Bibi. R. Guilland, "La Palais de la Magnaure", Epeteris Hetaireias Byzantion Spudon, S. 27 (1957), s. 63-74; C. Mango, The Brazen House, Köbnhavn, 1959, s. 56-58; Janin, Constanti-nople byzantine, 117-118, 154-156; A. Berger, Untersuchungen zu den Patria Konstantinu-poleos, Bonn, 1988, s. 266-268, 293-295.
ALBRECHT BERGER
SENCER, İSMAİL SAİB
(31 Ocak 1873, Erzurum - 22Mart 1940, istanbul) Kütüphaneci.
Binbaşı Mehmed Şevki Efendi'nin oğludur. Küçük yaşta istanbul'a geldi. Eseka-pı Mekteb-i İptidaisi'nde ve Kocamustafa-paşa Askeri Rüştiyesi'nde okudu. Özel dersler alarak Arapça ve Farsça öğrendi. Cami derslerine(->) devam ederek 1902'de dersiamlık icazeti aldı. Bu arada Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye ve Hukuk Mektebi'ne(->) de devam ettiyse de her iki okulu da bi-tirmedi. 1896'da bugün adı Beyazıt Devlet Kütüphanesi(-0 olan Kütüphane-i Umu-mi'ye ikinci hafız-ı kütüb atandı. 1915'te birinci hafız-ı kütüblüğe yükseldi. Bu unvan daha sonra müdürlüğe çevrildi.
Sencer, kütüphanedeki görevinin ya-nısıra Bayezid Camii'nde dersiamlık, Muharrem Efendi Medresesi'nde müderrislik, Sinan Paşa Medresesi'nde mükâleme-i Ara-biye muallimliği, Darü'l-Hilafetü'l-Aliyye Medresesi(->) ile 1921-1925 arasında da Darülfunun'daC-») Arap edebiyatı müderrisliği görevlerinde bulundu. Müderris sıfatıyla huzur derslerine(-») de katıldı. Kütüphane müdürlüğünden 1939'da emekliye ayrıldıktan sonra Kütüphaneler Genel Müdürlüğü ile islam Ansiklopedisi müşavirliğine getirildi.
Sencer'in ünü müderrislikten çok ge-~ leneksel kütüphaneci tipinin son temsilcisi olmasından gelir, islam kültürünün hemen her alanında binlerce kitabı tanıması, kütüphaneye başvuranları engin bilgisinden yararlandırması, sorunlarını çözmesi, onu ünü İstanbul'u aşan bir kişi haline getirmiştir. Bilgisini yazmaya dökmemiş ama sahip olduğu kitaplara geleneksel tarzda düştüğü notları, özellikle Kâtip Çe-lebi'nin(->) Keşfü'z-Zünun adlı bibliyografya çalışmasına ekleri ve düzeltmeleri daha sonra değerlendirilmiştir. Özel kitapları ölümünden sonra Milli Eğitim Bakanlı-ğı'nca satın alınarak Ankara Üniversitesi rjil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ne verilmiştir.
Sencer, yaşamıyla da ilginç bir kişiydi. Hiç evlenmemiş, kütüphanede zaman za-
Ismail Saib Sencer
TETTVArşivi
man sayıları 100'ü aşan kedileriyle münzevi bir yaşam sürmüştü.
Bibi. İ. H. Uzunçarşılı, "Üstad ismail Saib Sencer", Belleten, S. 13 (1940), s. 145-148; A. S. Ünver, "ismail Saib Efendi Hoca ve Tıp Tarihimiz", Türk Tıp Tarihi Arşivi, S. 16 (1940), s. 145-151; A. Gölpınarlı, "Kaybettiğimiz Büyük Âlim ismail Saib", Vakit, 9 Nisan 1940; E. Mardin, Huzur Dersleri, II-III, İst., 1966, s. 987-1047; H. İ. Göktürk, "Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdürleri", Beyazıt Devlet Kütüphanesi 100 Yaşında, ist., 1984, s. 49-51.
İSTANBUL
SENDİKALAR
istanbul, Osmanlı imparatorluğu döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet sonrasında da Türkiye'de sendikacılık hareketini belirleyen ana merkez oldu.
