İhsan Bilgin: Evet teşekkür ederiz, tecrübenin derin sesi herhalde yankılanmıştır bir yerlerde. Elbette çok önemli bir şey söylüyor Han Tümertekin, tabii ki bunu Han gibi yapmak şart değil, bunun bir sürü üslubu olabilir. Ferforjenin ne olduğunu bile bilmez mesela, ferforje hayatına 3 sene önce bir moda olarak girmiştir, onun arkasındaki şeyi de bilmeyince bir an önce kendini göstermek de isteyince ortaya birtakım ucubeler çıkıyor, maalesef ödül alsalar da. Bu arada ödül alanları da sorgulayabiliriz.
Han Tümertekin: Çok teknik bir müdahale pardon. Yani onu sadece bir korkuluk olarak ele almaktan başlarsa tasarımcı gerçekten harika silahlara sahip olabiliyor ama görsel hafızasındaki ya da karıştırdığı kitaptaki ferforje korkulukla masaya oturduğu zaman herkes için kaybetmiş oluyor.
İhsan Bilgin: Ali Ulu bütün bu konuşmaların bir altlığını yapmıştı, şimdi nasıl görünüyor bir onu görelim.
Ali Ulu: Öncelikle Eskişehir’i, ülkenin içinde bulunduğu durumdan farklı görmemek lazım. Konuşmayı 1950’lerde 60’lardaki dönemde kestik, o dönemlere baktığımız zaman Türkiye genelinde entellektüel yapımız çöktü, artı sermayemiz çöktü, kentlerdeki sermaye el değiştirdi. Sermaye birikiminde ciddi el değiştirmeler söz konusu çünkü toprak rantından elde edilen bir sermaye grubu daha oluştu.
İhsan Bilgin: Karıştırmayalım Türkiye’de şu andaki sermaye ile bundan 30 sene önceki sermaye kıyaslanamayacak kadar bugünün lehine, kimin elinde olursa olsun. Türkiye’de sermaye çöktü denemez.
Ali Ulu: O anlamdaki sermaye değil, kentleri yapı haline dönüştüren sermaye. Çünkü Eskişehir özeline geldiğimizde, 1960’a kadar olan yapıların tamamında, altyapısı ve entellektüel yapısı tamamen dışa bağımlı insanların elinde oluşturulmuş bir yapılı çevreden bahsedebiliriz. Öyle ki fabrika sahiplerinin tamamı göçmen, sanayi devrimini yaşamış bir toplumun uzantısı olarak kente geliyor ve işbirlikçi olarak Türkiye’nin o düneme kadar kendini ispat etmiş, varolmuş tasarımcıları ile beraber çalışıyorlar. Bu tabii ki kentsel dönüşümü bu şekle dönüştürüyor, yani o gördüğümüz bugünkü kentsel mekan hatta çoğu kişinin de taptığı yapıların oluşmasının temel nedeni bu döneme rast gelmesi. 60’tan sonra kentteki sermaye farklılaştı; toprak rantı ile birlikte kırdan kente göç etmiş kişilerin çok kısa süre içerisinde kentteki sermayeyi elinde tutar pozisyona gelmeleri kentteki yapılaşma düzenini de bozdu. Öyle ki son uygulamalarda Eskişehir’de yılda 5300 kişi göç veriyoruz 5000 kişi göç alıyoruz, göç aldığımız kişilerin tamamı kırsal ve Gayrı Safi Milli Hasıla’nın altındaki kişiler. Bunların mekana dönük herhangi bir beklentileri yok, sadece Kenan’ın burada değindiği barınmaya yönelik beklentileri var. Bunu elde edebilmek için de kenti yağmalıyorlar, bunun için kullandıkları kişiler de işbirlikçi olarak mimarlar. Eskişehir’de beğenmediğimiz birçok yapının altında kentimizde butür faaliyet gösteren mimar arkadaşlarımız var ve Büyükersen’in yaptığı uygulamaları konuşuyoruz bu kentte. Yine Büyükersen’in etrafında onu yönlendiren mimar arkadaşlarımız var. Entellektüel birikim açısından baktığımız zaman bizim kent entellektüelimiz kent dışına göçtüğü sürece Eskişehir’e benzeyen Anadolu kentlerinin bu keşmekeşliği yaşaması kaçınılmaz. Burada mimarlık kentin neresinde dersek, mimarlık tabii ki kentin her noktasında ama mimar nerde diye sorgulamamız gerekiyor galiba.
