İhsan Bilgin: Bir mimar olarak bunu nasıl ayırırız? Program başarılı değil deyince geriye ne kalıyor?
Salondan: Orası Eskişehir’in ortasında meyve, sebzenin satıldığı bir hal binasıydı, fakat şimdi orası Eskişehir’de bizim kışın gidebileceğimiz tek yer. Bu da programın, yani içerde programın başarısını gösteriyor. Örneğin bugün orada olmamızın sebebi oydu. Bunların hepsinin içinde mimar var, Haller’de var, Odunpazarı Evleri’nde maalesef var. Mimarlar odasında da görevliyim, biz danışmanlarımızla o projenin en üst düzeyde müsebbibiyle bir yemekteyken, bizim danışmanlarımızdan biri, şu anda da aramızda, o binaları eleştirdi, yani yanlış yapıldığını anlatmaya çalıştı. Bizim eski oda başkanlığı yapmış danışmanlarımızdan 3 tanesi “çok da güzel, ne var ki?” dediler. Yani mimarın çok yol katetmesi gereklidir herhalde. Ama şunu da yadırgıyorum, buradaki insanların devamlı olmuş şeyler üzerinden “bu kötü oldu şu kötü oldu” demeleri de çok garibime gidiyor, “ne olmalıydı?” diyememizden dolayı o kötü yapılar var diye düşünüyorum. Teşekkürler.
Salondan: Tunga Çağlayan, mimarım. Salondaki herkesi dinledim, keşke herkes mimar olmasaydı bu salonda, çünkü “Mimarlık Kentleşmenin Neresinde?” derken kendi kendimize bir şeyler anlatmaya çalışmamız çok garip, keşke bunları başkalarına anlatabilsek, sadece mimarlar değil de, başka insanlar da olsa. Yani aslında derdimiz kendimizi yeteri kadar ifade edemememiz galiba, herhalde kendi mesleğimize de yeteri kadar sahip çıkamıyoruz. Bir öğrenci arkadaşımız fabrikatörlerden bahsetti, fabrikatörlerin, yatırımcıların veya bu tür insanların mimara gereken önemi vermemesi, belki de kentleşmenin bu hale gelmesinin asıl sebebidir. Şu anda Eskişehir’in gecekondu bölgelerine, anonim olarak yapılmış o tek katlı evlere baktığımız zaman, çoğu, plan olarak, mimar elinden çıktığını düşündüğümüz evlerden daha iyidir. Bu göreceli bir şey belki ama en azından korunmuş, daha insancıl bir doku var. Eskişehir’e baktığımız zaman, bir inşaat mühendisinin ya da bir teknikerin elinden çıkan bir binayla, mimarın elinden çıktığını bildiğiniz bir binayı ayırt edemiyorsunuz. Bu çok ciddi bir problem, şu anda mimarlık Eskişehir’de kentleşmenin neresinde, hiç belli değil. Aslında belki yerel yönetimler ve eğitimciler de suçludur, çünkü eğitimcilerin üniversitelerde sadece teknik bilgi vermelerinden veya mimari bir noktayı aktarmalarından önce mimarlık etiğini ve mimarlık mesleğine nasıl sahip çıkmamız gerektiğini anlatmaları gerekiyor. Problem gerçekten mimardan mı başlıyor acaba? Biz nerede boş bırakırsak, bu alanı bilmeyerek o dolduruyor, teşekkürler.
Salondan: Herkese iyi günler. Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’ndenim. Aynı zamanda da şehir plancısıyım onun için sanıyorum ki salonda biraz öteki konumdayım. Aslında soru sormayı düşünmüyodum ama bu özellikle iki projeyle ilgili konuşacağım. Porsuk Projesi, İstanbul Kadıköy projesinde sanırım birinci olan mimar Can Kubin’e ait, onun dışında bu Haller projesi de ödül aldı şu anda da Aydın Doğan ödülüyle ya sergileniyor ya yarışıyor ya da ikinci ödülünü alacak. Yani söylemek istediğim bu projeleri overlokçular ya da son ütücüler yapmadı, mimarlar yaptı.Teşekkür ederim.