Osmanlı Imparatorluğu'nda ilk işçi hareketlerinin 19. yy'ın ortalarında başlamasına, yoğun 1908 grevlerine, ilk işçi örgütlenmelerine rağmen, Tatil-i Eşgal ve Tak-rir-i Sükûn yasaları, 1936 tarihli iş Kanunu ve 1946 soruşturmaları dikkate alınırsa, Türkiye'de sendikacılığın, merkezi İstanbul olmak üzere esas olarak 1947'de başladığı, gerçek anlamda da 19ö3'ten sonra geliştiği söylenebilir (bak. işçi hareketleri; işçi örgütlenmesi).
Kapitalistleşme sürecine geç giren Türkiye'nin sosyoekonomik evrimi Batı Avrupa'nın klasik temel sürecini izlemedi. Sanayileşme ve demokratikleşme süreçlerinin doğal ürünü olan sendikacılık hareketi de bu nedenle zayıf kaldı. 1876 ve 1908'de varlık gösteremeyen işçi sınıfı, 1923, 1946 ve 1960 olaylarında da ağırlığını koyamadı. Bu nedenle de sendikacılık, 1963'e kadar, işçi sınıfının muhalefetine rağmen, ağırlıklı olarak egemen sınıf ve tabakaların belirleyiciliğinde gelişti.
I. Meşrutiyet (1876) ve 1876 Anayasası bazı klasik hak ve özgürlüklere yer veriyordu. Ancak toplanma, dernek kurma haklarından söz etmiyordu.
1908'de, II. Meşrutiyetin ilanından sonra "hürriyet, müsavat, adalet ve uhuvvet" sloganları ile kutlanan görece özgürlük or-
tamında işçi sorunları da hızla gündeme geldi. 1908 Ağustos ve Eylül aylarında Osmanlı İmparatorluğu'nun belli merkezlerinde ve en fazla da istanbul'da çok sayıda grev yapıldı. "Abdülhamid istibdatı"na karşı iktidara geldiğini belirten hükümet bu grevleri bastırmakta gecikmedi.
Meşrutiyetin ilanından 2,5 ay sonra hükümet alelacele çıkardığı bir kanun-u muvakkat ile çoğu yabancı şirketlerin elinde bulunan kamu hizmetlerinde sendikalaşmayı yasakladı; grev yapmayı iyice kısıtladı.
27 Temmuz 1325/1909'da Tatil-i Eşgal Kanunu çıkarıldı. 11 maddelik kanun o dönemde işçilerin en yoğun olarak çalıştığı kamu hizmetlerinde her türlü sendikalaşmayı yasaklıyor, daha önce kurulmuş olan sendikaları kapatıyor, kamu hizmetlerinde grev yapmayı büyük ölçüde sınırlıyordu. Tatil-i Eşgal Kanunu 1937'ye kadar 28 yıl fiilen yürürlükte kaldı.
Tatil-i Eşgal Kanunu ile kamu hizmetlerinde sendika hakkı yasaklanırken, öte yandan 8 Ağustos 1325/1909'da yapılan değişiklikle anayasaya eklenen 120. maddede, sendikalar dahil, dernek kurma hakkı tanınıyordu. Zaten 3 Ağustos 1325/1909 tarihli Cemiyetler Kanunu ile önceden izin almaksızın dernek kurma hakkı yasalaştı-rılmış, hangi derneklerin yasaklandığı belirtilerek, dolaylı olarak hangi derneklere izin verildiği açıklanmıştı. Ancak getirilen hak oldukça sınırlı idi ve dernekler kolluk kuvvetlerinin denetimine bırakılmıştı.
Bu yasal çerçeve sendikal mücadeleyi derneklere kaydırdı ve Türkiye'de sendikal hakların derneklerle savunulması uzun yıllar sürecek sendika-dernek (cemiyet) benzeşmesini getirdi. Ayrı bir örgüt olarak sendikaları tanımlayan bir yasanın var olmaması nedeniyle, işçilerin ekonomik hakları, derneklerle savunulmaya çalışıldı (bak. işçi örgütlenmesi).
Cumhuriyet'in ilanından sonra kabul edilen 1924 Anayasası'nda klasik hak ve özgürlüklere daha geniş biçimde yer verildi. Anayasanın 70. maddesinde toplanma ve dernek kurma hakkı da tanınıyordu.
