SANKT GEORG HASTANESİ 452
453
SANKT GEORG KİLİSESİ
nın arka cephesi boyunca uzatılarak, yeni sınıflar oluşturulmuştur. Ana binada ise idare, laboratuvarlar, kız kısmı yapısı ile bağlantılı ortak bir kütüphane ve mutfak yer almaktadır.
Kız kısmı ana binasını oluşturan yapının cephesi de günümüzde sade bir şekilde, eski yapı cephesinden farklı bir görünümde biçimlenmiştir. Zeminle birlikte 5 kat olan bu yapıda idare, müzik salonu -tiyatro, derslikler yer alır. Cephesi ve kütlesi aynen korunmuş olan Kule Sokağı'na cepheli ikinci yapıda ise laboratuvarlar ve spor salonu bulunmaktadır.
Bibi. E. Raidl, "Österreichisches Sankt-Georgs-Kolleg in istanbul", Jahresbericht 1982, ist., 1982; Sankt Georg, Jahresbericht 1985, ist., 1985; Österreichisches Sankt Georgskolleg, İstanbul 1882-1982, ist., 1982; A. Terzioğlu-E. Lucius, Türk Tıbbının Batılılaşması, İst., 1993. FARUK TUNCER
SANKT GEORG HASTANESİ
Beyoğlu İlçesi'nde, Galata'da Medrese Sokağı üzerindedir.
Kuruluş tarihi 1836'ya kadar gitmekle birlikte hastane kayıtları 1840'tan başlamaktadır. Önce Taksim'de Feridiye Cadde-si'nde ahşap bir binada, Avusturya-Maca-ristan imparatorluğu Milli Hastanesi ve Avusturya Gemiciler Hastanesi adlan ile faaliyete geçmiştir. Dr. Lorenz Rigler tarafından yönetilen iki katlı hastanede 40 yatak bulunmaktaydı ve gemicileri tedavi etmek amacıyla açılmıştı. Hastane 1854'te Galata Çınar Sokağı'nda (bugünkü Kart-çınar Sokağı) bulunan Küçük Kapuçin Ma-
nastırı denilen eski manastır binasına taşınmıştır. Avusturya hükümeti 1870'e kadar hastaneye her yıl yardımda bulunuyordu. Ayrıca, Avusturya tahvillerinden elde edilen bir geliri de vardı. Özel ya da hayırsever hiçbir kuruluştan yardım almayan hastanede tedavi hizmetleri para karşılığında yapılmaktaydı. Hastanenin günlük ücretini ödeyemeyecek olanlar hastaneye kabul edilmezlerdi. Ancak Avusturya Kon-solosluğu'nun kefil olduğu yoksul Avusturyalılar güvence alınarak kabul edilebilirdi. Bunun dışında bir Avusturya gemisinde hizmet ederken hastalanan denizcilerden ücret alınmaz, bunların masraflarını karşılamak üzere de İstanbul'dan ayrılan her Avusturya gemisi hastaneye ton başına bir ücret öderdi. 1874'e kadar hastaneye çocuklar dışında her hasta kabul edilmekteydi. Öncelik, Avusturya-Macaristan uyruklulara veya bu devletin himayesinde bulunanlara verilmekle birlikte diğer milletlerin hastalarına da bakılmaktaydı.
Çınar Sokağı'ndaki hastanenin girişi Halic'e bakıyordu. Giriş katında Avusturya Kraliyet îdari Bürosu bulunmaktaydı. Birinci ve ikinci kat hastaneye ayrılmış olup binaya eklenen üçüncü kat hekimlerin ikametine ayrılmıştı. Birinci katta 14 yataklı büyük bir koğuş, 2 yataklı bir oda, hastabakıcılar için bir oda, hasta kayıt odası, eczane ve banyo; ikinci katta, yine 15 yataklı bir koğuş, 3 yataklı bir oda, bulaşıcı hastalıklar ve akıl hastaları için ayrılmış başka bir oda ve başhemşire odası bulunmaktaydı.
1875'te yapılmış planında, hastanenin
Eski bir fotoğrafta Sankt Georg Hastanesi.
Nuran Yıldırım arşivi
Çınar Sokağı üzerinde bulunduğu ve onu kesen köşedeki sokağın da Medrese Sokağı olduğu görülmektedir. Hastanenin sol yanında İtalyan Hastanesi yer almaktadır. Daha sonra İtalyan ve Avusturya-Macaristan Hastaneleri yıkılarak 1914'te yerine bugünkü Sankt Georg Avusturya Lisesi'nin kız öğrencilerine ait bina yapılmıştır. Günümüze sadece hastanenin yanındaki Sankt Georg Kilisesi ulaşmıştır. Avusturya-Macaristan Milli Hastanesi 30 Nisan 1881'de Azapkapı, İskender Sokağı, no.l'e taşınmıştır.
