Hayran şöyle devam ediyor:
“Ertesi gün, ders vaktinde, hocama gelmiştim. Yüzündeki tatlı bir gülümseme dikkatimi çekti. Elindeki kitaba şöyle bir göz attım. Urduca yazılmış bir eserle meşgul olduğunu gördüm.
Memleketimin diliyle yazılmış bir kitabın hocamın elinde bulunması beni memnun etti. Evvelsi gece geçirdiğim ruhî sıkıntıdan eser yoktu. Bilakis bugün çok sevinçli ve memnun bir halde hocamın karşısına oturmuştum. Biraz sonra hocam başını kaldırdı ve bana baktı. O bu sevinçli halimden memnun olacak ki, bana şöyle dedi:
“Hayran! Bakıyorum, bugün sevinçlisin. Yüzünde memnunluk belirtileri parlamaktadır. Geçen akşamki haline benzemiyorsun. Seni “hal sahibi” olarak adlandırmak yerinde olur, zannederim. Nedir bu memnunluk hali? Yoksa elimde milletinin diliyle yazılı kitabı görünce mi sevindin? Herhalde öyle olsa gerek. Annenin, babanın, eş, dost ve yakınlarının, hatta vatanının sevgi ve hasreti seni yıpratmış olacak ki, bu kitabı elimde görünce heyecanlandın!” Hayran:
“Evet, hocam! Düşündüğünüz gibiyim. Elinizdeki kitap kimindir?” Ebu'n-Nûr:
“Bu kitap, hocam meşhur Şeyh El-Cisr'indir.” Hayran:
“Hindistan veya Pakistan alimlerinden midir hocam?” Ebu'n-Nûr:
“Hayır! Şam bilginlerindendir. Fakat kitap Urduca ve Türkçe'ye çevrilmiştir. Elimdeki Urduca nüshalarından biridir.” Hayran:
El-Cisr'den bahsetmenizin zamanı geldi mi? Çünkü konuşmalarınızda, yeri geldiği zaman, ondan bahsediyorsunuz. Yoksa “üçüncü filozof” olarak İmmanuel Kant'tan mı söz edeceksiniz? Onun felsefe ve görüşlerini dinlemek ve öğrenmek istiyorum.” Ebu'n-Nûr:
“Hayır! Henüz Şeyh El-Cisr'den bahsetmenin zamanı gelmedi. Yarınki dersimiz ona ait olacaktır. Bu gece ise septik filozof İngiliz (İskoçyalı) David Hume (1711- 1776)'den bahsedeceğim.60 Son asrın, Allah'a inanmış filozoflarının başı sayılan İmmanuel Kant (1724 - 1804)'dan ise Hume'den sonra bahsedeceğim.” Hayran:
“Hocam! Şu “şüphecilerin başı” dediğiniz zattan bahsetmemenizi istiyorum. Çünkü birçok fikirlerini işittim. Onlarda felsefeye benzer bir görüşe rastlamadım. Sözleri, gayri mantıkîdir.” Ebu'n-Nûr:
“Muhakkak ki, David Hume, felsefe eleştiricilerine göre “filozof” sayılmaz. Çünkü o, ortaya, müsbet bir felsefe atmamıştır. Ancak kendi şüphesi içinde yanmış ve her şeyi inkar etmiştir. Hatta aklını ve Rabbini bile. Şayet Hume'den bahsetmezsem Kant’ın değerini takdir etmek, biraz değil, çok zor olur. Hume'yi anladıktan sonradır ki, Kant’ın ne büyük bir filozof olduğunu göreceksin. Çünkü Kant, çok kesin ve kuvvetli! delillerle akla ve Allah'a imanın müdafaasını yapmıştır. Kant’ın üstünlüğünü böylece takdir edeceksin.” Hayran:
“Nasıl Hocam?” Ebu'n-Nûr:
“Evet, Hayran! Eğer Hume'nin şüphesi olmasaydı Kant, uzun ömrünü, boşuna harcayarak akıl tarafını tutan ve savunan büyük eserlerini meydana getirip yazamayacaktı.” Hayran:
“Hume aklını ve nefsinin varlığım nasıl inkar etti?” Ebu'n-Nûr:
“İlk sofistler ve septikler, her şeyi, inkar etmediler mi?” Hayran:
“Evet, ettiler. Fakat sofistler insanları aldatıyordu. İlk septikler ise, meseleyi “Bilinemezcilik” prensibine kadar götürerek menfî bir karara vardılar. Onların yaşadığı çağda felsefenin ufku çok dardı. Elde ettikleri sonuçlar da bugünkünden daha azdı. Bugün felsefenin ufku çok genişledi. Varılan sonuçlar arttı. Dekart, Lock, Leibniz ve ötekiler gibi, dirayetli akıl ve mantık gücüne malik kişilerin yanında, aynı devirde yaşayan ve şüphecilerin başı addedilen Hume'nin “şüpheye düşmesini” aklıma sığdıramıyorum. Bu büyük filozoflardan sonra hem aklından, hem nefsinden hem de Rabbinden şüphe etsin. İşte bunu bir türlü kabul edemiyorum Hocam!” Ebu'n-Nûr:
“David Hume, “Bilim felsefesi”ne Lock'un görüşlerine tabi olarak başladı. Lock gibi, o da doğuştan elde edilen bilgileri inkar etti. İddiası şöyle:
“Önümüzdeki bütün fikirler, ancak ve ancak, “deney” ve “duygular” yoluyla elde edilmektedir. Bu iki yoldan başka bir şekil yoktur. Birleştirilmiş düşünceler, toplanmış fikirlerden başka bir şey değildir. Fakat bize, hasselerimiz yoluyla gelen bilgiler arasında, söz konusu mürekkep fikirlere benzeyen düşüncelere rastlamayınca, “bunlar aklımızın buluşudur,” zannına kapılıyoruz.”
