İLİm-felsefe-kur’an işIĞinda iman



Yüklə 2,07 Mb.
səhifə5/31
tarix03.01.2019
ölçüsü2,07 Mb.
#88844
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   31

İKİ VAHY ARASI




Issız Bir Adada Büyüyen Çocuğun Hikayesi

Hayran diyor ki:

“Ertesi gün akşam üzeriydi. Caminin hizmetçisi ile karşı­laştım. Bana küçük bir kitap uzatarak:

“Lütfen bu kitabı alınız ve hocamıza veriniz! Birkaç günden beri bunu bizden istemekte ve bulmamız için ısrar etmektey­di.” dedi.

Kitapla, hocamın odasına girdiğimde, gözlen ışıldadı, memnuniyet belirtileriyle dedi ki:

“Nihayet onu buldular, değil mi? Ama suç onlarda değil bendedir. Ben bu küçücük eseri, bundan on yıl önce, felsefenin özeti olarak yazmıştım. Sonra onu, benden aldılar ve yayımla­dılar. Bendeki tek nüshayı nereye koyduğumu ve kime verdiği­mi de bilmiyordum. Aranıp bulunmasını istedim. Çok şükür ki, bulmuş ve getirmişler.”

Hayran:

“Bu kitaptaki konular nasıl bir önem taşıyor ki, bulunması için ısrar ettiniz efendim?” Ebu'n-Nûr:

Aslında o kadar önemli bir şey değil, üzerin­de durulmasına gerek yoktur. Fakat size anlatmak istediğim “Hayy İbn Yakzan” (Uyanık Oğlu Diri) hikayesini, özet olarak, bu kitapta bulabilirsiniz. Bu sebeple, ikinci bir defa, vakit ve ça­ba sarfetmekten kurtulmuş oluruz. Kitabın başka bir özelliği yoktur.” Hayran:

“Sayın hocam! Anlaşıldığına göre, bu hikaye İbn Tufeyl tarafından yazılmıştır ve tamamıyla hayal mahsulüdür. Şu halde hayalî bir örgüyle örülmüş böyle bir hikayenin içinde, “Hafc”tan bahseden felsefeyi aramamız doğru mu?” Ebu'n-Nûr:

“Aslında başrolde görünen insanın adıyla sahnenin dekorundan başka, eserin hayalî bir tarafı yoktur. Bu hikayede geçen “Hayy İbn Yakzan”ın yerine, “aklı”, “ıssız ada” yerine de şu yaşadığımız “yer küresi''ni koyarsanız, o zaman, hakiki bir tarih kitabı meydana gelmiş olur. Görüyorsun ya! Ortada hayal mahsulü bir eser yoktur. Ancak başrolü oynayan aklın yerine bir kahraman ismi konmuştur.” Hayran:

“Nasıl oluyor, lütfen anlatınız Hocam?” Ebu'n-Nûr:

“İbn Tufeyl’in Bilim ve varlık felsefesini, Allah'a îman ve fazilet (erdem) hakkındaki görüşlerinin bu hikayenin içinden açık bir şekilde ifade edildiğini görüp anlayacaksın. Eğer İbn Tufeyl, bu hikayede, İbn Sina'nın fikirlerine yaklaşmasaydı ve başka filozofların sudur konusundaki vehimlerine kapılmasaydı, muhakkak ki, haktan bahseden bir felsefe ve akıl hikayesi yazmış olurdu. Hatta felsefenin mertebe ve telakki de­recelerinde, bilim basamaklarında nasıl yükseldiğini açıklayan, güzeli, hakkı, hayrı ve Allah'ı tanıyıp bilmeye kadar varan Akl’ın hikayesi olurdu.

Özeti okumadan önce, İbn Tufeyl'in bu hikayede belirttiği önemli görüşleri, ana fikri ve kasdettiği hedefleri bilmen gere­kir. O bu hikayesinde, aşağıya dercettiğim şu hakikatleri belir­tip anlatmak istemiştir:



I- Duyumlar vasıtasıyla elde ettiğimiz cüz'i bilgilerin tü­mel (küllî) düşüncelere intikal etmesi, aklın, tedrici bir surette bilim basamaklarında yükselmesidir.

II- Akıl, kendisinde mevcut olan güç ve kudretle, irşadsız ve eğitimsiz olarak, yaratıcının mahlûkatta müşahede edilen kudret ve azametini delil ve hüccet getirmek suretiyle Allah'ın varlığım bilmek zorundadır.