Aralık 1923'te Türkiye Umum Amele Birliği kuruldu. 1924'te bu kuruluştan ayrılanlar Amele Teali Cemiyeti'ni(->) kurdular. Bu kuruluşun etkin yöneticileri arasında sonradan Devrimci İşçi Sendikaları Kon-federasyonu'na (DiSK) uzanan bir sendikal çizgiyi savunan Üzeyir Kuran, Yusuf Sıdal gibi sendikacılar vardı. Ancak Amele Teali Cemiyeti 1928'de kapatıldı. Şeyh Sait Ayaklanması üzerine 1925'te çıkarılan Tak-rir-i Sükûn Kanunu, hükümete, muhalif siyasi kuruluşları, bu arada da işçi derneklerini, sendikaları kapatma yetkisi verdi. Bu kanuna dayanılarak çok sayıda meslek kuruluşu kapatıldı.
1926'da çıkarılan Medeni Kanun 53-72. maddelerinde yurttaşların dernek kurma özgürlüğünü esaslara bağlıyordu.
Çeşitli yabancı yasaların doğrudan çevirilerine dayanan bu yasalarla getirilen söz konusu hakların gerçekten kullanılmasını sağlayacak, işlerlik kazandıracak yasal çerçeve ise ortada yoktu. Bu haklar kendilerini yaşama geçirecek sendikalardan ve
SENDİKALAR
524
525
SENDİKALAR
grev hakkından yoksun, erken gelmiş haklardı. Bu nedenle işçilerin ve işçi derneklerinin çoğu bu hakların farkında bile olmadı. 1926'dan, iş Yasası'nın yürürlüğe girdiği 1937'ye kadar, çalışma ilişkilerinde genel olarak Medeni Kanun ile Borçlar Kanunu hükümleri uygulandı.
1929 bunalımı, ekonomi politikası olarak daha yoğun bir devletçiliği gündeme getirdi. 1934'ün başlarında uygulanmaya başlanan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı döneminde çok sayıda devlet işletmesi açıldı. Devletçiliğin yoğunlaşması ile birlikte, işçi-işveren ilişkilerinde devlet, artık hakemliğinin yanısıra önemli bir işveren durumuna geldi.
Devletin gittikçe genişleyen biçimde işveren olması Cumhuriyet'in kuruluşundan beri çıkarılacağı söylenen İş Yasası'na ilişkin gelişmeleri de etkiledi. Cumhuriyet sonrasında 1924-1936 arasında 5 ayrı iş yasası taslağı hazırlanmıştı. Sonunda 15 Haziran 1937'de yürürlüğe girmek üzere 3008 sayılı 8 Haziran 1936 tarihli iş Kanunu kabul edildi.
işçilere ilişkin bazı koruyucu düzenlemeler getiren yasa, var olan otoriter pa-ternalizme uygun olarak sermaye-emek uyuşmazlıklarını zorunlu uzlaştırma ve hakem sistemine bağlıyor, çalışma barışının grev ve lokavt gibi çatışmacı yollarla kurulmasını yasaklıyordu.
1936 İş Kanunu işçilerin sendika hakkını tanımadığı için "işçi temsilciliği" kurumunu getiriyor, Tatil-i Eşgal Kanunu'nu yürürlükten kaldırırken, 72. maddesi ile grevi kesinlikle yasaklıyordu. Zaten 1933' te, Türk Ceza Kanunu'nun 201. maddesinde işçileri çalışmamaya "zorlayanlara" karşı konan cezalar ağırlaştırılmıştı.
1936 iş Kanunu ile, işçiler lehine, yetersiz de olsa bazı koruyucu düzenlemeler getiren siyasi iktidar, bir süre sonra Cemiyetler Kanunu'nda değişiklik yaparak "aile, cemaat, ırk, cins ve sınıf esasına veya adına" dernek kurulmasını yasakladı. Medeni Kanun'daki derneklere ilişkin maddeleri de iyice darlaştıran bu değişiklik ile işçilerin mesleki örgüt kurması tam anlamıyla denetim altına alınmak isteniyordu. Güdümlü işçi demekleri kurdurma denemesi de başarılı olamayınca, 1938'de Türk Ceza Kanunu'nun bazı maddelerinde değişiklik yapıldı.
II. Dünya Savaşı, faşizme karşı "demokrasi cephesi"nin zaferi ile bitti. Gündemde insan hakları, özgürlükler ve demokrasi sorunları vardı. Türkiye'nin de zorunlu olarak tek partili otoriter rejimi terk etmesi gerekiyordu. Tek partili otoriter rejime ve Cumhuriyet Halk Partisi'ne (CHP) muhalefet gittikçe yaygınlaşıyordu. İç ve dış koşullar Türkiye'de demokratikleşmeyi zorunlu duruma getirmişti, işte böyle bir ortamda, çok partili rejime geçildi, işçi oylarını dikkate alan siyasetçiler, işçilerden, işçi sorunlarından söz etmeye başladılar.
