2. Kalkınma Politikasında Cinsiyet Önyargısı
İnsani kalkınmanın ve sosyal adaletin amacı, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin toplumun her kesiminin gelişmeden pay alabilmesini sağlamaktır. Günümüzde temel hak ve özgürlüklerden yararlanma, gelirden adil bir şekilde pay alabilme ve karar mekanizmalarına katılma gibi konularda farklı cinsler arasındaki eşitsizlikler halen devam etmektedir. Bu bölümde, cinsiyet önyargısı ve toplumsal cinsiyet olgusu üzerinde durulacak, kadın hakları kavramına neden gerek duyulduğu araştırılacaktır. Ayrıca, uluslararası düzeyde kadın-erkek eşitsizliğini gidermeye yönelik çabalar ve Türkiye’de kadının statüsü değerlendirilmeye çalışılacaktır.
2.1. Cinsiyet Önyargısının Neden Olduğu Kadın Hakları Savunmasının Gerekliliği
İnsani kalkınma yaklaşımında temel amaç, yaşam standardının iyileştirilmesi ve toplumun her kesiminin iyi yaşam kalitesi düzeyine eriştirilmesidir. Bu kapsamda, toplumda cinsiyet ayrımı yapılmaksızın bir gelişme sağlanmasına ve kadın-erkek tüm bireyleri hedef alan bir stratejiye gereksinim duyulmaktadır. Kalkınma disiplininde cinsiyet konusuna özel olarak önem verilmesinin nedeni, toplum ve ülke fark etmeden tüm dünyada bir kadın sorununun var olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak, bu sorunun gelişmekte olan ülkelerde daha şiddetli yaşandığına dair bir görüş birliği söz konusudur.
Cinsiyete dayalı ayrımcılık, kadının yalnızca aile içindeki konumunu ve ilişkilerini değil, eğitimden çalışma olanaklarına, meslek seçiminden yükselme olanaklarına kadar tüm çalışma ilişkilerini etkilemektedir (Koray, 1998: 460). Kadın, eğitime erişimde, aile içi faaliyetlerin paylaşımında, işgücüne katılımda, iş yaşamında eşit ücrete sahip olma konusunda genel olarak dezavantajlıdır. Eğitim hakkı söz konusu olduğunda erkeğe öncelik tanınmaktadır. Buna karşılık, kişisel gereksinimlerini karşılamak ya da aile bütçesine katkıda bulunmak için çalışan kadın, annelik ve ev kadınlığı görevlerinin yanında ek yükümlülükler üstlenmiş olmaktadır. Ancak, genel olarak kadın emeği erkeğe göre ucuzdur ve kadın bu süreçte bir sömürü yöntemi ile karşılaşmaktadır.
UNDP’nin insani kalkınmaya yönelik çalışmalarında cinsiyet önyargısı ve kadın sorununun özel bir yeri vardır. Çünkü, bireysel özgürlükler bağlamında kadının sosyal rekabet gücü çok zayıftır. Kalkınmanın amacı, başta kadınlar olmak üzere, toplumda savunmasız olan tüm kesimlerin eşitlikçi bir gelişmeye ulaşabilmelerini sağlamaktır. Böylelikle sosyal özgürlüklerin tabana yayılması gerçekleşebilir.
Sosyal adalet, kalkınma politikasının önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Sosyal adaletin sağlanması için gerçekleştirilecek olan yatırımlar içinde kadınlara ayrılan pay erkeklere göre daha fazla olmalıdır. Böylelikle daha yüksek verimlilik ve kaynakların daha etkili kullanımı gerçekleştirilecektir. Kadınların iyileştirilmesine yönelik çabalar, doğurganlığın azalması, doğru ve dengeli beslenme, bebek ve çocuk ölümlerinin azalması, sağlıklı ve iyi yaşam gibi önemli sosyal amaçların gerçekleşmesini sağlamaktadır. Sonuç olarak, kadın sorunlarının çözümlenmeye çalışılması insani kalkınma sürecine katkıda bulunmaktadır (worldbank.org, 2001(b)).
