurup umûr-ı mülk ü millet ahvâlin söyleşmeğe layık" resmi danışmanını Hoca Sadeddin Efendi olarak belirledi. Çünkü, bu konuda, Safiye Sultan oğluna "Şimdi dahil-i meclis ve mah-rem-i râz olacak başka kimse yokdur" diyerek uyarıda bulunmuştu.
III. Mehmed, annesi Safiye Sultan'a "yevmî üç bin çili akçe vazife (gündelik) ve sâlyâne üç yüz bin yazlık ve üç yüz bin kışlık ferman" ettiği gibi birkaç ay sonra da "güzide zeametlerden 10 yükden mütecaviz has paşmaklık" tahsis etti. Sadaret Kaymakamı ibrahim Paşa, Şaban 1003/Mayıs 1595 sonunda İstanbul'a özgü bir gelenek olan "şek-bûk" münasebetiyle Yenihisar semtindeki kendi tasarrufunda bulunan Feridun Bey Bahçesi'nde Safiye Sultan ile
kızları Ayşe ve Fatma sultanlara günlerce süren bir ziyafet verdi. "Şahane tekellüfat ile bî-bedel pişkesler ve hediyeler çekildi. Küllî masraf olub" türlü yemek ve yiyecekler dökülüp saçıldı. III. Mehmed de 50.000 dinarın harcandığı bu ziyafete katıldı. Haziran 1596'da III. Mehmed Engürüs (Macaristan) seferi için Davutpaşa ordugâhına çıktığında Safiye Sultan, oğlunu uğurlamak ve "şefkat ve muhabbetini göstermek" üzere yanına kızlarını da alıp arabalarla Davutpaşa Çiftliği'ne geldi. Avlanmak gerekçesiyle ordugâhtan ayrılan III. Mehmed, bir süre annesi ve kız kardeşleriyle birlikte oldu. Bu buluşma bir kez de Halkalı Sarayı'nda yinelendi. "Giceden yetişüb yine izz-i huzûr-ı şehinşâhî ile mülakat ey-leyi bu defa hezâr iştiyak ve derd-i hasret ile vedâlaşub dide-giıyân ve ciğer pür-yân" ayrıldılar.
Safiye Sultan'ı İstanbul'a dönüşte Sadaret Kaymakamı Hasan Paşa Edirneka-pı'da 1.000 nefer korucu ve yeniçeri ile karşıladı. Alayla saraya götürdü. Bu gidiş sırasında Safiye Sultan sefere gitmekte olan yeniçeri ve sipahi bölüklerine arabasından avuç avuç filoriler, çil akçeler saçtı. III. Mehmed, sefere çıkarken sadaret kaymakamına, her konuda annesine danışmasını emrettiğinden Hasan Paşa, atama ve tebdilleri kendisine inha etmekteydi. Örneğin, İstanbul kadısının değiştirilmesi için cepheden gelen fermanı duyurduğunda, Safiye Sultan, halkın kadıdan hoşnut olduğunu, yerinde kalmasının uygun olacağım bildirdi ve bir kapıcıbaşı ile durum cephedeki padişaha arz edildi.
Hayrata düşkün olan Safiye Sultan, oğlunun sağ salim seferden dönmesi dileğiyle ve alacaklarım toplattıktan sonra Âşık Paşa Mahallesi'nde İmam Gazalî'nin soyundan ermişliğine inanılan bir zatın kabri üstüne türbe yaptırdı. Eğri'nin fethedil-diği haberi gelince de İstanbul'daki yoksullara, dullara ve yetimlere bol sadaka dağıttı. Sefer dönüşü sırasında III. Mehmed'in, kız kardeşi Ayşe Sultan'ın eşi olan Kanijeli İbrahim Paşa'yı vezirazamlıktan azlettiği ve Sinan Paşa'yı atadığı haberi istanbul'a ulaşınca Safiye Sultan oğluna bir mektup yazıp damadı ibrahim Paşa'nın yeniden vezirazam olmasını sağladı.
Oğlunun zaferi anısına Davutpaşa'da bir kır köşkü yaptırtan Safiye Sultan, burada büyük bir ziyafet de hazırlatmıştı. Kendisi ve harem halkı arabalarla Davut-paşa'ya gelerek III. Mehmed'i karşıladılar.