Salondan: Ben Özcan Aydoğan, mimar değilim ve sokağı temsil ediyorum. Eskişehir’e bazılarınız gibi ben de ilk defa geldim, ilk defa görüyorum. İnternet ortamında bir değerli hocamızın, bir kreatörün, Eskişehir’in vizyonuyla ilgili birtakım değerlendirmeler yapacağını okumuştum. Buraya, “Eskişehir’in içinde bulunduğu sıkıntılarla birlikte bir 15-20 yıl sonra alacağı kent vizyonu nedir?” konusunun konuşulacağını düşünerek geldim. Ama bu toplantıyı son derece önemsiyorum. Günümüzde değerli mimar-mühendis dostlarımızın, yöneticilerle birlikte, içinde bulundukları kentlerin daha yaşanılır kılınmasında son derece önemli roller oynadıklarını biliyoruz. Geçenlerde Los Angeles’taki bir brifingde bir Amerikalı mühendis dedi ki; “Bütün mühendisler inşaatlarında hangi malzemeyi kullanacaklarını bilirler. Yani standart malzemeler kullanılır ve bizde hiçbir zaman yapıların mimari özellikleri, bizim kendi kültürel dokumuza aykırı olmaz. Yani ailenin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik gerilim, yoksulluk ya da diğer özellikler, değerler bizim mimari yapılarımıza yansımaz. O nedenle Los Angeles’ta nereye giderseniz gidin hep aynı tür binalarla, aynı sağlamlıkta, aynı kalitede binalarla karşılaşırsınız”. Lafı fazla uzatmak istemiyorum, aslında ben özellikle Anadolu ile yakından ilgilenen ve sıkça dolaşan biri olarak, Eskişehir’in içinde bulunduğu mevcut durumu beğenenlerden biriyim ve konuşmacı dostlarımızın, 15-20 yıl sonra bir daha geldiğimizde, bizi nasıl bir Eskişehir’in karşılayacağını, nasıl bir kent vizyonu, bir Eskişehir modeli önerdiklerini merak ediyorum. Çok teşekkürler.
Salondan: Anadolu Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nde öğrenciyim. Bence iki önemli şey var; insanlar pek eleştirmedi bu kavramları, bir tanesi Eskişehir’deki koruma örnekleri ile ilgili çok ciddi bir soru işareti. Tamam koruyorlar ama Eskişehir’de ister yenileme, değiştirme, koruma yoluyla alınanlar, isterse sahte korunan binaların bir özelliği var; Eskişehir’de korunan binaların büyük bir çoğunluğu modern binalar, özellikle endüstriyel binalar. Avrupa’nın büyük bir yerinde bu endüstri korumacılığı şu anda çok büyük bir turizm ve bizimkiler bundan çok daha uzak, tam tersine eskiden mahalle bakkalı kadar bize yakınmışçasına bilmem kaç yıllık hal, oluyor annenizin, babanızın veya hatta şimdi sizin eğlence yeriniz. Eski hal, eskiden insanlar orada alın teri döküp, bir şeyler satarmış, şimdi endüstriyel değeri kaldı mı, hayır. Endüstride de çok ciddi bir soru işareti var bunu da belirtmek istiyorum. Endüstri kavramının, Avrupa kentlerinden alınmış olan endüstri kavramının, özellikle İngiltere’nin endüstri toplumuna borçlu olduğumuz o kavramın, Latince kökeni konusunda ciddi bir sorunumuz var. Çok da iyi bir örnek gösterebilirim; fabrikalar bölgesi, şu anda oranın çok yakınında oturuyorum, buraya da yürüyerek gidip geldiğim için biliyorum, Eskişehir’in ne kadar dışında ne kadar içinde bu planlar karşılaştırılabilir ama hala daha o zamanın endüstrisi bile insan ölçeğinde bir endüstridir, yani Odunpazarı’nda oturan bir kişi fabrikalara yürüyerek gidip gelebilir. Her mimarın hayali olduğu gibi büyük kentlerin endüstrisi gibi bir endüstri değil. Bu yüzden bizim kafamızdaki kent kavramıyla, her mimarın hayalinde olan o büyük kentle Eskişehir kenti arasındaki ölçek farkında kaybettiğimiz küçük bir koruma sorunu var. Dikkatinizi çekmek istediğim ilk nokta bu.
