İkinci Bölüm
Hayran diyor ki:
“Dersden ayrıldıktan sonra, o geceyi üzgün, muztarip ve sıkıntılı bir halde geçirdim. Vakit bir hayli ilerlemiş gece yarısı olmuştu. Uyku gözlerimden yavaş yavaş akıyor ve bu tatlı uykudan vazgeçmeğe bir türlü razı olamıyordum. Zihnim karışıktı. Düşünceler birbirini kovalıyor, kendime hakim olamıyordum. Sabaha yakın uyumuşum.
Rüyamda babamı gördüm. Evimizdeydik. Kur'an-ı Kerim okuyordu. Duyduklarım arasında ancak şu ayeti celileyi hatırlayabiliyorum.
“İnsanlar arasında bazı kimseler vardır ki, Allah hakkında tartışmaya girerler...”53
Bundan sonrasını hatırlayamadım. Babam okumasını tamamladı ve gülümseyerek bana döndü ve dedi ki:
“Oğlum Hayran! Kur'an-ı Kerim okumuyor musun?”
Cevap vermeden gözlerimi açtım. Yatağımdaydım. O geceyi bir fikir kargaşalığı içinde, üzüntülü biçimde geçirdim. Bu rüyadan sonra, çok sıkıntı çektim. Babamın, rüyamda Kur'an-ı Kerim'i okumamı istemesini, bu halimden hiç de razı olmadığına yordum. Bir taraftan ruhî bir bunalım içindeydim. Öte yandan rüyamda babamı görmüştüm. Allah'ın kitabım okumamı istiyordu. Böyle bir fikir mücadelesi içinde ve yorgunluğun etkisi altında, ders vakti gelmiş çatmıştı. Hocamın yanma geldiğim zaman onu Kur'an-ı Kerim okurken görmem, beni dehşet ve hayret içinde bıraktı. Geceki rüyamla uyanık halde müşahede ettiğim olay karşısında irkildim. İçeri girdiğimi hisseden hocam, okumasına son verdi. Bana doğru döndü. Üzgün olduğumu anladı. Bana:
“Neyin var Hayran?” diye sordu.
“İyiyim. Bir şeyim yok Hocam.”
“Öyle ama seni pek iyi görmüyorum. Üzgün bir halin var oğlum.” Hayran:
“Bu gece rüyamda babamı gördüm hocam.” Ebu'n-Nûr:
“Hayırdır, üzülecek ne var!” Hayran:
“Onu, evimizde, Kur'an-ı Kerim okurken gördüm. Okuduklarından ancak şu ayeti hatırlayabiliyorum.”
“İnsanlar arasında bazı kimseler vardır ki, Allah hakkında tartışmaya girerler...”
Bundan sonrasını hatırlayamadım. Babam okumasını bitirdikten sonra bana döndü ve gülümseyerek dedi ki:
“Oğlum Hayran! Kur'an okumuyor musun?”
Cevap vermeden gözlerimi açtım. Yataktaydım. Rüyadan sonra kendimde bir sıkıntı ve yorgunluk hissettim. Çünkü babam bilhassa felsefe okumama hiç razı değildi. Kur'an-ı Kerim okumamı istiyordu.” Ebu'n-Nûr:
“Dün gece, uyumadan önce Spinoza'nın görüşlerini çok mu düşündün?” Hayran:
“Evet Hocam. Onun fikirlerini çok düşündüm. Ve bitkin bir halde uyumuşum.” Ebu'n-Nûr:
“Neden?” Hayran:
“Hocam, sizden ayrıldıktan sonra düşündüm. Böylesine, büyük akla sahip bir kimsenin sapıklık uçurumunun
kenarına gelip kendisini dalalet çukuruna atması beklenir miydi? İşte buna hayret ettim. Sonra şeytan beni:
“Bu adam, hem akılca, hem de ilimce senden daha büyüktür. Salim düşünce bakımından da senden daha etraflı düşünen bir kimsedir” şeklinde vesveseye düşürdü. Ben de: “Neden bu adam, büyük aklı, engin ilmi ve salim düşüncesiyle Hocamızın zikrettiği delilleri idrak edememiş?” diye bir hayli düşündüm durdum.”
Ebu'n-Nûr:
“O halde Hocanın ileri sürdüğü delillerden şüphelenmeye başladın değil mi? Hayran:
“Nasıl olur Hocam? Ben sizinle beraberim. Hatta eleştirmelerinizde bile...” Ebu'n-Nûr:
“Olabilir. Kendi görüşlerinden veya hocanın fikirlerinin doğruluğundan şüphe edebilirsin. Özellikle böyle bir filozof karşısında! Çünkü Spinoza’nın tesiri altında kalman mümkündür. Fakat ona muasır büyük filozoflardan bahsetmemi nasıl buluyorsun? Bunlar Spinoza'dan daha ünlü bilginlerdir. Allah'a İman konusunda, hepsi de, akıl yoluyla aynı görüşe varmışlardır.
Sizin gibi yeni yetişen ve tahsil çağında olan gençlerin hemen hepsi, filozofların tesiri altında kalmaktadır. Doğru bir görüşe varmak bakımından ne benim sözüme, ne aklınıza, ne de tesiri altında kaldığınız filozofların fikirlerine itimat etmeniz size bir fayda sağlamaz. Ancak hem bunlar ve hem de onlardan daha üstün fikir ve görüş sahibi olan, üstelik aynı asırda yaşayan büyük bir filozofun düşüncesi, etkisi altında kaldığınız düşünüre ait fikirlerin doğru veya eğri olmasında, her ikisini karşılaştırmakla elde edeceğiniz netice, size pek çok büyük faydalar sağlayacaktır.