Hasan Özbay: Konuşmacıları dinleyince doğrusu Eşkişehir’de durumun çok kötü ve kentsel gelişmenin de felaket olduğu gibi bir izlenim edindim. Ben ilk konuşmamda kentteki niceliksel büyümenin yani nüfus artışının neden büyümediği üzerinden kente bir soru sormuştum ama bu kentteki mekan niteliğinin ve mekan kalitesi niteliğinin düşük olduğu anlamına gelmiyor doğrusu. Şimdi birkaç şeyi ayırmak lazım, bunun bir tanesi mimar kentleşmenin neresinde derken, aslında biz portreyi bildik tasarımcı mimar gözüyle çözemeyiz, kenti mimari proje tasarlar gibi oluşturamayız; müşteri gelecek 2 oda 1 salon yapacaksınız, malzemesine karar vereceksiniz bitecek, böyle bir şey yok, yani kentin böyle bir oluşma süreci yok. Kent bence üstüste bir yığılmadır, üstüste yığılma hem kültürel hem mekansal bir yığılmanın sonucudur. Şunu da hatırlatmak gerekir “medine” ve “medeniyet” kelimeleri paraleldir Arapça’da, kentle medeniyet beraber yorumlanır, kentleşme demek medeniyetin kentte yoğunlaşması anlamına geliyor. Mimarın rolünü düşünürken bence biraz yanlış yapıyoruz, “Tanrı mimar” bitti, yok, yani bize okullarda öğretmiş olduğunuz “Tanrı mimar” kavramı üzerinden bakıyoruz. Mimar çizecek paftasına, sonra aynen yapılacak, böyle bir şey olamaz. Burada olması gereken şey o kentin ortak kültürel gücünün, enerjisinin, birikiminin kent mekanına yansımasıdır. Burada mimar bunlardan ayrı bir insan değil. Problem sadece kentteki mimarların problemi değil, bu kentteki avukatların, doktorların, hukukçuların, garsonların da problemidir, yani bu kentin ortak bir problemidir.
Bir anımızı anlatmak istiyorum; biz meslek hayatımızın ilk yıllarında burada bir yarışma kazanmıştık, Eskişehir’de 2 Eylül Caddesi’nin başındaki caminin yanında bir kültür merkezi yapılacaktı, orada binalar vardı yıkıldı, mekan boşalınca dediler ki; caminin önü kapanmasın, biz onu yapmayalım, halk istemiyor. O ara, şu an düğün salonu olarak kullanılan Taşbaşı Çarşısı’nın yanındaki han ve etrafı yeni yıkılmıştı, Büyükşehir Belediye Binası yapılıyordu, Belediye İmar Müdürlüğü’nden öneri geldi bunu takas edebilir miyiz diye. Bunun üzerine valiyle biz, dönemin belediye başkanına gittik, belediye başkanı “Ben belediye binamın yanında daha görkemli bina istemem,” dedi. Şimdi oraya Taşbaşı Çarşısı yapıldı. Kentteki bu karar alma süreci içinde mimarlar nerede, diye bir şey düşünemeyiz ben bunu kabul etmiyorum. Eğer siz siyasi ortamda da gücünüzü koyup o karar verme mekanizmasında etkili olamıyorsanız, sonuçlara katlanacaksınız demektir. Mesela Eskişehir’i dolaştığımız zaman kent merkezinden çok büyük keyif alıyorum. Porsuk ve onun etrafındaki merkez yapılaşması son derece canlı aslında, bunu da belki vurgulamak gerekir. Mesela bir sürü büyük kentimizde bir alışveriş merkezleri furyası vardır, hatta kent dışına doğru zorlar, mesela Eskişehir’de bu çok fazla yok, yani bu kentin nüfusunun yetersizliğinden ve ekonomik olarak fakirliğinden değil. Aslında benim gözlemim son derece zengin bir kent merkezi hayatı var burada ve bu talepleri de bir parça engelliyor. Yoksa terminal yanındaki o iş merkezi, İsmar, öyle beklenen bir potansiyeli de göstermedi.
Özellikle 50’li yıllar sonrasında oluşan konut dokusu dar sokaklar, dar parseller, alçak ve yoğun bir yapılaşmayla tabii kent mekanını karakterize ediyor. O beşik doku aslında Eskişehir’de bir sürü Anadolu kentinde olmayan çok özelleşmiş bir mekan. Belki bu kentsel mekanın daha fazla gelişmesini önlüyor da olabilir çünkü bir çok kentimizde olduğu gibi, parsellerin küçüklüğü üzerine 5 katlı, 7 katlı yapıların yapılması gibi bir talep de yoktur, bu aslında belki kent adına bir avantaj olarak bile görülebilir. Kenan’ın da bir parça bahsettiği gibi mesela kamu şöyle bakıyor olabilir; “Konut yaptık size, konut alanınız var, okul istiyorsunuz, hastane de yaptık, yolunuz var, daha ne istiyorsunuz, suyunuz da geliyor,” denebilir doğal olarak. Kent hayatının beklentisi, o konut dışındaki kamusal hayatın program talepleri ve yaşantının zenginleşmesi aslında. Bir dönem bu kampüsler içinde sağlandı. Mesela şeker fabrikasının, Tulomsaş içinde misafirhaneleri var, sosyal tesisleri var, yani orada çalışan insanlar aslında bir takım sosyal taleplerini hep bir parça kamunun biçimlendirdiği format altında çözmeye başladılar hep. Buna karşılık kente bakıyoruz, 40.000 öğrenci, nüfusun %10’u gibi görünüyor, bunlar Ankara’da olmayan 3 tane barı besliyorlar Doors, Buddha Bar, Hayal Kahvesi gibi ama acaba kentin ne kadar nüfusu bu anlamda sosyal hayata katılabiliyor? Bu nasıl zenginleşebilir? Sadece ekonomik problemlerle mi ilişkili, doğrusu çok da emin değilim. Burada belki problem şu; bu kent içinde büyük boşluk alanlar var şeker fabrikası, fabrikalar bölgesi gibi, bunlar zaman içinde dönüşüyorlar ve dönüşecekler, mesela şeker fabrikasının çıkması söz konusu. Bu kentte, eskinin üzerine yapılan yeni şeylerin standartlarının daha da geriye gitmesi, yani mevcut pozisyon bile korunamıyor, problem burada. Mesela Tepebaşı Belediyesi’nin olduğu adada, Çukurçarşı’da eskiden salaş meyhaneler ve balıkçılar vardı, oraya yeni şeyler yapıldı ama oraya baktığınız zaman keşke eski halinde kalsaymış diyorsunuz. Kentin mekanını oluşturma, kentin kültürüne eklemlenme Türkiye’de ya da Eskişehir’de, bizim umduğumuz, hayal ettiğimiz “Tanrı mimar” kimiliği ile beklediğimiz standartta değil.
Kentte konut gelişimi var ama mesela Sultandere’de yapılan toplukonut bölgesi bir Ataşehir veya Ankara’daki Eryaman gibi de gelişmedi. Kent o anlamda da merkezi yağ lekesi olarak gelişmesini sürdüyor, kentin geleceği ile olan beklentide. O zaman anayollar boyunca gelişen yapılaşmalara mı yoksa başka bir şeye mi dönüşecek, onu doğrusu bilmek zor. Kentle ilgili bir yazı okumuştum, orada kentin nüfusunun artmamasını tartışıyorduk. Aslında bu kentin nüfusunun artmaması da enteresan, mesela bunda biraz İstanbul’u suçlamak lazım, kentin büyüklüğü, beraberinde çok özelleşmiş, kentin hayatını renklendiren mekansal talepleri yerine getiriyor. Mesela 10 milyonluk nüfusta, nüfusun %2’si kapı gıcırtısından hoşlansa onlar pekala bir tane dernek kurup yaşayabilirler ama kent küçülmeye başladıkça bu anlamda bir çok özelleşmiş zevkler veya keyifler kendi mekansal veya kültürel karşılıklarını bulamamaya başlıyor. Mesela Bursa büyüyor, Eskişehir büyümüyor dendi. Bu diyeceğim esprili konu da şu, yazar şöyle yazıyor; kentte nüfus artmıyor diyor, bir de doğurganlık azlığı, galiba Eskişehir’in doğurganlığını artırmak yetecek.