İkincisi Kenan beyin söylediği şu öğrenci sınıfı hikayesi. Doğru, bizim bu antropolik gözlem hamiliğimiz çok hoş ama çok ciddi bir şey var, öğrenci sınıfının büyük bir çoğunluğunun mekana karşı duyarlılığı, ne kadar bilinçli olduğu ve ne kadar olmadığı ve bu hareketli olma durumu, özellikle o sıfat çok büyük bir dert sanırım bizim için, bu sıfatın keşfettikleri yerlerle ilgili dönüştürücü niteliğinin ne kadar iyi olduğunu çok iyi görmek lazım. Çünkü şöyle söyleyeyim, Porsuk’un asıl müdavimi zaten öğrenciler ve hiçbiri de biz Porsuk’tan memnunuz demez ama buradan çıktıklarında tek gittikleri yer orasıdır, bundan emin olabilirsiniz. Önemli bir şey daha var, gelecek fikri, henüz mimar olmadığım için daha rahat konuşuyorum. Gelecek zaten görünüşte ve etikte benim. Gelecek konusunda Eskişehir’in çok büyük bir sorunu olacak buna eminim. Aynı bugünkü sorunları gibi çünkü Avrupa üstünde dolaşan büyük hayaletler bugün Eskişehir’deki mimarlar arasında da dolaşıyor. Okulda attığım o muhteşem çizginin, Eskişehir’de trafik çizgisi tanımayan, “Tramvay neden böyle işliyor kardeşim?” dediği halde bu lafı derken bile tramvayın önünde rayda zıplayan kişiye karşı anlatılması son derece büyük bir zorluk. Yani mimarın verdiği savaş sadece düzen ve kendisi ile ilgili değil, çevremizdeki insanlarla. Yani burada birçok insan bazen kırmızı ışıkta geçiyor, sonra ben ona refüj çiziyorum, ışık çiziyorum, buradan bu geçicek diyorum veya plancı çiziyor ama savaşı verdiğim kişi bir diğer mimar, bu çok daha ciddi bir sorun. Bu meslek içi bir çatışma, gelecekteki en büyük düşmanımın bu olduğuna inanıyorum yoksa dünyadaki hiçbir kentsel durum altı yıllık eğitimle, hayal gücünüzle yarışamaz, yarışamadığını kanıtlayan en büyük kanıt da yarışmalar. Öyle projeler varki, hiç kimsenin karşı koymadığı ancak bir diğer mimarın karşı koyduğu durumlar var ve bu kadar basit. Gerçi Eskişehir’de mimarlık aramadan önce, bence çok ciddi bir sorun büyük üniversitelerin eğitimini koyun bir kenara, mimarlık öğrenmeye gelen kişinin kafasındaki mimarlık ve bu yüzden de daha sonra oluşturduğu sorunlar var bir çok şehrimizde.
Salondan: Yasin Uğur, Odunpazarı Belediye Meclisi Üyesi. Ben mimarlara eleştiri şeklinde birkaç soru sormak istiyorum. Hasan Polatkan Bulvarı’ndaki gibi 7-8 katlı binaların veya kentin varoşlarındaki tek katlı yapıların yapımının nedenini, en ucuz yoldan nasıl bir ev yaparım nasıl bir barınak yaparım diyerek mimarlardan kaçma ya da mimarlara ulaşamama olarak düşünüyorum. Neden bizim de mesela Avrupa’da yapılan büyük binalar gibi gösterişli binalar, işte Eyfel Kulesi belki daha önceden yapılmış ama, Osmanlı Dönemi’nde yapılmış, Selçuklu Dönemi’nde yapılmış Eskişehir’de Kurşunlu Külliyesi var, 1507’lerde yapılmış Kurşunlu Külliyesi ve 500 senedir hala ayakta. Neden yeni mimarlarımız böyle büyük projeler yapıp da kendilerini Eskişehir’e göstermiyorlar? Mesela Taşbaşı’nın yan tarafında 100 senelik bir Ziraat Bankası var, muhteşem ve 100 senedir ayakta duruyor ama şimdi mesela bir 10-15 senedir Eskişehir’de yeni yapılmış, böyle 100 veya 200 sene duracak kaliteli bir bina yok. Yani Mimar Sinan veya Mimar Halit Halaç yaptı çizdi projesini diye bir proje bilmiyorum, Eskişehir’de zannetmiyorum.