Eğer Hume, bu görüşleriyle iktifa etseydi ve burada dursaydı, meselenin biraz daha kolaylıkla halledileceğini zannederim. Fakat daha ileri gitti. “Fıtrî fikir”lerin basit şeyler olduğunu, şurdan burdan toplanmış düşüncelerden meydana geldiklerini ileri sürdü. Halbuki, temel aklî düşüncelerin aklımız tarafından meydana getirildiği” düşüncesi imkan dahilinde olan bir hükümdür. Mesela bunlardan birisi, “sebebiyet” kanununu inkar etmesidir. Bunu şöyle izaha çalıştı:
“İlk sebeple sonuç arasında bir bağlantının bulunduğunu kabul etmek vehmi bir inanıştır. Aslında belli bir esasa dayanmaktadır. Çünkü dış görünüş ile ilgili bir olayı, başka bir dış görünüş olayının takip ettiğini görür ve müşahede ederiz. İlk gördüğümüz sebebi, bir bağlantının bulunduğunu mantıkça kabul ederiz. Halbuki bu iki olay, yani sebeple sonuç arasında, aklî bir bağlantı yoktur. Böyle bir ilişkinin varlığı iddiası, ancak hayalî bir hükümdür. Zira birinci zahirî görünüşü, ikinci zahirî görünüşe “sebep” göstermek doğru değildir. Çünkü ortada “sebep” diye bir şey yoktur. Ancak bu aklımızın kuruntusudur. Bu itibarla “sebebiyet kanunu”, olsa olsa, geçmiş deneylerimiz neticesinde elde edilen “illet” prensiplerinden başka bir şey değildir. O halde, gelecekteki bir şey için “sebep” gösterilmeleri ihtimali çok azdır.” İşte Hume, “sebep” kanununun varlığını bu şekilde inkar etmektedir.” Hayran:
“Hume'un, “sebep ile sonuç” veya “iki phenmen” arasında bir bağıntı olmadığını ileri sürmesi ve bu bağıntının zarurî olmadığını kabul etmesi; Gazalî ile İbn Rüşd'ün, onların “sebep ile müsebbip” hakkında verdikleri hükme benzemiyor mu? Ebu'n-Nûr:
“Gazalî'nin, “sebep kanunu”nu yanlış anlamanız beni üzmez. Zira birçok kişiler, sizin gibi, “Tehafüt El-Felasife”yi okumuş, fakat yanlış anlamıştır. Bu sebeple, Gazalî'nin “sebep” kanunu konusunda, daha önce yazdıklarımızı bir daha gözden geçirmeliyiz. Çünkü tekrarda fayda vardır, kanaatindeyim.”
Hayran diyor ki;
“Ben elimdeki notları inceledim ve aradığım bahsi buldum. Hocama okudum. Bana
“Ne anladın?” diye sordu. Ben de:
“Hocam, bu iki görüş arasında fark göremedim. Gazalî;
“Sebep ile müsebbip (sebep ile sonuç) arasında mukayese yapmak, bu iki unsurun zahirî görünüşlerini, birbirinin sebebi olarak kesin şekilde karara bağlamak doğru değildir” der. Hume ise aynı fikri savunur” dedim.
Ebu'n-Nûr:
“Hayır, Hayran! Hakikat öyle değildir. Bahis konusu iki söz arasında çok büyük farklar olduğu gibi görüş ayrılıkları da vardır. Şu halde Gazali’nin fikrini yeniden izah etmem lazımdır. Lütfen bana kulak ver. Sözlerimi dikkatle dinle!” Hayran:
“Kulağım sizdedir Hocam, sözlerinizi dikkatle dinleyeceğim.” Ebu'n-Nûr:
“Sizin kolay anlayamayacağınızı sanıyorum. Bu sebeple Gazalî'nin verdiği misal ile söze başlamak istiyorum. Çünkü siz de, bu usul ve metod ile yetiştiniz. “Bilim” den maksat “Yakîn” ilmine erişmek olduğunu biliyorsunuz.
Mesela “ateş yakıcıdır” sözü, mana itibariyle aklî zaruret teşkil ettiği halde bunu idrak etmek mümkün değildir. Bu bakımdan, yukarıdaki söz, ateşin yakıcılığını gerektirmez.