III- Ezelî Mutlak, Adem-i Mutlak, Sonsuzluk, Zaman, Kidem, Yaratılış ve buna benzer meseleleri tasavvur etmek istedi­ği anda, delil ve hüccet ibraz etmede, akıl, yorgun düşüp aciz kalmaktadır.

IV- Akıl, ister bu kainatın kadîm oluşunu kabul etsin, ister­se etmesin, mühim olan, her iki inançtaki gayenin aynılığıdır: Allah'ın varlığını tanımak...

V- İnsan aklı, temel faziletleri, amelî ve güzel ahlakın esas kaidelerini, içtimaî yönleriyle davranışları güzelleştirmeye, şe­hevî arzularına hakim olmaya, ifrat ve tefritten kaçıp aşırı dav­ranmamak şartıyla, her hakkı yerine koymaya kadirdir.

VI- İslam dininin emrettiği şeyler; aklıselimin de, (hayır, hak; iyi ve güzeli tanıma ve bilme ve bunların hepsini anlama noktasında) bizzat kabul ettiği şeylerdir.

VII- Hikmet, muhteva ve gayesiyle, insanların akli kudret ve kuvvetlerine göre hitap etmekse -İslam dini de böyle emret­tiğine güre- insanlar için hayırlı olan, dinin hükümlerini, fazla derinlere dalmadan, aklın kabulleneceği tabiîdir.

Hayran:


“Hocam, bu hikayeyi okumak istiyorum.” Ebu'n-Nûr:

“Dinle, ey Hayran! İşte sana bu hikayenin öze­ti!...”

İbn Tufeyl, emzikteki bebeği düşünerek der ki:

Küçük bir bebeği, hiçbir insanın yaşamadığı ve hiç kimse­nin uğramadığı ıssız bir odaya bırakırlar. Yavrusunu kaybet­miş, bir geyik gelir ve kimsesiz bebeği görür, ana şefkatiyle onu emzirir, büyümesine yardım eder. Böylece bebek geyik sütüyle beslenmeye başlar. Harfleri birleştirme çağma gelince, adada yaşayan hayvan ve bazı kuşların seslerini taklit etmeye koyu­lur. Aklı, yavaş yavaş ve tedricî bir şekilde, bazı şeyleri taklit yoluyla, anlamaya başlar. Görür ki, bütün hayvanların üzerin­de kendilerini soğuk ve sıcaktan koruyacak kıl ve tüylerden el­biseleri, düşmanlarına karşı uygun müdafaa organları var. Bi­raz büyüyen çocuk, ağaçların yapraklarından, vücudunun bazı yerlerini örtecek biçimde elbise yapmıştır. Ayrıca, vahşi hayvanlardan korunmak için, bir ağaç dalından ibaret olan değne­ği, silah yerine eline almıştır. Böylece, kendisinden başka insan bulunmayan bu adada koşup oynar ve arkadaş edindiği hay­vanlarla yaşamaya devam eder.

Tam bu sırada, anne şefkatini esirgemeyen ve büyümesine birinci derecede yardım eden geyik ölür. Bu çocuk ölüm nedir bilmediği için uzun zaman, sakin bir halde yatan geyiğin duru­mu dikkatini çeker. Neden hareketsiz kaldığını merak eder, se­bebini araştırmaya koyulur. Fakat geyiğin dış görünüşünde bir şey bulamaz. Çünkü her organının yerli yerinde olduğunu gö­rür. Sonra kendi kendine, “Herhalde bunun içinde bir şeyler vardır. Bir de oraya bakayım” der. Geyiğin göğsünü yarmak için sivri taştan veya sert kamışlardan bir keski yapar: Sonunda geyiği bu aletle parçalar. Araştırma ve tetkik, nihayet geyiğin kalbine gelir. Bakar ki bir anormallik yok. Sonra kalbini de ya­rıp ikiye ayırır. Sol taraftaki yerin boş olduğunu görür. İşte o sı­rada şöyle bir kanaate varır:

“Herhalde buradan çıkıp giden, bu boşluktaki şey olsa ge­rek” der. Geyiğin ölmesine, buradan ayrılıp giden bir şeyin se­bep olduğuna inanır.