Nihayet 10 Haziran 1946'da Cemiyetler Kanunu'nun 9. maddesindeki "sınıf esasına veya adına dayanan" dernek kurma yasağı kaldırıldı. "Sınıf esasına dayalı" dernek kurma yasağının kaldırılması, işçi sen-
dikaları kurma hakkının tanınması olarak anlaşıldığından, kısa zamanda çok sayıda işçi sendikası ve işçiyi temsil ettiğini belirten siyasi partiler kuruldu. Yılların bastırılmış birikimi hızla örgütlenince, bu gelişimin getirdiği endişe ile yeni örgütler 6 ay sonra kapatıldı. 1946 değişikliğinden 1947 tarihli Sendikalar Kanunu'nun çıkarıldığı tarihe kadar geçen dönemde 100'e yakın sendika kurulmuştu (bak. işçi örgütlenmesi).
1947-1963 Dönemi 20 Şubat 1947'de 5018 sayılı "İşçi ve İşverenler Sendikası ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanun" adı ile Türkiye'de ilk sendikalar yasası çıkarıldı. 1947 Sendikalar Kanunu sendika özgürlüğünün bazı ilkelerini tanımakla birlikte, önemli engeller de getirmişti.
1947 Sendikalar Kanunu'nun 5. maddesi ile sendikalara genel bir siyaset yasağı getiriliyordu. Bu genel siyaset yasağı, Türkiye sendikacılığının 1947 sonrasında bir numaralı sorunu olan "partilerüstü sendikacılık" anlayışının temellerini de atacaktı.
Yasanın 5. maddesi ile sendikaların tüzüklerim ve çalışma programlarım özgürce oluşturmalarına karışılarak, sendikaların "milliyetçiliğe aykırı hareket edemeyecekleri" biçiminde, çeşitli yorumlara açık olabilecek bir hüküm getiriliyordu. 1947 Sendikalar Kanunu sendikalara dernek gözü ile bakıyor, onlara dernek işlevi yüklüyor, sendika ile üyesi işçiyi ayrı varlıklar olarak görüyordu.
Yasanın geçici maddesi, o güne kadar kurulmuş işçi ve işveren derneklerim 3 ay içinde sendika haline getiriyordu. Özellikle büyük derneklerin bulunduğu devlet işletmelerinde "tepeden inme" örgütlenme ile sendikalar oluşturuldu. Bu yasa ile Türkiye'de "grevsiz sendikacılık" dönemi başladı.
Yasa Türkiye'nin o günkü ekonomik, sosyal ve siyasal koşullarında, var olan pa-ternalizme uygun bir sendikal anlayış getirdi.
1947 sonrasında işçi sendikalarını ele geçirmek için CHP ile Demokrat Parti (DP) arasında yoğun bir mücadele oldu. Bu mücadelenin yoğunlaştığı merkez istanbul'du, iki siyasi parti de sendikaların bağımsızlığı ilkesini çiğneyerek kendilerine bağımlı sendikalar oluşturmak için her türlü çabayı harcadılar. Öte yandan özellikle 1950 ve 1954 seçimleri öncesinde sendikacılar da herhangi bir siyasi partiden milletvekili seçilme yarışına girdiler. Bu arada grev hakkını savunan sendikacıların çoğu DP yanında yer aldı.
1947'de 33.000 işçi üyeyi temsil eden 49 sendika kurulmuştu. 1948'de sendika sayısı 73'e, üye işçi sayısı 52.000'e yükselecekti. Ayrıca çok sayıda işçi sendikaları federasyonu oluşturulmuştu. Bu arada 1950'ye kadar yüzlerce sendika dışı işçi örgütlenmesi gerçekleştirilmişti.
Dönemin iktidar partisi CHP, bünyesinde bir işçi bürosu kurdu. Bu büronun katkılarıyla 1948'de istanbul işçi Sendikaları Birliği(-0 (İlSB) kuruldu. İlSB daha sonraki yıllarda, tüm İstanbul, hattâ Türkiye
sendikal hareketinin itici gücü olacaktı. Muhalefet Partisi DP ise 1950'de İstanbul'da, Hür İşçi Sendikaları Birliği'nin (HİSB) kuruluşuna yardımcı oldu. İki birlik arasında üye sendikalara da yansıyan yoğun bir mücadele yaşandı. Bir ara her iki birlik istanbul Milli İşçi Sendikaları Birliği adı altında bir araya geldilerse de bu birleşme uzun sürmedi ve 1951'de dağıldı.