Ester Kira Kadın ve İstanbullu Yahudi sarraflar aracılığı ile herkesten rüşvet aldığı konuşulan Safiye Sultan, ingiliz Elçisi Lello'nun raporuna göre Hadım Hasan Paşa'dan vezirazamlığı (3 Kasım 1597-8 Nisan 1598) karşılığında büyük bir rüşvet almıştı. Başmusahibi olan Kira Kadın, valide sultanın bir bakıma "rüşvet eli" idi. Bu kadın aracılığı ile İstanbul'daki Venedik el-çisiyle gizlice haberleştiği gibi Floransanlı Medicis ailesinin kimi bireyleriyle de mek-tuplaşıyordu. Öte yandan Kraliçe I. Eliza-beth'in gönderdiği hediyeler karşılığında İngiltere'ye birtakım ticari ayrıcalıklar tanınmasına da önayak oldu.
Edindiği muazzam servetin bir kısmıyla "cami-i şerif, imaret ve ribat" yaptırtmak isteyen Safiye Sultan, yer olarak Eminönü İskelesi civarındaki Yahudi mahallesini seçti. Burada "kifayet miktarı kârgir yapılu evler alınub" yıkıldı ve külliyenin yapımı hazırlıkları başlatıldı. Darüssaade Ağası Osman Ağa'nın kethüdası kapıcı Kara Mehmed, bina emini atandı. Sadrazam Hasan Paşa da fırsat buldukça evlerin ve binaların yıkılması, arsanın temizlenmesi çalışmalarını yoklamaya gitti. Caminin temeli 7 Nisan 1598'de devlet erkânının katıldığı bir törenle kazılmaya başlandı. Fakat temel çukurlarını değirmen döndürecek kadar sular bastığından "server-i serdar-ı mühendisân-ı rüzgâr mimar Dâvud Ağa" olanca yeteneğini gösterdi ve ilk temel taşı, 20 Temmuz 1598'de kondu. Aynı günlerde, yapımı tasarlanan Valide Sultan Medresesi için de Sarıgürzzade Kaynı denen ve Şeyh Ebu'1-Vefa Camii'nde ders veren Mustafa Efendi atandı. Yine, Safiye Sultan, ordunun ve donanmanın güçlendirilmesi için açılan kampanyaya katılarak "iki kese altun çıkartub" top arabalarının yenilenmesine, yeteri kadar beygir alınmasına katkıda bulundu.
Ekim 1599 sonunda III. Mehmed'le birlikte Davud Paşa Sarayı'ndan Topkapı Sa-rayı'na dönüşlerinde padişahın ve valide sultanın arabalarının önünü kesen işsiz medrese mezunları, Anadolu Kazaskeri Muhyiddin Efendi'nin rüşvet yediğim, kadılıkları sattığını ileri sürdüler. Safiye Sultan'ın arabasını durdurup "Beyhude figan eyleyüb halk-ı âleme eltâf-ı âliyeniz mebzuldür. Bizim dahi duamızı almanız gerekir" dediler. Buradan, Divan-ı Hüma-yun'a yürüyüp adı geçen kazaskerin azlini istediler. O yılın aralık ayında istanbul'a gelen Iran Elçisi Hüseyin Bey ile eşi Gü-liter Hatun, valide sultana "tuhaf ve he-dâyâ-yı akmîşe-i diyar-ı Acem pişkeşleri" sundular. Mart 1600'e gelindiğinde, Emi-nönü'nde yapımı devam eden cami inşaatıyla ilgili haksızlık ve yolsuzluklar, örtbas edilemeyecek biçimde ortaya çıktı. Kamulaştırma bedelleri ödenmeden evler, dükkânlar yıkıldığı gibi bir kilise ile bir sinagog da yıkılmıştı. Şikâyetçi olarak Divan-ı Hümayun'a başvuranların sayısı giderek artmaktaydı. Cemaatler ise yıkılan ibadethanelerinin yerine yenilerini yapmak istemekteydiler. Bunun için elaltından valide sultana rüşvet verdiler. Bunlara "birer virane kiliselerini" yenilemek üzere beratlar verildi. Ancak bu işlem de istanbul ulemasını birbirine düşürdü. Hıristiyanların yaptırdığı yeni kilise subaşı ve muhte-sip tarafından yıktırıldı. Ulemanın bir bölümü Safiye Sultan'a mektup yazıp "Zuhr-ı ahiretiniz olıcak hayrat ve hasenatınız hu-kuk-ı ibâd ile âlûdedür ve nâ-meşrû olan umurda sebat olmaz" diye uyarıda bulundular. Bina emini suçlu bulunup değiştirilerek Safiye Sultan aklanmaya çalışıldı. Ester Kira Kadın ile oğlunun, ayaklanan sipahiler tarafından öldürülmeleri olayından etkilenen Safiye Sultan, kızı Fatma Sultan'ın eşi Kaptan-ı Derya Halil Paşa'nın emekliye ayrılmak istemesine de izin ver-
medi. Aleyhinde gelişen olaylardan, damatları ibrahim ve Halil paşaları sorumlu tutup "Benüm damatlarım bana düşmen-dir. Namus-ı devlet ü saltanat böyle hıfz olunmamak gerek idi. Kul taifesinin bu veçhile hücumunda ikisinin de rey ve marifetleri vardur. Yahudiye (Kira Kadın) siyaset (idam) mukarrer oldu. Böyle fahiş veçhile olmak ne lazım idi? Deryaya atılsa olmaz mıydı?" dedi.