Bu kanaat üzerine biraz düşünür. Acaba çıkıp giden ve geri dönmeyen şey nedir? Zihninde şöyle bir düşünce oluşur: “Bu giden şey, olsa olsa esas geyiktir. Bu kalan ise onun maketi ve­ya kabuğudur.” İnancını takviye eden olay, geyiğin cesedinin kokmasıdır. Bu durum, fikrini daha da kuvvetlendirir. Kokuyu gidermek için ne yapması lazım geldiğim düşünürken, uzakta bir karganın ölmüş başka bir kargayı toprağa gömdüğünü gö­rür. Bu olay üzerine, karganın yaptığı gibi, bir çukur kazar ve geyiğin cesedini gömer.

Issız adada, yaşayan çocuk zamanla büyür, birçok şeyleri idrak etmeye başlar. Yeni bir hayatın başlangıcı ve hayatının dönüm noktası olan geyiğin ölümü olayından sonraki zaman içinde, yiyecek maddelerini bizzat tedarik etmeye koyulur. Ar­tık yaşı yavaş yavaş ilerlemiştir. Bu orada, her nasılsa, ateşi keş­feder. Ateş konusunda biraz düşünür. Mahiyetini öğrenmeye çalışır. Fikri bununla meşgul olmaya başlar. Sahile vuran bazı deniz hayvanlarını bu ateşin üzerine atar. Bakar ki, et pişiyor. Pişmiş etin daha lezzetli olduğu kanaatine varır. Hayreti artar. Kendi kendine ateşteki kuvvetin ne olduğunu düşünür. “Her­halde geyiğin kalbinden çıkıp giden şey ateştendir veya onun cevherindendir” şeklinde indî bir karara varır.

Bunun üzerine birçok hayvanları kesip parçalar. Organları­nı birer birer öğrenir. Böylece her organın hangi vazifeyle meş­gul olduğunu anlar. Sonra yağmurdan, kardan, rüzgarlardan, soğuktan ve sıcaktan kendisini koruyacak eve benzer bir yer yapma ihtiyacını duyar ve yapar. Bu arada, kendisini hayvan­lardan koruyarak daha etkili silahlar bulmaya çalışır ve onlarla bazı hayvanları avlama imkanına kovuşur. Yaşı ilerledikçe yeni yeni birçok şeyleri idrak edip anlamaya başlar. Yirmi birine ba­sınca, etrafında cereyan eden olayları, bitkileri, madenleri, hay­vanları ve bütün çevreyi, hatta kainatı düşünmeye başlar.

Sonra hayvan ve bitkiler üzerinde biraz daha derin incele­meler yapar, bazı şeylerin birbirine benzediğini, bazılarının ise farklı sıfatları olduğunu idrak ederek tür (nev'i) ve cins ayırımı­nı anlamış olur. Daha sonra, hayvan, (bütün canlılar) ve bitki­lerde; bu iki cinste, daimî bir benzerlik olduğunu keşfeder. Gı­da ihtiyacının her iki cinste de zarurî olduğuna inanır. Bu iti­barla, onların aslında “aynı şey” olduğu kanaatine varır. Sonra cemadat'ta canlı ve cansız şeylerin, aynı cisim olmaları itibariy­le, bitkilerle birleştiklerini görür. Değişikliğin ancak şekil ve su­retlerde, ebad ve vasıflarda olduğunu anlar. Neticede her üçü­nün aynı şey (cisim) olduğunu kabul eder. Fakat hareketlerini sağlayan müessirin ruh olduğu kanaatine varır. Canlıların, dış yapılarından ayrı ve uzak olan ruhu gözünde büyütmeye baş­lar. Ve der ki:

“Herhalde bu hareket ve garip olayların, idrak ve anlamı­nın esas kaynağı ruh'tur...” Bunun için canlılardaki ruh'a büyük Önem verir. Artık bütün düşüncesi, ruhî olay ve hareketler üze­rinde toplanır. Tefekküre başlar. Cesedden daha muazzam bir keyfiyet belirten ruh'u, olaylarıyla anlamaya çalışır ve görür ki; ceset fanidir. Bu fanilik, ruhun cesedden ayrılmasıyla meydana çıkar. Sonra dikkatini etraftaki şeylere çevirir. Cansızların aslı­nın ne olduğu üzerinde düşünmeye başlar. Anlar ki, su, toprak, hava ve ateş cansızların en basit görünenleridir. Bu maddeler üzerinde, birleştirici bir vasfın mevcut olup olmadığını araştır­maya başlar. “Uzama” ve bunun hemen arkasından “şekil” (su­ret) fikri hasıl olur. Ve düşüncesini şöyle bağlar: Uzama, genişle­me, gerilme ve küçülme gibi olaylarda şekil değişir, suret başkalaşır. Bu alemin esas tohumu olan akıl, madde ve şekil (suret)i ka­bul eder.