Şimdi sana, Spinoza'dan, daha geniş görüşlü, daha açık sözlü, çok daha büyük şöhret sahibi muasır filozoflardan bahsedeceğim. Onlar da, Allah'a inanmaktadırlar.” Hayran:
“Benim de istediğim onlardır. İnanıyorum ki, fikirlerinizi, Allah'ın size bahşettiği ilahî nurun ışığında elde etmektesiniz.”
Ebu'n-Nûr:
“Rüyanızın yorumuna gelince: Bu, hak bir rüyadır. Kur'an-ı Kerim'de buna benzer yalnız iki ayet mevcuttur. (Biri Hac, diğeri Lokman sûresinde.)
Hac süresindeki ayet şudur:
“İnsanlardan bazı kimseler vardır ki, Allah hakkında bir bilgisi olmadığı halde, tartışmaya girerler. Küfründe inatçı şeytana tabi olurlar.”54
Yine aynı surede başka bir ayet:
“İnsanlar arasında bazı kişiler vardır ki, bir bilgiye, delile, yollarını aydınlatacak mukaddes bir kitaba müstenit olmaksızın, Allah hakkında tartışmaya girerler.”55
Lokman süresindeki ayeti celile de şudur:
“Göklerde ve yerde Allah'ın nimetlerini görüp idrak etmediniz mi? Onların hepsini (güneş, gezegen, ay, yıldız ve bulut, yağmur, hava, yeryüzü, dağ, taş, toprak, su ve her şey) siz insanların yararı ve menfaati için birer sebep kılmıştır: Hem açık hem gizli olarak, bütün nimetlerini sizin için tamamlamıştır. Durum böyle iken, insanlar arasında bazı kimseler vardır ki, bir bilgiye, bir delile ve yollarını aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah (varlığı) hakkında tartışmaya girerler.” buyurulmuştur.56
Görmüş olduğunuz rüya, size şunu belirtmek istiyor: Spinoza ve benzerleri, bilgisiz, mesnetsiz, aydınlatıcı mukaddes bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında tartışan kimselerdir. Böylece, yollarını sapıtan inatçı şeytana tabi olmaktadırlar. Babanızın rüyada sizden Kur'an okumanızı istemesi, delillerinizi Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen bilgileri, doğru yolu, hidayete eriştiren istidlal prensiplerim öğrenmeniz içindir.”
Hayran:
“Bütün ruhî sıkıntılarımı, bu güzel sözlerinizle, giderdiniz! Allah da sizin bütün sıkıntı ve ıztıraplarınızı gidersin hocam. Allah'ın varlığına delalet eden belgeleri açıklamaya devam eder misiniz?” Ebu'n-Nûr:
“Biraz sabırlı olunuz! Onların hepsini açıklayacağım: Her şeyin, zihnimde belli bir tertip ve sırası var. Sabırla bekleyiniz.” Hayran:
“Üç büyük filozof” olarak bahsettikleriniz de kimler?”
Ebu'n-Nûr:
“Birincisi; İngiliz filozofu John Lock (1632-1704). İkincisi Alman filozofu Gottfried Wiîhelm Leibniz (1646-1717) Üçüncüsü de, yine Alman filozofu İmmanuel Kant (1724-1804).” Hayran:
“Hakikaten, bu filozofların ününü üniversitede iken, felsefe bölümünde okuyan arkadaşlarımdan dinlemiştim. Hocam, ilk önce John Lock'u57 dinleyelim. O ne diyor?
Ebu'n-Nûr - Birbirine zıt tezatlar ve metafizik heyecanlarla “varlık birliği” fikrine dalmış bulunan Hollandalı Yahudi Spinoza'ya karşı, aynı senede doğan ve Manş denizinin karşı tarafında, İngiltere'de yaşayan Lock, incelemelerini “insan idraki” (Essai sur L'entendement humain) konusuna teksif etmiş, derin ve geniş sağduyusu içinde, hayalî kuruntulardan uzak, aklıyla, Allah'ı bulmuş, sağlam bir imanı temsil ediyordu. Lock, aklın, idrak bakımından gücünün yetmediği konular hakkında şöyle der: “İnsan, idrak bakımından, gaybî gizliliklere vakıf olacak salahiyette yaratılmamıştır”. Lock, “bilim” konusundaki görüşlerini açıklarken doğuştan gelme kabiliyetleri inkar eder:
“Muhtelif tarz ve nev'ilerde, bütün fikirler bize deney yoluyla intikal etmektedir. Bununla beraber, bazı düşünceler, de vardır ki, bizlere, bedihî ve zaruri temel bilgiler şeklinde belirmektedir. “Bakılmakla idrak etmek aynı anda olduğundan aklımız bunları fıtrî düşünceler sanmaktadır. Halbuki vahşilerle çocuklara baktığımızda bu bilgilerden yoksun olduklarını görürüz. İşte bu yönden şu neticeyi elde etmiş oluyoruz ki, insan aklı, yaratılışta, boş bir tablo gibi temizdir. Hiç bir fikir ve düşünceye malik değildir. Düz, boş bir tablo (Table Rase) gibidir. Bu düz levha yaşadıkça, deney ve gözlemlerle doldurulacaktır. Fakat biz, söz konusu düşünce ve fikirleri hayatın bize öğrettiği (deney) tecrübelerden almaktayız. Bu “deney”, hasselerimiz itibariyle, dıştan gelmekte; ayrıca tefekkür ile batinî (iç) düşünceler şeklinde elde edilmektedir.”
Hasseler, birçok duyulan akla götürür. Akılda bunları, toplar, korur, aralarında mukayese yapar, birbirleriyle ilişkiler kurar. İç gözlem yoluyla, insan, bedihî düşünceleri, zarurî bilgileri idrak edebilir. Halbuki bu zarurî bilgileri, “fıtrî” bilgi ve düşünceler olarak bilmekteyiz. Haddi zatında bunlar, aklın düşünerek, tecrübe yoluyla tekevvün ettirdiği düşünce veya bilgilerdir.” Hayran:
“Doğuşta zihnimize yerleştirilmiş olan “frtrî” fikirleri, Lock, inkar ediyorsa, biz hak ve hakikati nasıl bilelim? Şayet böyleyse, doğru düşüncenin temeli nedir?” Ebu'n-Nûr:
“Bu, özde değişiklik yapacak bir soru değildir. Çünkü gerek zihnimize yerleştirilmiş temel fıtrî düşüncelerde gerekse bizzat aklımızın, düşünce yoluyla elde ettiği bilgilerde netice itibariyle bir fark yoktur. Önemli olan, insanların, akıl vasıtasıyla bedaheten öğrendikleri zaruri bilgilerdir. Çünkü bunlar, bir düşüncenin “doğru” veya “yanlış”lığını anlamak için kullandığımız temel bilgileri içine almaktadır. Gerek aklımızın buluşu, gerekse zihinlerimize yerleştirilmiş fıtrî düşünceler veya her ikisi birden zihnimizde yer etsin, önemli olan sağduyulu, akıl sahibi kimselerin bunların, doğruluğunu kabul etmeleridir.
Lock, zihinlerimize yerleştirilmiş fıtrî düşünceleri önceden kabul etmemişse de sonradan benimsemiştir. Hatta bunları (Idees representatives) diye adlandırmıştır.
“Her şeyin hakikatini çözmek için aklımızda kalıplar vardır. Fikirleri bunlarla mukayese ederiz. Binaenaleyh “doğruyu” ve “eğriyi” ancak o zaman bilebiliriz. Uygulama ne kadar düzgün ve tamam olursa, zihnimizdeki fikir kalıplan arasında, doğru olanlara, o kadar yaklaşmış oluruz.
Böylece Lock, “bilim”i üç kısma ayırır:
“Birinci kısım, apaçık bilinenlerdir. Aklın düşünmeksizin, ispatsız ve delilsiz olarak, kabul ettiği bilgiler.
İkinci kısmı: İsbatlı bilimlerdir. Bilgi kalıplarıyla ona benzetmek ve uygulamak istediğimiz fikirlerin mukayesesinden sonra elde ettiklerimiz.
Üçüncüsü: Gizli ve kapalı bilgilerdir. Bunları ispat etmek ve delil göstermek mümkün değildir. Gördüğümüz maddî alem gibi. Biz, bu alemi hissediyor, duyumlarımızla idrak edip anlıyoruz. Ama bahis konusu bilgilerimiz, açıkça bilinen şeylerden değildir. Kesin olarak, haklarında doğru bir hüküm veremiyoruz. Delil göstermek mümkün olmuyor. Çünkü biz, herhangi maddî bir varlığı hissettiğimiz zaman, onu ancak dış görünüşü, özellikleri ve sıfatlarıyla tanıyabiliriz. Hakikatini özünü, görünüşünün ötesindeki gizli şeyi bilmemize imkan yoktur. Özünü anlamak yolu bize kapalıdır. İşte bu yönden, maddî alem hakkında bilgilerimiz çok kısırdır.”
Hayran:
“Şüpheci sofistler gibi Lock da, hakikati anlamanın ve idrak etmenin imkansız olduğunu mu ileri sürmektedir?”
Ebu'n-Nûr:
“Bakıyorum ki, benim söylediklerime ve önünüzdeki kağıtta yazılı cümlelere dikkat etmiyorsunuz. Bu filozof diyor ki:
“Fikirler arasında elde ettiğimiz bilgiler üç bölüme ayrılmaktadır.
Birincisi: Doğrudan doğruya aklın kavradığı ve idrak ettiği, düşünmeksizin kabul edilen bilgilerdir. Mesela “Bütün parçadan büyüktür.” “Bir şey ya doğru ya yanlıştır.” Bir şey aynı anda hem yanlış hem doğru olamaz. İkinci bolümü teşkil eden bilgiler ise, mukayese ve delil yoluyla elde ettiklerimizdir. Misal olarak, aritmetik ve geometride kullanılan postulat ve teoremlerden elde edilen hakikatleri gösterebiliriz.
Üçüncü bölüm maddî şeylerdir: Haklarındaki bilgilerimiz sathidir. Düşünmeksizin kabul edilen, isbat ve delil ile doğruluğu meydana çıkan veya hüccet istenmeyen bilgilerdir. Bu bilgiler hayalî ve zannidir. Ancak insanlar, hep birlikte, aynı şeyleri hissettikleri için, akıl bunların doğruluğunu ittifakla kabul etmiştir. Aslında bu, “tercih yönünden” başka bir şey değildir. İşte bu maddî varlıkları zihnimizdeki şekillere göre değerlendirmek mümkün değildir. Bunları, maddî bir şey üzerine tatbik etmek mümkün olmadığından kesin bilgi saymıyoruz.” Hayran:
“Gaybî hükümleri, “Allah'ın varlığı”na ait fikir veya bilgileri, filozof Lock, hangi kısma dahil etmektedir?”
Ebu'n-Nûr:
Burada Lock'un yüksek ve saf (naif) görüşü ortaya çıkmakta, Allah'ın varlığını idrak ile gaybî, gizli hükümleri birbirinden ayırmaktadır. Bakınız ne diyor:
“Şayet biz aklımız ve zekamızla, malik olduğumuz hasseler yardımıyla, Allah'ın varlığı hakkında biraz olsun düşünürsek, insan’ın kendi kendine, yoktan meydana gelmesinin imkansız olduğunu açıkça anlar, bir yaratıcıya muhtaç bulunduğunu görürüz. Allah'ı tanımak delillere dayandığından bedihî bilgiler kısmına dahildir. Çünkü bizim varlığımız bedihî olarak bilinen ilim çerçevesi içinde bulunmaktadır. Dekart’ın da dediği gibi, bu varlığımız, Allah'ın varlığına delalet eder. Sonra “Allah'ın varlığına delalet eden”, şu gördüğümüz ve her an müşahede ettiğimiz kainatın sağlam nizam ve intizamı, akıllara hayret ve dehşet veren güzel yaratılışı da, bizi, bir yaratıcıya doğru sürüklemekte ve bize şöyle ilham etmektedir:
Bu kainatı yaratan, her şeye kudreti yeten, her şeyi bilen ve iradesiyle her şeyi yapan, ezelî ebedî bir yaratıcıya inanmak artık bedihî bir hüküm olmuştur.”
Gaybî hükümlere gelince: mesela Allah'ın zatı, ruhun mahiyeti, hakkında, Lock, öyle hikmetli bir ifadede bulunuyor ki, hikmet sahiplerinin sözlerini öğrendiğin gibi bunları da iyice öğrenmelisin.
John Lock, fikirlerini şöyle açıklıyor:
“Şayet insanlar, aklî güç ve kuvvetleri üzerinde, etraflı ve ciddi incelemeler yapmış olsalardı, bu araştırmaları neticesinde, önlerine iki türlü düşünce çıkardı. Birisi, aydınlanmış, açık bilgiler. İkincisi, kapalı, karanlık ve müphem! Bunların arasında, anlaşılması ve idrak olunması mümkün “olan” ile “olmayanı” ayırt etmeleri gerekmektedir. İşte sözü geçen ayırım neticesinde, insanlar, kapalı, karanlık ve müphem fikirleri idrak etmede aciz olduklarını itiraf ederler. O zaman kendilerine gereken şey, çalışma ve araştırmalarını, aydınlanmış, açık meseleler üzerine toplamaları karanlık tarafı terk etmeleridir. İnsanoğlunun menfaat ve yararı bunu icap ettirir.”
Hayran:
“Sayın hocam! Bizde bu anlamda bir atasözü var.” Ebu'n-Nûr:
“Uygun düşen bir sözü tam yerinde hatırladınız. Birûnî de “Kitab fi Tahkik mal'il-Hind” adlı eserinde zikreder:
“Aydınlığın ulaştığı yer yeter bize. Işığın varmadığı noktalar ne kadar önemli de olsa bizi ilgilendirmez. Çünkü ışığın varmadığı şeyleri hisler kavramaz, hislerin kavramadığı şeyler ise hiç bilinmez.”
İşte Hayran, bir “batı” filozofu ile bir “İslam” filozofunun, fikir bakımındın nasıl birleştiğini görüyorsun! Aralarında hiç bir ihtilaf yoktur. Allah'ı tanıma ve O'na inanma konusunda hemfikirdirler. Birûni’nin yukarıdaki sözünden anlaşıldığına göre, ışığın aydınlattığı, şuanın ısıttığı sahadan ileri gitmek, insan gücü dahilinde olan bir şey değildir. Hududu aştığında elbette tökezler, yıkılır... Emeklemeyi de unutur. Kendinden geçer. O zaman, Spinoza’nın düştüğü hayalî kuruntular içinde yanlış, sapık, saçma sapan hükümler vermeye başlar.” Hayran:
“Anlat hocam, anlat! Leibniz'den Kant'tan anlat! Tatlı konuşmalarınızı kesmeyiniz. Hakikati anlamak ne kadar güzel ve tatlı!...” Ebu'n-Nûr:
“Dinlemek istediğiniz müddetçe, gönlünüz huzura kavuştukça anlatacağım. Şimdi bana, Hüccet ül-İslam İmam Gazali’nin bir sözünü hatırlattınız. Büyük bilgin şöyle diyor:
İnsanoğlunun, en çok zevk duyduğu şey, bir konuyu anlamak ve bilmektir. Anlamadığı şeyden zevk duymadığı gibi, ona düşmandır da. Evet, anlatacağım!. Fakat vaktimiz, bu gece, kafi gelmez. Bunun için sadece Wühelm Leibniz'den bahsedeceğim.”58
Hayran:
“Hocam, Leibniz de, Lock, kadar, ileri ve yüksek görüşlü bir bilgin midir?” Ebu'n-Nûr:
“Bir noktada aynı seviyededirler. Bilgide eşittirler. Diğer bazı konularda ise aralarında ihtilaf vardır. Bazı meselelerde, ondan daha geniş bir fikre sahiptir. Bir başka noktada ise çok kısa görüşleri olduğu hiç de gözden kaçmamaktadır.” Hayran:
“Nasıl hocam?” Ebu'n-Nûr:
“Leibniz, imanda Lock'la aynı derecededir. Allah'ın varlığını ispat hususunda ondan daha ileridir. Ama Boş Levha (table rase) konusunda ona muhaliftir. Ancak, “Lock'un hikmeti”ne itirazda pek ileri gitmekte ve şuanın aydınlattığı sahanın sınırını, karanlıklara doğru, aşmaktadır. İşte o zaman tökezliyor ve emeklemeye başlıyor. Bununla beraber, büyük Alman bilgini Leibniz'in, geniş bilgi, derin düşüncesi vardır. Özellikle “yaratıcı”, “yaratık”, “bilim” ve “varlık” felsefesinde ufku geniştir. Fakat madde ve ruh konularında yanılmıştır. “Ruh” ile “cesedin” - zannettiğime göre “bir” olduğunu savunması bundandır.
Leibniz, ilk devirlerinde Dekart’ın görüşlerini, bilhassa zihnimize yerleştirilmiş temel, fıtrî bilgiler konusundaki düşüncelerini savundu. Öte yandan Lock'un: “Aklımız, ilk yaradılışta boş, düz bir levhadan ibaretti. Üzerinde hiç bir bilgi yoktu. Bütün bilgilerimiz ne aklıevvelden ne de doğuştan gelmektedir. Bunları ancak deney yoluyla elde ederiz” şeklindeki görüşüne itiraz ederek, bilginin İnsan aklının yeni yeni tahliller yapmasıyla elde edileceğini ileri sürmüş, bununla, Dekart ile Lock arasında, vasat bir görüş savunmuştur.
Bu konudaki sözü şöyle:
“Bilimi, tecrübe yoluyla ve ona istinaden yalnız bu yönden tefsir edip açıklamamız doğru değildir. Lock'un: “Deney, bilginin tek yoludur” görüşü yanlıştır. Çünkü bilim, yalnız bu yoldan bize gelmez. Başka geliş yolları da vardır. Bizim “zarurî ve küllî hakikatler” (Verites necessaires et universelles) olarak bildiğimiz fikirler vardır. Bunlar tecrübeden daha ulvî hakikatlerdir. Ne var ki, biz bunları, yine de tecrübe yoluyla keşfetmekteyiz.
Hülasa, bu hakikatler, zihnimize, yaratılışta, bil-kuvve yerleştirilmiş düşünce ve bilgilerdir. Bunları elde etmek için, elbette deneye başvurmamız gerekir. Şayet deney olmasaydı onları keşfetmemize imkan yoktu. Bununla beraber, şunu da unutmamak gerekir ki, deney, hakikatleri, bizzat tekevvün ettirerek meydana getirmez.” Böylece, Kant’ın görüşüne iştirak etmektedir.
“Akılda, hasselerden gelen ve dıştan algılanan herhangi bir düşünce yoktur. Bizzat düşünceler aklın ta kendisidir. (IIn'y a rien dans I'intelligence qui ne vienne des sens, si ce n'est I'inteiligence elle meme).”
Leibniz, yaradılıştaki fıtrî düşüncelerin mevcudiyetini tekid etmiş; bu zarurî ve temel fikirler yoluyla “icad”, “mucid” ve “mevcud” hakkındaki meseleleri halletmiş, Allah'ın varlığını ispatlayarak kemal sıfatlarını belirtmiştir. Böylece, kainatin, Tanrı'nın bir parçası olmadığını, ancak onun, Allah'ın bir yaratığı olduğunu bildirmiştir. Leibniz, mahlukatı, Allah'ın yoktan meydana getirdiğini kabul etmiş ve bunun “mümkün” olacağını da ispatlamıştır.” Hayran:
“Bu “yoktan yaratma” meselesini nasıl izah etmiş? Çünkü onun gibi rasyonalistlerden (akılcılardan) birçoğu ileri gidememiş, yerinde saymıştır.” Ebu'n-Nûr:
“Leibniz, bu meseleyi, Farabî, İbn Sina, Dekart ve Lock'un istidlal metodunu izleyerek halletmiş ve böylece, sağlam bir inanç içinde, açık ve güzel bir izahla ispatlamış, sağlam aklî delillerle ve açık bir ifadeyle, bu ispatlarım kuvvetlendirmiştir. Aklının doğru görüş ve isabetli hedeflerinden ayrılmayan her insan, bu istidlaller karşısında, susmaktan başka çare olamadığını itiraf etmeye mecburdur.
İyi dinle Hayran, bak ne diyor!” Hayran:
“Hocam, iki kulağım da sizde, sizi dinliyorum.” Ebu'n-Nûr:
“Leibniz diyor ki:
“Akla dayanan bilgilerimiz iki büyük ilkeden (prensipten) yola çıkar:
1) Çelişmezlik İlkesi (tenakuz prensibi) (Le principe de contradiction)
2) Yeterli Sebep İlkesi (Le principe de raison suffisante). Bunları şöyle izah edebiliriz:
Tasavvur edip düşündüğümüz her şey, ya mümkün veya değildir. Aklımızda bir tenakuz (çelişme) vaki olursa, muhakkak ki bu imkansızdır. Yani müstehildir.
Akıl'la çekişmeyen her tasavvur, “mümkün” olan hükümdür. Yani aklen vaki olması imkan dahilinde olan bir hükümdür.
İşte bu esaslara dayanarak, her müşahede ettiğimiz şey, zarurî sebepler kanunu dahilinde hareket etmekte ve hatta vücut bulmaktadır diyoruz. Bu gördüğümüz “sebeple”, onların vuku bulması ve tekevvün etmesine, bu illetin (sebebin) yeterli olması kafidir. Şayet “yeterli bir sebebin bulunmaması” bahis konusuysa, o zaman aklî bir çelişme (tenakuz) meydana gelmesi gerekir. Bu itibarla ve bu iki esas ilkeye dayanarak, bilimi elde etmek imkan dahilindedir. Ayrıca vaki olan hakikati tahlil de mümkündür.
Çelişme ilkesine dayanarak bir şeyin “husule” gelmesi ve “mümkün” olması hükmünü verebilmek için şöyle bir soru sorabiliriz.
Soru: Bir şeyin tasavvurla elde edilmesi ve vuku bulması anmda, akılda bir çelişme (tenakuz) husule gelirse durum nasıl olur?
Cevap: Tasavvur edilmesi anında, şayet aklen bir çelişme (tenakuz) vaki olursa, o şey “imkansız” hükmündedir. Yani müstehildir.
Aklen bir çelişme (tenakuz) bahis konusu olmadığı takdirde, o şey “mümkün” dür. Akıl, bu hükmü; azci dolayısıyla, uzak görse de bu, imkan dahilinde olan yani “mümkün” bir hükümdür.
İkinci bir soru da, bir şeyin varlığının “zarurî” olduğuna hükmetmek için sorulabilir:
Soru: Bir şeyin tasavvuru söz konusu olduğu zaman, varlığının zarurî olmaması halinde aklen bir çelişme (tenakuz) vaki olur mu, olmaz mı?
Cevap: Eğer varlığının tasavvur edilmemesi halinde, aklen bir çelişme (tenakuz) vaki olması “vacib” ise, onun varlığı “vacib” demektir. Öyle değilse “vacib değildir”.
Şimdi, ikinci esas olan “ilkeye” geçelim ve onu açıklamaya çalışalım. Yalnız biraz dikkatli olalım, çünkü iyi anlamak gerekir. Leibniz diyor ki:
“Müşahede ettiğimiz hakikatlere geçerek ve “yeterli sebep” ilkesine dayanarak şöyle bir açıklama yapabiliriz. “Yeterli sebep” ilkesine istinaden müşahade ettiğimiz hakikatleri inceleyince şunu görürüz: Her vakinin, bir vukubulma sebebi bulunması zarurîdir. Ve bu sebebin, “yeterlilik” sıfatını taşıması, vakinin meydana gelişi bakımından, elzemdir. Öyle ise, “yeterli sebebin” varlığı, aklen “vacib” dir. Bunun aksi demek olan, “yeterli sebep” in inkarı ise bir “çelişme”dir. Yani böyle bir hükmün aklen kabulü mümkün değildir. Çünkü onun aklen “vacib” olması, yine vacib hükmünden sayılmaktadır.”
Böylece, iki esas ilkeyi, aklî ve mantıkî bir şekilde açıklamaktadır.
İşte, Leibniz, varlık konusundaki görüşlerini bu esaslara dayanarak bir temel üstüne kurmuştur. Ayrıca “yoktan yaratma”, “yaratıcı olma” gibi hükümleri de bu esas üzerine dayandırmış, netice itibariyle, Allah'a inanmış, onun “yaratıcı” ve yoktan var edici bir kudret olduğunu, her şeyi O'nun yaratığını, akıl ile ispat ederek, kabul etmiş, Allah'a muttasıf olduğu bütün kemal sıfatlarıyla iman etmiştir.
Allah'a iman ve onun varlığı, “mümkün” bir hükümdür. Bu itibarla, “var olma” düşüncesinde aklî bir çelişme olmayacağı açıktır. “Böylece, Allah'ın “varlığı”nın “vacib” olduğunu kabul etmiş ve bunu aklen de ispat etmiştir. Ona göre bu mahrukatın “yoktan yaratılması” mümkündür. Yoktan yaratılmanın Allah'a nazaran “mümkün” olacağını da, ayrıca aklî delillerle beyan etmiştir. Akıl, onu tasavvurdan aciz kalsa da bunun mümkün olacağını ispatlamıştır.
Sonra gördüğümüz ve müşahede ettiğimiz kainata dönerek; bu alemin vaki olan bir şey olduğunu kabul etmiş, kendi kendine meydana gelmediğini, ancak bir “yaratıcı tarafından halk edildiğini ileri sürmüş ve buna inanmıştır. Çünkü “kendi kendini yarattı” dediğimiz anda aklen bir çelişme (aklî bir tenakuz) vaki olmaktadır. Halbuki akıl, böyle bir şeyi kabul etmemektedir. Görülüyor ki, bu kainat, Allah tarafından yaratılmıştır.
Madem ki, görüp müşahede ettiğimiz bu alem “vaki” bir hakikattir, öyleyse bunun meydana gelmesi, vücut bulması için yeterli bir “sebeb”e dayanması elzemdir. “Yeterli sebep” olmadığı anda da alem yoktu ama O “vardı”. Bunun inkarı gayri mümkündür. Öyle ise, yeterli sebebin bulunması hem elzem, hem de vacibdir.
Bu “yeterli sebeb”in, ayrıca sonsuz bir kudret, hikmet ve iradeye sahip olması da elzemdir. Hatta bütün kemal sıfatlarına malik olması gerekir. Şu halde, varlığı vacib olan, sonsuz hikmet, kudret ve bütün kemal sıfatlarına sahip, yeterli sebep ancak Allah'tır. Bunun inkarı, aklî bir çelişme olur. Zira “yeterli sebeb”i inkar, aklın kabul etmeyeceği bir hükümdür. Öyle ise kendi zatında varlığı vacibdir.”
Hayran:
“İkna edici bir ifade! Bu derece kesin ve güzel bir isbat şekline şahid olmadım.” Ebu'n-Nûr:
“Var, var, ey Hayran!. Bundan daha kesin delil ve hüccetleri ihtiva eden “Allah'ın Kelamı”nı unutma! Babanız da onu okumanızı istiyordu. Çünkü orada daha muazzam delil ve ikna edici ayetler bulacaksın. Onu okudukça daha çok huzur ve sükûna kavuşacaksın. İstediğin her delil ve hüccetlerin bütün metot ve ve nevilerini orada bulacak, daha açık bir ifadeyle, akılları ikna edici belgeler göreceksin. Sana şu anda tavsiye edeceğim şey, daima Kur'an-ı Kerim okumandır. Aradığın her mantıkî ve aklî delilleri, felsefenin öne sürdüğü bütün isbat örneklerini yalnızca Kur'an'da bulacaksın.” Hayran:
“Allah'ın Kelamı Kur'an-ı Kerim'in, bundan daha derin ve beliğ, daha kuvvetli hüccetlere malik olduğuna ve daha sadık sözleri beyan ettiğine inanıyorum. Ancak, lügat, lafız, ifade ve üslup bakımından, onun derin belagatini idrak etsem de, bizim şu andaki konumuzla ilgili manaları anlayamıyorum. Eğer zatı aliniz lütfeder ve bu hususları açıklarsanız çok iyi olur.” Ebu'n-Nûr:
“Tefsir alimlerinin ve edebiyat bilginlerinin çoğu, Kur'an-ı Kerim'in belagat yönünden, mucize olduğunu ileri sürerler. Fakat Kur'an-ı Kerim'in akılları durduran sihirli beyanı bir yana, bu mukaddes kitabın en önemli, bir mucize niteliğini taşıyan en kuvvetli bölümü, Allah'ın varlığına delalet eden, kemal sıfatlarını, mahlukatın yaratılışını, imansız kişilere karşı ileri sürdüğü ikna edici reddiyeleri açıklayan ve bunları aklî, mantıki delil ve isbatlara dayanarak, izah eden ayetleridir.