1866'dan beri İstanbul'da bulunan Grazlı Merhametli Rahibeler, yetim ve yoksul Macar ve Avusturyalı çocuklara yardım etmekte ve hastalara bakmaktaydılar. Ancak kendilerine ait bir yerleri olmadığından Fransız St. Benoit Lazaristlerinin kilise ve binalarından yararlanıyorlardı. Alman Lazarist Conrad Strover'in sağladığı para ile 1882'de Avusturyalı Gemiciler Hastane-si'nin de yer aldığı, Boşnak Fransiskenle-re ait Sankt Georg Kilisesi, manastırı ve binalarını satın aldılar. Bu tarihten sonra bu bölgede kurulan bütün müesseselere Sankt Georg adını taşıyan isimler verilmiştir.
Bugünkü hastane binası 1893-1895'te satın alınmış, Saint Vincent ve Paul rahibe hemşireleri ve özellikle Başrahibe Fran-ziska Kolberg'in girişimleriyle burası İtalyan Dr. Giovanni Battista Violi yönetimindeki çocuk ve Dr. Millingen yönetimindeki göz kliniklerinden oluşan iki bölüm halinde düzenlenerek 2 Temmuz 1895'te hasta kabul etmeye başlamıştır. Bu hastaneye önceleri Sankt Georg Hastanesi, Sankt Georg Dispanser ve Kliniği, Kinderhospi-tal Sankt George adları verilirken 1897'de kurulan Uluslararası Çocukları Koruma Derneği'nin yardımı sağlandıktan sonra genellikle Sankt Georg Uluslararası Çocuk Hastanesi adı kullanılmaya başlanmıştır. Daha sonra Dr. Violi binanın yetersizliğini ileri sürerek derneğin parası, belediye ve yerli hekimlerin yardımlarıyla Şişli'de yeni bir hastane binası yaptırmış 17 Eylül 1905'te hasta çocukları buraya taşıyarak Avusturyalılarla ilişkisini kesmiştir. Dr. Violi giderken hastanenin araç gereçlerini de götürdüğünden Sankt Georg Hastanesi, Avusturya Veliahtı Franz Ferdinand'm sütannesi olan Rosty Y. Urbas adlı rahibenin aracılığıyla yeniden donatılmıştır.
Hastane bugün 50 yataklı bir sağlık kurumu olarak faaliyetini sürdürmektedir. Cerrahi, iç hastalıkları, göz, üroloji, çocuk, kulak-burun-boğaz ve kadın hastalıkları servisleri ve polikliniği vardır. Bibi. Belin, Latinite; Abdullah Bey-Zoeros-Mordtmann, "Notices sur leş hopitaux civils de Constantinople", GazetteMedicale d'Orient, c. 18, no. 8 (1874), s. 117-120; Ritzo, "l'Oeuvre Medicale et Hygienique de S. M. I. le Sultan Abd-ul-Hamid Khan II 1876-1900", ae, c. 45, no. 13 (1900), s. 251, 254; E. K. Unat, "istanbul Senjorj Uluslararası Çocuk Hastanesi", Türk-Avusturya Tıbbi İlişkileri, İst., 1987, s. 155-162; A. Terzioğlu, "İstanbul'daki Avusturya-Macaristan Hastanesi ve Türk Tıbbının Batılılaşması Açısından Önemi", Türk Tıbbının Batılılaşması, ist., 1993, s. 72-78.
NURAN YILDIRIM
Mimari
1905 tarihli Goad imzalı sigorta haritasında hastane binası Medrese Sokağı ile Felek Sokağı'nın kesiştiği köşede ve Felek Sokağı'na doğru uzayan bir yapı olarak işlenmiştir. Aynı planda Medrese Sokağı'ndan cephe alan ve bu sokağa kuzeydoğu ve güneybatı uçlarından iki çıkmayla uzanan iki katlı ve bir bodrumlu göz hastalıkları kliniği bulunmakta ve Felek Sokağı'na doğru, bu yapının bitişiğinde, dört katlı ikinci bir blok uzanmaktadır. Bugünkü hastane binasının yapımına muhtemelen 1925'te başlanmıştır. Yapının mimarının, hastanenin orijinal projesinin üzerindeki imzasından, İtalyan asıllı bir Levanten olan, Osmanlı-Anadolu Şimendifer Şirketi mühendislerinden Emilio Faracci olduğu görülmektedir. Söz konusu proje paftaları üzerinde, çizildiği tarih Nisan-Haziran 1925 olarak belirtilmektedir. Girişi Medrese Sokağı'nda olan yapı, dik bir yokuş olan bu sokağa uyum sağlayabilmek için, eski binanın parselin alt köşesindeki konumu vurgulanmak istenircesine, iki ayrı blok gibi planlanmıştır.