İhsan Bilgin: Sinan’la Halit bey arasında biri daha var. 1955’te Türkiye’nin en güzel tren garlarından birini yapmış buraya, yani onun üstünde bir şey var, bir aluminyumcu değil de pleksiglascı, bu benim özel bir ricam, mesela o oradan sökülse ne kadar güzel olur, mesela birisi düşünse, üstüne “Eskişehir Garı” nasıl yazılır diye böyle birkaç tasarımcı bunun üzerinde çalışsa ve o çirkin pleksiglas şey kaldırılsa, o bina yeterince korunsa bence bu toplantının katkılarının yanısıra başka bir katkısı daha olur. Bu bile yeter. Yani Sinan’la Halit bey arasında da bir şeyler olmuş, arada birkaç mimar daha var.
Salondan: Öncelikle Eskişehir’in, özellikle Ali hocamız bahsetti, kent yönetimindeki birkaç şeyi soracağım. İlk başta bahsedildi, sanayi devrimi ile Rönesans döneminden kurtulan, Mimar Sinan ve yönetimler arasındaki ilişkinin günümüze nasıl yansıdığı, bunun nasıl kaybolduğu söylendi. Sanayi devrimi ile istekler değişti, arz-talep değişti, insanlar daha fazla kâr amacı güderek biraz daha geriye gidip, o anki algı neyse onu yapalım, onu halledelim gibisinden birtakım düşüncelere giriyorlar diye düşünüyorum. Bu dönemle birlikte yönetici-mimar ilişkisi bozuldu, peki bizim bu ilişkiyi tekrar sağlamlaştırmamız için neler yapmamız lazım? Şu anda ben mimarlık öğrencisiyim, ben nasıl davranmalıyım ki, ilerde yaptığım tasarımlarda, yaptığım işlerde yönetici-mimar ilişkisini sağlamlaştırabileyim, nasıl bir yol çizmeliyim ki kendime böyle bir noktaya ulaşabileyim?
İhsan Bilgin: Konuşmacılara hemen soralım bunu isterseniz, çünkü bu iyi bir soru.
Kenan Güvenç: “Her mimar zevkli dostları ile güzellikler çizer,” diyor yüksek mimar Mehmet Gürel. Şehirde sızıldanıcı ve şehri havaalanı pisti gibi görmek isteyen iki özgün insan türü var, biri “homotaxüs” diyebilirim taksiciler diğeri de “homoarkitektus”, malumunuz. İkisinin de ortak bir özelliği var; bunlar insani etkinliklerini mutlak olarak yalıtılmış bir ortamda icra etmek isteyen teşhirciler. Teşhirciliğin altta yatan nedeni çaresizliktir, siz de önemli olduğunu düşündüğünüz ve mutlaka başkaları ile paylaşmasını istediğiniz bir özelliğiniz vardır ama bir türlü sosyalleştiremiyorsunuzdur, bu yüzden, sosyelleştirmenin de maddi araçları yoksa eğer, başlarsınız yalıtılmış bir ortamda göstermeye. Konuşmamdaki bu gevşekliği bir kenara bırakıp, biraz daha entellektüel bir havaya soksam, şunu diyebilirim Eskişehir diye bir yer yok, özellikli bir Eskişehir yok. 50’lerden bu yana ağır bir şekilde maruz kaldığımız, merkezi otoritenin, siyasi iktidarın, bir radyasyon gibi içimize işleyen bir baskı mekanizması var. Çok ağır bir baskı mekanizması bu, ağır olmasının sebebi politik olması. Bu mekanizmanın, bu baskının altındaki şey konut, yani konut-despotik bir hayat tarzı sürüyor ülkede.