Evet! Bu ayeti celilelerdeki ifade ve manalar, daha açık, daha geniş anlam taşıyan, daha muazzam ve kesin bir icaz ve belagatı havidir.
Bunların açıklanması meselesine gelince: Biraz önce de ifade ettiğim gibi, -yeri gelince- onları size açıklamaya çalışacağım. Hayran:
“Eğer Leibniz, Allah'ın varlığı ve kemal sıfatları hakkında beyan buyurduğunuz görüşlere sahip ise, takıldığı noktalar neler?” Ebu'n-Nûr:
“O'nun takıldığı husus, ruh ile cesedin birleşmesi konusunda akimin acze düşüp bunu idrak edememesidir. Bu kendi anlayış ve idrakine göre yapılmış bir tefsirdir. Yukarıdaki açıklamada ileri sürdüğü görüşler, Malebranch'a tamamen uymaktadır. Hatırlayacaksınız. Malebranch, “Geçmişte, birbirine uygun bir düzen içinde birleşme” fikrini ortaya atmış ve bu sözüyle son derece ileri gitmişti. Fakat Leibniz, bahis konusu fikri biraz daha açıklar ve biraz daha ilerleyerek “Mutlak zorunluluk” fikrini ortaya atar. Aklî bir sınır içinde bunu kabul eder. Böylece, Allah'ın hikmet ve kemal sıfatlarıyla bağdaşmayan bu aşırı görüşü, daha önce, arkadaşı Malebranch'ın da kabul ettiği gibi, aynen benimser.
Leibniz, bu hususta diyor ki:
“Müşahede ettiğimiz alem (evren), ruh ve cisim bakımından monatlardan, meydana gelmiştir. Monatlar, dıştan bir etkiye maruz kalmadıklarına göre, kendi iç etkileriyle değişirler. Her birisi müstakil bir özelliğe sahiptir. Kendileri için vazolunan bir kanun üzere hareket ederler. Her atomda (zerrede) iki yön vardır. Bir tarafı maddî, öteki tarafı ruhî'dir. Maddî taraf kendi kendine ve kendi içinde münfaildir. Öteki taraf ise ruhî cepheyi teşkil etmektedir ki, yapıcı ve esas fail taraftır.
İşte “monat'lar, bu şekildedir. Yaratılmakla başlar, yok olmakla biterler.” Hayran:
“Peki, Hocam, eğer bu zerreler (atomlar), birbirleriyle birleşmiyorlarsa nasıl oluyor da kendi iç etkileriyle değişiyor ve hareket ediyorlar? Yanıt nasıl, reaksiyona giriyor, değişik hareket sağlıyorlar?” Ebu'n-Nur:
“Leibniz, bu sorunun cevabını vermek için, biraz önce geçen ve Malebranch tarafından ortaya atılan şu fikri benimser:
“Geçmişte birbirine uygun bir düzen içinde birleşme.” Ve sözlerini şu ifadelerle açıklamaya çalışır:
“Monat'lar, Allah'ın irade ve kudretiyle değişmekte ve hareket etmektedir. Öyle bir durum alırlar ki, birbirleriyle birleşmiş gibi görünseler de, gerçekte, aralarında birleşme yoktur. Fakat belli bir nizam ve ilahi kudret tarafından düzenlenen kanuna uygun bir şekilde birbirlerine uyarlar. Hakikatte birleşmedikleri halde, görünüşte birbirlerine uygun kanun içinde birleşme, ayrılma ve değişme hareketlerini sağlarlar. Böylece, Allah'ın vazettiği önceki düzene uygun bir şekilde hareket ve değişmelerini tamamlarlar.
İşte ruh (akıl) ve cesedin birbirleriyle olan ilişki ve bağlantısı da aynen böyle bir düzen üzerine kurulmuştur. Çünkü akim, kendine mahsus ayrı özelliği ve hareketi vardır. Cesed de kendisine göre özelliklere sahiptir. Fakat bunların her ikisi, hareketlerini, birbirinden tamamıyla ayrı bir düzen içinde ve Allah'ın kudreti sayesinde sağlamaktadır. Her ikisinin hareket ve değişmeleri birbirine tamamıyla uygundur. Akıldaki her fikir, cesedde, düşüncesine uygun bir hareket tarzı meydana getirir. Sanki aralarında bir ittifak ve anlaşma varmış gibi birbirlerine uygun hareket etmektedirler. Aklın verdiği bir hükme cesedin muhalefet etmesi düşünülemez. Çünkü yaratılışta birbirleriyle anlaşma ve ittifak halindedirler. Hakikatte aralarında birleşme ve birbirlerini etkileme diye bir şey yoktur. Fakat zahiren bize böyle görünmektedir. İşte bu, “geçmişte Allah tarafından vaz' edilen birbirine uygun bir düzen içinde birleşme neticesinde olmaktadır.” Hayran:
“Leibniz tarafından ileri sürülen fikir, imkan dahilinde olan bir görüştür. Çünkü tasavvur edildikleri zaman akılda bir çelişme olmayacağı aşikardır. Ancak zihnimi kurcalayan şöyle bir soru var:
“Leibniz’in ileri sürdüğü fikre dayanarak, ruh ve ceset arasında, gizli bir birleşmenin varlığı tasavvur edildiği zaman, acaba aklî bir tenakuz vaki olur mu olmaz mı?