Üç katlı olan alt kütle ortada geniş, dikdörtgen formlu bir hol etrafında yer alan beş oda ile çevrelenmiştir. Bu kat planı diğer iki katta da aynı biçimdedir. Üst kütle diye tanımlayabileceğimiz bu hole kuzeydoğusunda yer alan merdivenin hemen önünde altı basamakla çıkılarak ulaşılır. Üst kütlenin Medrese Sokağı'na bakan cephesinde binanın kuzeydoğu ucuna doğru uzanan bir koridor ve bunun sonunda da bu kütlenin üç katını birbirine bağlayan bir merdiven yer almaktadır. Merdiven yapının kuzeydoğu ucundaki bahçe parçasından ışık alır. Söz konusu koridorun güneydoğu cephesine ise her katta üçer adet bulunan hasta odaları yerleştirilmiştir.
Alt kütle holünün güneybatı köşesinden hastanenin Felek Sokağı yönünde uzayan kanadına geçilmektedir. Bu yapı kanadı hastanenin, 1905 Goad sigorta haritasında dört kaüı ayrı bir yapı olarak gösterilen bölümüdür. 1925'te yapı planlandığında ana kütlenin kat yükseklikleri fazla tutulduğu için, bu bölüme zemin kattan iki basamak inilerek, birinci kattan ise on üç basamak çıkılarak ulaşılmaktadır.
Sankt Georg Hastanesi kuzeydoğu kanadında hasta odaları, alt kütle olarak tanımlanabilecek güneybatı kısmının zemin katında idare, poliklinikler; birinci katında poliklinikler; son katında ise ameliyathaneler yer almaktadır. Bodrum kat ise mutfak ve yemekhaneye ayrılmıştır.
FARUK TUNCER
SANKT GEORG KİLİSESİ
Beyoğlu İlçesi'nde, Galata'da Kartçınar Sokağı'nda yer alır.
Kilisenin ilk yapım tarihi tam olarak bilinmemekle beraber, Belin ve Gottwald yapıyı Ceneviz dönemine kadar götürmektedirler. Yapı ile ilgili ilk yazılı belge 1303 tarihli Galata'daki Ceneviz bölgesi sınırlarını tanımlayan, II. Andronikos Paleologos'a (hd 1282-1328) ait bir fermandır. Buna gö-
re yapı Ceneviz bölgesinin birkaç adım dışında kalmaktadır ve ancak 1352'de V. İoannes Paleologos (hd 1341-1391) tarafından imzalanan bir antlaşma ile Ceneviz bölgesine katılmıştır. Kilisenin Latinleşme-sinin de bu dönemde gerçekleştiği kabul edilmektedir.
1453'te İstanbul'un Osmanlılara geçmesiyle kiliselerin yönetimi bir komite tarafından denetlenmeye başladı. 15. yy'ın ikinci yarısındaki, Pera'daki İslam vakıf mülklerini gösteren bir belgede Sankt Georg Kilisesi "Aya Yorgi" olarak tanımlanmaktadır. Fransa Elçisi de Germigny 1580'de yazdığı bir mektupta kilisenin sadece bayramlarda hizmet verdiğini ve Galata'daki etkinliğinin oldukça az olduğunu ve bu nedenle yapıyı satın almak isteyenlerden söz e-der. Kilisenin ellerinden gitmesini istemeyen Dominiken rahipleri, 1609'da gözlemci isteminde bulunurlar ve P. Tommaseo Burlamacchi bu amaçla İstanbul'a gelir. Kilise yapısının ilk detaylı tanımı onun 1612 tarihli raporunda yapılmıştır.