Safiye Sultan'ın son siyasi hatası, III. Mehmed'i, oğlu Şehzade Mahmud'u boğdurtmaya yöneltmesi olmuştur. 1603'teki bu olaydan bir süre sonra III. Mehmed de ölünce tahta çıkan I. Ahmed(-0 büyükannesi Safiye Sultan'ı, dairesindeki cariyeleri ile Eski Saray'a gönderdi. Onun burada ne kadar yaşadığı konusunda kesin bilgi yoktur.
Büyük kızı Ayşe Sultan (ö. 1605) 1586' da görkemli bir düğünle Kanijeli ibrahim Paşa ile, onun löOl'deki ölümünün ardından da Güzelce Mahmud Paşa ile evlenmişti. Ayşe Sultan, ibrahim Paşa için Şeh-zadebaşı'nda bir çeşme yaptırtmış, kurduğu vakıfla da İstanbul hapishanelerindeki borçlu mahkûmların borçlarının ödenip serbest bırakılmaları için olanak sağlanmıştır. İkinci kızı Fatma Sultan'ın 1593'te Halil Paşa ile evlenişinde de büyük bir saray düğünü düzenlenmiş ve Divan-ı Hümayun çalışmaları bir hafta boyunca tatil edilmişti. Fatma Sultan'ın yaşamı ve ölümü konusunda da yeterli bilgi yoktur.
Bibi. Tarih-i Selânikî, I-II, 426-850; Ahmed Refik, Kadınlar Saltanatı, I, İst., 1332, s. 99 vd; Lello, Bello'nun Muhtırası, (çev. Orhan Buri-man), Ankara, 1952, s. 41; Danişmend, Kronoloji, III, 3 vd; N. M. Penzer, The Harem. Londra, 1936, s. 187; Uluçay. Padişahların Kadınları, 43; M. Ç. Uluçay, Harem, II, Ankara, 1985, s. 48, 145-146; T. Hasırcıoğlu "Osmanlı Sarayında Saltanat Süren Kadınlardan Nurbâ-nu ve Safiye Sultanlar", Resimli Tarih Mecmuası, S. 2/74 (Şubat 1956), s. 96 vd.
NECDET SAKAOĞLU
SAFVETÎ TEKKESİ
bak. AĞAÇAYIRI MESCİDİ VE TEKKESİ
SAĞLAM, TEVFİK
(21 Mayıs 1882, istanbul - 11 Temmuz 1963, istanbul) Hekim.
Sultanahmet'teki Nakilbend İptidai Mektebi ve Soğukçeşme Askeri Rüştiye-si'nden sonra 1898'de Askeri Tıbbiye 1da-disi'ni 1903'te de Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'yi(-0 bitirdi.- Gülhane Tatbikat Mektebi ve Seririyat Hastanesi'nde(->) bir yıl Süleyman Numan Paşa'nın yanında staj yaparak 1904'te sertifika aldı. 1905'te, Gülha-ne'deki iç hastalıkları kliniğine asistan oldu. 1906'da açılan, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane seririyat-ı dahiliye (iç hastalıkları kliniği) muallim muavinliği sınavım kazanarak akademik kariyere başladı. Burada, frengi spiroketi üzerine yaptığı çalışmaları dolayısıyla kendisine, 4. rütbeden Meci-di Nişanı verilmiştir. 1909'da Haydarpaşa' da kurulan Tıp Fakültesi'nin II. seririyat-ı dahiliye laboratuvar şefliğine getirildi. 1912-1913'teki Balkan Savaşı'nda, Selanik, Manastır, Pirlepe, Hadımköy, Rusçuk ve
Yassıviran'da görev yaptı. Tifüse yakalanınca İstanbul'a nakledilerek tedavi amacıyla \Viesbaden'e gönderildi, dönüşünde Mart 1914 te Tıp Fakültesi'nden istifa ederek askerlik görevim sürdürdü.