Eğer böyle bir tasavvurdan dolayı akılda herhangi bir çelişme vaki olmazsa o, “mümkün olan” bir hükümdür. Durum böyle iken, neden Leibniz, ruh ile madde orasında varlığı tasavvur edilen zor bir meseleyi kolayca geçerek daha güç bir çıkmaza girmekte, böylece kötü neticelere sebep olmaktadır?” Ebu'n-Nûr:
“Sözleriniz doğru. Mademki bilmiyoruz, öyleyse ebedî olarak bilmemeniz gerekmektedir. Ruh ile ceset arasındaki birleşme meselesini de ilelebet bilmememiz mümkün ama, bilakis imkan dahilindedir. Burada Leibniz'e söyleyeceğimiz tek kelime “O mümkündür”den ibarettir. Ve bu, kafidir sanırım. Zira bunun tasavvuru halinde, akılda bir çelişme meydana gelmesi lazım gelmez. Binaenaleyh, bahis konusu imkan dolayısıyla meseleyi şu şekilde ifade etmemize hiç bir engel yoktur.
“Bu, Allah'ın kudret ve inayetiyle olmaktadır.”
Eğer böyle deseydi bu kadar talil ve tahlile lüzum yoktu. Gerçekten zor ve içinden çıkılmayacak meselelere girmeye, neticede Cebriye mezhebi'nin görüşlerini ileri sürmeye, Allah'ın hikmet ve adaletine aykırı bir görüşü uzun uzun savunmaya lüzum yoktu.” Hayran:
“Hocam; Biraz önce sizden işittiğime göre, Leibniz, “alemin sonsuz kemale sahip” olduğunu söylemiştir. Bu sözün manası nedir? Şu gördüğümüz, serlerle dolup taşan alemi neden böyle nitelendiriyor?” Ebu'n-Nûr:
“Meşhur bir filozof olan Leibniz, mütefail bir delille, içinde yaşadığımız kainatı, her şeyiyle muhkem ve berkemal görmüş; müşahede ettiğimiz nizam ve intizamın güzelliğini, Allah'ın, kemal sıfatlarına sahip olmasının ispatı şeklinde değerlendirmiştir. Bu görüşünü, aklî dayanağı olan “aynîle vaki” şu kainatın “yeterli sebep İlke”sinden istintaç ederek ortaya koyduğunu belirtmektedir. Daha sonra, bahsi geçen delile dayanarak “Allah'ın tam kemale sahip” olmasının “vucub”unu açıklamaktadır. Çünkü aklın idrak ölçüsünün kabul ettiği bir hakikat varsa, müşahede ettiğimiz bu alemin daha güzel bir nizam ve intizam içinde olmasıdır.
Yalnız burada belirtilmesi gereken ve açıklanması zarurî olan bir nokta var:
Bize düşen vazife, bu aleme tek bir zaviyeden bakmamaktır. Belirli ve dıştan görünen, fenaya mahkûm, mahdut bir zaman içinde cereyan eden şerli olaylara gözlerimizi dikmemiz ve yalnız bu konuda düşünmemiz yeterli değildir. Bunun daha ötesinde, şer unsurlarının arkasında gizlenen hayırlı hakikatleri görmemiz, hatta bu serlerin bizi hayra ilettiğini unutmamamız gerekir. Bize düşen; her şeyin ardında bir hikmetin gizlendiğini unutmamaktır.
Şayet biz, müşahede ettiğimiz bu aleme, toplu halde bakarsak şer olarak gördüğümüz şeylerin, gerçekte bizi hayırlı hedeflere ileteceğini görürüz.
Leibniz'in “şer”lerle ilgili sözleri -daha önce birçok filozof ve kelam aliminin ifade ettiği gibi- bana, meşhur edib Cahız’ın şu sözlerini hatırlatıyor:
“Dünyanın başlangıcından fani oluşuna kadar devam eden zaman içinde, şer ile hayrın, faydalı ile zararının, sevgi ile nefretin, değerli ile değersizin az ile çoğun, birbirleriyle karışık halde, bulunması, insanın menfaat ve maslahatının iktiza ettiği bir gerçektir. Eğer yaratılışta sadece “şer” olsaydı, bütün mahlûkat helak olurdu. Yahut sadece “hayır” olsaydı o zaman imtihan olmazdı. Güzel düşüncelerin sebepleri kesilirdi. Bu itibarla hikmet ve fazilet mefhumları da yok olurdu. Seçip beğenme hakkı yok olsaydı, seçip beğenilecek şeyler arasında bir ayırım yapmaya lüzum kalmazdı. Bir bilgin ne bir şeyi tespit ve tayin edebilir, ne de onu belirtebilirdi. Yani ilim mefhumu ortadan kalkardı.
Tedbir almak, zararı defetmek, yararlı şeyleri celb etmek, beyan edilen bir şeyde herhangi bir tercih bir musibete karşı sabretmek, memnun olunan bir şeye şükretmek mümkün olmazdı. İki şey arasındaki derece farkının belirtilmesi, kazanılan bir muzafferiyetten dolayı sevinilmesi, galibiyet neşesi, onun insana verdiği izzet ve şerefin gururu, bir hakkın sorumluluğunun taşınması ve ondan mesul olunması beklenemezdi. Batılın, zillet ve aşağılığın kötülüğü ileride elde edilecek gaye ve amaçlara ulaşma emellerini doğururdu. Ne büyük hikmet adalet sahibidir Allah! Bizim şer zannettiğimiz şeyler, aslında bizzat menfaattir. Yararlanmamız için bizi hayra yönelten O'dur. Nimetlerinin birer “aracı” olduğunu idrak edip anlamak büyük mutluluktur... Evet, zararların netice itibariyle, daha büyük yararlara götüren birer nimet olduğunu idrak etmek ne güzeldir! Allah'ın her şeyi noksansız yaratması, hepsini berkemal kılması, her şeyde bizler için nimet vermesi, bunları tamamlaması ne büyük ve azametli bir ilahî hikmetin tecellisidir! Acaba biz bunları idrak nimetine ne zaman kavuşacağız?!...”
Hayran:
“Hocam, hakikaten bu sözler, üstün bir belagat ve hikmet eseridir.”59
Dostları ilə paylaş: |