Rapora göre kilise bu tarihte iki büyük yapı arasında yer alıyordu. Bu yapılardan, daha sonra Sankt Georg Okulu'nun kız kısmı olanında Peron ailesi, diğerinde ise, ki daha sonra bu yapı da okulun erkek kısmı olmuştur, bir İngiliz aile oturmaktaydı. Kilise yapısı bu yapılardan da daha alçaktı. Girişinde beyaz mermerden iki sütun vardı ve planı kare formundaydı. Ana alta-rı üç basamakla çıkılan geniş bir presbi-terium üzerinde yer alıyordu. İkinci altar ise kapıya bitişik küçük bir şapel görünümündeydi.
Osmanlı-Fransız ilişkilerinin güçlenmesi sonucunda l62ö'da kiliseye Fransisken rahipler yerleştirildi. Bunu takip eden yıllarda rahipler Peron ailesine ait binayı okul yapmak amacıyla satın aldılar, fakat
Sankt Georg Kilisesi'nin içinden bir görünüm.
Faruk Tuncer, 1994
1660'taki büyük yangında kilise, Galata'da bulunan diğer kiliselerle birlikte yandı.
Yangın sonrası kilisenin arsası Osmanlı Devleti'nin mülkiyetine geçti ve sonraki yıllarda Fransa tarafından satın alınarak rahiplere iade edildi. l675'te burada üç nefli bir kilise yapımına başlandı ve 1677' de tamamlandı. Önceleri kilisenin dışında kapı üstünde yer alan bu olayı anlatan bir kitabe, bugün presbiteriumun solunda bulunmaktadır.
Fransisken rahiplerin Başpiskopos Fran-çois Antoine Fracchia'ya sattıkları kilise, 1784'te Fracchia'nm bir raporunda 20 adım boyunda ve 14 adım eninde olarak tanımlanmıştır. Aynı raporda kiliseye paralel konumdaki kutsal eşyaların bulunduğu oda ise 23 adım boyunda, 4 adım eninde olarak anlatılmış ve günümüzde okulun kız kısmı olan eski manastır yapısının geniş bir tanımı yapılmıştır.
Kilise 1809'da Fransızlara askeri hastane olarak kiralandı. 1831'de çıkan yangında zarar gördü. 1853'te kilise ve manastır Boşnak Fransisken rahiplere satıldı. 1854'te restore edildi. Bu yıllarda manastır yapısında Avusturya-Macaristan Gemiciler Hastanesi ve konsolosluk hapishanesi de yer almaktaydı. 1881'de bu kurumlar başka yapılar kiralayarak Sankt Georg yapı grubundan ayrıldılar. Gelirleri azalan Fransisken rahipler de yapıları Lazarist Conrad Stro-ver'e sattılar. 1908'de Avusturyalı Lazarist rahipler kiliseyi büyük çapta restore ettirdiler. Bu restorasyon sırasında kilise 19. yy stilinde ve aşırı bezeme içeren bir tarzda dekore edildi.
Yapının içi 1963'te modern bir anlayışla, 19. yy süslemeleri kaldırılarak ve yapı önceki görünümüne getirilerek tekrar elden geçirildi. Sütun, ayak, başlık ve ke-merlerdeki aslına uymayan stük bezemeler, kubbe süslemeleri, ayrıca kilisenin bir tarafında yer alan Avusturya ve diğer tarafında yer alan Macar azizlerinin tasvirleri de bu sırada kaldırıldı. Mekânın içine 3 m kadar giren org galerisi, yan akarlar ve ana altar da kaldırıldı. Bu sırada presbite-rium da 30 cm kadar alçaltıldı ve duvarlardaki çıkıntılı kısımlar ayıklandı.