I. Dünya Savaşı'nda İstanbul I. Kolordu hıfzıssıhha müşavirliğine, Ocak 1915'te II. Ordu başhekimliğine, Şubat 1915'te ise Erzurum'daki III. Ordu emrine verilmiştir. Mart 1915'te III. Ordu sıhhiye reisi olan Sağlam, Haziran 1918'de Şark Ordular Sıhhiye Grubu sıhhiye müfettişliğine atandı. III. Ordu'nun tifüs, kolera gibi salgınlardan korunmasında büyük rolü olmuştur. 1916' da Erzurum ve Trabzon'da çıkan kolera salgımndaki üstün hizmeti, Harp Madalyası ile, III. Ordu mıntıkasında, salgın hastalıklarla mücadeledeki başarılı çalışmalarından dolayı da 2. rütbeden Mecidi Nişanı ile ödüllendirilmiştir. O yıllarda büyük yokluklar ve olanaksızlıklar karşısında başardığı sağlık hizmetleri hayranlık uyandıracak düzeydedir. Bu çalışmalarım anlattığı, Büyük Harpte 3'üncü Orduda Sıhhî Hizmet (İst., 1941) adlı kitabı bugün bile askeri hekimliğe ışık tutacak değerdedir.
Sağlam Mütareke'den sonra 1919'da Gülhane Hastanesi başhekimliği ve iç hastalıkları kliniği muallimliğine; ek olarak, Nisan 1919'da Tıp Fakültesi mebadi-i em-raz-ı dahiliye (iç hastalıklarına giriş, propö-dötik) muallim muavinliği ve Gülhane'de, seferde hizmet-i sıhhiye muallimlikleri ile görevlendirildi, ayrıca Harbiye Nezare-ti'ndeki Tarih-i Harb-i Sıhhi Komisyonu başkanlığına getirildi. 1919'da İstanbul'da görülen veba-salgınmda, Sıhhiye Müdüri-yet-i Umumisi'nde^oluşturulan Veba Ko-misyonu'nda çalıştı. 1921'de emraz-ı dahiliye müderrisliğine getirildi. Aynı yıl Ankara'ya gitti ve Milli Müdafaa Vekâleti Sıhhat Dairesi reisliğine atandı. Ancak hazırladığı program onaylanmayınca Ocak 1922' de istifa etti ve Mevki Hastanesi'nde hekim olarak çalıştı. Kurtuluş Savaşı bitince istanbul'a dönen Sağlam, Mayıs 1923'te Gülha-
Tevfik Sağlam
SAĞLIK Ht7MKTT.P.Rt
400
401
SAĞLIK HİZMETLERİ
ne iç hastalıkları muallimliğine, Mayıs 1924' te ise Tıp Fakültesi propödötik muallimliğine getirildi. Mayıs 1926'da da emraz-ı dahiliye (iç hastalıkları) müderrisliğine seçildi.
Sağlam, 1927'de ikinci kez Milli Müdafaa Vekâleti Sıhhat Dairesi reisliğine atandı, rütbesi de mirliva (tuğgeneral) oldu. Bu görevi için fakülteden izin almış ancak bir yılın sonunda müstafi sayılarak Tıp Fakül-tesi'ndeki görevine son verilmiştir. 1928'de askerlikten emekli oldu. 1929'da yeni kumlan İstanbul Etibba Odası'na başkan seçildi. 1931'de Gureba Hastanesi'nde dahiliye mütehassısı olarak çalışmaya başladı. Aynı yıl ikinci kez Tıp Fakültesi iç hastalıkları profesörlüğüne getirildi. Sağlam, 1933 üniversite reformunda ordinaryüs profesör olarak fakülte dekanlığına getirildi. 1934' te iç hastalıkları kliniği kaldırılınca fakülteden ayrıldı. 1936-1942 arasında Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde dahiliye mütehassısı olarak çalıştı. 1942'de Tıp Fakülte -si'nde yeni kurulan III. iç hastalıkları ordinaryüs profesörlüğüne ve birkaç ay sonra da İstanbul Üniversitesi rektörlüğüne atandı. Bu görevi 1946'ya kadar sürdürdü. Türkiye'de ilk kalp kateterizasyonu 1947'de Tevfik Sağlam'ın kliniğinde yapılmış, karaciğer ponksiyon biyopsisi en geniş biçimde bu klinikte uygulanmıştır. 1951'de kurduğu, ftizyoloji kürsüsünün direktörlüğünü de üstlenen Sağlam, 1952' de emekli olmuştur.
Sağlam'ın İstanbul'da 1927'de kurduğu ilk Verem Savaş Derneği bu hastalığa karşı yürütülen savaşın ilk adımıdır. İstanbul'un çeşitli semtlerinde dispanserler ile Erenköy Sanatoryumu'nun faaliyete geçmesinde etkin rol oynamıştır. 1948'de İsviçre ve İngiltere'de verem hakkında iki ay incelemelerde bulunduktan sonra aynı yıl Türkiye'de Ulusal Verem Savaşı Derneği'ni kurmuştur. Bu derneğin başkanlığını yaptığı 15 yıl içinde birçok il ve ilçede verem dispanserlerinin açılmasını, tüberkülin testi ve BCG aşısı kampanyalarının başlatılmasını, köylere gönderilen gezici röntgen ve tarama ekipleri ile bu hastalıkla savaşın etkili bir biçimde yürütülmesini sağlamıştır. Kişisel çabalarıyla Milletlerarası Verem Olgunlaşma ve Gösteri Merkezi kurularak burada birçok hekim ve hemşirenin verem savaşı konusunda yetiştirilmesini sağlamıştır.
İstanbul Halk Sağlığı Eğitimi Milli Komitesi başkanlığı da yapan Sağlam ayrıca uluslararası tüberküloz ve halk sağlık eğitimi birliklerinin, bilimsel ve idari komitelerinde önemli ve aktif görevlerde bulunmuştur.
1949'da, Halide Edip Adıvar ile birlikte, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO), Türkiye Milli Komisyonu Yönetim Kurulu üyeliğine seçilmiş, 1951'de de Fransız Hükümeti tarafından Legion d'Honneur Nişanı Officier rütbesine layık görülmüştür. Bütün mirasını kumcusu olduğu Verem Savaş Derneği'ne bırakmıştır. İç hastalıkları konusunda ders kitapları yınında Hayatım (İst., 1947) ve Nasıl Okudum (İst., 1959) adlı anı kitapları vardır.
Bibi. Gövsa, Türk Meşhurları, 338; F. Erden, Türk Hekimleri Biyografisi, ist., 1948, s. 188-189; T. Sağlam, "İç Hastalıkları Kliniğinde Elli Sene", İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası, c. 15, S. 2 (1952), s. 437-450; I. Titiz, Gülhane İç Hastalıkları Klinikleri Tarihi (1898-1953), Ankara, 1960, s. 70-82; E. Ş. Egeli, "Tevfik Sağlam'ın Hayat Hikâyesi", Tüberküloz, c. XVII, no. 3 (1963); R. Ural, "Ord. Prof. Dr. Tevfik Sağlam", Yaşamak Yolu, S. 335-336 (Ağustos-Eylül, 1964), s. 2-3: İ. Tez, Tevfik Sağlam, ist., 1965.
NURAN YILDIRIM
SAĞLIK HİZMETLERİ
Bizans Dönemi
2. yy'ın sonu ve 3. yy'm başında, hasta tedavisinde büyük önemi olan Asklepiaos kültü sonraları güçlenen Hıristiyanlığa intibak etmiş, Tanrı Asklepiaos'a verilmiş olan "soter" (kurtarıcı) adı, bu kez İsa'ya atfedilmiş, Asklepiaos mabetlerinde geceleyerek şifa beklemenin yerini de, hastaların bazı kiliselerde sabahlayarak azizlerden yardım istemesi almıştır. Halk, bazı azizlerin hatıra ve röliklerinin mucizevi özellikleri olduğuna inanarak bunlardan yardım ummuştur. Bu azizler arasında, "anargiroi" (hayır için tedavi edenler) adı verilenlerin aslında hekim oldukları bilinmektedir.
Bizans İmparatoru II. İustinos (hd 565-578), anargiroi azizlerden Kosmas ve Da-mianos kardeşler adına, İstanbul'da 2 kilise yaptırmıştır. Bunlardan 569'a doğru yapılanının Sofia'nın Limanı'mn kuzeydoğusunda bugünkü Gedikpaşa'da olduğu tahmin edilmektedir. Aynı azizler adına yaptırılmış büyük bir manastır ise, Kosmi-dion'da(-») bulunuyordu. Önemli bir hekim aziz olan Lukas için de Konstantino-polis'te muhtemelen Altımermer'de bir kilise yapılmıştı. Bizans döneminde çok önem verilen Nikomedialı Pantelaimon için de İstanbul'da birçok kilise yapılmış; I. İustinianos (hd 527-565) bu aziz adına Yu-şa Tepesi'ndeki kilise ile cüzamhaneyi tamir ettirmiştir. Ortaçağın en korkulan hastalıklarından olan cüzam için 6. yy'da Ayi-os Zootikos Cüzamhanesi'nin kurulduğu; 624 ve 969-976'da onarıldıği; 1200'e doğru hâlâ faaliyette olduğu bilinmektedir. İs-Pigas adında bir yerin ötesinde kurulduğu tespit edilen cüzamhanenin, Kuzguncuk ile Üsküdar arasında veya Tünel'in Beyoğlu tarafında olduğu ileri sürülmüştür.