1900’lü yılların sonundan itibaren, “kadın çalışmaları” (women studies), yerini, “toplumsal cinsiyet çalışmaları” (gender studies) kavramına bırakmıştır. Toplumsal cinsiyet kavramı, biyolojik cinsiyetten farklı olarak sosyal ve kültürel sorunlar içeren ve zaman ve mekana göre çeşitlilik gösteren bir içeriğe sahiptir (Abadan Unat, 1998: 4). Toplumsal cinsiyet araştırmalarının sosyal bilimler içinde önemli bir yeri vardır. Bu çalışmaların amacı, tarihsel süreçte kadın ve erkek için belirlenen rollerin toplumların ve kültürlerin gelişimleri üzerine olan etkilerini araştırmaktır.
Kalkınma ekonomisinde, toplumsal cinsiyet olgusunun analizlere dahil edilmesi ve kadının temel hak ve özgürlüklerden yararlanmasını sağlamaya yönelik çalışmalar artarak devam etmektedir. Bu yaklaşımlarda, “kadının kalkınma ile bütünleşmesi” için ekonomik refahın eşit paylaşımı yanında, kadını kalkınmanın gerisinde bırakan kültürel, politik ve sosyal yapılara da radikal bir biçimde karşı çıkılması gerektiğinden söz edilmektedir (Kurtuluş, 1997: 125).
Toplumsal cinsiyet olgusu, öncelikle kadın ve erkek davranışlarını yönlendiren etkenlerin kaynağını saptamak üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu noktada önemli olan, kültürlerin ve inanç sistemlerinin yarattığı geleneklerin toplum üzerinde oluşturduğu baskıdır.
Toplumsal cinsiyet rolleri, kadın ve erkeklerin biyolojik faktörleri tarafından belirlenen davranışlardır. Ancak, cinsiyetin sosyo kültürel farklılıklarında, toplum baskısının fiziksel konumdan daha önemli olduğu söylenebilir. Her toplum kadın ve erkekten belli şeyler beklemektedir. Cinsiyet sınıflandırması, erkek baskınlığı ve kadın bağımsızlığı değişmez değildir (Eitzen; Zinn, 1992: 228). Bebeklikten itibaren kız ve erkek çocuklara belli davranış kalıpları benimsetilmektedir. Çocuklar ilk olarak ailede, daha sonra eğitim sisteminde, davranışlarını toplumun beklentileri yönünde ayarlamayı öğrenmektedirler.
Son yıllarda toplumsal cinsiyet ve ekonomi bağlantısı çerçevesinde kadın kimliğini ön plana çıkartan feminist ekonomi söylemleri ortaya atılmıştır. Feminist iktisadın hedefi, iktisadı toplumsal cinsiyetçi bakışından kurtarıp, hem kadın hem de erkek deneyimlerini içerebilecek bir biçimde genişletmektir. Burada amaç, kadın bakış açısını da kapsayacak bir ekonomi bilimi oluşturmaktır. Feminist ekonomistler, ekonomide öncelikle evli ve bağımlı kadın ve anne-kadın kimliğinin ön plana çıkarıldığını vurgulamaktadırlar. Ayrıca, feminist ekonomi, dünyada kabul gören ekonomi yaklaşımında kadınların geleneksel rolleri gereği irrasyonel olduğunu ve sanayideki kadın işgücünün niteliksiz ve ikincil olarak kabul edildiğini savunmaktadır. Söz konusu görüş iktisadın, dişil gördüğü özellikleri (bolluk, diğerkâmlık ve işbirliği) gözardı ederek, eril gördüğü kavramlar (kıtlık, bencillik ve rekabet) üzerine kurulduğunu açığa çıkarmaktadır (Serdaroğlu; Özkaplan, 1998: 9-14).
Ekonomik ve politik kararların alınması sürecine katılımda kadınların erkeklerle eşit koşullarda olmaması, kadınların özellikle, yüksek öğrenim olanaklarından yeterince yararlanamaması, kadınların milli gelirden aldıkları payın düşüklüğü, kadın girişimcilere yeterli teknolojik ve mali desteğin verilmemesi ve bazı zararlı gelenek ve görenekler yüzünden kadının ekonomik kapasitesini iyileştirememesi, özellikle, gelişmekte olan ülkelerin sorunlarının daha da derinleşmesine yol açmaktadır (KSSGM, 2000: 7).
Kadınlara ve kız çocuklara karşı uygulanan şiddet, hem kamusal hem de özel alanda bir insan hakları ihlali anlamına gelmektedir. Birçok ülke şiddete yönelik yasal önlemler almıştır. Ancak, tüm bunlara rağmen, şiddet uygulayanlara yönelik rehabilite programlarının eksikliği ve sosyo-kültürel değerler nedeniyle aile içindeki her tür şiddetin görünmez halde kalmaya devam etmesi, kadının fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalmasına neden olmaktadır (KSSGM, 2000: 8).
Önemli bir kalkınma göstergesi olarak kabul edilen doğumda yaşam beklentisi kadınlarda erkeklere oranla daha yüksektir. Ancak, kadınların üzerlerine aldıkları sosyal sorumluluklar, sağlıklarını olumsuz yönde etkilemektedir. Kadınlar, erkeklere göre yoksulluktan daha çok zarar görmektedir. Eğer çalışıyorlarsa daha az kazanmakta ve düşük statüde çalışmaktadırlar. Kadınlar, erkeğe oranla ev bütçesi üzerinde daha fazla sorumluluğa sahipken, devlet bütçesini kontrol etme güçleri yoktur (Nettleton, 1996: 181).
Kalkınmanın temel hedeflerinden biri yoksulluğun azaltılmasıdır ve yoksulluğun ortadan kaldırılması bir insan hakkı olarak görülmektedir. Bu bağlamda, kadın haklarının da bir insan hakkı olduğu kabul edilmektedir. Çünkü, kadınların güçlendirilmesi, ilerletilmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliği sağlanmadan yoksulluğun azaltılması mümkün değildir. Kadınların ve yoksul bireylerin güçlendirilmesi, katılımın ve demokratik karar mekanizmasının sağlanması için gereklidir (Çağatay, 1998: 15).
Dünyada yoksullukla yaşayan 1.3 milyar kişinin %70’i kadınlardır. Yirmi yıl içinde 41 gelişmekte olan ülkede kırsal kesimde yaşayan yoksul kadınların sayısındaki artışın, yoksul erkeklerden %17 daha fazla olacağı tahmin edilmektedir. Yoksul ailelerde fazla sayıda çocuk sahibi olma eğilimi ve adolesan gebelikler yaygındır. Bununla birlikte, yoksulluk ev içi şiddet sıklığına neden olmaktadır. Kadınların üzerinde yoksulluk, açlık,beslenme yetersizliği ve aşırı çalışma gibi birçok baskı vardır. Bu tür olumsuzluklar ve kadınların toplumda üstlenmek zorunda oldukları roller ruh sağlığı problemlerine neden olmaktadır (un.org.tr, 2002(d)).
Toplumsal ilişkiler yaş, din, ırk ve cinsiyet gibi sosyal farklılıklar arasındaki güç ilişkileriyle sürmektedir ve eğitim de bu güç ilişkilerinin bir parçasıdır (TÜSİAD, 2001: 26). Eğitim, insani kalkınma hedeflerine ulaşılması için gerekli bir insan hakkıdır. Bu nedenle, herkese eğitimde fırsat eşitliği sağlanmalıdır. Ancak, bu ortamda mağdur durumda olan kadınların özellikle desteklenmesi gerekmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde kadın eğitimine yapılan yatırımın verimliliği, erkek eğitiminden daha yüksektir. Eğitim doğurganlığın azalmasına, daha az çocuk ölümüyle karşılaşılmasına, evlilik yaşının, daha sağlıklı, iyi beslenmiş ve eğitilmiş çocukların sayısının ve işgücüne katılımın artmasına, GSMH’dan kadınların aldığı payın yükselmesine neden olmaktadır.
Kentlerde, kadınlar erkeklere göre daha az eğitimlidir ve bu nedenle, informal sektörde çalışmak zorunda kalmaktadırlar. Bu bağlamda, kadınlar genellikle sosyal güvenceden ve mülkiyet haklarından yoksun bulunmaktadır. Emekleri karşılığında finansal birikime sahip olmaları çok zordur. Bu durum, kadınların sağlığını ve refahını kötü yönde etkilemektedir (Stein, 1997: 23).