Bırakalım bu ateş misalini... Sana başka bir örnek vereyim: Zeytinyağını ele al! Farz edelim ki, hayatında ilk defa zeytinyağını gördüğün zaman birisi sana:
“Bu yağın içinde gizlenen yakıcı bir unsur vardır. Onu meydana çıkarmak, yağı yakmakla mümkündür” dese, acaba sen bu sözü tasdik eder ve inanır mısın?” Hayran:
“Eğer daha önce, önümde, deneyini yaparlarsa o zaman tasdik ederim.” Ebu'n-Nûr:
“Peki, dediğimiz gibi, deney yapıldıktan sonra da zeytinyağının “yakıcı” olduğunu aklî bir zaruret olarak kabul eder misin?” Hayran:
“Hayır hocam! Aklî bir zaruret olarak tecrübe yapmadan önce gliserinin patlayıcı bir madde oluşunu bile kabul etmem imkansızdır. Önce deney yapar, tecrübe ederim. Neticede bir bilgi elde ettikten sonra onu kabul etmem mümkün olur.” Ebu'n-Nûr:
“Çok güzel, Hayran! Öyle bir misal verdiniz ki, zeytinyağından daha uygun düştü. Fakat şimdi sana bir soru daha sormak istiyorum! Farz edelim ki, adını işitmediğin, kendisini görmediğin, daha önce hakkında bilgi edinmediğin bir cisim getirsek ve sana “bu gördüğünüz cismin boşlukta bir yer bir mekan işgal etmesi aklî bir zaruret icabı mıdır?” diye sorsak, nasıl bir cevap verirsin?” Hayran:
“Bu soruya aklî bir muhakemeye dayanarak: “her cismin boşlukta bir yer işgal etmesi gerekir” şeklinde cevap veririm.” Ebu'n-Nûr:
“Niçin? Neden?” Hayran:
“Çünkü bu, aklımın bedaheten kabul ettiği bir hükümdür.” Ebu'n-Nûr:
“Peki, zeytinyağının “yanıcı, gliserinin de “patlayıcı” bir madde olduğu keyfiyetinin aklen ve bedaheten kabul edilmesi gerektiğini, yine aklî bir zaruret olarak, neden söylemedin?” Hayran:
“Çünkü bunu “bedihî” olarak görmüş değilim. Üstelik böyle bir bedaheti kabul etmek için aklî bir zaruret de bulamıyorum.” Ebu'n-Nûr:
“İşte Gazali’nin ifade etmek istediği hüküm ve görüş de bu idi, ey Hayran! Gazalî, “sebep kanununu” kökünden inkar etmiş değildi. Böyle bir İtham Gazalî'ye yakışmaz. Fakat o dış görünüşe ve zahirî sebebe bakarak “aklın muktezasındandır” diye hükmetmek ve bunu “sebep” kabul etmek, bununla elde edilen sonucun (ateşin yakıcılığını) aklen zarurî bir hüküm olduğunu ve akim bedahaten kabul ettiğini ileri sürmek doğru değildir” demek istemiştir. Çünkü akıl, zarurî bir sebebin varlığını ileri sürerek ateşin yakıcı olduğunu kabul etmez. Elbette ateşin yanında odun veya tahtanın bulunması şarttır. Ama bunu, tecrübe yoluyla yani ateşin yanında odunun bulunması ve ateşin oduna teması neticesinde, zahirî bir görünüş olarak, kabul etmemiz mümkündür ama bu da deneyden sonra olabilir. Eğer deney neticesinde elde edilene, bir “kaide” nazarıyla bakmasaydık, bedaheten, ateşteki yakıcı maddenin, oduna temasla var olduğunu akıl kabul etmezdi. Bunun tam karşıtı olarak, “her cismin boşlukta bir mekan işgal etmesi”nin aklen, bedihî olması gibi, ateşteki yakıcılığı da bedaheten kabul etmek olamazdı.
Fakat Gazali, bu görüş ve açıklamalarıyla, esas gayesine erişmek istiyordu. Ateşteki yakıcılık özelliği, akim, zarurî olarak kabul etmediği bedihî bir hüküm değildir. O halde, bunun tam aksi de mümkündür. Bu itibarla, ateşe “yakıcılığı”, diğer cisimlere nitelikleri veren, bunları yoktan var eden, yaratan tek yaratıcı Allah'tır. Allah bu hususiyet ve özellikleri isterse geri alabilir
David Hume ise, “sebep” kanununu kökten inkar etmektedir. Hatta o, kendisinin varlığını, aklını ve müşahede ettiğimiz ay-nile vaki koskoca alemin varlığını bile inkar etmiştir. Mesela diyor ki:
“Eğer biz, bir şeyin “var olduğunu” duygularımız yoluyla idrak eder, onun “vücuduna” kanaat getirirsek, bu inanç, haddi zatında, hasselerimizin bize naklettiği anda hasıl olmakta ve o anda varlığına hükmetmekteyiz. Fakat onun “var olduğuna” dair elimizde delil yoktur. Çünkü O, o anda mevcuttur. Daha sonra düşüncemizden uzaklaşıp gittiğinden dolayı “gayri mevcut” demektir.
Mesela, bugün bir şey görüyoruz. “Varlığını kabul ediyoruz. Sonra kendisini terk ediyoruz. Aklımızdan çıkıp gidiyor. İkinci günü bir daha görüyoruz. Halbuki bu defa gördüğümüz şey bir gün öncekinin aynıdır. Böylece iki şey görmüş oluyoruz. Halbuki hayalimiz, onu “bir şey” olarak telakki etmektedir. Binaenaleyh, bizim, dış dünya hakkında hiç bir bilgimiz yoktur. Ancak çok ani olarak idrak hasselerimizin elde ettikleri müstesna... İşte kainatta ne elde etmişsek, hepsi, duygu organlarımızın idrak kaynaklarımıza ilettiği bu ani bilgilerden ibarettir. Bunların varlığına dair elimizde bir delil bulunmamaktadır. Öyleyse, kainatta onlardan başka bir şeyin varlığı iddia edilemez.” demekle her şeyi inkar etmiştir.