Sonra geriye, cansızlara döner. Her birinin ayrı ayrı hususi­yetleri üzerinde yeniden düşünmeye başlar. Bakar ki, su değişi­yor. Buhar oluyor. Sonra da eski haline dönüyor. Böylece, şekil ve suretlerin değiştiğini görüyor. Bu şekil ve suretlerin, ayrı ay­rı, değişik yönlerde olmalarının neticesi şudur: Suret ve şekille­rin muhtelif tarzda görünmeleri asıllarının bir olduğuna delalet etmez. Bu itibarla her değişen şeyin, muhakkak ki bir değiştire­ni vardır. İşte bu değişik olayları, fiil ve hareketleri eşyaya nisbet etmemiz doğru değildir. Çünkü bunların bir faili vardır. Hakikatte o, olayları ve hareketleri sağlayan esas fail nedir? der. Bu faili bilip tanımak için, bir araştırma şevk ve iştiyakı içi­ne düşer ve anlama arzusuna kapılır. Duyumlar yoluyla bunu aramaya ve anlamaya koyulur. Fakat hasselerle de bir şey elde edemez. Sonra çevremizi kaplayan kainat üzerinde düşünmeye başlar.

Ve kendi kendine sorar:

“Acaba bu görünen cisimlerin böyle nihayetsiz olarak de­vam etmesi mümkün müdür?

Hayır! Bu cisimlerin böyle sonsuz olarak devam etmesi mümkün olamaz. Çünkü akim kabul etmeyeceği bir şeydir.”

Sonra kainat hakkında düşünmeye başlar.

“Şu koca kainat acaba sonradan mı meydana geldi? Yoktan mı yaratıldı? Yahut evvelce var idiyse acaba daha öncesinde bir (adem) “yokluk” yok muydu?” Böyle bir şüphe ve müphemlikler içinde bir hayli düşünür durur. Tek taraflı bir karara varma­sı mümkün olmaz. Çünkü bu kainatın kıdemine inansa önüne birçok sorular çıkar. Mevcudatın sonsuz olarak devamındaki imkansızlık ve her şeyin muhakkak sonradan meydana gelen cisimlerden teşekkül ve tekevvün etmesi gibi engeller zuhur ediyor, böyle bir karara varmasına ve böyle bir inanca bağlanmasına engel oluyor.

Şayet kainatın sonradan yaratıldığını kabul etse yine de içinden çıkılmayan sanılar ve müşkül durumlarla karşı karşıya kalıyor. Mesela “bu alemin sonradan yaratıldığını kabul etse, bir “zaman” meselesiyle karşılaşır. Kainatın sonradan yaratıldı­ğını, söylemek, “zaman” mefhumunun alemden önce yaratılmış olmasını gerektirir. Halbuki “zaman”m, kainattan ayrılmayan bir gerçek olduğu aşikardır. Zira zaman'sız bu alemin meydana gelmesi gayri mümkündür. Bu sebeple zaman’ın bu kainattan önce yaratılmış olması düşünülemez” der.

Kafasını meşgul eden bu sorulara cevap arar, fakat kesin bir karara varamaz.

“Niçin bu alem muhdes olarak yaratılmıştır? Neden kadîm değildir?” Bunun gibi birçok karışık düşünce ve fikirler içinde bocalamaya başlar; bir türlü tek taraflı ve kat'î bir karar üzerin­de durması mümkün olmaz.

Böylece Hayy İbn Yakzan (uyanık oğlu diri)’ın aklı ile deliller arasında bir boğuşma başlar. Bu delillerden hangisinin galip geleceğini kestiremez. Bununla beraber kesin doğru ve mantıkî bir karara varmak için çok çaba sarf eder. Sonunda şöyle bir ka­rara varır; acaba bu iki inancın sonucu nedir?”

“Elbette, bu iki görüşün belli bir sonucu olması lazım ge­lir. Bu da, alemin yoktan yaratılarak vücud bulduğu inancını kabul etmektir. Böyle olması da zaruret icabıdır. Zira bir şeyin, yoktan vücut bulup meydana gelmesi imkansızdır. Yani yok­tan meydana getiren bir faile veya yaratıcıya ihtiyaç muhak­kaktır. Bu “yaratıcı” veya “yoktan meydana getiren fail”, cisim olamaz. Aksi takdirde, kendisini meydana getiren başka bir cismin mevcudiyeti zarurî olur. Böylece üçüncü, dördüncü mucidlere ihtiyaç gösterir. Yani sonu olmayan bir “devrî tesel­sülle karşılaşır. Halbuki böyle bir şey aklen imkansızdır.