Çok uluslu firmalar emek-yoğun üretim kullanımının gerektiği zamanlarda, emeğin bol, ucuz ve örgütsüz olduğu gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelerden yararlanmaktadır. Bu tür üretim, firmaların minimum ücretin de altında bir maliyet üstlenmelerine ve sosyal güvencesi olmayan geçici işçi çalıştırma avantajından yararlanmalarına neden olmaktadır (Çınar, 1994: 372). Bu sistemde en çok kullanılan işgücü, kırsal alandan kente göç eden ve varoşlarda yaşayan niteliksiz kadın ve erkek işgücü, ancak özellikle de kadın işgücüdür. Gelişmekte olan ülkelerde genç kadınlar, çalışma yaşamını çocuklukla evlilik ya da annelik arasındaki dönemi kapsayan geçici bir durum olarak algılamaktadırlar (Ansal, 1989: 20). Kadınlar bu ülkelerin sosyal yapılarının bir sonucu olarak işgücü piyasasında ikincil durumdadır. Kadınların sendikal faaliyetlere katılma eğilimi daha azdır.
Alt-sözleşme ilişkilerinin bir parçası olan evde-üretim genellikle niteliksiz kadın işgücü tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu işler, kadınların sosyal güvence ve ücret karşılığı firmalarda çalıştığı formal sektörden farklı olarak, sözleşmesiz evde üretimin yapıldığı informal sektörde çalışan niteliksiz kadınlara açıktır. Evde ücret karşılığı üretim yapan kadınlar bu işi ev işlerinin bir devamı olarak görmekte ve kazandıkları geliri buna bağlı olarak değerlendirmektedirler.
Cinsiyete dayalı ayrımcılık nedeniyle ortaya çıkan sorunların ortadan kaldırılabilmesi için alınması gereken önlemler şu şekilde özetlenebilir:
-
Ekonomik konumun iyileştirilmesi,
-
Beşeri sermaye ve yaşam kalitesinin güçlendirilmesi,
-
Ekonomik ve fiziksel güvenliğin artırılması,
-
Politik katılımın artırılması ve cinsiyet eşitliğinin sağlanması (Bamberger, 2001: 14).
1990’lı yıllarda kadının güçlenmesi (empowerment) söylemi ön plan geçmiştir. Burada amaç, kadının gündelik yaşamını etkili bir biçimde devam ettirebilmesi için gerekli bilgi, beceri ve kaynaklara ulaşmasını sağlayarak kendi içsel kapasitesini geliştirmektir. Kadının güçlenmesi kavramı ile eşitsiz cinsiyet yapılanmasına dokunmaksızın kadınların kendi ayakları üzerinde durmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Bu yaklaşım, içeriğinde tehdit edici politik önlemler yer almadığı için birçok çevreden kabul görmüş ve kalkınmada kadın projelerinin odak noktası haline gelmiştir (Ertürk, 1996: 350).
Kadının güçlendirilmesi kavramı, kadın sorunlarının çözümlenmesine yönelik olarak yaratılan gündeme kadınların katılımından çok daha fazlasını içermektedir. Öncelikle, kadınların kendi yaşamlarını eleştirel biçimde yeniden gözden geçirmeleri ve kendilerini güçlendirme talebinde bulunmaları gerekmektedir. Diğer taraftan, sivil toplum örgütleri, hükümetler ve uluslararası kurumlar tarafından kadınların kendilerini güçlendirmelerini sağlayacak bir çevrenin yaratılması gerekmektedir (UNIFEM, 2001: 20).
Karar mekanizmalarının tüm düzeylerinde alınacak kararlara kadın görüşünün ortak edilmesi ve kadınların aktif katılımının sağlanması gerçekleşmeden eşitliğin, kalkınmanın ve barışın hedeflerine ulaşılamaz (Karam, 2000: 16). Kadınların politik yaşama eşit bir şekilde katılımının sağlanması, genel olarak kadınların konumlarının iyileştirilmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Bir ülkede insan haklarının ve demokrasinin iyi işleyebilmesi için, kadınların karar mekanizmalarına etkin bir şekilde katılımı gereklidir.
Dostları ilə paylaş: |