Hume, şüphede çok daha da ileri gider. Akıl ve nefsini inkar ederek der ki;
“Bütün bilgiler, hasselerimiz vasıtasıyla elde ettiğimiz idrakların eserinden başka bir şey olmadığına göre, duyumlarda “akıl” veya “azat” gibi herhangi bir tesirin mevcudiyeti söz konusu değildir. O halde akıl yoktur. Bunun varlığı da yoktur. Zat da yok, varlığı da yoktur. Ancak anladığım bir şey varsa, diyorum ki, o da şudur. Benim aklım vardır. Ve zatım da vardır. Elimde bundan başka bir delil ve isbat yoktur. Üstelik bu da, hasseler yoluyla gelen duyumlar silsilesinin içime doldurduğu vehim ve hayalden başka bir şey değildir. İşte bunlara “zat” ve “akil” diyoruz. Halbuki “zat” ve “akıl” kelimelerinin varlığı hayalî bir kuruntu ve evhamdan ibarettir.”
Hayran:
“Hayret edilecek şey!” Ebu'n-Nûr:
“Evet! İşte bu adam, gördüğünüz gibi, aklî bir çelişme içinde kıvranıp durmaktadır. Müşahede edilen her şeyi bizim düşüncemiz saymaktadır. Sonra dönüp dolaşır; “bu düşünce ve müşahedeler, hasseler yoluyla idrak ettiğimizin eseridir,” der. Her şeyin “fikir”lerden ibaret olduğunu, fikirlerin de eşyadan ibaret bulunduğunu iddia eder. Sonra her ikisini birden inkar eder.” Hayran:
“Nefsini, aklını ve alemin varlığını inkar eden Hume, tabiatıyla, Allah'ın varlığını da inkar etmiştir!” Ebu'n-Nûr:
“Evet... Mutlak bir inkarın içinde bulunan ve varlığı kabul etmeyen bir insan bittabiî, neticede Allah'ı da inkar eder. Bununla beraber eğer, Allah'ın var olmadığı konusundaki delillerini öğrensen daha çok hayret edersin.”
Hayran:
“Allah'ın var olmadığını gösteren delili de neymiş?” Ebu'n-Nûr:
Hume diyor ki:
“Biz, “sebep” denilen bir şeyin “varlığını” ancak geçmiş bir olay olarak bilmekteyiz. Yani; sonuçtan önce onu görüyoruz ve müşahede ediyoruz. Halbuki bize lazım olan hüküm, her ikisini birden görüp müşahede etmektir. Geçen “sebeple” gelecek “sonuç”u bir anda görmemiz gerekir. Bu itibarla şu gördüğümüz alemin “var olması”, onu yapan bir yaratıcının mevcudiyetine delalet etmez. Çünkü hem bu alemi, hem de o yaratıcıyı aynı anda görüp müşahede etmemiz gerekmektedir. Bu olmadığına göre, demek ki onun yapıcısı da yoktur!.” Hayran:
“Çok saçma. Böyle sapıklıktan Allah'a sığınırım.”
Ebu'n-Nûr:
“Evet! Sapıklıktan daha ziyade küfürde ısrardır. Eğer ona Allah'ı gösterselerdi, hatta kainatı yaratırken istediği gibi Allah'ı gösterselerdi, yine de küfür ve inkarında inatçılığı bırakmazdı. Bakınız sebep prensibi hususunda ne diyor:
“Bu görüntüyü başka bir görüntü takip etmektedir. Arka arkaya izlenen görüntülere bakarak aklî bir zaruretin varlığına hükmetmek “kainatın yaratıcısı” olarak Allah'ı sebep göstermek, bu alemin gerçek yaratıcısı olduğuna delalet etmez...”
Hume'nin saçma görüşlerini açıklamamın esas gayesi, onun bu saçma fikirlerini önünüze sermek suretiyle kendisinden önce gelen Leibniz'in ve daha sonra gelen Kant’ın fikirleri arasında bir mukayese yapmaktır.” Hayran:
“Hocam! İmmanuel Kant'tan çok bahsettiniz. Hatta İmam Gazalî gibi düşündüğünü söylediğinize göre, Kant'ın “Varlık Felsefesi” hakkındaki görüşlerini öğrenmek isterim.” Ebu'n-Nûr:
“En tehlikeli şeylerden biri de, öğretici olmaksızın, tek başına, görüşleri çok ince ve dar yollardan geçen Kant/ı okumuş olmandır. Bu girdaplardan geçerek insanın yalnız başına sonuca varmaya çalışması elbette tehlikelidir. Muhakkak ki bir kılavuza ihtiyaç vardır. Hatta bizzat Kant bile; kendisini “çözülmeyen bir düğüm” olarak nitelemektedir. O bu ağır ve anlaşılması zor fikirleri, yalnız bilginlere, filozoflara hitap ederek yazmıştır. Felsefe bilgisi olmayan kişilerin Kant'ı anlaması zordur sanırım. Bu itibarla, çok kişiler, kendisini göklere çıkarmaktadır. Onlara göre sarsılmaz bir iman sahibiydi. Ötekiler ise, Kant'ı “Allah'a inanmayanlar” zümresine dahil ediyordu. Bu sebeple, halkın çoğu, Kant'ı ve görüşlerini idrakten acizdir.” Hayran:
“Sayın Hocam! Sizin fikirlerinizden şaşmayacağım.” Ebu'n-Nûr:
“Hakikati söylemek lazımsa, Kant, Allah'a iman eden kişilerden birisiydi.61 Bunun için, Allah'a inanan filozoflar arasında, en çok hizmeti dokunan bir bilgindi. Şüphecileri reddetmek için kullandığı silahı çok hassastı. Hatta onu, kendisi bile kullanmaktan aciz duruma düşmüştü.” Hayran:
“Hocam! Filozofları okuyunca ne acayip görüşlerle karşılaşıyorum. Şuna inanıyorum ki, öğretici olmadan felsefe okunması, buyurduğunuz gibi tehlikeli sonuçlar doğurur.” Ebu'n-Nûr:
“İmmanuel Kant’ın aklı müdafaası tıpkı Aristo'nun yaptığı gibidir. Allah'a iman hususunda da aynen İbn Rüşd'e benzemekteydi.
Yunan sofistleri ve septikleri eski çağlarda nasıl Sokrat'ı göklere çıkarmışsa, aklı, dini, ilmi ve ahlakı inkar eden, şüpheci Hume de Kant'ı göklere çıkarmıştır.
Sokrat gibi, Kant da aklı müdafaa etmeye başladı. Bir savunmanın gerçek hedefi, bilginin yalnız duygular yoluyla elde edilmediğini belirtmekti. Bununla beraber, akıl yoluyla ve hasselerimiz aracılığıyla bize gelen duyumların makul olup olmadığını tetkik ve tahlil ettikten sonra elde edeceğimiz sonuç, ilmi ifade eder. Bunun yanında, hasselerimizin ötesinde bulunan, ancak akıl yoluyla idraki mümkün olan olayları anlamanın, yine akıl yoluyla olduğunu açıklamak için aklı savunmuştur.
Aklı müdafaada çok başarı gösterdi. Hatta aklın esas temellerini ve çalışma prensiplerini anlayınca kudret ve gücünü takdir etti. Böylece fıtrî kanunları ve ezelde akla yerleştirilmiş zaruri bilgileri birer birer açıklayarak vuzuha kavuşturdu. Bununla beraber, akim hayretler içinde kıvrandığını görmüş, daha önce aynı şeyi idrak eden İbn Rüşd gibi başka yollar aramaya başlamıştır. Bunun üzerine Allah'ın varlığını ispat için yeni bir metot buldu. Gerçi bu yolda, “başarı” denebilecek derecede muvaffakiyet gösterdi. Fakat çok azdı. Konuyla ilgili görüşlerini ve metodunu kolay bir üslup ve ifadeyle özetleyerek açıklayacağım.” Hayran:
“Sizi dinlemeye hazırım Hocam, lütfediniz?” Ebu'n-Nûr:
“Özet olarak: Kant şöyle bir soru ortaya attı:
Akıl, tabiatı itibariyle, yaradılışı yönünden, kendisine mahsus bir özellik içinde, müstakil bir kudret ve güçle, tecrübe yoluyla gelen duyumlara itimat etmeksizin kendi zatında hükümler verme inşa etme yeteneğine sahip midir? Şayet böyle bir kudrete sahipse, bunun sınırı nedir veya kapsamı ne olabilir.
Kant, işte bu sorunun cevabını vermek için, felsefî düşüncelerinin olgunluk devrinde, Saf Aklın Tenkidi (Critique de la raison püre) adlı kitabını yazmıştır. Sözü geçen eserde aklın değerini belirtmiş ve onu şiddetle müdafaa etmiştir. Yukarıdaki sorunun asıl cevabına gelince; bu, çok uzun ve geniş bir açıklamayı ihtiva eder. Her şeyden önce bunu, özetleyerek anlatmaya çalışacağım. Çünkü söz konusu cevap, aklın temel prensip ve kaidelerini ihtiva etmektedir. Bu cevabında, Kant, başka konulara el atmakta ise de biz ancak, cevabı ilgilendiren tarafını izaha çalışacağız. Kant diyor ki:
Bilginin kaynağı akıl ve duyu organlarıdır. Biz bilgimizi ne yalnız akıl ne de yalnız duyu organları yoluyla elde edebiliriz.
Aklın bir takım doğuştan gelme prensipleri vardır. (Kant buna aklın düzenleyici prensipleri= Les lois regulatrices de la raison) adını veriyor. Akıl, bu düzenli kanunlar gücüyle ve hasseler yoluyla kendisine gelen duyumlar arasındaki idrak farklarını ayırır. Bu yeteneğiyle duygusal idrakleri oluşturmaya çalışmaktadır. Daha sonra, duygusal idraklerden aklî kavramlar meydana getirmektedir ki biz bunlara, Zaman, Mekan ve Sebep Kanun'u gibi adlar veriyoruz.
Akıl, bahsi geçen düzenli kanunlar vasıtasıyla, deneylerden ve duyu organlarından gelen bilgilere itimat etmeksizin, kendi zatıyla ve bu düzenli kanunların gücüne dayanarak müstakil hüküm verme yeteneğine sahip olmaktadır.
Fakat aklın anlayış kudreti sınırlıdır. Hudutlar da zahirî duyumlarla bağlantılıdır. Bu hudutların dışına çıkıp duyumların sınırını aştığı ve eşyanın özünü, hakikatini anlamak peşinde koştuğu, duyular ötesi ve akıl üstü sahaya girdiği anda hataya düşer. Fizik ötesi bir sahaya girdiğinde aklın yanılacağını belirtmek görevi metafiziğin vazifesidir.” Hayran:
“Söylediklerinizde bir yenilik görmemekteyim. Ancak anlamadığım önemli bir nokta var. Evvela “akıl, duyulara itimat etmeksizin, kendiliğinden müstakil olarak, hüküm verme yeteneğine sahiptir.” diyorsunuz. Sonra da “akıl, duyular dışında herhangi bir sahada adım atamaz.” buyuruyorsunuz.” Ebu'n-Nûr:
“Evet, bununla, Kant yeni bir şey getirmemiştir. Sözünüz doğru. Fakat Kant temel prensipleri birbirine bağlamış ve bunların doğru hükümler vereceğini ispatlayarak aklın değerini yükseltmiştir. Aklı, hasseler dairesi içinde sınırlandırması hususuna gelince: Kant, bu sözünde haklıdır. Buna karşı söyleyeceğimiz herhangi bir şey yoktur. Hatta bahsi geçen sınırlar dahilinde elde edilen sonuçlar doğru olmasa da yine bir diyeceğimiz olamaz.”
Hayran:
“Hocam! Yine anlayamadım. Biraz daha açıklar mısınız?” Ebu'n-Nûr:
Kant diyor ki;
“Duyu organlarımızdan akla karışık ve muhtelif duyumlar gelir. Akıl onları tanzim ederek bir kısmını alır, bir kısmını atar. Aralarında seçme yapar. Neticede, bu çalışmasından sonra, akıl hissi idraklar meydana getirir. İşte bu duyumsal algılardan aklî anlayışlar teşekkül eder. Yeni yeni aklî hükümler inşa etme yeteneğine sahip olur. Bunların inşasında ne deneye, ne de hasselere dayanır.” Burada ortaya bir soru çıkabilir: “Akıl; hükümleri inşa yeteneğini, nereden almıştır?
Sualin cevabını vermeden önce şunu açıkça anlamamız gerekir: Hasselerimizin akla intikal ettirdiği görünümler, nesnelerin veya cisimlerin şekil ve suretlerinden başka bir şey değildir. Ama bu nesne veya cisimler arasındaki zaman ve mekan düzenini akıl kurar. Sebep ve sonuç çıkartma bakımından ayırımı akıl yapar. Zira bu; hasselerin vazifesi değildir. Bu ilişkileri akıl, tertip ve tanzim eder. Hissedilen şekil ve suretlerde böyle bir tertip ve tanzim bulunmaz. Ancak suret ve şekiller vardır. O halde akıl, yeni yeni hüküm inşa etme veya bu hissedilmiş nesneler arasındaki ilişkilere dair karar verme salahiyetini nereden almaktadır?
İki sayı alalım ele. Bunları topladığımızda yeni bir sayı meydana getirmiş oluruz. Fakat ilk iki sayıyı birbirine çarptığımız zaman, toplama neticesinde bulduğumuz sayıyı elde edemediğimiz gibi, büsbütün başka bir rakamla karşılaşırız. Binaenaleyh, akim vermiş olduğu hükümler, sadece hasselerimizden gelmiş olsaydı, şu yaptığımız hesap işlemi, birbirinden farklı netice vermezdi. Çünkü gözlerimiz aklımıza, resim ve suretler göndermektedir. Bu suretler değişmeyen şeydir. “Sebep” ile sonuç arasındaki hükümler de bunun gibidir. Çünkü hasselerimiz bize, zahirî görüntüleri, parça parça veya birbiri arkasında göstermektedir. Biz, nesnelerle ilgili “sebep” ilişkilerini, hasseler yoluyla, nasıl bilelim? Zira hasselerimiz, bize, sebep ilişkilerini veremez. Ayrıca her “sonuç”un bir “nedeni” bir, “illeti” ve “sebebi” olduğunu, bedihî olarak nasıl anlayalım? Sorularına cevap veren Kant, nihayet şöyle bir neticeye varıyor:
Yaradılışta aklımıza yerleştirilmiş, fıtrî ve düzenli kanunlar vardır. Akıl, bu kanun ve kaideler vasıtasıyla kendisine intikal eden duyguları idrak eder ve onları “hissî idrak”lara çevirir. Böylece “küllî ve hissî aklî hükümler inşa” etme yeteneğine sahip olur. Bu hususta, hasselere dayanmaksızın, hükmünü verir.
Aklın fıtrî kanun ve fikirlerinden addedilen zaman ve mekan konusunda duyumların rolü yoktur. Çünkü zaman ve mekan mefhumunun cisimlerde maddî ve zahirî bir varlığı görünmemektedir ki, hasselerimiz, onları da bize intikal ettirsin.
İşte bu “zaman düşüncesi”yle, insanoğlu, duygusal neticeleri ortaya koyar ve onları, zaman tertibi üzere, birbiri arkasında düzenler, tanzim eder. Yine mekan fikriyle, akıl, duygusal düşünceleri ortaya koyarak, aralarında yaklaştırma ve uzaklaştırma yapar. Böylece idrak mümkün olur. Şayet ilk yaradılışta akla zaman ve mekan düşüncesi yerleştirilmemiş olsaydı, o zaman duyumlar arasında herhangi bir ilişki kuramazdı. Bu ilişkilerden herhangi bir netice çıkartıp ortaya atamazdı. Her cisim arasında, zaman ve mekan itibariyle ilişki kurarak aklî hükümler inşa etme yeteneğine de, muhakkak ki, sahip olamazdı.