Güzel Sanatlar Akademisi'nde öğretim görevlisi olarak çalışan, fantastik gerçekçilik akımının Viyana ekolüne bağlı ressam Anton Lehmden, D. Oitzinger ile birlikte kilisenin dekorasyonunu planladı ve uyguladı. Dekorasyon sade, fakat dinsel amaçların gerektirdiği detaylarda titiz bir anlayışla gerçekleştirildi. Büyük masif ahşap bir masa görünümündeki adak allarında sıcak tonlu beyaz Marmara mermeri, haç formundaki sakrament aharında ise Ankara yöresinin oniks mermeri kullanıldı. Adak allarının altına ise halı görünümlü bir mermer kaplama uygulandı. Kilisenin ön duvarında Ayasofya ve Kariye Camii'nde olduğu gibi koyu renkli ve mekânsal etkisi güçlü mermerler kullanıldı. Absis duvarında yer alan Aziz Georg tablosu da, diğer bütün tablolar gibi Anton Lehmden tarafından yapılmıştır. Yerden bir ağaç gibi çıkan vaftiz havuzu ise tek parça oniks mermerden övülmüştür ve İrene Pınarı'nı
SANSAR MUSTAFA HİKÂYESİ 454
455
SANTA MARİA DRAPERİS
simgelemektedir. Vaftiz havuzu üzerindeki motifli çelik kapak da Lehmden tarafından tasarlanmıştır. Yapının plan şeması üç nefli bir dikdörtgendir. Mekân, ab-sis önündeki iki tanesi büyük kesitli olan altı adet ayak ile taşınmaktadır. Yan nef-lerin üzeri, presbiteriuma kadar çapraz tonozlarla, buradan sonra ise absis duvarına paralel yönde bir tonozla geçilmiştir. Orta nef ise ilk iki ayağa kadar, absis duvarına dik bir tonozla, buradan sonraki iki ayağa kadar bir kubbe ile, absis önündeki iki ayağa kadar da yine absise dik bir tonozla örtülüdür. Absis önü ise çapraz tonozludur. Yapıya absis aksından, iki sütunun taşıdığı, içi kemerli, üçgen alınlıklı bir kapıdan girilmektedir. Bunun dışında absisin sağ tarafındaki duvarda bulunan ikinci bir kapıdan kolejin erkek kısmı zemin katına geçilmektedir. Bu kapı 19. yy'ın sonlarına kadar erkek kısmı binası ile kilise arasında bulunan bir geçide açılmaktaydı ve kilisenin yan giriş kapısıydı. 1875 tarihli Sankt Georg yapılarını gösteren planda bu geçit ve kapı görülmektedir.
19. yy'm sonlarına ait bir kartpostalda kilisenin kapısı bugünkü durumunda çizilmiştir. Ancak cephe düzeni bugünkünden daha farklıdır. Kilisenin kapı üzerine rastlayan pencereleri kemerlidir ve ikili gruplar halinde, yine daha büyük kemerler içine oturtulmuştur. Kapının ve bu pencerelerin yer aldığı, yapının orta aksında bulunan cephe modülü cephenin diğer kısmından daha yüksek yapılmıştır ve ortasında küçük, kemerli bir pencere olan, üçgen alınlıkla bitmektedir. Birinci kattaki pencereler orta modüldekilerle aynı tarzda, biçimlendirilmiştir. Son iki katta yer alan pencereler ise yine kemerli ve ikili gruplar halinde, fakat büyük kemerle çevrelen-memişlerdir. Cephe her katta, orta modül hariç, kat silmeleriyle birbirinden ayrılmıştır. Giriş kapısının sağında ve solunda birer kemerli pencere vardır.
Günümüzde cephe düzeni aynı biçimde olmakla beraber, büyük pencere kemerleri kaldırılmış, son kat pencereleri dikdörtgen formuna çevrilmiş, üçgen alınlık kaldırılarak yapıya bir kat ilavesi yapılmıştır. Cephesinde, zemin kat hariç, kat silmeleri atık bulunmayan yapının, erkek okulu ile arasındaki geçit de üç katlı ek bir yapıyla kapatılmıştır.
Bibi. F. Kangler, "Die Kirche von Sankt Georg", Sankt Georg İstanbul 1882-1982, İst., 1982; Belin, Latinite- S. Gottwald, in die Kirche Sankt Georg Konstantinopel, îst., 1900.
E. NÜKHET TUNCER
SANSAR MUSTAFA HİKÂYESİ
Konusunu IV. Murad döneminde (1623-1640) yaşanmış olaylardan alan "kitabi, mensur, realist" İstanbul halk hikâyelerinden biri.