Konut-despotik bir hayat tarzı ne demek? Konutsal veya mekansal bir statü olarak değil, bir politik olarak ele alındığında yani hayatı kurma biçiminin insanca hali diyelim, politikten kastım bu, önemli bir politik tema. Gündelik hayatımız denen şey bu esasında, konut-despotik hayatımızın, kamusal alanın yerine ikame edilmesi ile genişletilmiş bir hayat. Yani biz ev halini dışarıda da sürdürmeyi toplumsal hayat olarak addediyoruz. Mesela minibüslerin arkasında yastık, yorgan olması ya da “babam sağolsun” lafları ya da çalıştığımız işyeri sahiplerine “babam”, “baba bir adam” denilmesi. Sonra mesela Telekom’a gidiyorsunuz, para yatırıyorsunuz herkes çok ciddi, sonra dolabı açıyorlar orada bütün ailesinin resmi dizili, arşiv dolabının içinde. Konut burada bir ikame, toplumsal hayatta olmazsa olmaz olan kamusal alanın yerine yapılmış, onun yerine geçsin diye addedilmiş, merkezi iktidar tarafından kendisi önerilmediği halde 50’li yıllarda kentleşmenin gücüyle ortaya çıkınca da toplumsal yaşamın kontrol mekanizması olarak hemen üzerine sarılınmış bir şey. Çünkü bu bir kere ucuz bir toplumsal maliyettir, yani siz mesela bir insanı köleleştirmek istiyorsanız, onu bir konut edinme, başını sokacak bir yuva peşinde koşmaya ikna edin bu yeterli, dumura uğrayacaktır.
Annelerimizi, babalarımızı ve hatta kendinizi düşünün, bir konutum olsun diye peşinden koşmak bütün hayatımızı dumura uğratıyor, bu bütün toplumsal hayatımıza hakim bir şey. Merkezi devlet aygıtının toplumsal sınıfları, katmanları, alt kültürleri kontrol edebilmesinin kolaylaştırıcı mekanizmasıdır konut-despotikal. Siz kişisel hayatınızı konut edinme çabasına yenik düşürerek baştan zaten ezik bir hayat sürersiniz. Mimarlık ve mimarların bu çaresizliğinin temel tarihsel nedenlerinden biri, 50’lerden bu yana başlayıp “kentleşme” diye bize dikte edilen, esasında hızlandırılmış yaşlandırma operasyonu diyebileceğim, taze kaşar gibi, kentlerin sadece konut dokuları üzerinde yükseltilmesi, böylece kamusal hayatta olma dikkatini edineceğimiz, birbirimizle yanyana geldiğimizde aynı mekanın öteki uçları olduğumuzu, farklı insanlar olduğumuzu dile getirebileceğimiz kişi-dışı alanları hemen esgeçmiştir, onu bir kenara koyalım. Çünkü eğer kamusal hayatı, merkezi otorite, yükümlü olduğu şekilde geliştirecek şeyler yapsa, biz o zaman işte, konutun bu despotikliğinden kurtulup, dışarı çıkıp kamusal bir alanın içerisinde yeni türden ilişkiler kuracağız. Orada da örneğin gelecek kaygıları başlayacak, bir diğerimize dikkat etme, diğeriyle birlikte bir şeyler oluşturma, ötekinin oluşması gibi bir fiziksel çevreye kavuşacağız. Burada işte mimarlık ancak kamusal hayatta bu gelişme noktasında devreye girebilir.
İhsan Bilgin: Buna katılıyorum yalnız bir şartla, “Eskişehir yok,” dedi Kenan Güvenç, yani bu bütün Türkiye birbirine benziyor anlamında değil, bu dediklerinin en fazla olduğu yer Türkiye değil, ABD’dir, buradan başlamamız lazım. Dünyanın “en gelişmiş” kabul edilen yerinden başlayan bir şey bu ev despotizmi.
Kenan Güvenç: Bizde çok özel, Türkiye’ye özgü bir şey olarak sürdüğünü düşünüyorum bunun.
İhsan Bilgin: Ben öyle bakılırsa buna katılmam ama dünyanın yaşadığı, özellikle ABD’nin, modern hayatın dayattığı bir şey olarak görülürse bu bana daha ilginç geliyor, bu benim şahsi fikrim. Oda başkanımız ne der? Sizin söz söyleme anlamında çok sorumuluğunuz var, tüm yükleri size atacak halimiz yok ama belediye temsilcisi arkadaşımızın söylediği gibi biz bunları mimarlara yaptırıyoruz siz yine konuşuyorsunuz diyor. Mimarlar bizlere beğendirmiyor. Ne diyorsunuz?