Binaenaleyh, aritmetik, cebir ve geometri gibi, “sayı” ve “ölçü” temeline dayanarak niceliklerin özelliklerini inceleyen ilim, “zaman” ve “mekanla” ilgili nisbet ve ilişkilerin bilgisi demektir. O halde, matematik ilkeleri, aklımızın yaradılışından doğan aklî ve fıtrî prensiplerdir. Bunları, deneye ihtiyaç duymadan biliyoruz ve idrak ediyoruz. Bu yönden, matematik ilkelerini, doğru ve zaruri bilgiler olarak tanımaktayız. Bunlarda şek ve şüpheye düşmek imkansızdır. “Yanlış oldukları” kanaati de muhaldir. “Hatta bu bilgilerin fıtrî, aklî ve doğru fikirler olmadığını savunmak ve böyle tasavvur etmek bile imkansızdır. Mesela biz, aklın, ateşin yakıcı olmadığını tasavvur edebiliriz. Fakat “bir”in, iki sayısının “yarısı” olmadığını düşünemeyiz. Dikkat edersen, Kant’ın, Gazali’nin birçok fikir ve düşüncelerini benimsediğini göreceksin. Evet! İşte bu matematik bilgileri, aklımızın yaradılışında var olan fıtrî ilkelerdir.
Bunun yanında akıl, yaradılışta sahip olduğu “zaman ve mekan” düşüncesindeki güce dayanarak, hasselerimizden gelen duyguları hissî idraklere çevirir. Ayrıca, fıtrî prensipler ve ezelde yerleştirilmiş düzenli kanunlar gereğince, hissî idrakler arasında yaklaştırma ve uzaklaştırma yapar, inceler. Neticede aklî idrakler meydana getirir. Bunun üzerine, hasselere dayanmaksızın, yeni aklî hükümler inşa etmeye başlar. Aklın en önemli ve düzenli kanunlarından birisi de “sebep” prensibidir. Biz bu kanunu, halis ve zarurî bir algı olarak idrak ediyoruz. Şu bir hakikattir ki, her değişmenin bir sebebi veya illeti vardır. İşte bu zarurî, fıtrî ve aklî kanun gücüyle tabiatın açık ve gizli sırlarına muttali olabilme yeteneğine sahip oluruz.” Hayran:
“Bunların hepsi doğru fikirler: Fakat aklımız, yaradılışta mevcut fıtrî bir düşünceyle, halis ve zarurî bir idrakle matematik ilkelerini biliyor ve anlıyor. Bunun yanında, aklımız, ayrıca, zaruri ve aklî olan sebep kanununun verdiği güçle ilmin prensip ve kaidelerini idrak edip anlıyor. Bu iki akıl gücü yeteneğine göre, Kant, nasıl oluyor da “aklın güç ve kudreti, duygusal görüntülerle bağlı olarak, mahdut ve sınırlıdır.” diyor?” Ebu'n-Nûr:
“Biraz sabırlı olsaydın bu sorunun cevabını anlayacaktın. Yukarda izah ettiğim özet, Kant’ın akıl konusunda, onun güç ve kudreti hakkındaki görüşüydü. Şimdi aklın aczi hakkında fikirlerini anlatmanın zamanı geldi.
Kant, deney'den önce akılda herhangi bir bilgi olmadığını, aklın boş, düz bir levha table Rase'dan ibaret olduğunu ileri sürenlere karşı, aklın güç ve kudretini beyan ederek vuzuha çıkardı. Ayrıca, akıl konusunda şüphe tavrı takınanlara, hatta varlığını inkar eden kişilere karşı, aklın verdiği hükümlerden şüphe edilmeyeceğini ve onun “var” olduğunu savunarak açık ve kesin delillerle mukabele etti. Biraz önce sizin de bizzat gördüğünüz gibi, aklın değerini yükseltti.
Fıtrî kudrete sahip olduğunu, bu kudretle duyguları tertip ve tanzim ettiğini, duygular ve duyumlar arasında mukayese yaptığını, incelemelerde bulunduktan sonra aklî hükümler verdiğini, varılan neticelere ait hükümlerin doğru ve sahih olduğunu, bunlardan şüphe edilmeyeceğini beyan ve isbat etti. Bu konuda der ki:
“Hasılı aklî idrak üzerine yerleştirilmiş olan bu akıl güç ve kudreti, duygusal idrakler dairesine münhasırdır. Yani hasselerimizin, cisimlerden bize naklettiği dış görünüşün ve duyguların sınırı içinde çerçevelenmiştir. Çünkü akıl, önce duygusal idrakleri, sonra da aklî idrakleri teşekkül ettirme yeteneğine, akılda mevcut olan düzenli kanunlar ve fıtrî düşüncelerin gücüyle muktedir olsa da bu iki duygusal ve aklî idrakleri meydana getirip ortaya çıkartmak için elbette hammaddeye ihtiyacı vardır. İşte bu hammaddede, hasselerimizin bize ilettiği duygulardır. Hasselerimiz, cisimlerin zahirî görüntülerinden başka bir şey iletmediğine, bunun yanında aklî idraklerimiz de her şeyin özüne nüfuz edemediğine göre, biz, zahirî görüntüleri idrak eden aklî kanunlar gereğince, bir şeyin özünü anlamak için çaba harcarsak, elbette hataya düşer, yanlış yola gitmiş oluruz.