1949'da tekstil işverenleri İstanbul'da bir araya gelerek sendikalarını kurdular. Bu örgütlenmeyi diğer işveren sendikaları izledi 1950 sonrasında federasyonlar çoğaldı ve 1952'de Ankara'da Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) kuruldu.
DP iktidara geldikten sonra sendikaların çalışmalarını kısıtlamak için her yola başvurdu. Teksif Sendikası'mn "yerli malı kullanma" konulu toplantı yapma isteği bile "siyaset yapma" olarak suçlandı. Sendikaların açık hava toplantılarına izin verilmedi. Derneklerin ancak bir konu ile uğraşabileceği hükmünü getiren Cemiyetler Kanunu kullanılarak 1957'den sonra sendika birlikleri kapatıldı. "Siyaset yapma" yasağı sendikaları kapatacak biçimde işletildi. İstanbul Üniversitesi'nin sosyal siyaset konferansları yasaklandı.
Çalışma ilişkilerini işverenlerin egemenliğine terk eden otoriter sistem 27 Mayıs 1960'ın getirdiği 1961 Anayasası'na kadar sürdü.
1961 Anayasası kişi haklarının yanısıra ilk kez ekonomik ve sosyal haklara yer verdi. 46. madde ile tüm "çalışanlar" için sendika özgürlüğü ilkesi güvenceye bağlandı. 47. madde ile yalnızca "işçilere" toplu pazarlık ve grev hakkı tanındı.
27 Mayıs 1960 ile sendikal yasaların çıkarıldığı 24 Temmuz 1963 arasında işçiler grev hakkının, toplu pazarlık hakkının yaşama geçirilmesi ve bazı sorunların çözümü amacıyla çok sayıda sessiz yürüyüş, miting, grev, oturma eylemi, sakal bırakma, Saraçhane Mitingi, Açların Yürüyüşü, Kavel Grevi gibi eylemler gerçekleştirdiler (bak. grevler; işçi hareketi).
Cumhuriyet'ten sonra grev yasağına rağmen işçiler eylemlerini sürdürdüler ve eylemlerde istanbul başı çekti. 1923-1960 arasında gerçekleştirilen 51 grevden 21'i istanbul'da yapıldı. 1963-1971 arasında ise tüm Türkiye'de yapılan 569 grevden 103'ü istanbul'da gerçekleştirilecekti.
1963-1980 Dönemi
1961 Anayasası'nca belirtilen hakların uzantısında 24 Temmuz 19ö3'te 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu yürürlüğe kondu.
1961 Anayasası'nda tüm çalışanlara tanınan sendika özgürlüğü, ilgili yasalarda yalnızca işçilere tanındı. Kamu çalışanlarına toplusözleşmeli, grevli sendika hakkı tanınmıyordu. Böylece özellikle 1971 anayasa değişikliğinden sonra sürekli gündemde kalan işçi-memur tartışmasının temelleri atıldı. "Sosyal uyanma ekonomik gelişmeyi aşmıştır" görüşünün ileri sürüldüğü 1971'de anayasada yapılan bir deği-
şiklik ile "çalışanlar" sözcüğü yerine "işçiler" sözcüğü getirildi ve tüm kamu çalışanları sendikaları Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ilkelerine aykırı biçimde kapatıldı.
1961 Anayasası'nın sağladığı demokratik ortam ve bu iki yasa ile birlikte Türkiye'de sendika özgürlüğü ve sosyal haklar açısından yeni bir dönem başlıyordu. ILO ilkelerine aykırı olarak, kamu çalışanlarına toplu pazarlık ve grev hakkının tanınmaması ve işçiler için grev hakkına bazı sınırlamalar getirilmesine rağmen, 1961 Anayasası ve 274 ve 275 sayılı yasalar Türkiye'de yeni bir sendikal anlayışın doğmasının yasal koşullarını yaratmıştı.
1963 sonrasında özellikle İstanbul'da ve özel sektör işyerlerinde yoğun işçi eylemleri gerçekleştirildi. Kapitalist gelişme, mülksüzleşme, kente göç, teknolojik değişiklikler, sendikacılarla kurulan Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) mücadelesi bunların uzantısında işçi kitlelerindeki yeni talepler ve beklentiler yeni bir sendikal anlayışı gerekli kılıyordu. İşte bu koşullar 13 Şubat 1967'de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nu (DtSK)(->) yarattı, istanbul merkezli bir konfederasyon olarak DİSK, istanbul ve Kocaeli'nde sendikacılık hareketine yeni bir ivme getirdi.