Halit Halaç: Aslında konuşmaların bu kısmını daha çok seviyorum, daha spontane ve karşılıklı. Aslında genç arkadaşların bilmesinde fayda var, meclis üyeleri böyle konuşur, 1980 öncesinde kentteki imar planlarını yapma yetkisi belediyede değildi. Bayındırlık Bakanlığı aracılığıyla, İller Bankası göreviyle, imar planları yapılırdı, bu anlamda hiçbir siyasi organizasyon, meclis üyesi bulamazdı ama 1983 sonrasında belediyelere bu yetki verildi, imar planlarını belediyeler yapma özgürlüğüne sahip oldu. Sanki Yasin bey de özel davetlim gibi geldi, bunlardan bahsedecektim konuşmamın ikinci kısmında. İlk seçimlerde meclis üyeliği başvurusu 17 kat arttı, bir sonraki seçimde 120 kat, 1999’daki seçimde 1500 kat arttı acaba neden? Kentleri mimar yapmaz mı? Sürekli öteleniyoruz biz, disiplinimiz sürekli geri getiriliyor, temsiliyet kabaliyeti zayıf insanlar tarafından meclisler dolduruluyor ve bu meclislerde kent adına kentsel süreklilikte iddia sahibi insanların fikri alınmaksızın tasarımlar yapılmaya gayret ediliyor. Bu anlamda belki mimarların suçu büyük olabilir ama en az konuşması gereken insanlar bu kentte, önceki dönemlerde yanlış kararların altına imza atmış meclis üyeleriymiş gibi duruyor. Önceki konuşmamda zaten benim derdim, mimarın artık kendini toplumsal hayata tanıtmaya dönük bir tavrı alması gerektiğine dair inancı sizlere transfer etmekti. Çünkü sizler artık mimarsınız.
Ben bu kentte iki önemli kırılma noktası hissediyorum: Birincisi, Porsuk gibi kenti dönüştürmeye, kenti strüktüre etmeye dönük, iddiası olan bir omurgayı perde gibi saran 8 katlı yapılaşmaya izin veren imar planı, hallaç pamuğu gibi atmıştı ortalığı. İkincisi ise 99 seçimlerinden sonra iktidara gelen Yılmaz Büyükersen organizasyonu. Bir marka, üstentellektüel, dünya görgüsü çok fazla, kendisiyle mücadele etmek imkansız olan bir adam kente neler yaptı? İşte bugün konuşmacıların pekçoğunun altlığını oluşturan pratiklerin hepsini o yaptı. Son 5 senede inanılmaz değişiklikler oldu bu kentte, 70 senede olmadığı kadar, bu kadar malzeme verdi bize.
Örneklemeye ve derinleştirmeye girdiğiniz zaman, hayatım boyunca birebir anlatımlardan hep kaçtım ve nefret ediyorum, bu halkı aptal gibi gören 1960’lardaki Türk filmi yönetmenlerinin tarzıdır aslında. Yani seyirci anlamaz nasıl olsa, adam gelir, diğeri sorar; “Geldin mi?”, geldiğini görüyodur ama yine de sorar, seyirci anlamaz çünkü. Dün çok hoş anlatıldı, bu örnek bunu zenginleştirebilir diye anlatıyorum; “Arım, Balım, Peteğim” Cüneyt Arkın ve Türkan Şoray’ın bir filmi. Cüneyt Arkın klasik zengin, yakışıklı binbir hayat yaşayan Türk delikanlısı, Türkan Şoray fakir ama güzel kız, Cüneyt Arkın her gün başka biri ile eğleniyor, bir gün Türkan’la da eğleniyor, çocukları oluyor. Cüneyt onu da terkediyor, sonra çocuk bir gün balkondan düşüyor, Cüneyt başka biriyle yine eğleniyor o sırada, tam takside eğlenirlerken radyoda bir şey duyuyor, hastanede yatan bir hasta için A Rh+, birden eğlenceyi bırakıyor Cüneyt “Hemen kan vermeye gitmem lazım,” diyor, hastaneye gidiyor çocuğu ile karşılaşıyor, çocuk “Size baba diyebilir miyim?” diyor. Buradaki konu şu, yönetmen seyirciyi aptal yerine koyuyor, tamamen birebir bir anlatım olduğu ortada, kente bakıyorsunuz, heykellerimiz var, Sadun hoca “Rönesans’ta yaptılar bunu gavurlar,” diyor. Doğrudur, böyle kıvrılarak balık ağzından su akıtıyor...