İşte bu yanlış yolu belirtmek, metafiziğin önemli vazifelerinden biridir. Çünkü hasselerin ötesindeki hakikate erişmek gayesiyle, hissedilmiş zahirî görüntülerin dışına çıkmanın hatalı olduğunu, fizik ötesi bilgisi, aklı îkaz etmek suretiyle göstermelidir. Bu onun görevidir.” Hayran:
“Aklı, duygular dairesi içinde sınırlandırmak doğru, buna itirazımız yok... Ancak nasıl oluyor da Kant, aklın görevini bu duygular dairesi içinde hasrederek bundan elde ettiği sonuçların doğru olmadığını ileri sürüyor?”
Ebu'n-Nûr:
“İşte benim de size anlatmak istediğim, Kant’ın fikirlerine ait en önemli nokta budur. Bu fikirleri anlamayan birçok kimseler, onu imansız saymışlardır. Bu büyük filozofun (Kant'ın) görüşlerindeki açık taraf da budur.
Kant burada akim acizliğini itiraf etmiştir. Gazalî’nin dediği gibi, akıl, zaman ve mekan mefhumunun başlangıç ve sonsuzluğu konusunda veya sona ermesi hususunda aciz duruma düşmüştür. Bu gibi şeylerin aklın hududu dışında kaldığını itiraf etmiştir. Bunu idrak eden Kant, Gazalî gibi, şöyle dedi;
“Aklımız bu alemin, mekan itibariyle, sınırlı veya sonsuz olup olmadığı hususunda, hüküm verdiği zaman, bir nevi çelişkiye düşmektedir. Zorluklarla karşı karşıya olduğunu tasavvur edebiliriz. Ama bu sınırın sonsuzluğa doğru gittiğine bizzat hükmetmek de, tasavvurumuzun aczi dolayısıyla özür dilemeyi gerektirir. Zaman mefhumu da böyledir. Şu müşahede ettiğimiz alemin “başlangıç zamanı”nı tasavvur ettiğimizde ayni zorluk ve aklî çelişmelerle karşı karşıya kalmaktayız. Çünkü biz, başlangıç zamanı olmayan bir “ezelîyeti” tasavvur konusunda, aklımızın aczini itiraf etmeye mecburuz. Hatta “zaman”ın başlangıcı şeklinde nitelendirilen bir an'ı düşünmekten bile aciziz. Çünkü aklımız, başlangıç anından önce bir şeyin var olduğunu bir türlü kavrayamaz. Böylece hüküm verme hususunda da acze mahkûmdur. Yine aklımız, zaman ve mekan mefhumunun hakikatinde olduğu gibi, Sebep Kanunu konusunda da acze düşmektedir. Şöyle ki: “sebep” ile “sonuç”un belli bir teselsül halinde sonsuza doğru uzamasında ve ilk sebebin, “sebepsiz olması” konusunda aklımız yine acze düşmektedir.
Bu meselelerle karşı karşıya kaldığımızda aklî tenakuzlara düşüyoruz, “zaman”, “mekan” ve “sebep kanunu” gibi meselelerde, aklımızın, hissî idrak ölçüsünün sınırları dışına çıkmaması bu yüzdendir. Çünkü aklın vazifesi söz konusu duyguların sınırları dahilindedir. Yani duygularımızın zahirî görüntüler içinde, hissettiği şeylerin hududu dahilinde aklımız, görevini ifa edebilir. Bunun dışında hataya düşer. Çünkü idrakten acizdir.” Hayran:
“Evet, bu sınırlandırma doğrudur. Fakat bunun sonuç olarak doğurduğu hata neresindedir hocam?”
Ebu'n-Nûr:
“Hasselerimizin hudutları içinde aklın görevini sınırlandırmak doğrudur. Fakat Kant'ın ulaştığı sonuçta yanlışlık vardır. Şöyle ki:
Şayet “biz, aklî bir nazarla Allah'ın varlığı hakkında isbat ve hüccet getirmek istersek, aklımız yorgun düşer. Nihayet aciz durumda kalır” diyen Kant, bu iddiasıyla yanlış bir neticeye varmıştır. Kant'ın başka bir yerde beyan ettiği “düzenli, aklî kanunlar, ancak duygusal alanda uygulanabilir” sözüne veya fikrine bir itirazımız yoktur. Zarurî sebep kanunlarının ancak zahiren hissedilen hadiseler içinde uygulandığını biliyor ve bunu bir gerçek olarak kabul ediyoruz. Fakat şu alemin hepsi, topyekûn, en küçük zerreden en büyük parçalara kadar, zahiren hissedilmiş duyulardan ibaret değil midir?
“Her değişen şeyin muhakkak bir sebebi ve her sonucun da elbette bir illeti vardır” demiyor muyuz? Böylece zarurî sebepler kanununa dayanarak aklî bir hüküm vermiyor muyuz? Her hangi bir cüz'i görüntüyü araştırdığımız zaman muhakkak bunun bir illeti ve sebebi olduğunu, zarurî bir sonuç halinde, aklî bir kesinlikle, bilmiyor muyuz?
O halde, şu kainatta hissettiğimiz, değişen ve değişmeye mahkûm olan her nesne hakkında vermiş olduğumuz aklî ve zarurî bir hüküm vardır. Buna dayanarak, aklımız, yine zarurî olarak, bu değişen ve hislerimize muhatap alemin bütününe kafi gelecek kudrette yeterli bir illetin varlığını istemez mi?...
Dostları ilə paylaş: |