Bu arada 196l'de istanbul İşveren Sendikaları adıyla örgütlenen işverenler 1962' de bu örgütün adını Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu'na (TİSK) dönüştürdüler.
1970'teki sendika özgürlüğünün kısıtlanmasına yönelik yasa değişikliği girişimi büyük toplumsal tepki gördü. İstanbul'da ve Kocaeli'nde DlSK'in başlattığı ve 15-16 Haziran direnişi olarak bilinen, sendikacılık hareketinin en büyük işçi eylemi yaşandı (bak. On Beş-On Altı Haziran Olayları). Sendika özgürlüğünün kısıtlanmasına yönelik yasa değişikliklerinin büyük çoğunluğu daha sonra Anayasa Mah-kemesi'nce iptal edildi.
15-16 Haziran direnişi ertesinde 23 Haziran 1970'te kurulan ve milliyetçi temeller üzerinde yükselen, tek ve mecburi sendikacılığı savunan Türkiye Milliyetçi işçi Sendikaları Konfederasyonu (MlSK) ile 22 Ekim 1976'da İslami esaslara dayalı Hak-İş özellikle Milliyetçi Cephe hükümeti dönemlerinde sendikacılığın farklı çizgilere çekilmesinde kullanıldı.
1973-1980 arasında İstanbul'a, özellikle DlSK'li işçilerin eylemleri damgasını vurdu. Sendika özgürlüğü ve sosyal haklar açısından yasalardaki sınırlamalara; sendikaların önemli kesimi tarafından hâlâ sürdürülmek istenen "partilerüstü sendikacılık" anlayışına; siyasi iktidarların 1947 sendikacılık anlayışını egemen kılma çabalarına; ertelenen ya da yasaklanan grevlere; işçilerden hâlâ yalnızca "itaat" bekleyen işverenlere ve sendika düşmanı yoğun saldırılara rağmen, 12 Mart dönemi dışında 1963-1980 dönemi işçiler açısından görece en özgür sendikacılık dönemi oldu.
işçiler ancak bu dönemde ilk defa işyerlerinde ve toplumda gerçek anlamda bir kimlik kazandılar. Sendikaların bir bö-
Teksif
Federasyonu
Başkanı Celâl
Beyaz, Tekstil
Sanayii işçileri
Sendikası'mn
bir
toplantısında.
Cumhuriyet
Gazetesi Arşivi
lümü bu dönem boyunca sendika özgürlüğü ve sosyal hakları en geniş boyutlarıyla tartıştı, ekonomik-demokratik istemlerini dile getirdi, baskı grubu işlevlerini yerine getirmeye çalıştı. Bu gelişmelerin en belirgin olduğu yer işçi hareketinin merkezi sayılan İstanbul'du.
1980'e yoğun bir ekonomik, sosyal ve siyasal bunalım ile varıldı. 24 Ocak kararları ile Türkiye tarihinde yeni bir sayfa açıldı. Demokrasinin, sendika özgürlüğünün ve sosyal hakların kısıtlanması, ücretlerin düşürülmesi, kazanılmış işçi haklarının geri alınması isteniyordu. Bu da 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile gerçekleştirildi.
1980 Sonrası
Türkiye'de sendikal hakların yasal olarak tanındığı 1963'ten sonra faiz-rant-kâr gelirleri sürekli azalırken, ücret ve maaş gelirleri arttı. Bu ters orantı 1977'de zirveye ulaştı.
Sermaye kesimi yıllardır sürdürmekte olduğu antisendikal ideolojik mücadelesini özellikle 1977 sonrasında daha da şiddetlendirdi. Başta TiSK, Metal Endüstrisi Sanayicileri Sendikası (MESS) ve Tekstil işverenleri Sendikası olmak üzere sermaye kuruluşları, yapılan her grevin "ideolojik", sendikaların her eyleminin "siyasi" olduğunu yoğunlaşan bir tekrarlamayla savundular.