Eğer alemin kadîm olduğu inancını kabul ederse, o zaman, hareketinin de kadîm olması lazım gelir. Bu, kaçınılmaz bir gerçektir.

Hareketi meydana getiren muharrik kuvveti hareket ettire­ne bağlamamız gerekir. Bu bir zarurettir. Evet, hareket ettiren veya cisimlerde hareketi sağlayan müessir ya bir kuvvettir veya bunun benzeridir.

Şayet, hareket ettiren kuvvetin, cisimlerde, sari olduğunu kabul edersek, o takdirde, cisimle birlikte bölünmesi, parçalara ayrılması veya cismin zayıf düşmesiyle kuvvetinin azalması gerekmektedir. Zira her cismin bir sonu olacağı cihetle kuvve­tinde nihayete ermesi lazımdır. Bu itibarla “hareket ettiren kuvvet'in bu sıfatlardan müberra ve münezzeh bulunması zaruri­dir. Hatta hareket ettiren kuvveti maddenin bütün sıfatlarından uzak kabul etmemiz gerekmektedir.

İşte böylece, “Hayy İbn Yakzan” yahut bu ıssız adada yaşa­yan olgun ve sağduyu sahibi insan, yukarıda izah ettiğimiz de­lillerle kesin bir sonuca erişmiş bulunmaktadır. Zihnine takılan şüphenin zararlı telkinlerine kapılmadan, alemin “kadîm” veya “hadis” olup olmaması gibi şüphelere düşmeden, kesin bir ha­kikate ulaşmış bulunmaktadır.

Bundan başka, “hareket ettiren kuvvet'in veya “fail”in, ak­len bütün kemal sıfatlarını ihtiva etmesi gerekir. İlim, kudret, irade müstakil bir istek, geniş rahmet ve her şeyi yerli yerinde ifa etme gibi niteliklere sahip olması, zorunludur.

Fail-i hakiki hakkında bilgi sahibi olduktan sonra büyük ya­ratıcıyı “nasıl bildiği”ni düşünmeye başlar. Onu duyularıyla bilmek mümkün olmadığını, duyu organlarının yalnız cisimleri tanıyabildiğini anlar. Bu üstün yaratıcı, cisimlerin bütün sıfatla­rından münezzeh olmalıdır. “Yaratıcıyı nasıl ve ne ile tanıyıp bildiğini” bir hayli düşünür. Bu fikir zihnini meşgul eder. En sonunda onu, ancak kendi zatıyla tanıyıp bildiğini anlar. Ayrı­ca zatî varlığın cismî sıfatlardan beri olduğunu görür. Ve fani olmasının imkansız olduğu meydana çıkar.” Hakikat şudur ki, bu zatî değer, ileriki hayatta, dünyada yaptığı iyi veya kötü davranış ve hareketleri oranında, azap veya nimet şeklinde, ebedî, olarak kalacaktır. Çünkü her insan, bu dünyada, o bü­yük ve muazzam “fail”in daimî kontrolü altında yaşamakta­dır.” İşi bu inançlar, onu, hayatı yeniden tanzim ve tertibe sok­maya zorlar. Yalnız fail-i hakiki'yi düşünür.

Kendisinde gördüğü şeyin, diğer hayvan nevilerinde bulu­nanın aynî olduğu kanaatine varır. Bu, katı ve karanlık bir be­denden başkası değildir. Çünkü beden, duyular yoluyla, istedi­ğini yerine getirir. Bedenin yaratılışı elbette boş yere değildir. Muhakkak ki, yaratılışının bir hedef ve gayesi vardır. Bu sebep­le, kendisine düşen görev, iyiye yönelerek, hareketini ve davra­nışını ıslah etmektir. Zira bedenin hareketleri, hayvandaki ha­reketlere çok benzer. Sonra bakar ki o, diğer taraftan cisim ol­mak itibariyle, yıldız ve gezegenleri andıran sıfatlara sahiptir. Çünkü onlarda da şuurla hareket eden zerreler vardır. Bu se­beple, halikini, tanımakta ve emirlerinin dışına çıkmamaktadır. Bunun üzerine ıssız adadaki yalnız insan, gururlanmaya baş­lar. Teşbihlerden birincisi hayvanlara benzemektedir. Cesedi ve bedenin bekası ve salahı için, yeteri kadar yiyecek ve içeceği hayvan ve bitkilerden tedarike çalışacaktır. Ve böylece, hay­vanların bitkilerden aldığı gıdaları muhafaza ederek çok mik­tarda hayvanı besin maddelerini alarak yaşamaya başlar. Geze­genlere benzemesine gelince... Bunun sebebi gök cisimlerinin temiz, şeffaf, nurlu ve parlak olmaları, kendi ekseni etrafında hareket ederek dönmeleri, bizzat nur ve ışık vermeleri, hareket ve devranında “vacib el-vücud” olan yaratıcının emri dışına zerre miktarı çıkmamalarıdır.