Bu dönemde, hastalıkların yayılmasında bazı cinlerin etkisi olduğu kabul ediliyor, bu cinlerin ve kötü gözlerin etkisini önlemek için rakamların sihrinden (Kabba-la)' ve Uzakdoğu, eski Mezopotamya ve Mısır inanışlarına ait bazı sembollerden şifa umuluyordu.
İatrosofia adı verilen halk için sağlık kitapları, ilaç ve reçeteler ile eski hekimlerin verdikleri bilgiler, çeşitli batıl inanışlar, sihir ve büyü formülleri içermekteydi.
Bizans döneminde Konstantinopolis'te köle hekimler ve serbest hekimler faaliyet göstermekteydi. Kadın hastalıkları ve doğumlar ise kadın ebelerin sorumlulu-ğundaydı. Teodosios kanunlarına göre, kadın ebeler, hekimlerle aynı imtiyazla-
ra sahipti. Köle ve serbest hekimler ile ebelerin ücretleri yasalarla belirlenmişti. Batıdaki uygulamanın aksine Bizans'ta hekimler ile cerrahlar aynı düzeyde görülür, ancak kadın hekimler daha az ücret alırlardı. İustinianos kanunları, yoksulların parasız bakılmalarını sağlamıştı. Orduda bir ilkyardım teşkilatı vardı, savaş gemilerinde de hekim bulunmaktaydı.
Manastırlarda her meslekten rahip ve keşişlerin arasında hekimler de vardı. Zaman zaman rahip-hekimlerin dışarıda çalışmaları yasaklanıyordu. İustinianos, bir rahip-hekim tarafından tedavi edilmişti. Sa-rayburnu'ndaki Mangana Manastırı ile Laleli civarındaki Bodrum Camii(-») yerindeki Mirelaion Manastırı'na mensup rahip-hekimlerin varlığı bilinmektedir. Bu hekimlerin manastır mensupları ile sokaklarda görülen yoksul hastaları tedavi ettikleri tahmin edilmektedir. Bizans manastırlarının dış dünya ile ilişkileri sıkı kurallara bağlı olduğundan buraları sivillere açık birer tedavi yurdu değildi. Yanında mükemmel teşkilatlanmış bir hastane olmasına rağmen Pantokrator Manastın rahipleri bile manastır içindeki ayrı bir pavyonda tedavi edilmekteydi. Bizans'ın son döneminde İstanbul hekimlerinin şehir dışına çıkmaları yasaklanmıştı.
Bizans'ın ilk döneminde, Konstantino-polis'in bir tıp öğretimi merkezi olduğu ileri sürülmüşse de bunu kanıtlayacak yeterli delil yoktur. Ancak 12. yy'da Fatih Ca-mii'nin yerinde bulunan Havariyim Kilise-si'nin(->) bahçesindeki şadırvanın başında tıp dersleri verildiği bilinmektedir. Bu dersler tartışmalı diyaloglar şeklinde yapılmaktaydı.
Konstantinopolis Patriği İoannes Hri-sostomos (344-407) Konstantinopolis'te birçok hastane yaptırarak hekimler görevlendirmiş, bunun karşılığında kilisenin servetini ziyan etmekle itham edilmiştir. Bu hastanelerin binaları hakkında' bir bilgi yoktur. Teofilos'un da (hd 829-842), İstanbul'un kuzeybatısında bulunan Patrik İsi-doros'un evinde bir hastane yaptırdığı bilinmektedir.
Bizans döneminin ilk resmi tıp okulu, II. İoannes Komnenos (hd 1118-1143) tarafından Pantokrator Manastırı'na ek olarak kurulmuştur. Burası bir tıp fakültesi değil, Pantokrator Hastanesi'ne personel yetiştiren bir okuldu. Bundan önce hekimler, yaşlı hekimlerden ücretli aldıkları özel derslerle yetişmekte ve tıp üstatları önünde geçirdikleri bir sınavda başarılı oldukları takdirde, kendilerine serbest hekimlik yapma hakkı veren bir belge almaktaydılar Aktuarios adı verilen hassa hekimi bütün hekimlerin başıydı.
Konstantinopolis'in Latinler tarafından işgali sırasında (1204-1261) tıp ve felsefe öğretimi canlılık kazanmıştır. 14. yy'ın başında, filozof ve tarihçi Planudes, aralarında hassa hekimi olan İoannes Zahari-as'ın da bulunduğu öğrencilerine, Kalen-derhane Camü(->) binasının da ait olduğu tahmin edilen Akataleptos Manastırı yanında ders veriyordu.
Bizans'ın çökmesine yarım asır kala,
Konstantinopolis'te tıp öğretimine de yer veren, Batı'dakilere benzer bir üniversite açılmıştır. Sırp Kralı II. Uroş Milutin (1282-1320) tarafından 1296'da, Karagümrük havalisindeki Prodromos Petra Manastırı'na ek olarak kurulan "Ksenon tou kralou" (Kral Hastanesi) içinde faaliyete geçen bu öğretim merkezinin öğrencileri hastane personeliydi. Hastane ve düşkünlerevi olarak da kullanılan bu sağlık kurumu, Kho-ra (Hora) Manastırı (Kariye Camii[-+]) ya-kmlarındaydı.
Bizans'ta "nosokomion" adı verilen hastaneler, "ksenon" genel adı altında da yer almaktaydı. "Ksenon" sözcüğü, hastane, kervansaray, düşkünlerevi, yetimhane ve cüzamhane gibi bütün sosyal yardım kurumlarım ifade etmekteydi. I. îus-tinianos, Konstantinopolis'te evsiz yoksulları barındırmak için ksenon adı verilen binalar yaptırmıştı. Ayrıca şehirde hasta ve düşkün yaşlıları barındırmak için "geron-tokomion" adı verilen yurtlar ile tövbe etmiş fahişelere ayrılmış yurtlar da bulunmaktaydı. Anna Komnena, 1110'a doğru, Sarayburnu-Topkapı Sarayı civarında genel olarak "orfanotrophaion adı verilen yetimhanelerden birini yaptırmıştı. Bazı kaynaklara göre, Aya İrini ile Ayasofya arasında bugünkü Soğukçeşme Sokağı yerinde bulunan Sampson Ksenodohion'unda(->) hekimler de bulunmaktaydı. 1204'e kadar faaliyetini sürdüren ve bu tarihten itibaren papanın yönetimine geçen bu bina, Konstantinopolis'in en tanınmış düşkünler yurduydu. Ancak bu kurumların hepsi, tedavi amacıyla değil, yardıma muhtaç yoksul kişilere bir yer temin etmek gayesiyle açılmıştı.
İstanbul'un Bizans dönemindeki en büyük ve ünlü hastanesi, 1135'e doğru İmparator II. İoannes Komnenos'un eşi Eirene tarafından kurulan Pantokrator Manastırı yanındaki hastaneydi. Hastanenin 1135'te düzenlenen vakfiyesine göre; bu hastanede beş bölüm ve ayrıca saralılara ayrılmış özel bir yer bulunmaktaydı. Yara ve kırıkların tedavi edildiği cerrahi bölümü 10 yataklıydı. 8 yatağı bulunan diğer bölümde ise ağır hastalıklar ve bağırsak hastalıkları tedavi edilmekteydi. Diğer iki servisteki onar yatak kronik hastalıklara ayrılmıştı. 12 yataklı son servis ise sadece kadın hastalara aitti. Her serviste ayrıca birer yedek yatak bulunmaktaydı. Şiltelerinin ortasında delik bulunan 6 yatak ümitsiz hastalar ile ağır yaralılara aitti.
Pantokrator Manastırı Hastanesi'nde her gün vizit ve klinik muayeneler yapılır, hasta muayenesi için evlere de gidilirdi. Hastanede pek çok hekim, asistan , kadın ve erkek hastabakıcı ile 5 eczacı görev yapmaktaydı. Dışarıdaki hastalara önce asistan gönderilir, onun raporuna göre uzman hekim giderdi.
Pantokrator Manastırı Hastanesi'ne bağlı tıp okulunda hekim çocukları eğitim görürdü. Önce manastır mensuplarını tedavi ederek pratik bilgilerini geliştiren bu gençler asistan olurlar, sonra da uzman sınıfına geçerlerdi. Hastaneden başka burada, sadece manastır mensuplarına ayrılmış
Pantokrator
Manastırı
Hastanesi'nin
planı.
Epeteris Etaerias
Byzantinon
Spoudon,
c. 17, 1941
özel bir yer ve 24 yataklı bir de yaşlılar yurdu bulunmaktaydı. Manastırın fırını, mutfağı, hamamı ve bir de kütüphanesi vardı.
Manastır ve kilise, Bizans'ın son zamanlarına kadar önemini korumuştur. Ancak, Latin istilasına kadar faaliyette olduğu bilinen hastane hakkında bir bilgi yoktur.
VIII. Mihael Paleologos'un (hd 1261-1282) eşi Teodora, 1284'e doğru Lips Ma-nastın'm genişletmiş ve buna bir de hastane ekletmiştir. Fetihten bir süre sonra Molla Fenarızade Alaeddin Ali Efendi tarafından cami yapılan kilisesi Vatan Cadde-si'ndedir. Vakfiyesinden buradaki hastanenin 15 yatağa, sahip olduğu, buraya ancak haftada bir gün hekim geldiği anlaşılmaktadır.
O dönemde, Avrupa'daki hastanelerde olduğu gibi, bu hastanelerde de hastalar tıbbi bilgilere göre tedavi edilmiyorlardı. Bunlar hastalan ölünceye kadar tecrit eden dini karakterde kurumlardı. Bizans İmparatorluğu'nun hüküm sürdüğü bin yıllık zaman dilimi boyunca, bu hastanelerin, birkaçı hariç çoğunun adlarına rastlanmaması bunların zamanla ortadan kalktığını göstermektedir.
Bizans döneminde, Konstantinopo-lis'teki sağlık kuruluşlarının sayısı ve niteliği göz önünde tutulursa, sağlık hizmetlerinin şehir halkının ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı Dönemi
Osmanlılar, Selçuklulardan devraldıkları bir darüşşifa geleneğine sahipti. Fethettikleri yerlerde sağlık kuruluşu yoksa veya olanlar yetersizse hemen yeni darüşşi-falar yaptırırlardı. Nitekim Anadolu'da Selçuklulardan kalan darüşşifalar aynen korunmuş ve bunlara yenileri de eklenmişti. Bu darüşşifalardaki sağlık personeli dini bir teşekküle mensup değildi. Buralarda görevli hekimler, hastaları tıbbi bilgilere göre tedavi, etmekte ve öğrencilerine hasta başında klinik eğitim vererek hekim yetiştirmekteydiler. Bu itibarla darüşşifalar birer tıp okulu niteliği taşımaktaydı (bak. darüşşifalar).
İstanbul fethedildiğinde, şehirdeki tek sağlık kurumu olan Pantokrator Hastane-
si'nin yeterli olmadığı düşünülerek hemen Fatih Külliyesi'nin(->) yapımına başlanmıştı. Bu külliyede, dönemin en büyük hastanelerinden biri olan Fatih Darüş-şifası da yer almaktaydı. Osmanlılar ayrıca İstanbul'da, darüşşifa, bimarhane, şifa-hane, tımarhane adları verilen hastaneler ile cüzamhaneler ve tabhaneler (dinlenme evleri) de kurmuşlardır. 19. yy'dan itibaren yeni hastaneler açılmaya, başlanınca, daha önce tam teşekküllü birer hastane olan kimi eski darüşşifalar kadın ve erkek akıl hastalarına ayrılmış ve ondan sonra tımarhane, bimarhane, şifahane sözcükleri sadece akıl hastalarının bakılıp tedavi edildiği yerler için kullanılmıştır. I. Selim (Yavuz) döneminde (1512-1520) cüzamlı hastaların tecrit edilmesi için Karacaah-met'te bir de "leprazöri" faaliyete geçmiştir (bak. cüzamhaneler).
1837'de, sonradan Meclis-i Umur-ı Sıhhiye adını alan Meclis-i Tahaffuz'un kurulmasıyla payitahtın ve ülkenin salgın hastalıklardan korunması için karantina(->) uygulamaları başlatılmıştır. Bu çerçevede İstanbul'un uygun görülen yerlerinde karan-tinahaneler ve tahaffuzhaneler açılmıştır. Ordunun yenileştirilmesi sırasında, sağlık hizmetlerini görmek üzere III. Selim döneminde (1789-1807) İstanbul'da askeri hastaneler(->) hizmete girmeye başlamış, savaşlar sırasında bunların sayıları artmıştır. Orduya hekim ve cerrah yetiştirmek amacıyla 1827'de öğretime başlayan Tıbha-ne-i Âmire(->) 1839'da yeniden yapılandırılarak Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne(-») adını almış ve hastanesine sivil hastaları da kabul etmiştir. Ayrıca İstanbul'un Koska, Eyüp, Üsküdar, Salıpazarı, Topkapı gibi çeşitli semtlerinde açılan, okula bağlı muayenehanelerde, hocalar, halktan başvuranları ücretsiz olarak muayene etmiştir. Daha sonra Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye(-») kliniklerinde de tedavi hizmeti verilmiştir. İstanbul'da resmen hastane adını taşıyan ilk kurum ve ilk vakıf hastanesi, 1845' te hasta kabul etmeye başlayan Bezmiâlem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastanesi'dir (bak. Gureba Hastanesi). Bu tarihten sonra büyüyen şehrin sağlık hizmetlerini karşılamak üzere çeşitli semtlerde genel has-
Dostları ilə paylaş: |