Sermaye, sanayi ürünlerinin ihracatını teşvik edecek, enflasyonu durduracak, ucuz işgücü ile yabancı sermayeye çekici gelecek, sendikal haklan ve işçi ücretlerini denetim altına alacak bir yapılanma istiyordu. Bu ekonomik politika ancak 1961 Ana-yasası'ndaki temel hak ve özgürlüklerin en önemlilerinin ve "sosyal adalet" kavramının bir kenara atılması ile mümkündü. Öte yandan ülke içindeki terör olayları sürerken, kitlelerin demokratik muhalefeti yaygınlaşıyordu.
1979 seçimleri ile iktidara gelen Adalet Partisi (AP) azınlık iktidarının programında, yapılacaklar ana hatlarıyla ortaya kondu. Ardından 24 Ocak ekonomik önlemler paketi açıklandı.
Enflasyonun çözümünde ana hedef olarak işçi ücretleri, dolayısıyla da işçi sendikaları seçilmişti. Bu nedenle mücadeleci sendikaların ortadan kaldırılması ya da
işlevsiz hale getirilmesi gerekiyordu. 24 Ocak istikrar önlemlerinin başarıya ulaşmasının en önemli önkoşulu işçi haklarının ve ücretlerinin denetim altına alınma-sıydı. AP azınlık iktidarı bu amaca yönelik önlemleri zaman geçirmeden almaya başladı.
Ancak öngörülen modeli uygulayabilmek için başka güçler gerekiyordu. 12 Eylül 1980'de askeri darbe oldu.
Sendikacılık alanında önce yasaklama, fiilen dondurma, sonra da yasal düzenlemeler ile 24 Ocak kararlarının gerektirdiği sosyal siyaset, yasal çerçeveye kavuşturuldu. DİSK türü bir sendikacılığın bir daha oluşmaması için her türlü önlem alınmaya çalışıldı.
Önce Milli Güvenlik Konseyi'nin (MGK) 12 Eylül 1980 tarihli, 7 numaralı bildirisi ile "kamu düzeni ve genel asayiş gereği olarak DİSK, MlSK ve bunlara bağlı sendikaların faaliyetleri durduruldu." Bu kuruluşların yöneticileri "Türk Silahlı Kuvvetle-ri'nin güvencesi altına alındı."
Daha sonra MGK'nin 8 numaralı kararı ile DİSK, MİSK ve Hak-İş (bu konfederasyon biraz gecikme ile 18 Eylül 1980'de faaliyetten men edilmişti) konfederasyonları ve bağlı sendikaların taşınır ve taşınmaz tüm varlıkları denetim altına alındı. Türk-Iş ise açık bırakıldı. Resmi ideolojinin yeni koşullardaki söylemine yardımcı olma görevine çağrıldı. Bu arada Türk-İş üyesi Petrol-lş 18 Ekim 1980-9 Ocak 1981 arasında faaliyetten men edildi. Yol-İş Federas-yonu'nun Ankara, izmir, Diyarbakır, istanbul şubelerinin geçici sürelerle çalışmaları durduruldu. Ancak bu sendikalar Türk-Iş yöneticilerinin araya girmesiyle yeniden açıldı.
MGK'nin 11 Kasım 1980'de kabul ettiği 2316 sayılı "Faaliyetleri Durdurulan Sendika, Federasyon ve Konfederasyonlara Kayyım Tayini Hakkında Kanun" ile faaliyetleri durdurulan sendikalar genellikle sıkıyönetim komutanları tarafından seçilen çoğu emekli asker kişilerin yönetimine bırakıldı.
MGK bu arada 19 Şubat 1981 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan karan ile Hak-İş Konfederasyonu'nun bloke edilen mal varlığı ve belgelerini serbest bıraktı. 12
SENDİKALAR
526
527
SEPETÇİLER KASRI
%Uflcîî genel
DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, Keramik-İş Sendikası'mn genel kurulunda, 1974. Cumhuriyet Gazetesi Arşivi
Eylül sonrasında gözaltına alman ve sayıları onu geçmeyen MİSK yöneticisi daha önce salınmıştı. 12 Eylül 1980 gecesi DiSK genel başkanı başta olmak üzere İstanbul'da gözaltına alman, daha sonra Sıkıyönetim Komutanlığı'nın çağrısına uyarak yetkililere teslim olan DİSK yöneticilerinin bir kısmı 27 Aralık 1980'de tutuklandı. Ocak 1981 sonunda tutuklu DİSK'li sayısı 200 dolayındaydı.
12 Eylül 1980 sonrasında İstanbul sıkıyönetim mahkemelerinde 12 bağımsız sendika ile Türk-İş üyesi bir sendikanın İstanbul şubesinin toplam 395 sendika yöneticisi yargılandı. Bağımsız Bank-İş Sendikası kapatıldı ve 4 yöneticisi hapis cezasına çarptırıldı.
12 Eylül sonrasında sendika özgürlüğü ve sosyal haklar, 1982 Anayasası ve 7 Mayıs 1983'te yürürlüğe giren 2821 sayılı Sendikalar Kanunu, 2822 sayılı Toplu îş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu ile yeniden düzenlendi. Bu düzenlemelerde, 1947 Sendikalar Kanunu ile 1970 tarihli 1317 sayılı yasanın Anayasa Mahkeme-si'nce iptal edilen maddeleri temel alındı.
Yeni önlemler ile bir baskı grubu olarak sendikalar ILO ilkelerine aykırı biçimde ekonomik, demokratik ve siyasal karar alma süreçlerinin dışına itildi. Sınıf ve kitle sendikacılığım, yani DİSK türü bir sendikacılığı önleyeceği düşünülen önlemler getirildi.
1980 sonrası sendikal düzenlemelerde sendika özgürlüğü ve sosyal haklar oldukça sınırlıdır.
1946'da, 1971'de olduğu gibi, 12 Eylül 1980 sonrasında da, baskı ve haksız uygulamalar, mahkemeler, tutuklamalar, davalarla sindirilen işçi sınıfı önemli bir tepki gösteremedi.
Yeni yasaların ilk uygulamaları ile birlikte sendikal harekette yavaş yavaş kıpırdanmalar başladı. Türk-İş yöneticileri biraz da Türk-İş bünyesine katılmak zorunda bı-
rakılan DİSK üyelerinin baskısıyla 1984'ten sonra bir dizi eylem kararı almak zorunda kaldı.
Türk-İş 3 Haziran 1984'te İstanbul'da Açıkhava Tiyatrosu'nda bir toplantı yaptı. "DİSK'e özgürlük" sloganlarının atıldığı bu toplantıda Türk-İş yöneticileri zorlukla konuşabildi.
1984 sonrasında İstanbul'da işçiler çeşitli işyerlerinde yemek boykotu, bazı sosyal ödemeleri reddetme protestosu, açlık grevi gibi eylemler ile sendika özgürlüğüne yönelik yasadışı tavır alışları protesto ettiler.
1984 sonrasında sendikalı işçilerin sendikal hareketteki en önemli sorunları grev hakkını yaşama geçirmek oldu.
12 Eylül sonrasının ilk grevi iki tersanede 2 Ekim 1984'te başladı. 1984'te 4 grev gerçekleşmiş iken bu rakam 1988'de 256'ya yükseldi. 1991'deki en önemli olay DİSK hakkında beraat kararı verilmesiyle birlikte konfederasyonun yeniden faaliyete geçmesiydi. Bu durum sendikal yaşama canlılık getirdi ve 1993'ü izleyen yıllarda Türk-İş, Hak-İş ve DİSK arasında ortak çalışmalar yapıldı. Son olarak l Mayıs 1994, İstanbul'da her üç konfederasyonun ortak katılımıyla kutlandı.
Çalışma Bakanlığı'mn, gerçek durumu yansıtmamakla birlikte bir fikir verebilecek Ocak 1994 İstatistiklerine göre, 3 konfederasyonun ve bağımsız sendikaların 1994 başındaki durumu şöyledir: 33 bağımsız sendika (toplam 138.470 üye), Hak-İş (7 üye sendika, toplam 278.751 işçi); DİSK (27 üye sendika, toplam 330.179 işçi); Türk-İş (32 üye sendika, toplam 1.862.090
işçi).
1994 itibariyle, merkezi İstanbul'da bulunan işçi sendikaları şunlardır: Türk-İş üyesi Petrol-İş, Tekgıda-İş, Deri-İş, BASİ-SEN, Kristal-İş, Dok Gemi-İş, TÜMTİS, Türkiye Denizciler Sendikası, Hava-İş, TOLE-YİS, TGS, Türkiye Belediye-İş; DİSK üye-
si ASİS, Aster-İş, Basm-İş, BANKSEN, Birleşik Metal-İş, Deri-İş, Devrimci Sağlık-İş, Devrimci Yapı-İş, Gıda-İş, Hürcam-İş, Ke-ramik-îş, Lastik-İş, Limter-İş, Nakliyat-İş, SİNESEN, Tekstil, Tümka-İş.
Dostları ilə paylaş: |