İhsan Bilgin: Ama bir fark var ben onda israr edeceğim, Rönesans’ta yapılanlar tam öyle değildi.
Halit Halaç: Ama Yılmaz hocanın zeka pırıltıları şuradan kaynaklanıyor. Bizi öylesine iyi tanıyor, bizim görgüsüzlüğümüzün o kadar farkında ki Avrupa’ya her gittiğinde bir fotoğraf alıyor geliyor ve “Alın bu da var işte,” diyor. Porsuk kıyısına giderken balık tutan bir adam heykeli var, koskoca bir tabela aslında bu, diyor ki “yerlere çöp atma”, tabela yapmıyor adam, heykel yapıyor bir şey anlatmak için. Bir de Atatürk Heykeli var, ben gerçekten güzelden anlarım, heykelin bu denli önemli olduğunu Yılmaz hocadan önce bilmelisin. Facia, heykellerin hepsi birer facia ama tasarımcı olmayan, sanat denilen illetle yakından temas etmemiş insanlar tarafından “Aman Allah’ım, ne kadar güzel oldu,” deniyor. Taksi durakları pvc, döküm, bu siyasi tezgahları üreten mühendisten Allah razı olsun, bir tane yapıp çoğaltarak üretti. Oryantalist mi, yoksa kitch mi bilmiyorum, Yılmaz hocam kızmıştı bana kitch deme diye, bunu isimlendirmek bile güç. Ama kentin her tarafında patladılar birden ve biz tutamadık. “Yönetici ile mimar arasındaki ilişki pratiği acaba nasıl olursa zenginleşiriz”in cevabına temas edemediğimiz zaman yönetici inanılmaz hızlı üretir.
Odunpazarı’na, Porsuk’a çok dokunmayacağım ama bunlarla ilintili olarak Yılmaz hocanın kentin üzerinde böyle bir gülüverdiğini görüyorum, kentte ne ararsanız var. Bunun sebebi ise yine bir zeka pırıltısı, bizim eksikliğimizden yani toplumun fakirliğinden kaynaklanan bir zeka pırıltısı var. Biraz önce bir fotoğraf vardı zannediyorsam Hasan hocanın göstermiş olduğu, vapur var, fayton var, hem de İngiliz melon şapkalı adamlar tarafından kullanılan faytonlar, sonra uçak var, tren var, ne ararsan var. Şimdi bu imge yığılmalarıyla yapılmak istenen aslında şu; bir hafızayı yeniden kurmak ya da varolan hafızayı 1999’dan sonra, yani seçilmiş olunan andan itibaren yeni bir hafıza yaratmak, yani bir milat. Bunu yazdılar da biliyorsunuz, İsa’dan önce-sonra, Yılmaz hocadan önce-sonra, Hıncal Uluç köşesinde yazdı, bu kentte neler yapmış bu adam ellerinden öpmek lazım diye, 3 gün boyunca yazdı hem de. Bu anlamda kenti büyük bir lunapark gibi değerlendirir Yılmaz hoca ve gerçekten de tasarlarken çok eğleniyor, oraya onu koyuyor, buraya bunu koyuyor, koyarken bize de sormuyor. Çünkü zannediyorum onun zeka pırıltılarına biz erişemediğimizden dolayı öylesine, yani ünlü Türk düşünürü Yılmaz Büyükersen denmesine aldanmamışcasına, temas etmemize izin vermiyor bir türlü. Bu anlamda işte benim ilk baştaki konuşma pratiğimin niteliği buydu, temas edemediğimiz noktada mimarla, yönetici arasında böylesine yapılanmalar hayata geçiyor.