Sonra gerek hayvanlardan gerekse bitkilerden karşılaştığı engelleri yok eder. Güneşin ışığını alıkoyan maniaları, kendisi­ne zarar veren bitkileri ve hayvanları yahut su içmesini önle­yen tabiî şartları değiştirir veya izale eder. Üzerine saldıran vahşi yaratıkları yok etmeye çalışır. Ayağına batan dikeni çıka­rır.

Yalnız kendisini değil, susuz bir hayvan veya bitki görse hemen onu sular. Böylece suya engel olan şeylerin de ortadan kaldırılmasına çalışır. Bedenen, yiyecek, içecek ve giyeceğin de temiz ve tertipli olması gerekir. Gezegenler gibi hareket etmek lüzumunu duyduğundan, artık, ada içinde gezinmeye ve sahil­de dolaşmaya başlar.

Adada gezip yürümesi, koşması, evden sahile ve oradan eve, ağaçların arasında dolaşması, kuşların ve hayvanların du­rumunu kontrol etmesi ve benzeri hallerin nefsinde zuhur et­mesi devri başlar.

Bununla beraber, düşüncesini kainatın tek yaratıcısı olan “Vacib el-Vücud”a yöneltir. Duygularıyla olan bağlantıyı tama­mıyla kesmek; yalnız iç alemiyle, düşünmek ve hislerin engel­lerinden kurtulmak ister.

Hayy İbn Yakzan (Uyanık oğlu diri), kendisini, diğer bir yön­den de, ilahi sıfatların bazısına benzetmeye; hatta doğrudan doğruya, bizzat ona benzetmeye çalışır. İlim sıfatıyla Allah'ın, birliğini, tekliğini, ortağı ve şeriki olmadığını anlar. Cismanî sı­fatlardan nasıl kurtulsun ki, O'na benzesin. İşte bu cismanî sı­fattan bir türlü tecerrüt edip kurtulmanın yolunu bulamaz. Bu fani sıfattan kurtulmak için elinden geleni yapar. Hatta iç dün­yasına dalar. Cesediyle fani olmaya çalışır. Yalnız Allah'ı düşü­nür, yalnız onu arar. Ve bu iç sarhoşluğunda yok olup gitmek ister. Allah'a ancak böyle erişilebileceğine inanır. Bu şekilde dış alemin engellerinden kurtulacaktır. İç dünyasının zevkine dala­cak, orada hakka veya “vacib el-vücud”a fani olup gidecektir... Bir zaman böyle devam eder. Bu isteğin, yani hakkı müşahede etmek arzusunu gerçekleştirmek için elinden gelen çabayı sarf eder. İstediği gün gelir ve o da bütün varlığıyla tek zatta kay­bolup gider. Öyle bir zevke erer ki, zat vardır. O zat da vacib el-vücud'un zat'ıdır. Öyle bir zevke erer ki benzerini ne göz gör­müştür, ne de kulak işitmiştir. Bu ilahî zevki dille anlatmak im­kansızdır. Kör birisi, güzel renklerden zevk duyar mı? Elbette duymaz. İşte benim izahlarım böyledir. Siyah rengi gören bir insanın “efendim, bu ekşi veya tatlıdır” demesi gibidir.

Ey Hayran! İbn Tufeyl, Hayy İbn Yakzan’ın lisaniyle hikaye­sini anlatmaya devam ederek diyor ki:

Hayy İbn Yakzan, müşahade aleminde, çok garip ve acayip şeylere sahip olduğunu, ulvî felekler aleminde, akılları durdu­racak birçok tesellileri müşahede ettiğini; fakat bunları söz ve lafızlarla ifade etmenin gayri kabil olduğunu anlatmaktadır. Şayet anlatırsam hakikatten hiçbir şey bahsetmemiş olurum. Çünkü bizim tabirlerimizle vasf edilmesi imkansızdır.” demek­tedir.