Bu hikâyeyi İ. H. Sevük, "Meddahlık" alt başlığı altında verirken Ö. Nutku meddah hikâyelerinin kaynakları arasında saymaktadır. M. N. Ozon ile P. N. Boratav'ın anmadığı bu hikâye, Ş. Elçin tarafından bütün özellikleriyle birlikte, "kitabi, mensur, realist İstanbul halk hikâyesi" olarak adlan-
dırılır. Cevrî Çelebi Hikâyesi(->), Hançer-H Hanım Hikâyesii.-^) ile bunun varyantı olarak kabul edilen Letaifname(->), Tay-yarzade Hikâyesi(^), Tıfli ile iki Biraderler Hikâyesi(r*) ve Kanlı Bektaş Hikâye-si'nde olduğu gibi, IV. Murad burada da hikâyenin kahramanları arasında yer alır. Ancak, bu hikâyede sultanın üstlendiği rol oldukça önemlidir. Sultanın musahibi Tıf-lî de, diğer hikâyelere göre daha fazla yer almaktadır. Elçin ve Nutku, istanbul Üniversitesi Kütüphanesi'ndeki 250 ve 1208 no'lu yazmaların birer tanesinden faydalanmışlardır. Basma nüshasına tesadüf edilememiştir. Hikâyenin özeti şöyledir:
IV. Murad, musahibi Tıflî Efendi'den, o gün Tophane'nin seyir günü olduğunu öğrenir. Derviş Hasan ve Derviş Hüseyin adlarıyla ve Mevlevî kıyafetiyle seyre çıkarlar. İkikapılı'da bir berber dükkânından çıkarken gördükleri bir delikanlının kim olduğunu merak ederler. Adı Ahmed olan delikanlı dükkân sahibinin oğludur. Ancak ertesi gün Ahmed işe gelmez; babasından öğrendiklerine göre "Sansar" lakaplı Mustafa onu kaçırıp Panayot'un meyhanesinin üstündeki bir odaya kapatmıştır.
IV. Murad, Tıflî'ye Ahmed'i bulması için kesin emir verir; aksi takdirde sonu ölümdür. Pek çok insan Ahmed'le Sansar'ı aramaya koyulur. Bu arada Ahmed, Mustafa'nın bulduğu bir kadınla Dolmabahçe'de-ki bir evde murat almaktadır. Ancak kadının kendilerini bulmakla görevli olduğunu, Ahmed'den hoşlandığı için ihbardan vazgeçtiğini öğrenen Mustafa onu Cezayir palası ile öldürüp denize atar. IV. Murad dürbünle deniz seyrinde iken olayı tesadüfen görür. Bu olayda da Mustafa'nın parmağı olduğunu anlayan sultan, nihayet onları yakalatır. Ancak Mustafa, cella-ta tuz ekmek hakkı için Ahmed'i asmamasını söyler ve onu kurtarır. Mustafa için kurtuluş kaçmaktadır; bir gece Cumapaza-rı'nda uyumakta iken öldürdüğü iki Arna-vutun elbiselerini giyip Mısır'a gitmek üzere Ahmed'le bir kalyona binerler. Çeşitli maceralardan sonra İskenderiye'ye ulaşırlar. Orada kahveciliğe başlarlar ve Ah-med'in güzelliğine koşup gelenler sayesinde zengin olurlar.
Aradan 5-6 yıl geçtikten sonra Ahmed memleketini özler; İstanbul'a dönerler. Ancak Sansar bir gün Üsküdar dönüşü Taş-çılar'da dolaşırken yakalanır, huzura çıkarılır. Olanları birer birer anlatır. Sonuçtan memnun kalan sultan, Ahmed'in kız kardeşini Sansar'a alır; Ahmed'e de haremden bir kız vererek herkesi muradına erdirir.
Hikâye, diğerlerine göre çeşitli özellikleriyle dikkati çekmektedir. Olaylar, artık İstanbul'u aşmış, Akdeniz yoluyla Mısır'a kadar uzanmıştır. Diğer hikâyelerde şöyle bir görünüp sonuçta ortaya çıkıveren padişahla musahibi burada önde gelen kahramanlar arasında yer almaktadır. Sevük'e göre Tıflî, hikâyedeki hayali olaylara gerçek olayları da aşılamıştır. Hançerti Hanım ve Letaifname gibi hikâyelerin aksine buradaki sevgi tek taraflıdır. Elçin'in tespitine göre, hikâyenin bazı epizotlarına, mensur hamse sahibi Nergisî'de de (ö. 1635) rast-
lanılmaktadır. Hamsedeki "Ferdî ile Yeniçeri Ağası" adlı hikâyede, ağanın imrahor ile bir olup Ferdî'yi kaçırması, Mustafa'nın Ahmed'i kaçırmasını hatırlatmaktadır.
İstanbul'un Cumapazarı, Üsküdar, Taşçılar, Tophane, Dolmabahçe gibi semtleri hikâyenin çeşitli mekânlarını oluştururlar. Ayrıca Tophane Mesiresi de bayram günleri İstanbulluların gittiği eğlence yerlerinden biridir. Panayot'un meyhanesi, İki Kapılı Meyhane ünlü meyhanelerdir. Meh-med Tevfik, İki Kapılı Meyhane'nin Tophane yerine Langa'da olduğunu kaydeder.
Bibi. ismail Habib (Sevük), Edebiyat Bilgileri, İst., 1942, s. 306; Ş. Elçin, "Kitabî, Mensur, Realist İstanbul Halk Hikâyeleri", Hacettepe Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, I, S. l (Mart 1969), s. 74-106; Nutku, Meddahlık, 93, 98-99, 108, 129; Mehmet Tevfik, İstanbul'da Bir Sene, ist., 1991, s. 157.
SAİM SAKAOĞLU
SANSÜR
Osmanlı Devleti'nde sansürün sistemli hale gelişi basımevinin yaygınlaşmasıyla bağlantılıdır. İlk Türkçe basımevleri devletin, azınlık basımevleri ise dini liderliklerin kontrolünde olduğu için başlangıçta bir sansür mekanizması düşünülmemiştir. Hattâ ilk Fransızca gazetelerin yasaklanmasında Babıâli doğrudan hareket etmemiş, yabancı konsolosluklardan karar çıkmasını beklemiştir. Tanzimat'ın ilk döneminde kontrol tamamen kitaplara yönelikti ve basılmadan önce izin alınması şartına bağlanmıştı. Gazete yaşatmanın büyük mali yük getirmesi ve bunun ancak Babıâli'den alınan ödenekle karşılanabilmesi sebebiyle bunlara ayrı bir kontrol uygulaması başlangıçta düşünülmemiştir.
1850'den itibaren izinsiz açılan bası-mevlerinin sayısında hızlı bir artış görüldü. Bunun üzerine 1857'de Basmahane Nizamnamesi çıkarıldı. Basımevi açmak yanında basılanlar için de önceden izin almak şartı getirildi. 1858 Ceza Yasası'na da özel maddeler konarak yasakların sınırı
Cevdet Kudret'in Abdülhamit Devrinde Sansür adlı kitabının kapağında yer alan dört belge. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi
belirlendi. Hükümdara, hükümet üyelerine, cemaatlere ve dinlerine dokunulmazlık tanınıyor, genel ahlaka aykırı alay ve yermeler, edepsizce yazı ve resimler yasaklanıyordu. Ardından Hariciye Nezare-ti'ne bağlı bir de Matbuat Müdürlüğü kurularak bu kuralların uygulama mekanizması ortaya kondu. Milliyetçi akımların yaygınlaşmasıyla bu dönemde dışarıdan gelen yayınlarda muzır arama ihtiyacı da belirdi. Özellikle Yunanistan'da çıkan bazı gazetelerin ülkeye girmesinin engellenmesi ve Londra'da bir Yunanlının çıkardığı Bri-tish Star'ın yayımının durdurulması istekleri, mekanizmanın yeni bir şekle bürünme-si sonucunu yarattı. Elçiliklere sırf gazete tarayan elemanlar alındığı gibi, posta ve gümrüklerde kontrol işleri de sıkılaştırıldı.
1860'tan itibaren Tasvir-i Efkâr'la dinamik kamuoyuna geçiş ve azınlık gazetelerinde milliyetçi eğilimlerin belirmesi, yerli basın üzerinde kontrolün sıklaştırılması ihtiyacını doğurdu ve 12 Mart 1867'de çıkarılan kararnameyle (Âli Paşa Kararnamesi ya da Kararname-i Âli olarak bilinir) bugünkü deyimle "görülen lüzum üzerine" gazete kapatma yetkisi hükümete verildi. Bundan sonra sansür uygulaması gittikçe artan bir oranda şiddetlendi. 1876'daki ilk Kanun-i Esasi'de "basının kanunlar çevresinde serbest olduğu"nun kaydedilmesine rağmen uygulamada hep daha katılaşmaya gidildi. İçeride gazetelere de ön sansüre (basılmadan önce onay alma) geçildi. Zaten kitaplar için de aynı uygulama yapılıyordu. Ayrıca bütün basın sarayın para yardımına bağlanmış olduğundan içerideki kontrol tam işler haldeydi. İktidarın istemediği en ufak haber yayınlara girmiyordu. Buna karşılık sansür sistemi belli kurallara bağlı olmadığından keyfi ve tutarsız uygulamalar belirdi. II. Abdül-hamid'in basın rejimini alay konusu haline getiren olaylar birbirini izledi. Bunu daha da artıran, ülke dışından gelen gazete ve kitaplarda muzır arama yöntemleri oldu. Sayıları binleri bulan yasaklanmış yabancı dildeki gazetelerin ülkeye sokulmaması kendilerinden beklenen cahil memurlar işin içinden çıkamayınca, rasgele toplamalara giriştiler. Aynı şey yerli ve yabancı kitaplar için oldu. Depolara yığılan kitaplar çuvallara doldurulup Çemberlitaş Hamamı'nda yakıldı. Jön Türk basını ve yasaklanmış gazetelerin içeride gizlice dağıtılmasını önlemek için dokunulmazlığı bulunan yabancı postaneler ve diplomatik kolilere el konması da işleri büsbütün karıştırdı.