İhsan Bilgin: Ben galiba meseleyi anladım. Burada Yılmaz beyi iyi yönettiğiniz zaman, burası harika bir şehir olacak, yani Yılmaz bey aslında önemli bir figür, mesele onu iyi yönetebilmekte. Tabii ki o yönetecek onun üstüne çıkacak halimiz yok ama bu Eskişehirli mimarların, işte bu zeka mıdır bilmiyorum, gücü yetmiyorsa, buraya transferler yapılırsa, burada bir yeni Rönesans doğabilir, gerçekten doğabilir ama o heykellerle falan değil. Şimdi Han Tümertekin’e sözü vereceğim tüm bu konuşmalar arasında, ama özel bir soru vardı ikimize, “10-15 sene sonra Eskişehir’i nasıl görmek istersiniz, şimdi nasıl görünüyor?” diye onu da herhalde es geçmemekte fayda var, buyrun.
Han Tümertekin: Sanırım problem soğukkanlı olamamakta. Az önce bir öğrenci arkadaşımız da sordu “Nasıl başa çıkayım ben bununla?” diye. Bir kere alttan alınması gereken bir şey olduğunu düşünüyorum, mimar yalnızca resmi ya da siyasi kurumları işveren olarak karşısında görmez, onun için konuşma büyük çapta değişti. Mimarın ürününü oluşturmasındaki yegane muhatabı ille de belediyeymiş gibi, ki gayet iyi biliyoruz ki işveren konumunda özel sektörden pekala gerçek kişiler de olabilir, fakat özellikle siyasi işveren karşısında yer aldığınızda onlar ilgi çekici, damga vuracakları yapılar talep ediyorlar. Mimar bunun karşısında ne yapabilir? Mimar için çok sık rastlayacağı bir sorun bu. İtiraf etmeliyim ki en azından kendi tecrübemi aktarabilirim, gerçekten soğukkanlı olmak çok işe yarayan bir şey, insanın, bir tasarımcının en zor bastirabileceği güdüsü sanırım bu. Tabii ki biri size şu ya da bu şekilde bir olanak sunuyor kendinizi göstermek için, işte o anda en büyük mücadele zeminini sanırım sizin egonuz oluşturuyor. Ne kadar sakin kalabilirseniz, ne kadar kendinizdeki bu ilginç bir şey yapma güdüsünü bastırabilirseniz sanırım o kadar bu mücadeleden galip çıkıyorsunuz.
Odunpazarı’ndaki, kabaca eski anonim mimari örneklerinden söz edilir, bir de bugün baktığımızda şu ya da bu şekilde değerli gibi görünen yapıların hiçbirinin ilginç olmak, dikkat çekmek amacı ile yapılmadığını hepimiz görebiliriz. Ne şu ya da bu şekilde fiziksel kalitelerini değerli bulup, dönüştürerek içine yerleşilen hal binası ya da sanayi yapıları olsun ne de sivil mimarlık örneği o konut yapıları olsun. Dolayısı ile bu anlamda gerçekten mimarların silahı olabilecek şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Her an bir ilginç ürün çıkarma çabası ile harekete geçmemek, bildiğini, yani kafasına koyduğu şekilde, sakin sakin, ne olup ne bittiği ile ilişki kurup zaman içinde bu sonuc varmalı. Her tasarımcı bu tür motive edici bir egoyu beslemek zorundadır. Evet şu mimarın, bu mimardan farklı bir ürün vermesi için kuşkusuz bireysel bir boyut katması gerekir ama ne yazık ki az önce konuşulduğu gibi; “Para var, yapılan şeyler var ve bunların bir kısmını da mimarlar yapıyor, buna rağmen niye iyi bir şey elde edilemiyor?”, bu sorunun altında yatanın bu olduğunu düşünüyorum, çünkü mimar yakaladığı fırsatta “bir kendimi göstereyim” refleksi ile hareket ediyor ve gittikçe batıyor. Bu konuda hiç değilse 20 yıla yakındır sebatkar ve stratejik bir mücadele yürüttüğüm ve kısmen de sonuçlarını gördüğüm için en azından öğrenci arkadaşların işine yarayacağını düşünüyorum. Kendinle mücadele edip, kendini bastıra bastıra ilerlemek gerçekten bir silaha dönüşüyor.