Devam ederek diyor ki;

“Hayy İbn Yakzan’ın bulunduğu adanın civarında başka bir ada daha vardı. Orada iki genç yaşıyordu. Bu gençler, son peygamber Hazreti Muhammed Mustafa'nın dinine tabi hakiki ilimle amil müminlerdi. Bu din yeni gelmişti ve buralara kadar yayılmıştı. Bu iki genç de, İslam dinini kabul etmişlerdi.

Gençlerden birisinin adı Absal, diğerininki Selman'dı. İkisi de İslam dininin getirdiği prensipleri okuyup öğrenmeye başla­dılar. Önce Allah'a îman ettiler, sonra onun sıfatları hakkında bilgi edindiler. İslam dininin getirdiği ve akim ötesindeki olay­lar, melekler, ahiret alemi ve hesap gibi konular hakkında bilgi­lerini artırmaya çalıştılar. Absal, batmî hükümlere daha fazla önem veriyordu. İç manalar üzerinde dikkatle duruyor, zahirî emirleri tevil yoluna tercih ediyordu.

Selman, zahiri hükümler bahsinde çok daha muhafazakar­dı. Tevilden kaçmıyor, uzak kalmayı tercih ediyordu. Böylece Absal, bazı dinî hükümleri tevil ederek uzlet hayatına çekilmiş­ti. Selman ise; bu emirlerin zahirî merhumlarını alıyor, insan­larla düşüp kalkıyor, içtimai ve iktisadi işlerde daima onlarla beraber olmayı tercih ediyordu. Böylece uzlet hayatından uzak kalmıştı.

Bunların ayrı ayrı yönlere teveccüh etmeleri, ikisinin birbi­rinden ayrı yaşamalarına sebep oldu. Bu sebeple Absal, Hayy

İbn Yakzan’ın yaşadığı adanın elverişli olması dolayısıyla bura­sını tercih etmişti. Adaya gelince Hayy İbn Yakzan'la karşılaştı. Absal’ın okuyuşunu, zikr ve teşbihini, ibadet ve namazını gören Hayy, söylediklerini anlamasa da bu zatın büyük bir bilgin ve arîf kimselerden olduğunu idrak etmişti.

Absal, Hayy İbn Yakzan’ın konuşma bilmediğini görünce, ona konuşma öğretti. Artık yavaş yavaş birbirlerinin konuşma­larını anlayabiliyorlardı.

Hayy, zamanla Absal ile rahat rahat konuşabilecek duruma geldi. Bunun üzerine Hayy İbn Yakzan, başından başlayarak, bütün hayatı boyunca geçirdiği merhaleleri ve düşünceleri, Al­lah'ı nasıl tanıdığını ve bu tek varlığı idrak için ne gibi düşün­celere yöneldiğini Absal'a, teker teker anlattı.

Absal, onun hayat hikayesini dinledikten sonra, İslam'ın getirdiği hak ve hakikatle Hayy İbn Yakzan’ın düşüncesinde belirip açığa çıkan gerçeklerin aynı olduğunu; bunların dinden geldiğini anladı. Ve bu hakikatlerin Hayy İbn Yakzan tarafın­dan akıl ile idrak olunduğunu, bu itibarla akü ile nakl'in aynı öl­çüde birleştiğini idrak etmiş oldu. Böylece, “makûl (akıl yoluy­la)” ile “menkûl (vahiy yolu)”nun birbirine mutabık olduğunu gördü. Bu sebeple, hükümleri tevil etmenin faydalı olacağına inandı.

Absal da, inandığı dinin prensiplerini Hayy İbn Yakzan'a birer birer izah etti. Neticede Hayy İbn Yakzan, inandığı pren­siplerin, peygamber yoluyla insanlara bildirildiğini gördü. Pey­gamberin doğru söylediğine kanaat getirdi. O dinin bütün emirlerini kabul etti. Bu dine ve bu peygambere inanmanın doğru olduğunu anladı. Böylece, peygamberin Allah'dan geldi­ğine ve onun hak peygamber olduğuna gönülden inandı. Bü­tün hükümlere uymayı bir vazife bildi.

Sadece peygamberler tarafından bildirilen şu iki noktayı kavrayamamıştı:

Birincisi; peygamber neden insanın dış dünyası ile ilgili ör­nekler vermiş ve bu konuda açıklamalar yapmıştı da iç dünyası ile ilgili emirler bildirmemiş, açıklamalarda bulunmamıştı? Halbuki bu gizli alemle ilgili konularda birçok kişi hataya düşüyor ve yanlış yorumlar yaparak Allah'ı -haşa- cisimli bir varlığa benzetiyordu.