İhsan Bilgin: Eskişehir’e bu ilk gelişim değil daha önce de gelmiştim, uzun süre kalmadım ama bir kaç kere gelmiştim, dünden beri de dolaşıyorum. Eskişehir mesela Diyarbakır sur dışına göre, yani sur içi Eskişehir zaten, onun dışında gelişmiş alanlarına göre, Antalya’nın bütününe göre, o küçücük kale içini saymazsanız bütününe göre çok daha urban bir yer. 1980 literatüründe çok kullanılan bir şeydir kentsellik, kent duygusu vermesi, binaların güzellik, çirkinliğinden öte, çok daha insanın içine dolan, bir bütünlüğün içinde olduğunu hissetiren bir şey. Biraz evvel Hasan’ın söylediği çok önemliydi, kent böyle bir tane projeyle kurulmaz, bir sürü proje olmaz demek de değil bu. Herkes orasını burasını çekiştirir, bunların kimisi daha büyük ataklardır, kimisi daha küçüktür, kimisi daha başarılıdır, kimisi biraz daha birbirinin üzerine binerek oluşur ama sonuçta bir şey çıkar. Kent ilginç bir şeydir çünkü böyle yıkmaya, ezmeye çalışırsınız, bastırılanın geri dönüşü gibi, olmadık bir yerden çıkıverir ortaya, yani her şeyi yıkarsanız bir duvar parçası öyle inadına orada durur. Bir şeyi korumaya çalışırsınız canınız çıkar, korumaya çalıştıkça onu mahvedersiniz. Aslında burası orta ölçekli gayet medeni görünümlü bir şehir. Ben bu duyguyu bir de Edirne’de yaşamıştım mesela. Edirne buraya göre biraz daha küçük ama Edirne de bozulmuş feci bir yanıyla ama ben Türkiye’nin Floransa’sı diyordum, bir benzetme, teşbihte hata olmaz.
Dolayısı ile bu yapılanların ve de alelacele yapılan şeylerin gerek planlama ölçeğinde gerekse de heykel dikmek, kaldırım yapmak gibi işlerin başka düzenlerde de yapılabileceğini düşünüyorum. Burada Han’ın dediğini çok önemsiyorum, kimseyle yarışamazsınız, soğukkanlı bir şekilde yönetmek gerekiyor bu karizmayı. Orada onunla yarışmak değil küçük müdahelelerde bulunmak lazım. Küçük derken kendi içinde çokta iddialı olabilir. Bugün mesela bir yeni bina gördük, bir büro binası, dehşet bir yer, daha olgun, daha birikimli, sadece sanatsal kültürü değil siyasal kültürü de içeren bir duruşla, Eskişehir’in bu yeni lideri ile bir “challenge”a girilebilir. Bunu için soğukkanlı olamakta fayda var. Bu büyük alanlar, özellikle fabrika alanları, bunlar çok önemli, yani burası Eskişehir’in kısa vadeli kaderini belirleyebilir. Bunlar çok feci yerler de olabilir, hakikaten kimsenin gitmek istemeyeceği yerler olabilir, korkunç Amerikan kitchlerine dönüşebilir veya sahip çıkılacak şeyler haline gelebilir ama yine Han’ın söylediği tavırla olabilir bu. Yani ferforje ile o ödül de alsa, oraya yapılan müdahale türüyle daha büyük bir alanı mahfedebilir. Daha soğukkanlı olup, oranın sesini dinleyerek, oranın vaadettiği şeylerle kavga etmeden, yapılacak bazı çağdaş müdahalelerle güzel ve çok ilginç yerler olabilir. Mesela Berlin’de böyle yerler var, çok kötü yapılmış yerler var, zannetmeyin ki kötülük Türkiye’ye veya Eskişehir’e özgü, buna mukabil iyi mimarların, iyi politikacıların, sivil insiyatiflerin, örgütlerin veya belediye başkanlarının çabalarıyla çok şık olmuş yerler de var, gidince yadırgamadığınız, içinde bulunabildiğiniz güzel yerler de var. Yani dünya ile mesafede o kadar uzak değiliz, Berlin’de her şey iyi yapılıyor da burada kötü yapılıyor değil orada da çok feci şeyler olabiliyor, çok iyi şeyler de olabiliyor, burada da olabilir.
Zannediyorum buradaki arkadaşlarım da bu söylediklerime katılırlar. Başka söz almak isteyen yok sanırım. Bence çok canlı bir oturum oldu, teşekkürler.