İstanbul basım II. Meşrutiyet'e kendi girişimiyle sansürü bertaraf ederek girdi. 1909'da Kanun-ı Esasi'ye basımdan önce sansür yapılamayacağı maddesi eklendi. Başlangıçtaki kısa bir süre dışında hep sıkıyönetim rejimi bulunduğundan, hazırlanan liberal bir basın yasasının hiçbir geçerliliği olmadı. Basın keyfi şekilde yönetildi. Mütareke yılları boyunca İstanbul'da işgal kuvvetlerinin sansürü hâkim oldu.
Onu izleyen Cumhuriyet dönemi de devrimlerin yerleştirilmesi için gerekli uy-
Mütareke döneminde gazeteler Babıâli ve işgal kuvvetlerinin sansür uygulamaları nedeniyle sık sık boş sütunlarla yayımlanıyordu. O. Koloğlu, Türk Basını, Ankara, 1993
sallığın sağlanması için bir süre, Âli Paşa Kararnamesi niteliğindeki Takrir-i Sükûn Kanunu ile yönetildi. 1930'daki çokpar-tili sistem uygulaması sırasında bu kanunun kaldırılmış olması bir rahatlık getirdiyse de 1931'de hazırlanan Matbuat Kanunu ile otoriter rejime bağlı olanlar dışındakilerin yaşayamayacağı bir sistem kuruldu. II. Dünya Savaşı sırasında bu rejime sıkıyönetimin eklenmesiyle daha da katı bir uygulama belirdi. Ankara'dan gelen emirlerin dışında bu askeri gereksinmeleri de karşılamak gerekiyordu. Çokpartili sisteme girilmekle birlikte 1946'dan sonra da sıkıyönetimin devam etmesi, sansürün ortadan kalkmasına yetmedi.
Demokrat Parti'nin ilk uygulamalarından biri 21 Temmuz 1950'de Matbuat Ka-nunu'nun antidemokratik sayılan 51. maddesini değiştirmek oldu. Ayrıca yurtdışındaki muzır yayınların Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklanması da formüle edildi. İktidara gelmesinden önce en yoğun kampanyasını basın özgürlüğü konusunda yürüten Demokrat Parti iki yıl geçmeden basınla ters düşmeye ve kısıtlayıcı önlemler almaya başladı. Yasaların dışında, kâğıt ve diğer ihtiyaçlarını kontrol altında tutarak muhalefet basınını kendi kendine sansür uygulamaya zorladı. Partilerin muhalefetteyken basın özgürlüğü yanlısı kesilmesi ve iktidara geçince basına sansür uygulama çabaları, Demokrat Parti örneğini izleyerek günümüze kadar sürmüştür. Üç askeri rejimle ortaya çıkan "ara rejimler" de buna katkıda bulunduğundan, basın teorik olarak özgür görünmekle birlikte çeşitli kısıtlayıcı etkilerin altında kalmıştır. 1980 sonrasında basının (basın ve televizyonun) tamamen büyük sermayenin kontrolüne girmesi, çeşitli fikirlerin ifade edilmesi açısından bazı kısıtlamaları ge-
tirdi. Liberal bir döneme girildiği hakkındaki iddialara rağmen, 1980'lerin sonu ve 1990'ların başında gazeteler hakkında açılan davaların evvelki dönemleri çok aşan rakamlara vardığı görülmüştür. 9 Mayıs 1990'da çıkarılan "Şiddet Olaylarının Yaygınlaşması ve Kamu Düzeninin Ciddi Şekilde Bozulması Sebebine Dayalı Olağanüstü Halin Devamı Süresince Alınacak İlave Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname", yeni kısıtlamalar getirdi. Güneydoğu'daki olayların devamı gazete ve dergi kapatmaların artması, cezaların da yükselmesi sonucunu yarattı. Son yıllarda sayısı artan gazeteci öldürmeleri ve bunların faillerinin "meçhul" kalması da bir tür sansür uygulaması olarak nitelenmektedir.
Dostları ilə paylaş: |