İkinci nokta da: Neden peygamber yalnız farzlarla iktifayı kafi görmüştü? Mal, mülk kazanmak ve geçim konusunda ge­nişlemeyi mubah kılmıştı? Halbuki bunun sonucu olarak in­sanlar hakkı bırakıp dünya zevkine fazla temayül göstermişler­di? İşte bunların hikmetini anlayamamıştı.

Hayy İbn Yakzan'a arkadaşı Absal; “Peygamber'in misaller vermesinin, farzlar üzerinde durarak mal ve mülk edinme yo­lunu mubah kılmasının hikmetini anlamak için, insanların içine karışması, onlarla düşüp kalkması gerektiğini”' söyleyerek gel­diği adaya beraber gitmelerini ileri sürdü. Arkadaşı, “oraya uğ­rayan bir gemiyle gideriz” dedi. Gemi geldi. Onları Absal’ın arkadaşı Selman’ın kaldığı adaya kadar götürdü.

Absal, oradaki bütün arkadaşlarıyla görüştü ve Hayy İbn Yakzan'ı onlara tanıttı. Böylece, Hayy İbn Yakzan, onların bil­ginlerine ve ileri gelenlerine ilim ve hikmet öğretmeye başladı, fakat zahirî emirlerden iç aleme doğru girmiyorlardı. Mükaşefe ilminden çok az anlayabiliyorlardı. Halbuki ders verdiği kimseler, ileri gelen bilginlerdi. Acaba okuttukları, cahil halk tabakasına mensup olsalardı ne olurdu? Elbette bilginlerin anlayamadığını onlar hiç anlayamayacaktı. Çünkü onlar dünya­nın maddiyatına dalmış cahil kimselerdi. Bu hususta bazı şey­leri idrak etmeleri gayri mümkündü. İşte o zaman, Hayy İbn Yakzan, anladı ki, bu insanlara, mükaşefe ilmiyle, akıllarının iç ve kuvveti dışında kalan gerçekleri izah etmek veya müşahade yoluyla bir bilgiyi anlatmaya kalkışmak beyhude emek sarf etmektir, Çünkü, anlatma yolu bu değildir. Kudretlerinin fevkinde bir işle onları mükellef kılmak elbette yersizdir.

Hayy İbn Yakzan, Allah'ın elçisi tarafından insanlara getiri­len prensiplerin hikmetle dolu olduğunu ve bu hikmetlerin in­sanların menfaatlerine uygun bir şekilde Allah tarafından vaz' edildiğini anlamış oldu. Hiç şüphe yok ki, her işe göre bir adam ve o iş için bir mütehassıs vardır. Her şey de, yaratılışına göre, emir altında mükellef kılınmıştır. Çünkü Allah, bir kimse­ye, ancak gücünün yettiği kadar teklif eder.

Bunu anlayan Hayy İbn Yakzan, hemen Selman'a gitti. Za­hirî hükme bağlılığı sebebiyle kendisini affetmesini diledi ve ona dedi ki:

“Ben de sizin görüşünüzü kabul ediyorum. Bir şeyin zahirî hükmünü nazara almadan herhangi bir iş yapmamız imkansız­dır.”

Dinin zahirî emir ve hükümlerini yerine getireceğini bildir­di. Anlaşılması mümkün olmayan bazı hükümleri, fazla tevile kaçmadan, kabul ettiğini açıkladı. Aklının ermediği konular üzerinde kendisini yormayacağını, yersiz şeylerden kaçınacağı­nı, heva ve hevesten kendisini koruyacağını, amel-i salih yolun­da gideceğini vad etti ve onlara son olarak dedi ki:

“Eğer bu görüşünüz üzerinde durur, dininize sahip olursa­nız, hak ve hakikate ulaşırsınız. Şayet bundan daha ağır olan iç mükaşefe ilmiyle hüküm verecek olursanız, o zaman, kudret ve gücünüzün dışında olan bir hükümle karşılaştığınızdan sapıtır­sınız. Ve akıbetiniz de vahim olur.”

Bunun için yollarından ayrılmamalarını onlara tavsiye etti ve vedalaşarak, Absal ile birlikte, geldikleri adaya döndü. Her ikisi de orada Allah'a ibadet etmekle günlerini geçirip hayata gözlerini yumarak bu dünyadan ayrıldılar.34


Yüklə 2,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin