TULUMBACI DESTANLARI
İstanbul'da tulumbacdık(-») âleminin kendine özgü yönlerinden biri de musiki ve şiire olan ilgidir. Tulumbacılıkta "birinci re-is"ten "ayaktaş"a kadar herkes bu ses ve söz şölenlerine ya dinleyici olarak katılır ya da kendisine, başkalarına ait deyişleri okurdu.
Tulumbacılık ve tulumbacı edebiyatı üzerine bilinenlerin çoğu R. E. Koçu' nun(->) yayınları sayesinde elde edilmiş bulunmaktadır.
İstanbul'da 19. yy'ın ikinci yarısı ile 20. yy'ın ilk 10 yılında âşık edebiyatının en canlı dallarından birini oluşturan tulumbacı edebiyatı, daha çok ayaklı mani ve destan türlerinde gelişmiştir. Tulumbacılık âleminin yabancısı olmayan ve yazdıkları destanlarla bugüne kalan destancılardan Üsküdarlı Vâsıf Hoca (Vâsıf Hiç), Vodina-lı H. Remzi, Üsküdarlı Râzî, Şehreminli Destancı Behçet, Destancı Edhem, Bitlisli Ali Çamiç Ağa, Galatalı Hüseyin Ağa, Âşık Serkis, Samsunlu Hakî ve bu âlemin dı: şmdan Âşık Sabrî ilk akla gelenlerdendir.
Tulumbacı destanları, yazılış amaçlarına göre bölümlere ayrılmaktadır: Yüz güzelliği ile ün yapmış genç tulumbacılara, esnaf çıraklarına yazılmış, yer yer kabalığa düşen, mahbupperestlik eğilimleri de taşıyan destanlar tulumbacı muhitlerinin dışına ancak basılıp satıldığı zaman çıkabilen eserlerdir. Bunlardan Galatalı Hüseyin Ağa'nın "Poyraz İsmail Destanı", Vo-dinalı H. Remzi'nin tulumbacılarla düşüp kalkan 16-17 yaşlarındaki bir gence yazdığı destan, Âşık Serkis'in Yazmacı KızAr-tin Destanı, Âşık Râzî'nin Yorgancı Bilal Destanı, Vâsıf Hiç'in Küpeli Beyoğlu Destanı tespit edilebilen örneklerdir. Bu destanlarda kendilerinden söz edilen gençlerin tüm özellikleri, devrin erkek güzelliği anlayışına uygun olarak teker teker sıralanır; gerekirse bu gençlere çeşitli öğütler verilir, üstü kapalı tarizlerde de bulunulurdu.
Tulumbacı destanlarının önemli bir kıs-
1882/83 tarihli ve 22 dörtlükten oluşan Eyyüb Sultan Tulumbasının Destanı. M. Sabri Koz arşivi
mı kendi aralarındaki rekabet ve kişisel anlaşmazlık sonucu işlenen cinayetler üzerinedir. Bu destanlarda öldürülenin güzelliği, yararlı bir insan oluşu yanında yiğitliği de dile getirilirdi. Bu tür destanları kendiliğinden ya da ısmarlama olarak yazanlardan Vâsıf Hiç ve Âşık Râzî'den günümüze birkaç destan kalmıştır. Banlardan Vâsıf Hiç'in Kasımpaşalı Arap Süleyman Bey'in Destam, Toygarh Rıza'nın Destanı; Âşık Râzî'nin Mahzun Bahaed-diriin Destam ve Remzî'nin Kafesçi Bedri Destam cinayete kurban gitmiş tulumbacıların hayatından kesitler yansıtan, onların hatıralarını canlı kılan örneklerdir. Nâ-mî'nin(-») Ermeni asıllı Mirz Reis adlı bir tulumbacının ölümünden sonra yazdığı "destan" ile yangın sırasında yıkılan duvar altında kalarak ölen "ince Arap, Kürt Bahadır ve Hidayet" için yazılmış şairi bilinmeyen "destan" da tulumbacılık dünyasından acı dolu izler taşır.
Dergâh-ı Âli
Tulumbacı
Ocağı
Türkishe Gewânder
und Osmaniscbe
Gesellschaft im
achtzehnten
Jahrhundert,
Graz, 1966
Tulumbacı destanlarının bir bölümünde de sandıkların övgüsüne yer verilir. Adını ebcedle "Dört yüz on" diye belirten bir tulumbacı şairin Eyyüb Sultan Tulumbasının Destam, Vâsıf Hiç'in Üsküdar Sandıklan Destanı, Sabrî'nin, kendisi tulumbacı olmadığı halde ad yapmış sandıkların övgüsünü yaptığı Sandıklar Destam bu türden örneklerdir. Bunlarda sandıkların, reislerinin ve ünlü ayaktaşlarının övüldüğü; rakip ve dost sandıklardan ilişkinin özelliğine göre söz edildiği, görülür.
Tulumbacı destancıları, yazdıkları destanlarda kişilerle ilgili bilgi verdikleri gibi, semt, mahalle ve sokaklar hakkında da ilginç saptamalar yaparlar. Ait oldukları dönemin toplum hayatından ilginç bir kesimi canlandıran bu destanlar, yangınları anlatan diğer destanlarla birlikte birçok bilinmezliğe ışık tutarlar (bak. yangın destanları).
Bibi. O. C. Kaygılı, istanbul'da Semai Kahveleri ve Meydan Şairleri, ist., 1937; T. Alangu, Çalgılı Kahvelerdeki Külhanbey Edebiyatı ve Numuneleri, ist., 1943; Bayrı, İstanbul Folkloru, 1972; Koçu, istanbul Tulumbacıları.
M. SABRI KOZ
TULUMBACILIK
İtfaiye örgütü kurulmadan önce yangın söndürme işine verilen ad. Yangın söndürme aleti olan "tulumba"dan gelmektedir.
istanbul'da 1509'da meydana gelen ve "küçük kıyamet" diye anılan depremden sonra halk, evlerini ahşap olarak yapmaya başlamıştı. Ahşap evlerin çoğalmasıyla bu sefer başka bir afet olan yangın, şehri baştan başa kül ediyordu. Halk sık sık çıkan bu yangınlarla baş edemez olmuştu. İlk önlem, 1579'da İstanbul kadısına hitaben yazılan bir fermanla açıklanmıştı. Buna göre herkes evinde çatıya ulaşabilecek uzunlukta bir merdiven ve büyük bir fıçı su bulunduracak, yangın çıktığında kimse kaçmayacak ve birbirine yardımcı olacaktı. Bu emre uymayanların ise subaşına teslim edilecekleri ve cezalandırılacakları belirtilmekteydi.
İstanbul'da ilk yangın tulumbası, aslen Fransız olan Gerçek Davud Ağa(->) tarafından yapılmıştır. Davud Ağa, yaptığı tulumbayı 1718'de Tüfenkhane ve Tophane'de çıkan iki yangında kullandıktan sonra Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'mn dikkatini çekmişti. İbrahim Paşa, Yeniçeri Oca-
TULUMBACILIK
302
303
TURHAN HATİCE VALİDE
ğı'na bağlı Yangın Tulumbacıları Ocağı'nı kurarak başına da 120 akçe yevmiyeyle Davud Ağa'yı getirmişti. Yanına da emrinde çalışmak üzere yeniçerilerden 50 nefer, çorbacı, çavuş yamağı, ocak kethüdası tayin edilmişti. Davud Ağa'nın imal ettiği 130 kilo ağırlığındaki "didon" adlı tulumba, atlı ve yaya sakaların getirdiği suyu basabiliyordu. Vakanüvis Vasıf Efendi, 1753'teki olayları kaydederken ilk tulumbanın kuyulardan ve sarnıçlardan istifade edemediğini, o yıllarda yeni bulunmuş olan emme basma tulumbaların ise bu imkânı verdiğini yazmaktadır.
Yeniçeri Ocağı'na bağlı acemioğlanla-rından bir Tulumbacı Ocağı kurulurken bütün yeniçeri ve bostancı kolluklarına da birer yangın tulumbası konulmuş ve bir tulumbacı takımı yerleştirilmişti. Bunların başına da "odabaşı" ismiyle bir zabit getirilmişti. Bütün tulumbacıların başına da "tulumbacıbaşı ağa" tayin edilmişti. Bu tarihlerde acemioğlanları, Hıristiyan çocuklarından devşirilmediğinden İstanbul'un ayağına çabuk, kuvvetli gençleri, Tulumbacı Ocağı'na alınmıştı. Ayrıca, I. Mahmud döneminde (1730-1754) Topkapı Sara-yı'nda çıkabilecek bir yangın için de bostancı neferlerinden seçilmiş Bostancı Tulumbacılar Ocağı kurulmuştu. Bu ocağın tulumbacıları saray dışında Boğaziçi'nde-ki sahilsaraylarda çıkan yangınları söndürmekle de görevliydiler.
Vakanüvis Lûtfi Efendi(->), yangınlarda Yeniçeri Ocağı'na bağlı tulumbacıla-rin, başla-rında çorba tası gibi kalaylı ve üzerinde neferlerin numarası yazılı taslarla çalıştıklarını, yangın dışındaki zamanlarında ise başlarında tandır kadar sarık ve omuzlarında "kartalkanadı" denilen kırmızı kaputla dolaştıklarını yazmaktadır.
Yeniçerilerin kendi içindeki bozulmaları, şüphesiz ki Tulumbacı Ocağı'na da yansımıştı. Sarhoşluk, bekâr odalarına kadın kaldırma, yangınlarda yağmacılık yapma, yeniçeri tulumbacılarının kötü yanlarından bazılarıdır. Yeniçeri tulumbacıları, büyük çıkarlar elde ettiklerinden yangın çıktığında çok sevinirler ve bunu "kızıl bayram" tabiriyle de dile getirirlerdi.
Tulumbacı Ocağı 1826'da Yeniçeri Ocağı ile birlikte kaldırıldı. Ocakta bulunan
Yangına giden tulumbacılar. Cengiz Kahraman arşivi
bütün malzemeler, Serasker Kapısı'na gönderildi. Malzemelerin bakımına da Asakir-i Mansure-i Muhammediye'de(-») görevli yüzbaşılar tayin edildi. Bu olaydan kısa bir süre sonra meydana gelen Hoca-paşa Yangım'nda tulumbacıların önemi ortaya çıkınca 1827'de Hüsrev Paşa'nın girişimiyle Âsakir-i Mansure içinde tulumbacı takımları meydana getirildi. Tulumbacı Ocağı'nı idare etmek için tayin edilen kişiye "tulumbacıbaşı", "tulumbacı müdürü" adı verildi. Yeniçerilik devrinde kolluklarda olduğu gibi bu sefer de karakolhaneler-de bir yangın tulumbasıyla, tulumbayı kullanmaya yeter sayıda görevli neferler oluşturuldu.
1846'da Zaptiye Müşirliği, 1855'te de şehremaneti kurulunca yangınları söndürme işi, sadece askerlerin eline bırakılmaya-rak, belediye merkezlerinde de tulumbacılık teşkilatı kurulmaya başlandı. Dairelerin sınırları içinde bulunan ayaktakımına mensup kişilerden takımlar oluşturuldu. Gündüzleri kendi işlerine bakan ve yangın çıktığı zaman sandık başına koşan bu kişilerin çoğu bekârdı. Bekâr olan tulumbacılara gece yatabilecekleri bir koğuş, günde bir çift tayın, senede bir kat elbise ve esnaf tezkirelerinin ruhsatları bedava olarak verilmeye başlandı. Başlarına da "ağa" unvanıyla bir reis tayin edildi. Belediye sınırları içinde bulunan esnaftan seçilerek meydana getirilen bu tulumbacılara "daireli" adı verildi.
İÜ
Tatavlalı Rum
tulumbacılar
tulumba
sandığı
başında.
Nün Akbayar
koleksiyonu
1874'te Macaristan'dan getirilen Seçeni (Ziçini) Paşa, tulumbacılık teşkilatına yeni bir şekil vermiştir (bak. itfaiye).
Belediye tulumbacılığının başlamasıyla birlikte mahalle tulumbacılığı da ortaya çıktı. Semtlerin uçarı delikanlıları, mahalle takımlarının neferlerini teşkil ettiler. Tulumbacılık, İstanbul'un sade yaşayışı içinde âdeta birer spor kulübü gibi gençler arasında rağbet gördü. Ayaktakımının yanında kâtipler, kibar kalem efendileri, ilmiye sınıfına mensup kişiler de tulumbacılığı zevkli bir uğraş olarak kabul ettiler. Yangınlarda bu kişiler, hemen üzerlerini değiştirerek tulumba başına koşarlardı. Bekâr mahalle uşakları, kendilerine ayrılmış olan koğuşlarda kalırlardı. Mahallenin ihtiyar heyeti, tulumba malzemelerini ve reisliğin sembolü olan sığır derisinden yapılma kırbacı, birinci reise teslim ederdi.
Mahalle tulumba takımının iki reisi bulunurdu. Birinci reis, yangına gitmez, bazen de takımın gerisinden atla gelirdi. Birinci reis, takımın her türlü icraatından sorumlu kişiydi. İkinci reis, takımın içinde bulunurdu. "Sandık kaldırma" yetkisi ikinci reiste, onun yokluğunda ise fenercideydi. Fenerci, yangın yolunda İstanbul'un bozuk sokaklarından geçerken sokağın kaygan, ıslak, çamurlu olduğunu "Yalama var", tümsek, çukur bulunduğunu ise "Atlama var" diye bağırarak arkadan gelenlere duyururdu. Ayrıca, yangına gidilirken seçilecek olan adımın cinsi, fenerci tarafından duyurulur; "koyun ayağı" komutu kısa adımlarla gidileceğini, "koç boynuzu" komutu da dönemeçlerin varlığını haber verirdi. Kökencinin görevi, su sıkılması sırasında hortumun ucuna geçirilen parçayı idare etmekti. Omuzdaş adı verilen tulumbacıların görevi işe "sandık" da denilen tulumbayı taşımaktı.
Tulumbacıların kendi içlerindeki teşkilata ait birtakım rütbeleri de bulunurdu. Bu rütbeler, giydikleri mintanların kollarına takılırdı. Birinci reis 4 şerit, ikinci reis 3 şerit, fenerci ortası zikzaklı 3 şerit, hor-tumcu 2 şerit, kökençi l şerit takma hakkına sahipti.
Tulumba sandığı mahallenin yiğitlik, şeref ve namus sembolü olarak kabul edilirdi. Mahallenin yardım ve korumasıyla yaşatılan bu sandıklar, bekâr uşakları için
tıpkı belediye tulumbacıları gibi bir koğuşa sahipti. Bir de istanbul'un kilise sandıkları vardı ki bunlara "Tatavla tulumbaları" denirdi. Tulumbacılar, kendi aralarında olan anlaşmazlıklarda veya mahallelilerden kendileri hakkında bir şikâyet gelmesi halinde birinci reisten fenerci aracılığıyla "divan" isterlerdi. Herkes divanın verdiği karara uymak zorundaydı.
Yangın zamanında Galata ve Beyazıt kulelerinden gündüz bayrak, gece fener asılarak yangının yeri işaret edilir, Çengelköy sırtlarından da yedi pare top atılarak olay şehre duyurulurdu. II. Abdülha-mid döneminde (1876-1909) bu maksatla top atışı yasaklanmıştı. Kulelerden yangın yerini tespit edenler, "köşklü" adı verilen ayağına çabuk görevliler vasıtasıyla mahalle bekçilerine ve karakollara haber ulaştırırdı. Takımlar hazırlandıktan sonra yangının olduğu yere doğru hareket edilirdi. İstanbul takımları, yokuşları yürüyerek, Üsküdar takımları ise koşarak çıkarlardı. Takımlar, gerek yangın yerine giderken, gerekse yangını söndürürken çeşitli naralar atarlardı. Meşhur sandıklardan Zindanka-pılılar, "Düşmanına kelepçe vuran mini mini Zindanlı"; Mevlevîhanekapılılar, "Hak yolunda döner Hazret-i Mevlevîhaneliler"; Fenerliler, "Derede yüzer, karada ezer, dostu düşmanı gözünden sezer, böyle gelir böyle gider Fener uşakları" diyerek nara atarlardı.
Yangına gidişte mahalle sandıklan arasında büyük rekabet olurdu. Uzak semtlerin sandıkları, koşularda semtin yerlilerini geçmeye uğraşırlardı. Geçilen takım, "sandık kaptırma"ya uğramış olur, bu çok alçaltıcı bir sonuç olarak kabul edilirdi. Bu yüzden sandıklar arasında zaman zaman kavgalar da çıkardı. Bu çatışmalarda yenik düşen tarafın sandığı, mahallesine eğlencelerle götürülürdü.
Tulumbacılar, denizaşırı yerlere "ateş kayıkları" ile giderlerdi. Bu kayıklar, 2 tulumbayla 20 uşak taşıyacak kapasitedeydi. Ateş kayıkları, Bostancı Tulumbacılar Ocağı tarafından kullanılıyordu. Kayıkların hamlacılığını da Bostancı Hamlacılar Ocağı neferleri yapardı. Ateş kayıkları, Şirket-i Hayriye'nin(->) kuruluşundan bir süre sonra kaldırıldı. Bunun yerine her gece Köp-rü'de bir Şirket-i Hayriye vapuru ve tulumbacılar nöbet tutarak gerektiğinde görevlerini yapmaya çalışırlardı.
Tulumbacılara, yangından kurtardıkları evlerden, mahalle halkından ve sigorta şirketlerinden bahşişler verilirdi. Bahşişler, sandık mensupları tarafından pay edilirdi. Ayrıca, tulumbacılar bayramlarda çalgılar çalarak bayram bahşişi toplarlardı. Tulumbacılar tarafından bir ev yangından kurtarılmışsa ev sahibi tarafından kurban hediye edilirdi. Bu koyunun boynuzları yaldızlanır, bir süre bakılır, sonra kesilerek ziyafet verilirdi.
Tulumbacıların örf ve âdetlerinin başında "güvey kapama" âdeti gelirdi. Bu, evlenip güvey giren bir tulumbacıya diğer arkadaşları tarafından yapılan bir törendi. Tulumbacı takımından bir genç, mahallede bir kızı severse bütün omuzdaşları bir
20. yy'ın başından bir kartpostalda tulumbacılar. Cengiz Kahraman arşivi
süre pembe mintanlar giyerek onun aşkını kutlarlardı.
Mahallenin fakir çocuklarının tulumbacılar tarafından sünnet ettirilmesi ve bu sebeple yapılan eğlencelerde onların kendi hayatlarına ait birçok iz bulunurdu. "Soba birliği" farklı semtlere mahsus takımların sandıkları arasındaki dostluk anlaş-masıydı. Bu anlaşma yangınlara örtak-ola-rak katılmayı da kapsıyorsa buna "çifte kardeşlik" adı verilirdi. Yangın sonunda hamama gidilip burada değişik eğlenceler yapılması da yaygın âdetlerden biriydi.
Tulumbacıların kıyafetlerinin en önemli öğesi, renk renk mintanlarıydı. Başlarında ise keçe külah bulunurdu. Belden aşağıya dizlik giyilir, ayaklarda muhakkak yemeni bulunurdu. Çıplak ayakla yangına gidilmezdi. Eski tulumcılar ise birisi "günlük", birisi "adamlık" olmak üzere iki cins elbise giyerlerdi.
Tulumbacılar edebiyatta da birçok yazar tarafından işlenmiştir. Özellikle Nâbiza-de Nazım, Zehra (1896) romanında Subhi tipiyle; Güngör Dilmen, Aşkımız Aksaray'ın En Büyük Yangım(1989) adlı oyununda; Ahmed Rasim(-0, Osman Cemal Kaygılı(->) ve Sermet Muhtar Alus'un(->) bazı eserlerinde tulumbacılardan söz edilmiş, tulumbacı tiplerinin hayatı canlandırıl-mıştır. Başrolünü Ayhan Işık'ın oynadığı Lütfi Ö. Akad'ın Yangın Var filmi de tulumbacıların hayatından kesitler içermektedir.
Tulumbacıların sandıklara yakın mahallerde kendilerine ait kahvehaneleri bulunur, buralarda sazlı sözlü eğlenceler, fasıllar, ayaklı mani atışmaları yapılırdı. Tulumbacılar arasında yüz güzelliği ile ad yapmış gençler ya da kabadayılıklarıyla ün kazanmış tulumbacılar arasındaki kavgalar ve cinayetler üstüne çeşitli destanlar da yazılmıştır (bak. tulumbacı destanları).
Bibi. Emin Ali, "Tulumbacılık İstanbul'un İlk Canlı Sporudur", Resimli Ay, S. 4 (Mayıs 1340), s. 27-29; E. E. Talu, "Eski Yangınlar", Ayda-
bir, S. 6 (l Şubat 1936), s. 43-45; ay, "Tulumbacılar", Dünden Hatıralar, İst., ty; S. M. Alus, "Eski Tulumbacılar", Yeni Mecmua, S. 13 (27 Temmuz 1939), s. 27-28; ay, "Eski Yangınlar", ae, S. 17 (25 Ağustos 1939), s. 13-17; S. N. Gerçek, "istanbul Yangınları", Yedigün, S. 422 (7 Nisan 1941), s. 10-11; S. M. Alus, "Yarım Asır Evvelki İstanbul'da Yangın", Resimli Tarih, S. 10 (Ekim 1950), s. 386-389; R. E. Koçu, "İstanbul'da Tulumbacılık", Türk İstanbul, ist., 1953, s. 42-43; Koçu, Giyim Kuşam, 232-235; Koçu, istanbul Tulumbacıları; İ. Birinci, "Tulumbacılar", Hayat Tarih Mecmuası, S. 9 (Ekim 1965), s. 78-82; Özavcı, Yangınlar; M. Aksel, istanbul'un Ortası, Ankara, 1977, s. 9-17; U. Göktaş, "Kartpostallarda Tulumbacılar", İlgi, S. 51 (Sonbahar 1987), s. 30-32; M. Belge, "Ateş ve İstanbul", TT, S. 92 (Ağustos 1991), 32-34; O. N. Ergin, "Tulumbacılar", İstanbul İçin Şehrengiz, İst., 1991, s. 113-117; Sadri Sema, Eski İstanbul'dan Hatıralar, İst., 1992, s. 50-57; Pakalın, Tarih Deyimleri, III, 532-534; Şehsuvaroğlu, İstanbul, 114-115; "Tulumbacı, Tulumbacılık", TA, XXXI, 485-486; C. Orhonlu, "Tulumbacı", İA, XII/2, 50-54.
UĞUR GÖKTAŞ
TURHAN HATİCE VALİDE SULTAN
(?, Rusya - 5 Temmuz 1683, istanbul) Sultan İbrahim'in(->) başhasekisi, IV. Mehmed'in(->) annesidir.
"Turhan Valide Sultan", "Turhan Haseki" olarak da bilinir. Beşiktaş'taki çeşmesinde adı Hadice Sultan olarak geçer. Yeni Cami Külliyesi'ni(-0, Mısır Çarşısı'nı(~>) yaptırmış; Köprülülerin(->) iktidara gelmesini sağlamıştır.
Turhan Sultan'ın, l630'lu yıllarda, henüz 10-12 yaşlarında iken, Tatar akıncıları tarafından tutsak alındığı, güzelliği ve alımlılığı nedeniyle Kör Süleyman Paşa tarafından Kösem Sultan'a(-0 hediye edildiği, saray hareminde eğitim gördüğü; 1640' ta tahta geçen ve çocuğu olması için kendisine cariyeler sunulan Sultan İbrahim'in odalıkları arasında yer aldığı söylenir, l Ocak l642'de İbrahim'in ilk şehzadesi olan Mehmed'i (IV) doğurunca başhaseki
TUR-I SİNA MANASTIRI
304
305
TURSUN BEĞ
Kentin turist profili ilçeler açısından incelendiğinde, en çok yabancı turist kabul eden ilçe Eminönü'dür. Yerli turistler konaklama amacıyla en çok Beşiktaş llçesi'ni seçerlerken, gecelemek için Eminönü'nü tercih etmektedirler.
Ancak İstanbul sanayi ve ticaretin çok geliştiği bir merkez durumunda olduğundan, 10.000.000'a yaklaşan kalabalık bir nüfus barındırdığından ve bunun doğurdu-
sanını kazandı. Ancak ibrahim'in aşırı kadın düşkünlüğü nedeniyle başhasekiliği sönük geçti ve Kösem Sultan'ın gölgesinde kaldı. l648'de İbrahim'in tahttan indirilip oğlu IV. Mehmed'in 7 yaşında padişah olması ile resmen "valide sultan" sanını almakla birlikte, "büyük valide" sanı ile yönetime egemen olan Kösem Sultan'ın yanında bir varlık gösteremedi.
2 Eylül 1651'deki harem baskınında Kösem Sultan boğulunca oğlu adına saltanat naibeliğini resmen üstlendi. "Beyaz üzerine hatlar" ile buyrultular vermeye, atamalar yapmaya başladı. Mührüne de "Mazhar-ı Lûtf-i Samed/Valide-i Sultan Mehmed" yazdırdı. 1656'ya değin 5 yıl boyunca vezira-zam atamaları, istanbul'un sorunları da dahil olmak üzere önemli her konuda tek yetkili konumundaydı. Harem kadrosunu değiştirdi. Darüssaade ağalığına getirdiği Uzun Süleyman Ağa ile harem şeflerinden Melekî Kalfa'yı kendisine danışman yaptı. Fakat deneyimi ve bilgisi yetersiz olduğundan, ülke genelinde ve istanbul'da, başta rüşvet olmak üzere yaygınlaşmış bulunan yolsuzlukları önleyemedi. Mimar Kasım Ağa'nın önerisine uyarak l656'da Köprülü Mehmed Paşa'yı olağanüstü yetkilerle sadrazam atadı. 1660'a doğru ise oğlu IV. Mehmed'in saltanat işlerini yürütecek yaşa gelmiş olması nedeniyle siyasi kararlardan tamamen uzaklaştı ve haslarından edindiği muazzam servetle hayır işlerine yöneldi. 1660'ta Çanakkale Boğazı'nda, "Yeni Kaleler" olarak anılan istihkâmları ve bir cami yaptırdı. Bu istihkâm, istanbul'un güvenliği açısından çok önemliydi.
Aynı sırada istanbul'da da, temellerini Ocak 1598'de Safiye Sultan'ın attırdığı, ancak Kösem Sultan'ın da girişimine karşın yarım kalan Yeni Cami Külliyesi'nin yapımını yeniden başlattı. Yapım çalışmaları l665'te tamamlandı.
O yılki Topkapı Sarayı yangınında harap olan harem dairesinin yapımı da süratle tamamlandı. Turhan Sultan için yaptırılan valide dairesinin, çinilerle kaplı ve ocaklı bazı odaları günümüze kadar korunmuştur.
IV. Mehmed'in Edirne'de oturmayı tercih etmesi nedeniyle harem halkıyla birlikte sık sık Edirne'ye göçmek, kışa doğru yeniden istanbul'a dönmek durumunda kalan Turhan Sultan'a gidiş ve dönüşlerinde, bir vezir, kalabalık bir muhafız birliği ile refakat ederdi. Örneğin l668'de son Girit seferi hazırlıkları sürerken Turhan Sultan gelini Emetullah Gülnuş Sultan ile acele olarak ikinci vezir Musahib Mustafa Pa-şa'nın muhafızlığında Edirne'den istanbul'a dönmüştü. Son kez l680'de Edirne'ye gidişinde ise kent girişinde sadrazam ve şeyhülislam tarafından karşılanmıştı.
Son yıllarım Topkapı Sarayı'nda geçiren ve giderek sağlığını yitiren Turhan Sultan, ölümünde Yeni Cami haziresindeki türbesine gömüldü, iyiliksever, müşfik, dindar olarak tanınmış olup oğlu IV. Mehmed'in kardeşleri Süleyman ile Ahmed'i öldürtmek istemesine karşı çıkmış ve bu iki üvey oğlunun bir saray cinayetine kurban gitmemeleri için önlemler aldırmış-
tı. IV. Mehmed'den başka Âtike Sultan adlı bir de kızının olduğu bilinmektedir.
Bibi. Tarib-iRaşid,'!, 102, 106, 149, 392, 415; Ayvansarayî, Hadîka, I, 20-22; Sicill-i Osmanî, I, s. 27-28; Ahmed Refik (Altmay), Kadınlar Saltanatı, III, ist., 1923, s. 26 vd, IV, ist., 1523, s. 235 vd; ay, Turhan Valide, ist., .1931; Ulu-çay, Padişahların Kadınları, 56-59; M. Ç. Ulu-çay, Harem, II, Ankara, 1985, s. 35, 536 vd; K. Kaflı, "Turhan Sultan", Yeni Tarih Dünyası, c. I (1953), s. 123.
NECDET SAKAOGLU
TUR-I SİNA MANASTIRI TEMSİLCİLİĞİ
bak. 1OANNES PRODROMOS (METOHlON) KİLİSESİ
TURİZM
En az 2.500 yıllık bir geçmişe sahip istanbul'un her köşesinde, uygarlık tarihinin hemen hemen her dönemine ait kalıntılara ve renklere rastlamak mümkündür. Bu özelliği ile kent, bir anlamda bir açık hava müzesi durumundadır. Uzun tarihi boyunca farklı dönemlerden kalan anıtları, yapıları, sarayları, doğal güzellikleri, modern konaklama tesisleriyle Türkiye'de turizmin en önemli merkezidir.
istanbul'a ilk yabancı turist grubu 1863'te Sergi-i Umumi-i Osmani'nin(->) açılışı sırasında gelmiştir. Yine bilinen ilk organize iç turizm bu sergi sırasında başlamıştır. 1870'te Istanbul-Paris demiryolunun önem kazanması ve 1883'te Şark Ekspre-si(->) seferlerinin başlamasıyla, istanbul'a çok sayıda ziyaretçi gelmeye başlamış; bu yabancı turistlerin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla 1895'te Pera Palas(->) hizmete girmiş; 19. yy'ın son çeyreğinde Beyoğlu bir oteller(->) merkezi olarak gelişmiştir.
Türkiye'de turizm alanında faaliyet gösteren ilk kuruluş Türk Seyyahin Cemiyeti 1923'te istanbul'da kurulmuştur (bak. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu). Günümüzde "turistik" denilen ülkelerin eko-
Şark Ekspresi'nin İstanbul konulu bir afişi. Gökhan Akçura koleksiyonu
nomilerinde önemli yer tutan ve bu yüzden turizm endüstrisi olarak da anılan olgunun Osmanlıcası "ecânib sınâati" yani "ecnebiler (yabancılar) sanayii" idi ve bu, 19. yy'ın sonlarında kullanılan bir kavramdı.
1870'lerden itibaren, çok eski dönemlerden beri şehri görmeye gelen tek tek seyyahların veya yabancı işadamlarının yanında, şehre birkaç kişilik veya daha kalabalık gruplar halinde gelen yabancı turistlerin sayısında da artış olmuştur. Turizmin ayrılmaz parçası olan otelcilik, lokantalar, eğlence yerleri de yine aynı dönemde, özellikle Pera çevresinde önemli gelişme göstermiştir. Mart 1895 tarihli "Dersaadet ve Bilad-ı Selase'de Bulunan Otel ve Misafirhaneler Hakkında Talimat" da bunun bir ifadesidir.
ilk turizm reklamı 1863'te Ruzname-i Ceride-i Havadis'te yayımlanmıştır, ilanda, "Dersaadet ahalisinden Avrupa'nın başlıca şehirlerim görmek isteyen zevat için suhulet ve az masrafla seyr ü seyahat etmek üzere Beyoğlu'nda Mösyö Misiri tarafından bervech-i âti bir şirket akd ve tesis olunmuştur" denmektedir.
Bu ilan ve daha sonra Cumhuriyet'in ilanının hemen arkasından İstanbul'da kurulan turizm acentelerinin, İstanbul'dan dışarı turist göndermeye yönelik de olsa, bunların yabancı ülkelerdeki bağlantılarıyla İstanbul'a turist gelmesini de organize ettikleri düşünülebilir.
1925'te, "Ticaret ve Sanayi Odası'nda Müteşekkil İstanbul İktisat Komisyonu"nca hazırlanan ve "istanbul'a Seyyah Celbi" başlığını taşıyan rapor, kentte orgazine bir turizm örgütlenmesine dönük ilk düşünce ve önerileri içermektedir. Ekim 1925'te Pera Palas'ta Milli Türk Seyahat Acenteliği (National Turkish Tourist Agency [NATTA]) faaliyete geçmiştir. 1927-1937 arasında PASRAPİD adıyla tanınan Milli Türk Seyahat Şirketi; 1927'de kurulduğu"sanılan, bürosu Pera Palas'ın karşısında olan NATTA; ayrıca 1932'de açılan Le Globe; 1929'da kurulduğu sanılan BULEKS, İTA (istanbul Travel Agency), hem İstanbul'dan yurtdışına gideceklere veya istanbul'daki yabancı turistlere hizmet sunan, hem de yurtdışından turist getiren seyahat acenteleriydi. 1930'larda, II. Dünya Savaşı'na kadar-ki dönemde, bağımsız veya bu acenteler aracılığıyla çeşitli ülkelerden turist grupları istanbul'a gelmiştir.
1950'lerden, özellikle de 1960'lardan sonra istanbul'un turistik önemi arttı. Bu yıllar, Avrupa'nın savaş yaralarını sarıp ekonomik büyüme ve gelişme dönemine girdikleri yıllardı. Kitle turizmi, başta İtalya, italya'yı izleyerek Yunanistan ve İspanya olmak üzere Akdeniz ülkelerine yönelirken Türkiye bundan çok az pay almakla birlikte, yine de İstanbul'da daha fazla turist görülür oldu. Ancak İstanbul'un gerçek bir turistik çekim merkezi haline gelmesi ve turizm sektörünün sıçrama yapması 1980 sonrasıdır.
1980'de Türkiye'ye gelen toplam 1.288.060 turistin 424.567'si (yaklaşık üçte biri) İstanbul'a gelmiştir. 1985'te Türkiye'ye gelen 2.190.217 turistin 720.727'si;
1990'da Türkiye'ye gelen 5.392.835 turistin 1.121.376'sı İstanbul'dan giriş yapmıştır. İstanbul'dan giren turistlerin sayısındaki yükselmeye karşılık toplam turist sayısına oranın azalmasının nedeni 1990'dan itibaren Akdeniz ve Ege sahillerine, istanbul'a uğramadan turist getiren turların artmasıdır.
Türk Hava
Kurumu'nun
Yeşilköy'e
yolcu taşıyan
otobüsü,
1930'lar.
Gökhan Akçura
koleksiyonu
1994 yılının ilk 10 ayında İstanbul'u 1.610.325 turist ziyaret etmiştir. Kente en fazla turist ağustos ve eylül aylarında gelmektedir.
1992 itibariyle, Türkiye'nin turistik belgeli yatak kapasitesinin yüzde 15,5'i (45 bin yatak) İstanbul'dadır. Turizm organizasyonu yapan seyahat acentelerinin yarısı da İstanbul'da hizmet vermektedir.
1994 itibariyle istanbul'da 45 adet tek yıldızlı, 106 adet 2 yıldızlı, 56 adet 3 yıldızlı ve 23 adet 4 yıldızlı otel bulunmaktadır. 5 yıldızlı otel sayısı 16'dır. Bunun yanısıra 2 adet apart otel ve 50 adet özel belgeli tesis turistlere hizmet vermektedir.
İstanbul, en çok Almanya'dan turist çekmektedir. Bundan sonra sırasıyla Fransa'dan, ABD'den, İngiltere'den, italya'dan ve Yunanistan'da çok sayıda turist İstanbul'u ziyaret etmektedir.
t S T AN B_U L ' D A K İ TUR t 2 M M E RK E 2 LE Rİ
Mart 1982'de turizmi geliştirmeyi amaçlayan 2634 sayılı Turizmi Teşvik Yasası çıkarıldı. Yoğun tartışmalara yol açan ve "çevreyi sağmak" amacı taşıdığı ileri sürülen bu yasaya dayanılarak 1984-1993 arasında İstanbul'da 40 "turizm merkezi" kuruldu. Mutlak koruma altında tutulması gereken doğal ve kültürel çevre değerleri, bu yasayla birer yatırım alanına dönüştürüldü. Bu "turizm merkezleri" bulundukları bölgedeki arsa sahiplerine olağanüstü inşaat izinleri ve bunun sonucunda çok büyük rantlar sağladılar. Turistik amaçlı oldukları için inşaat izni alan, çeşitli kolaylıklardan yararlandırılan ve çoğu gökdelen olan iş ve alışveriş merkezleri bu uygulamanın sonuçlarıdır.
İstanbul'da 1984 sonrasında 2634 sayılı yasayla kurulan turizm merkezleri şunlardır:
1. Istanbul-Park Otel Turizm Merkezi (31 Temmuz 1984); 2. Taşkışla Turizm Merkezi (Gökkafes) (31 Temmuz 1984); 3. Boğaziçi Okullar Bölgesi Turizm Merkezi (7 Kasım 1985); 4. Baltalimanı Kemik Hastanesi Turizm Merkezi (7 Kasım 1985); 5. Beykoz Kasrı Turizm Merkezi (7 Kasım 1985); 6. Sarayburnu Turizm Merkezi (7 Kasım 1985); 7. Istinye Turizm Merkezi (7 Kasım 1985); 8. İstinye Koyu Turizm Merkezi (7 Kasım 1985); 9. Bebek Yat Limanı Turizm Merkezi (5 Ağustos 1986); 10. Arnavutköy Turizm Merkezi (5 Ağustos 1986); 11. Akaretler (Akaretevleri) Turizm Merkezi (18 Mart 1987); 12. Ataköy Turizm Merkezi (18 Mart 1987); 13. Büyükada Turizm Merkezi (18 Mart 1987); 14. Heybeliada Turizm Merkezi (18 Mart 1987); 15. Laleli-Tayyere Apartmanları (18 Mart 1987); 16. Taşkışla II No'lu Turizm Merkezi (18 Mart 1987); 17. Yeşilyurt Turizm Merkezi (18 Mart 1987); 18. Barbaros Evleri Turizm Merkezi (23 Mart 1989); 19. Ataköy (2) Turizm Merkezi (30 Ağustos 1989); 20. Taksim Turizm Merkezi (30 Ağustos 1989); 21. Maçka Turizm Merkezi (30 Ağustos 1989); 22. Akaretler (2) Turizm Merkezi (30 Ağustos 1989); 23. Galata Kulesi ve Çevresi Turizm Merkezi (30 Ağustos 1989); 24. Sarıyer-lstinye Turizm Merkezi (30 Ağustos 1989); 25. Gayrettepe Turizm Merkezi (30 Ağustos 1989); 26. Anatepe Turizm Merkezi (30 Ağustos 1989); 27. Kalamış Turizm Merkezi (30 Ağustos 1989); 28. Levent-Beşiktaş Turizm Merkezi (30 Ağustos 1989); 29. Çamlıca Turizm Merkezi (30 Ağustos 1989); 30. Levent Beşiktaş (tevsii) Turizm Merkezi (18 Ocak 1990); 31. Istinye Turizm Merkezi (18 Ocak 1990); 32. Pendik Turizm Merkezi (18 Ocak 1990); 33. Etiler-Nispetiye Cad. Turizm Merkezi (13 Ağustos 1991); 34. Büyükçekmece, Beylikdüzü (13 Ağustos 1991); 35. Eminönü (l no'lu) Turizm Merkezi (13 Ağustos 1991); 36. Sarıyer (7 No'lu) Turizm Merkezi (13 Ağustos 199D; 37. Bakırköy-Florya Turizm Merkezi (13 Ağustos 199D; 38. Taksim (tevsii) Turizm Merkezi (13 Ağustos 1991); 39. Süleymaniye Turizm Merkezi (29 Aralık 199D; 40. Şile-Yat Limanı Turizm Alanı (Nisan 1993). Kaynak: O. Ekinci, "Turizmi Teşvik Yasası ve Yağmalanan istanbul", istanbul, S. 6, s. 21
ğu çevre kirlenmesi, gürültü, deniz kirliliği gibi sorunlar yüzünden tatil turizmine uygun değildir, istanbul'un turizm karakteri, tarihi eserlerinin ve doğal güzellikleri görülüp alışveriş yapılan ve ortalama 2-3 gecelemeyi kapsayan "hafta sonu turizmi" denen tipe dönük bir yapıya sahiptir.
Bunun yanısıra istanbul, Türkiye'de kongre turizminin en yoğun olduğu ildir. Kent, konumu, tarihi ve tabii güzellikleri, ulaşım imkânlarının fazlalığı ve turizm endüstrisindeki yeri dolayısıyla uluslararası etkinlikler açısından giderek artan bir önem kazanmakta; kongre, konferans, festival, fuar gibi etkinlikler her yıl artarak tekrarlanmaktadır.
Kongre turizminin Türkiye'de fazla gelişmiş olduğu söylenemese de, ülkede düzenlenen kongrelerin yüzde 85'i istanbul'da yapılmaktadır.
Bibi. 11 Turizm Müdürlüğü, istanbul 1993 Envanteri; İ. Ortaylı, istanbul'dan Sayfalar, İst., 1986; O. Ekinci, "Yağmalanan İstanbul", İstanbul, S. 6 (1993); G. Akçura, "istanbul'da ilk Seyahat Acenteleri", ae, S. 6 (1993); 2. Toprak, "Ecânib Sınâati", ae, S. 6 (1993).
AYLİN DİKMEN
Dostları ilə paylaş: |